Yedinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 199

menşeleri olan bin bir esmâ-i İlâhiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerinmenbaı olan yedi sıfât-ı Sübhâniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, o yedi muhit ve kudsîsıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün omevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemâller, kıymetler, kemâller dahi, ef’âl-i Rabbâniyenin ve esmâ-i İlâhiyenin ve sıfât-ı Samedâniyenin ve şuûnât-ı Sübhâniyenin, kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemâllerine ve kemâllerine ve hepsi birden Zât-ı Akdesin kudsî cemâline ve kemâline bedahetle şehadet ederler.

İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibdâ, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kast veirade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’âm ve in’âm veikram ve ihsan gibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Vetezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetintebarüz hakikatı dahi, Esmâ-i Hüsnânın rahîmâne ve kerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan “hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar ve kelâm” sıfatlarınıncelâlli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriZât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Zât, Allah
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan Zât, Allahbasar: görme
bedahet: ap açıklıkcelâl: büyüklük, heybet, haşmet
cemâl: güzellikcilve: görüntü, yansıma
ebedî: sonu olmayan, sonsuzef’âl-i Rabbâniye: terbiye edici olan Allah’a ait fiiller, işler
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleriezelî: başlangıcı olmayan, sonsuz
hadsiz: sayısız, sınırsızhalk etmek: yaratmak
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhüsün: güzellik
ibdâ: benzersiz güzellikte yaratmaicad: var etme, yaratma
ihsan: lütuf, bağış, ikramikram: bağış, ihsan
in’am: nimetlendirmeirade: dileme, tercih
it’am: yedirme, doyurmakast: isteyerek, belli bir amacı kastederek
kelâm: konuşmakemâl: kusursuzluk, mükemmellik
kerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekildekudret: güç ve iktidar
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddesmenba: kaynak
menşe: kaynak, asıl, kökmevcudat: varlıklar
mevsuf: sıfat sahibi, sıfatlandırılanmizan: ölçü, denge
muhit: kuşatıcı, kapsayıcımuvafık: lâyık, uygun
nihayetsiz: sonsuznizam: düzen
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrahîmâne: merhametli bir şekilde
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısem’: işitme
sun’: san’atsıfât-ı Samedâniye: her şey Kendisine muhtaç iken Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın sıfatları
sıfât-ı Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın sıfatlarıtahvil: dönüştürme
takdir: Allah’ın ezelî ilmiyle belirlemesitasarrufat: dilediği gibi kullanma ve idare etme
tasvir: suret ve şekil vermetebarüz: açıkça ortaya çıkma, görünme
tebdil: değiştirmetecellî: belirme, görünme
tedbir: ihtiyacını karşılamatedvir: çekip çevirme, idare etme
tekmil: mükemmelleştirme, tamamlamatenzil: indirme
tezahür etmek: ortaya çıkmak, görünmektezahür-ü Rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi
ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıvahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasışefkat: acıma, merhamet
şehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmekşuûnât: haller, işler, faaliyetler
şuûnât-ı Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevkeden Zâtına ait kutsal özellikler
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 200

Evet, nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zât-ı Akdesi tanıttırır. Öyle de,kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mahiyetinde gösterip birKadîr-i Zülcelâli tavsif ve tarif eder.
Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları olan birtek Zât-ı Akdesi bildirir.

Ve hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütünintizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsizâyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.

Hem o sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna vetahakkukuna ve o Zâtın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü, bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir; ihtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin işidir.
İşte, bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren burhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i Âzamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i



Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan AllahZât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Zât, Allah
Zât-ı Hayy-ı Kayyûm: hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı için hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, AllahZât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allah
bedahet: ap açıklıkburhan: mantıkî delil, kanıt
cilve: görüntü, yansımadelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
emare: belirtifurkan-ı cismânî: cisim haline gelmiş, hakkı batıldan ayıran Kur’ân gibi Allah’ı tanıttıran kâinat kitabı
hadsiz: sınırsızhayattar: canlı
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek
ihtiyarî: tercihe bağlı, iradeyle yapılaniktidar: güç, iktidar
ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâintizamlı: düzenli, tertipli
kelâm: konuşmakudret: güç ve iktidar
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmahiyet: esas, nitelik, özellik
mahlûkat: yaratılmışlarmasdar: kaynak
masnuat: san’at eseri varlıklarmedar: dayanak noktası, kaynak, sebep
menba: kaynakmevsuf: sıfat sahibi, vasıflandırılan
mizanlı: ölçülü, dengelimücessem: cisimleşmiş, maddi yapısı olan
sair: diğer, başkaserbeser: baştan başa
suret: biçim, şekilsıfat-ı hayat: hayat sıfatı
tahakkuk: gerçekleşmetavsif: vasıflandırma, niteliklerini bildirme
tedbir: çekip çevirme, ihtiyacını karşılamatekellüm: konuşma
temyiz etmek: ayırt etmekterekküp: meydana gelme, oluşma
tezyin: süslemevahiy: Cenâb-ı Hak tarafından Cebrâil vasıtasıyla peygamberlere göndermiş olduğu bilgiler, emir ve yasaklar
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için hiçbir şeye muhtaç olmamasıvücud: varlık, var oluş
ziynetli: süslüzîhayat: canlı, hayat sahibi
âyine-i ekber: en büyük aynaİsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı

 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 201

Nur bu birinci hakikatı kuvvetli burhanlarla ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.
İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlâhîdir.
blank.gif
1 لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى âyetinin sırrıyla, kelâm-ı İlâhî nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelîninmevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin On Dördüncü ve On BeşinciMertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semâviye cihetiyle, ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi On Yedinci Mertebesinde Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini omertebelere havale edip, o hakikati mu’cizâne ilân eden ve şehadetini sairhakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden
شَهِدَ اللهُ أَنَّهُ لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَ أُولُوا الْعِلْمِ قَاۤئِمًا بِالْقِسْطِ لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2
âyet-i muazzamanın envârı ve esrarı bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.
İşte, bu yolcunun bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dokuzuncu Mertebesinde,
لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى، وَلَهُ


[BILGI]Dipnot-1
“Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.

Dipnot-2 “Bütün kâinatı adâletle tedbir ve idare etmekte olan Allah, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığını ap açık delillerle bildirdi. Buna melekler ve ilim sahipleri de şâhitlik ettiler. Ondan başka ilâh yoktur; Onun kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.[/BILGI]




Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânMütekellim-i Ezelî: ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah
alâmet: işaretbeyan: açıklama, anlatım
burhan: mantıkî delil, kanıtcihet: şekil, yön
câmi’: kapsamlı, içine alanenvâr: nurlar, ışıklar
esrar: sırlar, gizemlerhakikat: asıl, esas, gerçek
iktifa etmek: yetinmekilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
izah etmek: açıklamakkatre: damla
kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı, sözükâfi: yeterli
kütüb-ü mukaddese-i semâviye: vahye dayanan kutsal kitaplar—Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerîmmakam-ı kudsî: kutsal makam, derece
mertebe: derece, makammevcudiyet: var olma hali
mezkûr: adı geçenmu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde
nihayetsiz: sonsuzsair: diğer, başka
suret: biçim, şekilsıfat-ı kelâm: konuşma sıfatı
tekellüm-ü İlâhî: Allah’ın konuşmasıvahdet: birlik
vâfi: yeterli, yerine getirenvücud: varlık, var oluş
zâhir: açık, âşikarâyet-i muazzama: (mânâca) büyük âyet
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 202

الصِّفَاتُ الْعُلْيَا، وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ، وَجَمِيعِ اَسْمَاۤئِهِ الْحُسْنٰى اَلْمُتَجَلِّيَةِ، وَبِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُونَاتِهِ وَاَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ، فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ، بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَاْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَقُدْرَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ، وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ.وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ: شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَاۤئِمًا بِالْقِسْطِ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 1
denilmiştir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 203

İhtar

Geçen İkinci Makamın Birinci Babındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet edenhakikatlerinin herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta, sarîhanvücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.
İkinci Makamın İkinci Babı ise, başta ve sarahatle vahdeti—ve içinde vücudu—ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid burhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Babda
blank.gif
1بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ İkinci Babda, vahdet görünür gibi zuhuruna işareten
blank.gif
2 بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِfıkraları tekrar ediliyor.
Gelecek İkinci Babın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümânaatiyle ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.


endOfSection.gif
endOfSection.gif





[BILGI]
Dipnot-1 ... hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle.

Dipnot-2 ... hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle.[/BILGI]




bab: bölüm, kısımbeyan etmek: açıklamak
burhan: mantıkî delil, kanıtcihet: şekil, yön
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi
fıkra: bölüm, kısımhakikat: doğru gerçek
haysiyetiyle: özelliğiyleicmal: kısaca, özet olarak
ihata: içine alma, kapsamaihtar: hatırlatma
ihtisar: kısaltma, özetlemeizah: açıklama
mertebe: derece, makammümânaat: engelleme
sarahat: açıklıksarîhan: açıklıkla
tahakkuk: gerçekleşmetevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
vahdet: birlikvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
vücud: varlık, var oluşzuhur: belirme, görünme
şehadet etmek: şahitlik etmek, tanıklık etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 204

İkinci Bab

Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir

Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakînderecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet burhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dörthakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.


BİRİNCİ HAKİKAT

Ulûhiyet-i mutlakadır.

Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâirzîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, birmâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle birulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünküulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinatağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin


Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahbab: bölüm, kısım
bedâhet: açıklık, aşikâr olmaberâhin-i tevhidiye: Allah’ın birliğini gösteren kesin deliller
burhan: mantıkî kesin delil, kanıtcemâdat: cansız varlıklar
fıtrî: doğalhakikat: doğru, gerçek
hakikat-i kudsiye: mukaddes gerçekhakikî: gerçek doğru
hakkalyakin: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilmehamd: övgü ve şükür
hükümfermâ: hüküm sürenihsan: bağış, ikram
istilzam etmek: gerektirmekistilâ: kuşatma
iştirak: ortak olma, katılmakâinat: evren, bütün yaratılmışlar
menzil: durak, yerminnettar etmek: yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi uyandırmak
mâbud: ibadet edilenmâbudiyet: ibadet edilmeye lâyık olma
nev-i beşer: insanlar, insanlık türünevi: çeşit, tür
nihayet: sonsâir: diğer, başka
tahakkuk: gerçekleşmetaife: grup, topluluk
temâşâ: seyir, hoşlanarak bakmatereşşuhat-ı gaybiye: gaybî sızıntılar, damlalar
tezahürat-ı mâneviye: mânevî açılımlar, görünümlerulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığı
ulûhiyet-i mutlaka: hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlıkvahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasızîhayat: canlı, hayat sahibi
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 205

mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.

İKİNCİ HAKİKAT

Rububiyet-i mutlakadır.

Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde,hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir burhan-ı kat’îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri iradeedenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbircihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı vekelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları,



adâvet: düşmanlıkburhan-ı kat’î: kesin delil
cemâl: güzellikcihet: yön
cüz’iyat: ferdî, küçük şeylercüz’î: küçük, ferdî
dest-i gaybî: görünmeyen elesbab: sebepler
hakikat: doğru, gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
hey’ât: genel yapı, yapıyı oluşturan unsurlarhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hurufat: harflerhususan: bilhassa, özellikle
iaşe: besleme, yedirip içirmeirade: dileme, tercih
irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözlerizhar: açığa çıkarma, gösterme
içtima: toplânma, bir araya gelmeiştirak: ortaklık, katılım
kelimât: kelimelerkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kesretli: çok sayıdakudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmahiyet: esas, nitelik, özellik
maksat: amaç, gayemüsaade etmek: izin vermek
mütemadiyen: sürekli olarakmüşrik: Allah’a ortak koşan
rahîmâne: merhametli bir şekilderububiyet/rububiyet-i mutlaka: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
suret: biçim, şekiltahakkuk: gerçekleşme
takdisat: takdisler, kutsamalar; Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmetasarruf-u âmm: genel tasarruf; bütün kâinatta görülen faaliyet ve icraat
temerküz: bir merkezde toplanmaterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunluğa kavuşturma
tereşşuh: sızıntıtesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmateşhir etme: sergileme
ulvî: yüce, büyükziya: ışık, parlaklık
zîhayat: hayat sahibi, canlızîşuur: şuur sahibi, bilinçli
âdilâne: âdil bir şekildeâyât: âyetler, deliler
şirk: Allah’a ortak koşma
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 206

hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bukâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemâlli bir surette idare edenHâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.

Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad edenHâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzınhalifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemâlli ve hikmetli kâinatı,fena ve zevâlde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatınmel’abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtınşehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkiyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve okemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.


DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

Hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayetfaaliyetli



Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allaharz: dünya
bedahet: ap açıklıkbilhassa: özellikle
bîçare: çaresiz, zavallıcemâl: güzellik
cihet: taraf, yöndelâlet: delil olma, işaret etme
dereke: aşağı dereceehemmiyetli: önemli
fena: geçicilik, ölümlülükgayet: son derece
hakikat: doğru gerçekhakikat-ı kemâlât: mükemmellik gerçeği
hakikatli: gerçekliğe sahiphakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insanhallâkiyet: yaratıcılık
haşmetli: görkemli, heybetlihikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkhüzüngâh: hüzün yeri
icad: var etme, yoktan yaratmaizah etmek: açıklamak
kat’î: kesin bir şekildekemâl: kusursuzluk, mükemmellik
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkemâlât-ı kudsiye: noksanlıklardan uzak mükemmellikler
kemâlât-ı İlâhiye: İlâhî mükemmelliklerkevn: var olma, varlık
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmasnu: san’at eseri varlık
mel’abegâh: oyun yerimevcudat: varlıklar
meyve-i tevhid: Allah’ın birliğinin neticesimezbaha: hayvan kesilen yer
muhakkak: kesin, kesinlik kazanmışmu’cizât: mu’cizeler; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
netice-i faaliyet: faaliyetin neticesinihayetsiz: sonsuz
setretmek: örtmek, gizlemeksuret: biçim, şekil
vücud: varlık, var oluşzevâl: geçip gitme, kaybolma
zâhir: açık, âşikarzâlimâne: zâlimce
zîhayat: canlı, hayat sahibizîşuur: şuur sahibi, bilinçli
zıddiyet: zıtlıkâsâr: eserler, varlıklar
âyine-i kemâlât: mükemmellikler aynasıâyine-i zîşuur: şuur sahibi ayna
şehadet: şahitlik, tanıklıkşirk: Allah’a ortak koşma
şua: ışık kaynağından çıkan ışık telleri; ışın
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 207

bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur.
blank.gif
1 وَ ِللهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin askerlik mânâsınıihsas eden temsiline göre, zerrât ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanattaburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirânehükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.

Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü
blank.gif
2 لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ إِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَاâyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâsemâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.

Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî vemuvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllîrububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine


[BILGI]
Dipnot-1 “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” Fetih Sûresi, 48:7.

Dipnot-2 “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.[/BILGI]



Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allahacz: acizlik, güçsüzlük
bedahet: ap açıklıkburç: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi
cereyan: akım, hareketcünûd-u Rabbâniye: Allah’ın askerleri
cüz’î: ferdî, az, basitdelâlet etmek: delil olmak, ifade etmek
fırka: grupgayet: son derece
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i kàtıa: kesin hakikat
hakikî: gerçek, doğruhakîmâne: hikmetli biçimde
hayvanat: hayvanlarhercümerc: karma karışık
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhâkimiyet: egemenlik, hükümranlık
hâkimiyet-i kudsiye: kusur ve eksiklikten yüce, mukaddes egemenlik, hâkimiyethâkimiyet-i mutlaka: sınırsız ve tam bir egemenlik
hüceyrât-ı bedeniye: beden hücreleriihsas: hissettirme, hatırlatma
intizam: disiplin, düzenizzet: değer, itibar, yücelik
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarküllî: geniş, kapsamlı
makam-ı izzet: şeref, yücelik makamımedar: dayanak noktası, eksen
musahharâne: emre uyarak, boyun eğerekmuvakkat: geçici
mâlik: sahipmüstebidâne: zorla, despotça
müteaddit: birçok, çeşitlinahiye: bucak
nebatat: bitkilernev’i: çeşit, tür
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemâvat: gökler
seyyarat: gök cisimleri, gezegenlertekvînî: yaratmaya, var etmeye dâir
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmeulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığı
vücud: varlıkzerrat: zerreler, maddenin en küçük parçaları, atomlar
zerre: atom, çok küçük parçazâhirî: görünürde
zâlimâne: zâlimceâciz: güçsüz, zavallı
âmiriyet-i külliye: genel âmirlik, emredicilikâmirâne: emrederek
şirk: Allah’a ortak koşma
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 208

başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.

İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhudderecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle
blank.gif
1 لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ dedi. Ve bumenzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında,
لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ وَوُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ، وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمُقْتَضِيَّةِ لِلْوَحْدَةِ. وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْكَمَالاَتِ النَّاشِئَةِ مِنَ الْوَحْدَةِ وَكَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحَاكِمِيَّةِ الْمُطْلَقَةِ الْمَانِعَةِ وَالْمُنَافِيَةِ لِلشَّرِكَةِ
blank.gif
2
denilmiştir.

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hûdemeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki,



[BILGI]Dipnot-1 “Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir ve Onun ortağı yoktur.”

Dipnot-2 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâhid-i Ehad ki, tebarüz-ü ulûhiyet-i mutlakahakikatinin azametinin müşahedesi, kezâ vahdeti iktiza eden tezahür-ü rububiyet-i mutlaka hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, kezâ vahdetten neş’et eden kemâlât hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, kezâ şirke mâni olan ve şirki nefyeden hâkimiyet-i mutlaka hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, Onun vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna delâlet eder.[/BILGI]




Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturcihet: şekil, yön
ehl-i iman: Allah’a ve iman esaslarına inanan kimseler, mü’minlerehl-i tarîkat: tarîkata mensup olanlar
fariza-i fıtriye: yaratılıştan gelen vazifehakikat: doğru, gerçek
halâvet: şirin, tatlı, hoşhususan: bilhassa, özellikle
ibadet-i imaniye: iman ibadetiibrethâne: ibret yeri
marifet: bilme ve tanımamenzil: durak, yer
müşahede etmek: görmek, gözlemlemeksükûnetsiz: sakin kalmayan, hareketli
tasavvur: düşünme, zihinde şekillendirme, hayalde canlandırmatevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
teşrik etmek: ortak etmekvahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vazife-i kudsiye: kutsal vazifeyad etmek: anmak, zikretmek
şerik: ortakşua: ışık kaynagından çıkan ışık telleri; ışın
şuhud: görme, şahid olma

 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 209

ilm-i mantıkta tasavvura mukàbil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar veburhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, herbir şeyleRabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzurunamâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl veâsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, kâinatı istilâ etmiş beşhakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

Birincisi:

Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde burhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvireden,
hem
blank.gif
1 هُوَ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍyani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çokacip bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdiseyle ispat etmek ve onun gibi acipbir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüz bindenziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat tâifelerini vehayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemâl-i intizam ve mizanlailtibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyizve tezyin eden.



[BILGI]Dipnot-1 “Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hadîd Sûresi, 57,4.[/BILGI]



Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
acip: hayret verici, şaşırtıcıazamet: büyüklük, yücelik
bedahet: ap açıklıkburhan: mantıkî, kesin delil, kanıt
cenup: güneyefrad: fertler, bireyler
ef’âl: fiiller, işlergarp: batı
gaybî: bilinmeyen, gayb âlemine aithadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i muhita: herşeyi kuşatan gerçek
halk etmek: yaratmakhayvanat: hayvanlar
haşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmaiaşe: besleme, yedirip içirme
ibdâ: eşsiz şekilde yaratmaicad: var etme, yoktan yaratma
ilm-i mantık: mantık ilmiiltibas: karıştırma
inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmekistilâ etmek: kuşatmak
izah etmek: açıklamakiz’an: şüpheden uzak, kesin şekilde inanma
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzenkibriyâ: yücelik, büyüklük
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkıymettar: kıymetli, değerli
marifet-i tasavvuriye: tasavvur ederek elde edilen bilgimenzil: durak, yer
mizan: ölçü, dengemukàbil: karşılık
müteaddit: birçok, çeşitlinebatat: bitkiler
suret: biçim, şekiltanzir: benzerini yapma
tasarruf etmek: kullanmaktasavvur: düşünme, zihinde şekillendirme hayalde canlandırma
tasdik: delile dayalı olarak yapılan doğrulama, onaylamatasvir: suret ve şekil verme
temyiz: ayırt etmeterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmatevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini bilme ve kabul etme
tezyin: süslemetâife: grup, topluluk
zemin: yeryüzü, dünyaziyade: çok
âsâr: eserler, varlıklarşark: doğu
şimal: kuzey
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 210

hem
blank.gif
1 يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وُيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya veazameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.

Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayetkemâldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren birşirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vech ile mümkün değildir,fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.

İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kàbil-i af olmadığını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan azîm tehditle
إِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَادُونَ ذٰلِكَ
blank.gif
2
ferman ediyor.
İkinci Hakikat:
Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz


[BILGI]Dipnot-1 “Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar.” Lokman Sûresi, 31:29.

Dipnot-2 “Muhakkak ki Allah, Kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bundan başka günahları (dilediği kimse için) bağışlar.” Nisâ Sûresi, 4:48.[/BILGI]


Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: Allah tarafından, Peygamber Efendimiz vasıtasıyla gönderilen, açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
acz: acizlik, güçsüzlükazamet: büyüklük, yücelik
azamet-i kudret: Allah’ın kudretinin büyüklüğüazîm: büyük
bedahet: açıklıkcelâl: büyüklük, heybet, haşmet
cihet: şekil, yöncüz’î: küçük, basit, ferdî
ef’âl-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın fiilleri, icraatlarıfail: işi yapan, özne
ferman etmek: buyurmak, emretmekfıtrat: yaratılış, mizaç
hakikat: doğru gerçekhâdisât: olaylar
ihata: içine alma, kapsamaizzet: değer, itibar, yücelik
kabil-i afv: affedilebilirkadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi
kemâl: mükemmellik, kusursuzlukkibriyâ: azamet, büyüklük
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mezkûr: adı geçenmümkün: imkan dahilinde olan, olabilir
müsaade etmek: izin vermeknihayet: son
nihayetsiz: sonsuznoksaniyet: noksanlık
sarahat: açıklıktasarruf: icraat, faaliyet, dilediği gibi kullanma
vecih: şekil, yönvâhid: bir
yevmiye: günlükzarurî: zorunlu, gerekli
zemin: yer, dünyaıtlak: mutlak olma, kayıt altında olmama, sınırsızlık
şirk: Allah’a ortak koşma
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 211

bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet veiradedir ve mazharların kàbiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, ogayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne ve hayattarâne ve muntazam ve muhkemolan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.
Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sahifesinde, birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

Birincisi:
وَأَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا
blank.gif
1
(ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğündezîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmetve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız,mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte, bu üç cihetle mu’cizeli bu san’at-ı İlâhiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütünzemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, bedahetle vahdeti ispat eder.



[BILGI]Dipnot-1 “Rabbin balarısına ilhâm etti: ‘Dağlardan, kendine evler edin.” Nahl Sûresi, 16:68.

[/BILGI]


Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, AllahSûre-i Nahl: Nahl Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 16. sûresi
basîrâne: görerek, bilerekbedahet: ap açıklık
beyan etmek: açıklamakcihet: şekil, yön
câmid: cansız, katıehemmiyetli: önemli
esbab: sebeplerfiil-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın fiil ve icraatı
fıtrat: yaratılış, mizaçgayet: son derece
hadsiz: sınırsızhayatkârâne: canlı bir şekilde
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhâsiyet: özellik, hususiyet
ihâta: kuşatma, kapsamailâ âhir-i âyet: âyetin sonuna kadar
intizam: disiplin, düzenirade: dileme, tercih
istimal olunma: kullanılma, vazifelendirilmekàbiliyet: yetenek
mazhar: görünen yer, ayna, yansıma yerimisal: örnek, benzer
mizan: ölçü, dengemizanlı: ölçülü, dengeli
muhkem: sağlam, kuvvetlimuntazam: düzenli, intizamlı
muttasıl: yapışık, bitişikmuvazene: karşılaştırma, kıyaslama
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan şeynihayet: son
perde-i kudret: kudret perdesisan’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atı
suret: biçim, şekiltaam: gıda, yiyecek
tahdit etmek: sınırlandırmaktakyid: sınırlama, kayıt altına alma
tesmiye etmek: isimlendirmekvahdet: birlik
zemin: yeryüzü, dünyazuhur: açığa çıkma, görünme, belirme
zâhirî: görünürdezîhayat: canlı, hayat sahibi
şuursuz: bilinçsiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 212

İkinci âyet

وَإِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَاۤئِغًا لِلشَّارِبِينَ
blank.gif
1
âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece birrahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte, böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi vetasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

Üçüncü âyet

وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَاْلأَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
blank.gif
2
Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.”
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetlitaamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir


[BILGI]Dipnot-1 “Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir sütle sizi besleriz.” Nahl Sûresi, 16:66.

Dipnot-2 “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümden de hem sarhoş edici bir içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Akıllarını kullanan bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.” Nahl Sûresi, 16:67.[/BILGI]



bedahet: ap açıklıkcelb etmek: çekmek
cihet: şekil, yönferman: buyruk
fiil-i İlâhî: Allah’a ait fiillerfâkihe: meyve
hadsiz: sınırsızharika-i hikmet: hikmet harikası
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhâlis: saf, temiz
hüccet: kesin delil, kanıtibret-feşan: ibret saçan; ibretli
ihata: içine alma, kapsamaihtiyar: dileme, tercih, irade
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkut: gıda
menşe: kaynak, kökmugaddî: gıdalı, besleyici
muhalif: aykırı, zıtmu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan şey
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesinazar-ı dikkat: dikkat içeren bakış
nevi: çeşit, türrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
rû-yi zemin: yeryüzüsan’at-ı Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın san’atı
sâfî: duru, katıksıztaam: gıda, yiyecek
tasarruf: dilediği gibi kullanma, faaliyettecellî: yansıma, görünme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmaumum: bütün, genel
vahdet: birlikvalide: ana
ziyade: çok
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 213

helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zât olabilir” demeye mecburdur.

Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zeminyüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütünkâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.

Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız,mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî ile istihdam olunuyorlar.
İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtekvâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.

Üçüncü Hakikat:

Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at



Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahVâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı görülen Allah
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allahbedâhet: açıklık, aşikâr olma
bilhassa: özelliklecilve: görüntü, yansıma
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekef’âl-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın fiilleri
emr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emriemsal: benzer
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru, gerçek
harika-i san’at: san’at harikasıhayvânât: hayvanlar
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhüsn-ü san’at: san’at güzelliği
iktiza etmek: gerektirmekintizam: düzen
intizam-ı mutlak: mutlak, mükemmel düzenistihdam olunmak: çalıştırılmak, görevlendirilmek
kesret-i mutlaka: mutlak, sayısız çoklukkudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kuvve-i hafıza: bellek, hafıza duyusukâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lâtif: güzel, hoşmaharet: beceri, hüner
mahfaza: koruma kılıfımef’ûliyet: edilgenlik, yapılmışlık; bir failin fiilinin tesiriyle olma durumu
mevcudat: varlıklarmizan: ölçü, denge
nebatat: bitkilernihayetsiz: sonsuz
sühulet-i mutlaka: sonsuz ve tam kolaylıksür’at-i mutlaka: sınırsız hız
tarihçe-i hayat: hayat hikâyesitasarruf: faaliyet, icraat, dilediği gibi kullanma
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmavahdet: birlik
zemin: yeryüzü, dünyazerre: atom
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyuşehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
şurup: sulu ve şekerli içecekşuur: bilinç, anlayış
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 214

ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilât-ı mutlakiçinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.

Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlarzerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz’ kadar ve koca zemininihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir—tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.

İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin buehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını vetavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.

Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki, Risaletü’n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hâll ve keşf ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1 bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün


[BILGI]Dipnot-1 “O herşeye kàdirdir.” Hûd Sûresi, 11:4; Rûm Sûresi, 30:50; Şûrâ Sûresi, 42:9; Mülk Sûresi, 67:1. [/BILGI]

Hâlık-ı Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyi yaratan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
azametli: büyük, yücebeyan: açıklama, anlatım
cüz: bütünün parçasıcüz’î: ferdî
efrad: fertler, bireylerehemmiyetli: önemli
farikalı: birbirinden farklı olarakgayet: son derece
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru gerçek
hall: çözme, neticelendirmehamd: övgü ve şükür
haşr: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmasıhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hilkat-i kâinat: kâinatın, evrenin yaratılışıhurufat: harfler
icad: var etme, yaratmaihtilât-ı mutlak: sınırsız karışıklık
ihya: hayat verme, diriltmeimtiyaz: ayrıcalık
intizam: düzenittikan: sağlamlık, mükemmellik
kelime-i tevhid: Allah’în birliğini ifade eden “Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamında “Lâ ilâhe illallah” kelimesikeşif: açığa çıkarma
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıküll: parçaları içinde barındıran bütün
kıymettarlık: kıymetlilik, değerlilikmaharet: beceri, hüner
mebzuliyet: çokluk, bollukmebzuliyet-i mutlaka: sınırsız bir bolluk, ucuzluk
medar: dayanak noktası, eksenmertebe-i tevhid: Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe
muammâ: anlaşılması zor sır, gizemmuhit: her şeyi kuşatan
mâhirane: maharetli bir şekildenevi: çeşit, tür
nisbeten: kıyasla, oranlasan’atkârâne: san’atlı bir biçimde
suhuletli: kolaytavr-ı akl: aklî davranış ve düşünüş
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmatılsım: sır, gizem, düğüm
vâhid: Zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı, benzeri ve dengi olmayan ve herşeyi birliğiyle kuşatan Allahzemin: yeryüzü, dünya
zerre: atomâciz: güçsüz, zavallı
âhir: son
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 215

“Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekbermertebelerinden kudret-i İlâhiyenin ispatında, kat’î burhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.

Birinci Sır:

Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.
İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette okudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.

Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icadettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.


Fâil: her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi AllahLem’a-i Arabiye: Arapça yazılan Lem’â; Yirmi Dokuzuncu Lem’a
Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Zât, AllahZât-ı Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Zât, Allah
acz: acizlik, güçsüzlükbeyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarakburhan: delil, kanıt
eşya: şeyler, varlıklarfihriste: içindekiler
halk etmek: yaratmakhaşir/haşr-i âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
icad: var etme, yoktan yaratmaicmalen: kısaca, özetle
izah: açıklamaiçtimaü’z-zıddeyn: birbirine zıt iki şeyin birleşmesi, bir araya gelmesi
kat’î: kesin, şüphesizkavî: güçlü, kuvvetli
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkudret-i zâtiye: zâta ait zorunlu güç ve iktidar
kudret-i İlâhiye: Allah’ın sınırsız güç ve iktidarılâzım-ı zarurî: zâtın zorunlu gereği
maatteessüf: üzülerek, ne yazık kimertebe: derece, makam
muhal: imkânsızlık, akla aykırımukavemet: direnç, karşı koyma
muktedir: gücü yeten, iktidar sahibimu’cizât: mu’cizeler; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
mâni: engelmümânaat: engel olma
mütebaki: geri kalan kısımsuhulet: kolaylık
tedahül: müdahele etme, içine girip dahil olma, içine karışmazaaf: zayıflık, güçsüzlük
ziya: ışık, parlaklıkziyade: çok
zulmet: karanlıkzâtî: bir şeyin zâtına ait zorunlu özellik
ârız olmak: ilişmek, bulaşmak
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 216

Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet vetevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütünsukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr sırra binaendir ki, gayetmebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklarmuntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.

İkinci Sır:

Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin bircilvesiyle, birtek güneş, birtek âyineye ziyalı aks verdiği gibi, hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı vehararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyenmüsâvidir, fark etmez.

Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmetiçinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihlerişeffaf âyine gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan


Cebrail: [bk. bilgiler – Cebrâil (a.s.)]Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye: sonsuz güç ve iktidarı bizzat kendinden olan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah
ayn-ı aks: aksinin ta kendisibinaen: -dayanarak
burhan: güçlü delil, kanıtcilve: görüntü, yansıma
emr-i İlâhî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın emrieşya: şeyler, varlıklar
faaliyet-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın faaliyet ve icraatıgayet: son derece
hadsiz: sınırsızhallâkiyet: yaratıcılık
hararet: ısı, sıcaklıkizn-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın izni
katre: damlakat’î: kesin, şüphesiz
kemâl-i vüs’at: son derece genişlikkudret-i zâtiye: bizzat kendinden olan güç ve iktidar
kudret/kudret-i İlâhiye: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkıymettar: kıymetli, değerli
lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgilimahiyet: esas, nitelik, özellik
mebzuliyet: bolluk, çoklukmelekûtiyet: bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati
mezkûr: adı geçenmuntazaman: düzenli olarak
müsavi: eşit, denkmüşkilât: zorluklar, güçlükler
nebatat: bitkilernihayetsiz: sonsuz
nuraniyet: nurluluk, parlaklıknuranî: nurdan varlık
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlıksuhulet: kolaylık
sukut: düşme, alçalmasuûbet: zorluk, güçlük
tecellî-i rahmet: rahmet yansımasıtesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmatevkil etmek: vekalet vermek, vekil tayin etmek
vahdet: birlikvecih: şekil, yön
vüs’at: genişlikzerrat: zerreler, atomlar
ziya: ışık, parlaklıkzîhayat: canlı, hayat sahibi
şeffaf: saydam, parlakşeffafiyet: şeffaflık, saydamlık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 217

tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin hükmünegayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derecemutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’îve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.

Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam vemuvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyüksefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam vemutî bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.

Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbâniyede ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas biradalet-i İlâhiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütüneşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbettezerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.

Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerintaifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet vemizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.


adalet-i İlâhî: Allah’ın adaletiarş: “haydi, ileri!”
cüz’î: ferdî, küçük, basiteşya: şeyler, varlıklar
gayet derecede: sonsuz derecedehadsiz: sınırsız
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhükm: karar
icad etmek: yaratmak, var etmekihya etmek: hayat vermek, diriltmek
imtisal: uyma, yerine getirmeinkıyad: boyun eğme, itaat etme
intizam: disiplin, düzenintizâmât: intizamlar, düzenlilikler
kanun-u hikmet: hikmet kanunukudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kudret-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sonsuz güç ve iktidarıkudret-i ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti
kudret-i zâtiye: bizzat kendinden olan güç ve iktidarküllî: bütün fertleri içine alan; tür, cins; kapsamlı varlık
masdar: kaynak, çıkış yerimedar: dayanak noktası, eksen
menşe-i menba: kaynağın çıkış yerimeydan-ı hayat: hayat meydanı
mizan: tartı, terazi, ölçümuntazam: düzenli, intizamlı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmutî: emre uyan, itaatkâr
muvazene: karşılaştırma, denge, tartmamünkad: boyun eğen, bağlılık gösteren
nebatat: bitkilernefer: asker, er
nihayet derecede: sonsuz derecenihayetsiz: sonsuz
nizam: düzennizam-ı hikmet: hikmetli düzen
nuranî: nurlu, maddî yapısı olmayansefine: gemi
sermedî: sonsuz, daimi, süreklisuhuletle: kolaylıkla
tahrik etmek: harekete geçirmektaife: grup, topluluk
tasarruf: dilediği gibi kullanmatedvir: çekip çevirme, idare etme
zerre: atomzâtî: kendisinden olan
zîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 218

Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, ohikmetli, adâletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvînî ile arzı dirilttiği gibi,


إِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ
blank.gif
1
fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem
blank.gif
2 وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.
Hem
blank.gif
3 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍâyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî veruhânî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.

Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte tâlik edildi.

Dördüncü Hakikat:

Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küllve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtrattamüşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin


[BILGI]Dipnot-1 Yâsin Sûresi, 36:53.
Dipnot-2 Nahl Sûresi, 16:77.
Dipnot-3 Lokman Sûresi, 31:28.
[/BILGI]


arz: dünyacüz: kısım, parça
emr-i tekvinî: yaratılışa dair emir; “ol” emriferman: buyruk
ferman etmek: buyurmak, emretmekhakikat: doğru gerçek
hayvanî: can ve ruh sahibihaşir/haşr-i ekber: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıicad etmek: yoktan yaratmak, var etmek
ihya: hayat verme, diriltmeins: insanlar
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkudret-i mutlaka: sınırsız güç ve iktidar
küll: bütünküllî: bütün fertleri içine alan; tür, cins; kapsamlı varlık
mevcudat: varlıklarmeydan-ı haşr: haşir meydanı
misal: nümune, örnekmisal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnek
mizan-ı âzam: mahşer günü amellerin ölçüldüğü büyük terazimâni: engel
münasebet: bağlantı, ilgimüşabehet: benzeyiş
nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işlemenefs: can, hayat, kişinin kendisi
neşir: yayma, yayılmanümune-i ekber: en büyük örnek
ruhanî: maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlıksikke-i fıtrat: yaratılış sikkesi, mührü
tâlik etmek: sonraya bırakmakvücut: beden, varlık
zemin: yer, dünya
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst