Yedinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 159

sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi. “Elhamdü lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.
İşte bu mezkûr hakikatleri ve şehadetleri ifade mânâsıyla, Birinci Makamın Altıncı Mertebesinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ جَمِيعِ أَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ:بِكَلِمَاتِ أَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَْلاِنْعَامِ، وَاْلاِكْرَامِ، وَاْلاِحْسَانِ، بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ، وَالتَّزْيِينِ، وَالتَّصْوِيرِ، بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ، مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ
blank.gif
1

denilmiş.


Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken,hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı, hakikat-bîn olan aklına ve marifet-âşinâ olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:
Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kàl velisan-ı halleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kaside-i



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mizanlı ve fesahatli yapraklarının ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin ve intizamlı ve belâğatli meyvelerinin kelimeleriyle konuşan ve tesbih eden bütün ağaç ve nebat nevilerinin icmâı, birbirinin misli ve benzeri olan mahdut çekirdek ve habbeciklerden süslü ve birbirinden farklı ve mütenevvi, gayr-ı mahdut suretlerinin hepsinin birden fethihakikatinin kat’î delâletiyle beraber, kasdî ve rahmetli in’âm ve ikram ve ihsan hakikatinin ve iradeli ve hikmetli temyiz ve tezyin ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, icmâ ile Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]





Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman: iman nimeti için Allah’a hamd olsunLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
bil’ittifak: ittifakla, söz birliğiylefeth: açma
güldeste-i marifet: Allah’ı tanıma ve imanın meydana getirdiği bilgilerden derlenmiş gül destesihakikat: doğru gerçek
hakikatbîn: hakikati görenhayvânât: hayvanlar
lisan-ı hal: hal ve beden dililisan-ı kal: söz ile anlatım
marifet-âşinâ: Allah’ı tanıma ve bilmeye alışmışmeclis-i tehlil: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleyen meclis
mevcudat: varlıklarmezkûr: adı geçen
muazzam: azametli, çok büyüknevi: çeşit, tür
seyahat-i fikriye: düşünceye yapılan yolculuksûret: biçim, şekil
taife: grup, toplulukterakki: ilerleme, yükselme
tuyûr: kuşlarzemin: yer, dünya
zikirhane: zikir edilen yerşehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 160

Rabbânî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları vekuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdâniyetine şehadetgetirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.


Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’atperverâne ibdâ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk veinşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmekhakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir burhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.


İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarcamizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey ve Âlim‑i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu hercihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdutyumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet



Alîm-i Külli Şey: herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan AllahHallâk: çokça ve sürekli olarak yaratan Allah
Kadîr-i Külli Şey: herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi AllahRezzak: bütün canlıların rızıklarını veren Allah
Sâni: her şeyi san’atla yaratan AllahZât-ı Hayy-ı Kayyûm: hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı için hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah
alîmâne: herşeyi çok iyi bilerekazametli: büyük, yüce
burhan-ı bâhir: açık güçlü delilcihet: şekil, yön
cilve: görüntü, yansımadelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
farika: ayırıcı özellik; birbirine benzememe özelliğihadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde
halk: yaratmahamd ü senâ: şükretme ve övme
harf-i Rahmânî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’tan gelen ve Ona ait harfhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
ibdâ: eşsiz yaratma; Cenâb-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratmasıicad: var etme, yaratma
ihtiyarkârâne: en iyisini seçerekihya etmek: diriltmek, hayat vermek
ihâtalı: kuşatıcı, kapsamlıintizamlı: düzenli, tertipli
inşa: vücuda getirme, yaratma, bina etme, yapmakaside-i Rabbânî: birer kaside gibi yaratıcılarının terbiye ve idaresini öven her bir bitki ve hayvan
katre: damlakelime-i Sübhânî: Allah’ın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu dile getiren kelime
kuvâ: duygular, hislermahdut: sınırlı
mahsur: sınırlanmış, sınırlımanzum: düzenli
masnu: san’at eseri varlıkmevzun: ölçülü
misl: benzermizanlı: ölçülü, dengeli
muazzam: azametli, çok büyükmuhit: kuşatıcı, kapsamlı
muntazam: düzenli, intizamlımu’cize-i hikmet: hikmet mu’cizesi
mânidar: mânâlı, anlamlımüşahede etmek: gözlemlemek
nutfe: memelilerin yaratıldığı su, menisan’atperverâne: san’atkârcasına
simaca: görünüş bakımındansuret: biçim, şekil
sıfât-ı seb’a: yedi sıfattasvir: şekil ve suret verme
tavsif etmek: özelliklerini anlatmaktemyiz: ayırt etme
tezyin: süslemevahdet: birlik
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
ziynetli: süslüzîruh: ruh sahibi
âzâ: uzuvlar, organlarşehadet: şahitlik, tanıklık
şuursuz: bilinçsiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 161

mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller ohakikati tenvir eder.
İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hûdeyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatleri ifade mânâsıyla,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَاۤئِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَاۤئِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ: فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ
blank.gif
1

denilmiştir.


Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvâkında ve envârında daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanınmenziline baktı, gördü ki:



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mevzun ve muntazam ve fasih hasselerinin ve kuvvelerinin ve hissiyat ve lâtifelerinin kelimeleriyle ve mükemmel ve beliğ cihazat ve cevarih ve âlât ve âzâlarının kelimeleriyle hamd ve şehadet eden bütün hayvanat ve tuyur nevilerinin ittifakı, birbirinin misli ve benzeri, mahsur ve mahdut sayıda yumurta ve katrelerden muntazam, muhtelif, mütenevvi ve gayr-ı mahsur suretlerinin fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, iradeli icad ve sun’ ve ibdâ’ hakikatinin ve kasdî temyiz ve tezyin hakikatinin ve hikmetli takdir ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]





Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturenbiya: nebiler, peygamberler
envâ: neviler, türlerenvâr: nurlar, ışıklar
ezvâk: zevkler, lezzetlerfethetmek: açmak
gayet: son derecegüya: sanki
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru gerçek
heyet: yapı, şekil, suretittifak: birleşme, birlik
mahiyet: esas, nitelik, özellikmarifet-i İlâhiye: Allah’ı bilme ve tanıma
menzil: durak, yermertebe: derece, makam
mezkûr: adı geçenmuntazam: düzenli, intizamlı
muvazeneli: dengeli, ölçülümütefekkir: düşünen, tefekkür eden
nihayetsiz: sınırsız, sonsuznisbet: oran, ölçü
semavat: göklersuret: biçim, şekil
tenvir etmek: aydınlatmakzemin: yer, dünya
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 162

Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (aleyhimüsselâm)bil’icma’ beraber Lâ ilâhe illâ Hû deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsizmu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesindenmelekiyet derecesine çıkarmak için, onları iman‑ı billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:


Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirininihbarıyla beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddî ve doğru zâtların icmâ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsizmu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakikati inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onlarıtasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.


Evet, enbiyayı (aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsizmu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semâvî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemâlâtlarından ve hakikatlitalimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitap ve suhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibâlarıyla hakikate, kemâlâta, nura vasıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet meselelerde icmâı ve ittifakı




Aleyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsunCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
Hâlık-ı Kâinat: evreni ve herşeyi yaratan AllahLâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur
beşer: insanlarbil’icmâ: toplu halde, söz birliğiyle
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler
enbiya: nebiler, peygamberlerhadsiz: sınırsız
hakikat: doğru gerçekhakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
hayvaniyet: hayvanlıkicmâ: fikir birliği
ihbar: haber vermeiman-ı billâh: Allah’a iman
ittibâ: uyma, tâbi olmaittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesinkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallıkkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kuvvet-i iman: iman gücümelekiyet: meleklik
mertebe: derece, makammeşahir-i insaniye: insanların meşhurları, ünlü kişiler
muarız: karşı gelenmuhbir: haber veren
muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygambermusaddak: doğrulanan, onaylanan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü işmu’cizât: mu’cizeler
müsbet: ispat edilenmüstehak: hak eden
namdar: şan ve şöhret sahibinev-i beşer: insanlar, insanlık
nişâne-i tasdik: doğruluğunu gösteren işaretnuranî: nurlu, nur saçan
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar
taife-i azîm: büyük topluluk, gruptalimat: bildiriler, emirler
tasdik: doğrulama, onaylamatevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tilmiz: öğrenci, talebeumum: bütün, genel
vasıl olma: ulaşma, kavuşmaümmet: millet, topluluk
şehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 163

ve tevatürü ve ispatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkânında umum enbiyayı (aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı, onların derslerinden çok feyz-i imanî aldı.
İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânâsında, Birinci Makamın Sekizinci Mertebesinde,
لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ، بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمِ الْبَاهِرَةِ، الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.


Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiyaaleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilenmütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayantetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub‑u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar.
Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı imaniyede onlarınmüttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî burhanlarına istinadları öyle birhüccettir ki, onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve burhanlarınınumumu kadar bir burhan bulmak mümkün ise, karşılarına



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün enbiyanın, tasdik edici ve tasdike mazhar mu’cizât-ı bâhirelerinin kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]




aleyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsunasfiya: hem velî, hem âlim olan büyük zâtlar
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtdirâyet: zekâ, bilgi, kavrayış
dâhi: deha sahibi, üstün zekâ ve hikmet sahibiehl-i tahkik: gerçeği delilleriyle bilen âlimler
enbiya: nebiler, peygamberlererkân: esaslar, temel unsurlar
feyz-i imanî: imanın bereketihüccet: güçlü delil, kanıt
ilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin olarak bilmeistidat: kàbiliyet, yetenek
istinad: dayanma, güvenmeittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesin olarakmecmu: bütün, genel
mesâil-i imaniye: imana ait meselelermezkûr: adı geçen
muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilenmuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
müdakkik: dikkatli bir şekilde araştıran, inceleyenmüsbet: ispat edilen
mütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgilimüttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle
müçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olanseyyah-ı tâlip: öğrenmek için seyahat eden
suret: biçim, şekilsıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar
tasdik: doğrulama, kabul etmetereddüt: şüphe, kuşku, kararsızlık içinde olma
tesanüd: dayanışmatetabuk: uygunluk
tetkikat-ı amîka: ince tetkikler, derin ve kapsamlı araştırmalartevafuk: denk gelme, uygunluk
tevatür: güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin haberulema: âlimler
ulvî: yüce, büyükumum: bütün, genel
usul ve erkân-ı imaniye: imanın esasları ve temellerivahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıyakinî: şüphe edilmeyecek derece kesinlik
zekâvet: zeki oluş, keskin zihinzevk-i hakikat: doğruya ve gerçeğe ulaşma zevki

 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 164

ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.
Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle birkuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makamın Dokuzuncu Mertebesinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلأَصْفِيَاءِ، بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمِ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.
Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesindenaynelyakîn mertebesine terakkisindeki envârı ve ezvakı görmeye çok müştak olan omütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukuylatevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedînin (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarlakudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
O ehl-i keşif ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerineistinaden, bil’icmâ, müttefikan Lâ ilâhe illâ Hû diyerek, vücub-u vücud



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün asfiyanın, muhakkak ve müttefik ve parlak burhanlarının kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]







Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yokturMirac-ı Ahmedî: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün mânevî âlemleri gezdiği yolculuk
aynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin olarak bilmebil’icmâ: ittifakla, fikir birliğiyle
cadde-i kübrâ-yı Muhammedî: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) gittiği ve tarif ettiği büyük İslâmiyet caddesicehalet: cahillik
dergâh: mürşidin bulunduğu yerecheliyet: son derece cahillik
ehl-i inkâr: inançsız kimselerehl-i keşif ve keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve hareketlerin kendilerinde görüldüğü velî zâtlar ve mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler
envâr: nurlar, ışıklarezvâk: zevkler, lezzetler
feyizli: bereketlihadsiz: sayısız, sınırsız
hangâh: büyük tekkeilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
inkişaf: açığa çıkma, gelişmeirşadgâh: doğru yolu gösterme yeri
istinaden: dayanarakkeramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareketler
keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmekudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kuvve-i mâneviye: mânevi güç, moralmenfi: ispat edilmemiş
muhterem: hürmete lâyık, saygıdeğermünkir: inanmayan, inkar eden
mürşid: doğru yol gösterenmütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgili
mütefekkir: düşünen, tefekkür edenmüttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle
müşahede: görme, gözlemmüştak: arzulu, çok istekli
neşretmek: yaymaksahra: ova, meydan
seyyah: gezgin, yolcusuret: tarz, biçim
tekye: tekke; zikir veya ders için toplanılan yer, dervişlerin kaldığı yertelâhuk: birbirine katılma, birleşme
terakki: ilerleme, yükselmetevessü: genişleme, yayılma
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasızaviye: küçük tekke, zikir veya ders için toplanılan yer
zemin: yer, dünyazikirhane: zikir edilen yer
ziyade: çok


 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 165

ve vahdet-i Rabbâniyeyi kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renkle güneşi tanımak gibi, yetmiş renkle, belki Esmâ-i Hüsnâ adedince, Şems-i Ezelînin ziyasından tecellî eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatli tarîkatler vemuhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreplerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranîâriflerin icmâ ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunuaynelyakîn müşahede etti. Ve enbiyanın (aleyhimüsselâm) icmâı ve asfiyanın ittifakı veevliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.
İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onuncu Mertebesinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ، وَكَرَامَاتِهِمِ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
blank.gif
1

denilmiş.
Sonra, kemâlât-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyeninmenbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetininkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:
“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır. Ve kâinatın mevcudâtı hayata musahhardır. Ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur. Ve zîruhun en kıymettarı



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, bütün evliyanın, muhakkak ve musaddak ve zahir keşif ve kerametlerinin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]





Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimlerialeyhimüsselâm: Allah’ın selamı onların üzerine olsun
asfiya: hem âlim, hem velî olan büyük zâtlaraynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
bilcümle: bütünbâhir: açık, görünen
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibienbiya: nebiler, peygamberler
evliya: veliler, Allah dostlarıfeyz: ihsan, bolluk, bereket
hakikat: doğru gerçekicmâ: fikir birliği
iman-ı billâh: Allah’a imaninkişaf: açığa çıkma, açılma, gelişme
ittifak: birleşme, birlikkemâlât-ı insaniye: insanlara ait mükemmellikler, olgunluklar
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddeskâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kıymettar: kıymetli, değerliletâif: lâtifeler; insanın mânevi yapısındaki ince duygular
levn: renkmarifet: Allah’ı bilme ve tanıma
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamenba: kaynak
mevcudat: varlıklarmeşrep: mânevi haz ve feyiz alınan yol
muhabbetullah: Cenâb-ı Hakka duyulan sevgimuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmütenevvi: çeşitli
müşahede etmek: görmek, gözlemlemekneş’et etmek: çıkmak, doğmak
nuranî: nurlu, aydın, nur saçansemavat: gökler
seyyah: gezgin, yolcutarîkat: mânevi ilerlemeye götüren yol
tecellî etmek: görünmek, yansımakterakkî etmek: yükselmek, ilerlemek
tevafuk: denk gelme, uygunlukvahdet-i Rabbâniye: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın birliği
ziya: ışık, parlaklıkziyade: çok
zâhir: açık, âşikarzîhayat: canlı, hayat sahibi
zîruh: ruh sahibiârif: bilgide ileri olan
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 166

zîşuurdur. Ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olansemâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (a.s.) temessülü gibi, melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semâvât ehliyle dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü, Hâlık-ı Kâinat hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:


“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i MuhammedAleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervâh-ı tayyibe, bilâ istisna ve bil’ittifak, bu kâinat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.
İşte, bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Birinci ve On İkinci Mertebelerinde,
لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ ِلأَنْظَارِ النَّاسِ، وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ، بِاِخْبَارَاتِهِمِ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ
blank.gif
1

denilmiştir.



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, insanların nazarına temessül eden ve beşerin havâs kısmıyla konuşan melâikenin ittifakı, birbirine tetabuk ve tevafuk eden ihbaratıyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHazret-i Cebrail: [bk. bilgiler – Cebrail (a.s.)]
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahHâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânbilâ istisna: istisnasız
bil’ittifak: ittifakla, birleşerekervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar
hadsiz: sınırsızhuzur-u Muhammedî: Hz. Peygamberin huzuru
ihbar etmek: haber vermekihbarat: haber vermeler
küre-i zemin: yeryüzü, dünyakıymettarlık: kıymetlilik, değerlilik
melâike: meleklermesâil-i imâniye: imanla ilgili meseleler
mutabık: uygunmuvafık: lâyık, uygun
mütemadiyen: sürekli olarakmüzeyyen: süslenmiş
nur-u iman: iman nurusahabe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlar
sekene: sakinler, ikamet edenlersemavat: gökler
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuret: biçim, şekil
sıfât-ı kudsiye: kutsal sıfatlar, kusursuz özelliklertemessül: belirme, görünme
tetabuk: uygunluktevafuk: denk gelme, uygunluk
tevatür: çok güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin habervahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasızemin: yer, dünya
zîhayat: canlı, hayat sahibizîruh: ruh sahibi
zîşuur: şuur sahibi, bilinçlişehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 167

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların,selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadetortasında insanî berzahlardır; ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insananisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:


“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametlive nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları, tevafuk vesebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icmâları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir vehakikate açılan ışıklı bir penceredir
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umumselim ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârâne ve müncezibânekeşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek,hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemes-sil




berzah: geçit, aralıkcihet: taraf, yön
emsal: benzerler, örneklererkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları
gayet: son derecehakikat: doğru gerçek
icmâ: fikir birliğiinbisat: genişleme, yayılma
istidat: kàbiliyet, yetenekistifade etmek: faydalanmak
istikametli: doğru yolda olanitikad: inanma
itminankârâne: tam inanarakittisaf: vasıflanma
ittisafkârâne: güzel bir şekilde niteleyen ve tanıtankeyfiyet: durum, temel nitelik, özellik
keşfiyat: keşifler; mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmekâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lisan-ı hal: hal ve beden dilimezhep: yol, usül, dinde tutulan yol
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yolmuamele: davranış, iş
muhalif: aykırı, zıtmuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
mukàbil: karşılıkmutabık: uygun
mutmainâne: şüphesiz bir şekildemânen: mânevî olarak
mübayin: farklı, ayrımüncezibâne: kendini kaptırarak
münevver: aydın, nurlanmışmüstakim: doğru yolda olan
mütalâa: dikkatle okuma, incelememütemessil: içinde yansıyan, rengiyle renklenen
müttefikane: ittifak ederek, birleşerekmüşahedat: gözlemleme, görme
nisbeten: kıyasla, oranlanokta-i imaniye: imanî nokta
nuranî: nurlu, aydınlanmışpür-iştiyak: çok istekli
pür-merak: çok meraklırâsihâne: sağlam bir şekilde
sebatkârâne: kararlılıklaselim: sağlam, temiz
taharri-i hakikat: gerçeği araştırma, incelemetaife: grup, topluluk
taife-i insaniye: insan taifesi, topluluğutebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek
tetabuk: uygunluktevafuk: denk gelme, uygunluk
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmaumum: bütün, genel
vâsıl: ulaşan, kavuşanvücub: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu
yakîn: kesin ve doğru bilgizincir-i nuranî: nurlu zincir, mânevî bağ
âlem-i berzah: dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemiâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 168

bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedâniye olan nuranî kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları veicmâları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbircihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihâne bu pek büyük ve keskin gözlerinumumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestâîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billâh” dediler.
İşte, bu yolcunun müstakîm akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği mârifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Üçüncü Mertebesinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ، بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَبِقَنَاعَاتِهَا، وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ، مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ، بِكَشْفِيَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ
blank.gif
1

denilmiş.
Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve yakînleri, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]





arş-ı marifet-i Rabbâniye: Rabbimizi tanıtan bilgi arşı, tahtıcihet: şekil, yön
câmi’: kapsamlı, içine alangalat-ı his: duygu yanılması
hakikat: doğru gerçekhakikatsız: gerçek olmayan
icmâ: fikir birliğiistifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
ittifak: birleşme, birlikkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mârifet-i imaniye: imanî bilgimünevver: aydın, nurlanmış
mürşid-i ekber: en büyük mürşid, doğru yolu gösterenmüstakim: istikametli, dosdoğru
müstemirrâne: devamlı olaraknuranî kalbler: iman nuruyla aydınlanmış kalbler
rehber-i ekmel: en mükemmel rehber, kılavuzrâsihâne: sağlam ve köklü bir şekilde
sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için her şeyi, hatta kendini dahi inkar edenlerumum: bütün, genel
vehim: kuruntu, varsayımvücub-u vahdet: Allah’ın birliğinin zorunlu oluşu
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıÂmentü billâh: “Allah’a iman ettim”
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemâyine-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah’ın eserlerini gösteren ayna
âyine-i âzam: en büyük aynaâyinedarlık: ayna olma, aynalık
şems-i hakikat: hakikat güneşi
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 169

Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden vetekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gaybtarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi,kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:


Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud vevahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Vekelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.
Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîyemazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy‑i meşhud olan kütüb-ü mukaddese vesuhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:



Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri çok iyi bilen Allahaleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun
bedâheten: ap açık bir şekildebilbedâhe: ap açık bir şekilde
cihet: şekil, yöncismanî: maddi vücuda sahip
delâil: deliller, işaretlerekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i vahy: vahyin gerçekliği
hakikat-ı kudsiye: kutsal gerçekifaza etmek: feyizlendirmek, okutmak
ihbarat: haber vermelerilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
ittifak: birleşme, birlikkavil: söz, kelâm
kavlen: sözlekelâm: ifade, söz
kelâm-ı ezelî: ezelî, zaman üstü sözkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar—Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerimmahlûkat: yaratılmışlar
masnu: san’at eseri varlıkmazhariyet: nail olma, ayna olma
mukteda: iktida edilen, uyulanmu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
nev-i beşer: insanlar, insanlıknihayetsiz: sınırsız, sonsuz
nâzır: bakan, gözetenperde-i gayb: görünmeyen âlemleri bizden gizleyen perde
semere: meyve, neticesuhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar
sübut: sabit olma, kesin olarak meydana çıkmatahakkuk: gerçekleşme
tasdik-gerde: kabul edilmiş, tasdik edilmiştekellüm: konuşma
tevatür: güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin habertevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezâhürât: görünmeler, belirmelervahdet: birlik
vahiy/vahy-i İlâhî: Cenâb-ı Hakkın Cebrâil vasıtasıyla peygamberlere göndermiş olduğu bilgiler, emir ve yasaklarvahy-i meşhud: görülen, şahit olunan vahiy
vücud: varlık, var oluşziynetli: süslü
zâhir: açık, âşikarâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünyaşehadet: şahitlik, tanıklık
şehadet-i vücud: Allah’ın varlığına şahitlik




 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 170

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِdenilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütünzîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.


İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.
Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla damukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.
Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.


Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini vemalikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakrve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendivücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.
İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme‑i Sübhânî veiş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.




Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahacz: acizlik, güçsüzlük
beşer: insanlardelâlet: delil olma, işaret etme
endişe-i istikbal: gelecek endişesifakr: fakirlik, ihtiyaç hali
fehim: anlayış, kavrayışhadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhâlıkıyet: yaratıcılık
hüccet: delil, kanıticmâ: fikir birliği
ihata: içine alma, kuşatmaiştiyak: arzu, istek
iş’âr etmek: bildirmekiş’âr-ı Samedânî: her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi
kelâm: ifade, sözkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
mahlûkat: yaratılmışlarmevcudat: varlıklar
muhabbet: sevgimukabele etmek: karşılık vermek
mukabele-i Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın Zâtına has ve yaraşır şekilde karşılık vermesimukteza: birşeyin gereği
mâlik: sahipmükâleme: karşılıklı konuşma
mükâleme-i Sübhânî: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Cenâb-ı Hakkın konuşmasımünacat: dua, Allah’a yakarış
müntehab: seçilmişmüştak: arzulu, çok istekli
nokta-i istinad: dayanak noktasınâzenin: ince, nâzik
perestiş: aşırı derece sevmek, ibadet etmekrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
semâvî: vahiyle gelen, İlâhîsermedî: daimi, sürekli
suret: biçim, şekiltaarrüf-ü Rabbânî: Cenâb-ı Hakkın kendini bildirmesi, tanıttırması
tazammun: içerme, içine almatekellüm: konuşma
tenezzül-ü İlâhî: Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesitezahür: belirme, görünme
ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıumumî: genel, herkese ait
vahdet: birlikvahiy: Cenâb-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) vasıtası ile peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar
vücud: varlık, var oluşzarurî: zorunlu, gerekli
zîruh: ruh sahibiâciz: güçsüz, zavallı
şehadet: şahitlik, tanıklıkşe’n: hal, nitelik, özellik
şuâât: ışınlar, parıltılar
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 171

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:
Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.


Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.


İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî birmünasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle vehususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbirzîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır,umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zeminteşkil ediyor.
لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى
blank.gif
1

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.



[NOT]Dipnot-1 “(De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.

[/NOT]





Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahPadişah-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahcihet: şekil, yön
cüz’î: ferdî, az, basitehemmiyet: değer, önem
ekser: çoğunlukenvâ: neviler, türler
ferman: buyruk, emirhavas: büyük zâtlar
haysiyet: itibar, özellikhayvanat: hayvanlar
haşmet-i saltanat: saltanatın haşmeti, görkemihususî: özel
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkhâkimiyet-i umumiye: genel hâkimiyet, hükümranlık, egemenlik
ihtişam: haşmetlilik, heybetlilik, görkemilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
içtima: toplanma, bir araya gelmekatre: damla
kelimat-ı Rabbâniye: Rab olan Allah’a ait kelimeler, sözlerkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
medar: dayanak noktası, eksenmelâike: melekler
muamele: davranış, işmükâleme: karşılıklı konuşma
mükâleme-i Rabbâniye: terbiye edici olan Allah’ın konuşmasımünasebet: bağlantı, ilgi
nevi: çeşit, türraiyet: halk, tabi olanlar
sadık: doğru, gerçeksuret: biçim, şekil
tarz-ı mükâleme: karşılıklı konuşma tarzıtebliğ: bildirme, ulaştırma
tefsir: açıklama, yorumteksir: çoğaltma
teşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmakumum: bütün, genel
umumî: genel, herkese aitvahiy: Cenâb-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) vasıtası ile peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar
vech: yön, tarafyaver: yardımcı
zemin: yer, dünyazîhayat: canlı, hayat sahibi
âmi: cahil, sıradan kimseşümul: kapsamlılık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ- sayfa 172

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen vehuzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olanilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına,vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniyehükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu vevücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip birmuktezasıdır diye anladı.
Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle herbirinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen





beliye: felâket, musibetbilmüşahede: gözle görüldüğü gibi
cihet: taraf, yöncilve: görüntü, yansıma
faraza: varsayalım kifiilen: fiil ve davranışla
hafîz: daima koruyanhikmet: fayda, gaye
himayet: himaye etme, korumahuzuren: yakınında olarak
hâcât: ihtiyaçlarhâmi: koruyucu
ibâd: kullaricabet etmek: cevap vermek
ihsas etmek: hissettirmekilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
ilhâmî: ilham ile elde edilen; ilham ile ulaşılanimdat etmek: yardım etmek
istimdat: yardım dilemekatre: damla
kavil: sözkavlen: sözle
mahiyet: esas nitelik, özellikmahlûk: yaratık
mahlûkat: yaratılmışlarmasnu: san’at eseri varlık
mukteza: bir şeyin gereğimâlik: sahip
müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapanmükâleme-i Rabbâniye: Rab olan Allah’ın Zâtına has konuşması
müzahemet etmek: zahmet ve sıkıntı vermek, engel olmakmüştak: arzulu, çok istekli
nevi: çeşit, türrahmet-i rubûbiyet: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın rahmeti
rahmâniyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliğirububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sadık: doğrutazarruat: yakarışlar, niyazlar
terekküp: birleşme, meydana gelmeteveddüd-ü İlâhî: Allah’ın Kendini sevdirmesi
vecih: şekil, yönvedûdiyet: Kendini sevdirme
vâcip: zorunluvücud: varlık, var oluş
zerre: atomziya: ışık, parlaklık
zîşuur: şuur sahibiâciz: güçsüz, zavallı
şefkat-i ulûhiyet: İlâhlık şefkatişehadet: şahitlik, tanıklık
şe’n: hal, nitelik, özellikşua: parıltı, ışık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 173

öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olanŞems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyinkàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bildebahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, oilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna vevahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi.
İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak,Birinci Makamın On Dördüncü ve On beşinci Mertebelerinde,


لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلإِلٰهِيَّةِ، وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ، وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ، عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ، وَلِْلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِـْلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ، وَلِْلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِْلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ
blank.gif
1

denilmiştir.



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, tenezzülât-ı İlâhiyeyi ve mükâlemât-ı Sübhâniyeyi ve taarrüfât-ı Rabbâniyeyi ve kullarının münâcâtına mukabelât-ı Rahmâniyeyi ve mahlûkatına vücudunu ihsas eden iş’ârât-ı Samedâniyeyi mutazammın bütün hak vahiylerin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, teveddüd-ü İlâhiyeyi ve mahlûkatının duâlarına icâbât-ı Rahmâniyeyi ve kullarının istiğaselerine imdadat-ı Rabbâniyeyi ve masnuatına vücudunu bildiren ihsasat-ı Sübhâniyeyi mutazammın sadık ilhamların ittifakı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.



[/NOT]





Hâlık-ı Zîşan: şan sahibi, her şeyin yaratıcısı AllahZülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Zülcemâl: mükemmellik, kusursuzluk sahibi, sonsuz güzellik sahibi Allahaynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
bilbedâhe: açık bir şekildebil’ittifak: ittifakla, birleşerek
cilve: görüntü, yansımadelâlet: delil olma, işaret etme
ders-i marifet: Allah’ı tanıma, bilme dersiebed: sonu olmayan sonsuzluk
ehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesiezel: başlangıcı olmayan sonsuzluk
ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkàbiliyet: yetenek
küllî: kapsamlı türmevcudat: varlıklar
muhit: kuşatıcı, kapsamlımükâleme: karşılıklı konuşma
tecellî: yansıma, görünmevahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri herşeyi aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılırŞems-i Sermedî: Devamlı Güneş, bu tabir devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır
şehadet etmek: şahitlik etmek, tanıklık etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 174

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:
“Madem bu kâinatın mevcudatıyla Mâlikimi ve Hâlıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bumevcudatın en meşhuru ve a’dâsının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhisselâtü Vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz’” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:
O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkimeylemiş.
Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbârâtının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuzkülliyetine birer kısa işaret edilecek.
Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.), hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların vehasletlerin bulunması; ve
وَانْشَقَّ الْقَمَرُ
blank.gif
1 وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى
blank.gif
2 âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayetderecesinde içirmesi gibi, nass-ı kat’î ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mu’cizatın onun elindezâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olanMu’cizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:




[NOT]Dipnot-1 “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.

Dipnot-2 “Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı.” Enfâl Sûresi, 8:17.

[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunAsr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahMuhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed
Mâlik: sahip; herşeyin gerçek sahibi olan Allaha’dâ: düşmanlar
bedevî: çölde yaşayan, göçebebeyan etmek: açıklamak
fazilet: değer ve üstünlükfevkalâde: olağanüstü
hadsiz: sınırsızhakikaten: gerçekten
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhaslet: huy, özellik, karakter
hâkim: hükmeden, yönetenihbarat: haber vermeler
kamer: aykeramet: Allah’ın ikramına ve lütfuna nail olmuş
kevser: Cennette bulunan bir havuzkifayet: yeterli
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkülliyet: bütünlük, kapsamlılık
mevcudat: varlıklarmu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
mu’cizât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu’cizelernam: ad
namdar: şan ve şöhret sahibinass-ı kat’î: açık ve kesin hüküm; Kur’ân ve sahih sünnet gibi
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsaadet-i beşeriye: insanlığın mutluluğu
sarahat: açıklıkseyyah: gezgin, yolcu
taharrî: araştırma, incelemetasdik: doğrulama, kabul etme
tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir haber veya hadîs-i şerifin aktarılmasıumum: bütün, genel
ziyade: çokzâhir: görünme, ortaya çıkma
ümmî: okuma yazma bilmeyen
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 175

“Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemâlâtla beraber bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil değil.”


İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vech ile mu’cize olduğu ve KâinatHâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’âniyenamlarındaki ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanethükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”
Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden oşeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikanehadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.


Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.
Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envâında en ileri olması; ve herkesten ziyadetakvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî



Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân
Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleriahlâk-ı hasene: güzel ahlâk
ahvâl: haller, davranışlarakvâl: sözler, konuşmalar
ayn-ı hak: doğrunun ta kendisibeyan etmek: açıklamak
cihet: şekil, yönef’âl: fiiller, işler
emsal: benzerenvâ: çeşitler, türler
ferman: buyruk, emirfevkalâde: olağanüstü
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru, gerçek
hakkaniyet: doğrulukhums: beşte bir
hıyanet: hainlik, ihanetibâdât: ibadetler
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkàbil: mümkün
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmaden-i terakkiyat: ilerleme kaynağı
medâr-ı inkişafât: gelişme ve yükselme kaynağımerci: başvurulacak, sığınılacak yer
misl: benzermuallim: öğretmen
mucizat-ı bâhire: ap açık, aşikâr mu’cizelermusaffî: arındıran, temizleyen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeymüdakkikane: dikkatlice, araştırıp inceleyerek
münevvir: nurlandıran, aydınlatanmürebbî: terbiye edici, eğitici
mürşid: doğru yol gösterenmüzekkî: arındıran, ıslah eden
nam: adnev-i beşer: insanlar, insanlık
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümtafsilen: ayrıntılı olarak
takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uymatasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tebliğ etmek: bildirmektenezzül etmek: inmek, alçalmak
ubûdiyet: Allah’a kullukvecih: şekil, yön
ziyade: çokzuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmek
âdilâne: adaletli bir şekildeümmî: okuma yazma bilmeyen
şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâmiyet
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 176

mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.
Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başındaCevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur” diyecek.


Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetliadavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.


Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf vecihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı veakideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkiroldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyedeterakki eden başta Sahabeler





Cevşenü’l-Kebîr: büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir duaRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Risale-i Münâcât: Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlar
adâvet: düşmanlıkakide: inanç
beyan etmek: açıklamakcihan: âlem, dünya
dağdağa: kargaşa, karışıklıkderece-i tavsif: Allah’ı vasıflandırma derecesi, nitelendirme seviyesi
efkâr: fikirlerehl-i marifet: Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostlarıeser-i tereddüt: tereddüt eseri, kararsızlık belirtisi
esrar: sırlar, inceliklerfevkalâde: olağanüstü
fıkra: bölüm, kısımhikmet: felsefe ilmi
hükema: filozoflar, felsefecilerhükümran: hükmeden, hüküm sahibi
inkişaf: gelişmeintihâ: son, netice
iptida: başlangıçitikad: inanç, inanma
itminan: inanma, tatmin olmamarifet-i Rabbâniye: Cenâb-ı Allah’ı tanıma ve bilme
meratib-i imaniye: iman mertebeleri, derecelerimertebe-i marifet: Allah’ı tanıma, bilme derecesi
metanet: sağlamlıkmisl: benzer
muarız: karşı gelenmuhalif: aykırı, zıt
mu’cizane: mu’cizeli bir şekildemâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler, soyut gerçekler; fazilet ve ahlâk
mücahedat: mücahedeler, mücadelelermünkir: inanmayan, inkar eden
münâcât: Allah’a yalvarış, duamüptediyâne: yeni baştan başlayarak
müraat etmek: gözetmek, uymaknâs: insanlar
ruhanî reis: dinî lider; dinî konularda otorite sahibi kimsesebat: kararlılık, sabit olma
tavsif etmek: sıfatlarını bildirmek, vasıflarını anlatmaktebliğ: ulaştırma, bildirme
tebliğ-i risalet: peygamberliğin ilânı, mesajıtelâhuk-u efkâr: düşünce ve tecrübelerin birikimi
terakki: ilerleme, yükselmetereddüt: şüphe
ubûdiyet: Allah’a kullukulvî: yüce, yüksek
vesvese vermek: şüpheye düşürmek, kuşkulandırmakyakîn: kesin ve doğru bilgi
zaaf: zayıflık, güçsüzlükzerre miktar: çok az miktar
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 177

ve bütün ehl-i velâyet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
Dördüncüsü: Enbiyaların (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeyegayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam birşehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medarolan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zâtta en ileride olduğu tarihçemusaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin obeşaretli işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelcebeyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan‑ı kàl ve icmâ ile vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.
Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemâlâta, kerâmâta, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icmâ veittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u




Tevrat: (bk. bilgiler)Zebur: (bk. bilgiler)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsunbeyan: açıklama, anlatım
beşaret: müjdelemebilbedâhe: ap açık bir şekilde
cihan-pesendâne: dünyaya kabul ettiren bir şekildecihet: şekil, yön
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdüstur: kural, prensip
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostlarıemsâlsiz: benzersiz, eşsiz
enbiya: nebiler, peygamberlerevliya: veliler, Allah dostları
fevkalâde: olağanüstüfeyz: mânevî gıda
gayet: son derecehakikat: doğru, gerçek
icmâ: fikir birliği, birleşmeittifak: birleşme, birlik
işârât: işaretlerkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kerâmât: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hallerkeşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddeskütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim
lisan-ı hal: hal dililisân-ı kàl: konuşma dili, sözlü ifade
medar: sebep, vesilemertebe-i iman: iman mertebesi, derecesi
misilsiz: benzersiz, eşsizmusaddak: doğrulanan, onaylanan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeylermu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde
müşahedat: mânevî âlemde yapılan gözlemler, müşahedelermüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nur-u velâyet: velilik ışığınübüvvet: peygamberlik
risalet: elçilik, peygamberliksadıkıyet: doğruluk, sadakat
suhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplartasdik etmek: onaylamak, doğrulamak
tebaiyet: tabi olma, uymaubûdiyet: Allah’a kulluk
umum: bütün, genelvahdâniyet/vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vücud: varlık, var oluşzâhir: açık, âşikar
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemİncil: (bk. bilgiler)
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 178

iman ile, ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.


Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtirâ ettiğiulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikînve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetliburhanlarıyla bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstâd-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtınsadakatının birtek burhanıdır.


Yedincisi: Âl ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemâl-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı vehakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.


Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi




Ashâb: Sahabiler, Peygamberimizi dünya gözüyle görüp, onun yolundan giden Müslümanlarasfiya-yı müdakkikîn: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük velîler
aynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilmebil’ittifak: ittifakla, birleşerek
burhan: kesin delil, kanıtdelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
derece-i hakkaniyet: doğruluk derecesienbiya: nebiler, peygamberler
ferâset: çabuk sezme ve anlama kàbiliyetihakaik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler
hakikat: doğru, gerçekhakkalyakin: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhüccet-i risalet: peygamberlik delili
hükema-i mü’minîn: Müslüman âlimler, iman etmiş ilim adamlarıicad: var etme, yaratma
icmâ: fikir birliğiihtirâ etmek: yeni bir şey meydana getirme
ilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilmeitikad: inanma, inanç
ittifak: birleşme, birlikkemâl-i merak: tam bir merak
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkeşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak
marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilmemertebe-i ilmiye: ilim mertebesi, derecesi
muallim-i ekber: en büyük öğretmen; Peygamber Efendimiz (a.s.m)nam: ad
namdar: şan ve şöhret sahibinazar: bakış, düşünce
nev-i beşer: insanlar, insanlıknihayet: son
nur-u iman: iman nuru, ışığısadâkat: doğruluk
sadık: doğrusadıkıyet: doğruluk
suret: biçim, şekilsıddîkîn-i muhakkikîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler
taharrî: araştırma, incelemetaife-i azîme: büyük topluluk, gurup
talim: öğretme, eğitmetasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tasvir: şekil ve suret vermetedbir: çekip çevirme, idare etme
temâşâgâh: seyir yeritertip etmek: düzenlemek, düzene koymak
tetkik etmek: incelemek, derinliğine araştırmakulûm-u âliye: yüksek ilimler
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıziya: ışık, parlaklık
Âl: Peygamberimizin ailesi ve onun soyundan gelenlerâşikâr: ap açık
ümmîlik: okuma yazma bilmemeüssü’l-esas: temel esas
üstad-ı âzam: en büyük üstad; Peygamber Efendimiz (a.s.m)şehadet: şahitlik, tanıklık
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst