Yedinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 179

tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkâşına delâlet eder. Öyle de, kâinatınhilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânîhikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek vemahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkiküstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiğicihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bukâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.


Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemâlâtını teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsizmahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumîterbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbânî it’amlar ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine karşı minnettarâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetlitasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle kendi ulûhiyetini izhar ederek, o ulûhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet




Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah
Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen AllahRabbânî: Rab olan Allah’a ait
Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allahazametli: büyük, yüce
cihet: şekil, yöndehşetli: korkunç, ürkütücü
dellâl: davetçi, ilân edicidelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhallâkiyet: yaratıcılık
harekât: hareketlerhaşmetli: görkemli, heybetli
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhilkat: yaratılış
himâyet: korumaiaşe: besleme, yedirip içirme
ihtilâf: anlaşmazlık, uyuşmazlıkihzar etmek: hazırlamak
iktiza etmek: gerektirmekimha etmek: yok etmek
inkıyad: boyun eğme, itaat etmeit’am: yedirme
izale: gidermeizhar etmek: göstermek
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkeşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı
kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinatkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahiyet: esas, nitelik, özellikmahlûkat: yaratılmışlar
makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayelermasnuat: san’at eseri varlıklar
mevcudat: varlıklarminnettârâne: minnet duyarak, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi taşıyarak
muallim: öğretmenmuhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
müteşekkirâne: teşekkür edereknev’i: çeşit, tür
nihayetsiz: sınırsız, sonsuzperestişkârâne: taparcasına
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısadık: doğru
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuret: biçim, şekil
tahavvülât: başkalaşmalartahvil: dönüşüm
talim etmek: öğretmektasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
tasarrufât: kullanımlar, faaliyetlertatmin etmek: doyurmak
tebdil: değişimteşhir etmek: sergilemek
ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıumumî: genel, herkese ait
vazifedarâne: vazifeli olarak, görevli olarakziyade: çok
ziynetli: süslüşehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 180

ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûrmaksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammâsını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden vemuvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan veMuhammed-i Kureyşî denilen bu zât (a.s.m.) olacak.


Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına şehadetederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i Benî Âdem” denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte gel, bak! Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmâsınadelâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu ispat ve ilân ve i’lâm etmektir.
Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir burhanı, buHabibullah denilen zâttır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”
blank.gif
1 diyen




[NOT]Dipnot-1 Aliyyü’l-Kârî, el-Esrârü’l-Merfûa, s. 193.

[/NOT]


Fahr-i Âlem: bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
Muhammed-i Kureyşî: Kureyş kabilesine mensup olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)Vâcibü’l-Vücud: varlığı mutlaka gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
abd: kulbenî Âdem: insanoğlu
burhan: güçlü delil, kanıtbâhir: açık, âşikar
delâlet: delil olma, işaret etmeesmâ: Allah’ın isimleri
ferman-ı Rahmân: Rahmân olan Allah’ın buyruğuhakikat: doğru, gerçek
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhalletmek: çözmek, deşifre etmek
haslet: huy, özellik, karakterhaşmet-i saltanat-ı mâneviye: mânevî hükümranlığının azameti, büyüklüğü
hilkat-i kâinat: kâinatın, evrenin yaratılışıicmâ: fikir birliği
istilâ: işgal, kaplamaistimdat etmek: yardım dilemek
istinaden: dayanaraki’lâm etmek: bildirme, duyurma
kat’i: kesinkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
keşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmakkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahlûk: yaratıkmaksat: amaç, gaye
mazhar: erişme, nail olmamedar-ı iftihar: iftihar vesilesi, övünme sebebi
medar-ı şeref: şeref sebebi, kaynağımezkûr: adı geçen
muammâ: anlaşılması zor sır, gizemmuvaffakiyet: başarı
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeylernam: ad
nısf-ı arz: yeryüzünün yarısıperde-i gayb: görünmeyen perde
sıdk: doğruluktasdik: doğrulama, onaylama
tevfik: yardımteyid: destekleme, kuvvetlendirme
tılsım: sır, gizemvahdet: birlik
vücud: varlık, var oluşyakîn: kuşku ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilme, görür gibi inanma
ziyadeleşmek: artmak, çoğalmakzâhir: açık, görünen
âdem: insanâli: yüce, yüksek
ğaybî: görünmeyenşehadet: şahitlik, tanıklık
şeref-i benî Âdem: Âdem oğullarının şerefi; insanoğlunun şeref kaynağı
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 181

İmam‑ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.)
blank.gif
1 gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed nâmıylaşöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.


İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr‑ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim‑i âdil olarak, şarktangarba kadar cihan-pesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar olancemaat-ı meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden vemuhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhirulemasının cemaat-ı uzmâsının, tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete şehadeti, şahsî ve cüz’î değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.


İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle




[NOT]Dipnot-1 Gümüşhanevî, Mecmûatu’l-Ahzâb (Şâzelî), s. 561.

[/NOT]


Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerAsr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
Gavs-ı Âzam: [bk. bilgiler – Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)]Radıyallahu Anh: Allah ondan razı olsun
Sahabe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlaraktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler
azamet-i heykel: yapısının azameti, büyüklüğübedevî: çölde yaşayan, göçebe
cemaat-i nuraniye: nurlu cemaatcemaat-ı meşhure: meşhur cemaat, topluluk
cemaat-ı uzmâ: büyük toplulukcihan-pesendane: dünyaya meydan okuyarak kabul ettirir bir şekilde
cihet: şekil, yöncâmi’: kapsamlı, içine alan
cüz’î: ferdî, bireysel, küçükdiplomat: memleket ve millet meseleleri hakkında siyasî söz sahibi
dâhiyâne: çok zekice, akıllıcaefkâr-ı siyasiye: siyasi fikirler
efrad: fertler, bireylerevliya-yı azîme: büyük veliler
fetret: iki peygamber arasında peygambersiz geçen dönem, İlâhî vahyin kesildiği dönemgarb: batı
gayb-bîn: gaybı gören, görünmeyen âlemden haber verenhadsiz: sınırsız
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatıhayat-ı içtimaiye ve siyasiye: sosyal ve siyasi hayat
hâkim-i âdil: adalet ile iş gören hükmedici; adaletli hüküm vericihâli: uzak, boş
icmâ: fikir birliğiilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme
ittifak: birleşme, birlikkavim: insan topluluğu, kabile
küllî: kapsamlı, genelmedrese-i nuraniye: nurlu medrese, okul
muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilenmuhit: çevre, etraf
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımâlûmat: bilgi, bilgiler
mütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgilinam: ad
namdar: şan ve şöhret sahibinazar: bakış, görüş
rehber: kılavuz, yol göstericitasdik: doğrulama, kabul etme
temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmaktevafuk: denk gelme, uygunluk
ulema: âlimlerumumî: genel, herkese ait
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıÂl-i Muhammed: Hz. Muhammed’in ailesi ve onun neslinden gelenler
ümmet: millet, toplulukümmî: okuma yazma bilmeyen
İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]İsrafil: [bk. bilgiler – İsrafil (a.s.)]
şark: doğuşehadet: şahitlik, tanıklık
şöhretşiar: şöhretli
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 182

لاَۤ اِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَاۤئِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَاۤتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَاۤئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَاۤئِرِ النَّوَّارَةِ
blank.gif
1
denilmiştir.


Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:


“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’ân‑ı Mucizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye başladı.


Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi mücahidâneneşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı vemenbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Resâilü’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın




[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, Kur’ân’ının azamet-i saltanatı ve dininin haşmet-i vüs’ati ve kemâlâtının kesreti ve hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi ahlâkının ulviyetiyle, fahr-i âlem ve şeref-i nev-i benî Âdem olan zât (a.s.m.), Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, o zât (a.s.m.), zâhir ve bâhir ve musaddık ve musaddak yüzlerce mu’cizâtının kuvvetiyle ve dininin sâti’ ve kàti’ binlerce hakaik-i diniyesinin kuvvetiyle ve Ehl-i Beytinin icmâıyla ve basar sahibi Ashabının ittifakıyla ve ümmetinden burhan ve nuranî basiret sahibi muhakkiklerin tevafukuyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu ispat eder.

[/NOT]




Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
beşer: insanhakaik-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri, gerçek ve doğruları
hâkim: hükmeden, idaresi altında tutanhüccet: kesin delil, kanıt
hüccet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın ispatı, delilii’câz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cize oluşu
kelâm: ifade, sözlem’a: parıltı
menba: kaynakmerci: kaynak, başvurulacak yer
muannid: inatçı, direnenmücahidâne: cihad ederek, mücadeleyle
mülhid: dinsizmünasebet: bağlantı, ilgi
müracaat: başvurmanam: ad
neşretmek: yaymaknükte: ince anlamlı söz
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîtaharrî: araştırma, inceleme
tefsir: açıklama, yorumâhir: son
âyât-ı Furkaniye: Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 183

kırk vech ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.
Kur’ân’ın vech-i i’câzını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek, yalnız bir kısa işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütünhakaikiyle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle vekemâlât-ı ilmiyesiyle, Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah olduğuna birhüccet-i kàtıasıdır.

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette birtebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadetveriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat göstermiş ki,Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a” nâmıylaşöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesiniKâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunKâbe: (bk. bilgiler)
Lebid: (bk. bilgiler)Muallâkat-ı Seb’a: yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesicihet: şekil, yön
delâil-i nübüvvet: peygamberlik delillerifevkalâde: olağanüstü
hak: doğru, gerçekhakaik: hakikatlar, esaslar
hakikatli: gerçekhakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
havale etmek: göndermekhayat-ı içtimaiye: sosyal hayat
hayat-ı siyasiye: siyasî hayathayat-ı şahsiye: şahsî, özel hayat
hüccet-i kàtıa: kesin delilidame etmek: devam ettirmek
inkişaf: gelişme, açılmainkılâb: değişim, dönüşüm
istikamet: doğruluk, doğru yönkaside: övgü şiiri
kelâmullah: Allah’ın kelâmıkemâl-i ihtiram: mükemmel, kusursuz bir saygı ve hürmet
kemâlât-ı ilmiye: ilimdeki mükemmellikler, ilmî olgunluklarmisl: benzer
mu’cize: Allah tarafından gönderilen, bir benzerini yapma hususunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeymu’cizât: mu’cizeler
nefis: kişinin kendisinuranî: nurlu, parlak
nâm: adsaadet: mutluluk, huzur
suret: biçim, şekiltasfiye: arındırma
tebdil-i hayat-ı içtimaiye: sosyal hayatın değişmesiterakki: ilerleme, yükselme
tezkiye: temizleme, arındırmavech-i i’câz: mu’cizelik yönü
vecih: yön, şekilâyât: âyetler
şöhretşiar: şöhret sahibi, şöhreti herkesçe bilinen
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 184

Hem bedevî bir edip
blank.gif
1 فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine secde ettim.”

Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin fevkindedir; yetişilmez.”

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur veenâniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâketve zilleti kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûreninmislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanlarıdahi, Kur’ân’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veyaumumunun fevkinde olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, umumun fevkındedir.
Hattâ bir adam,
blank.gif
2 سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِâyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”
O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlemperişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz



[NOT]Dipnot-1 “Artık emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.

Dipnot-2 “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.

[/NOT]





Abdülkahir-i Cürcanî: (bk. bilgiler)Arabî: Arapça
Sekkâkî: (bk. bilgiler)Zemahşerî: (bk. bilgiler)
bedevî: çölde yaşayan, göçebebelâğat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi
belîğ: belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimsecâmid: cansız, donuk
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibiedîp: edebiyatçı
enâniyet: benlik, gururfevkinde: üstünde
hadsiz: sınırsızhelâket: mahvolma, yok oluş
hâli: tenha, boş, ıssızicmâ: fikir birliği
ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmekilm-i belâğat: belâğat ilmi
ittifakla: birleşerek, fikir birliği ederekmertebe-i belâğat: belâğat derecesi
mevcudat-ı âlem: âlemdeki varlıklarmeydan-ı muaraza: sözle mücadele meydanı
misl: benzermuannid: inatçı, direnen
muaraza: sözle mücadelemuharebe: harp, savaş
mukabele: karşılık vermemütefennin: bilgili, ilim sahibi
mütemadiyen: sürekli olarakseyyah: gezgin, yolcu
tahayyül: hayal etmetelâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
telâkki: anlama, kabul etmeterakkî etmek: yükselmek, ilerlemek
tâkat-i beşer: insana ait güç ve kuvvetumum: bütün, genel
zillet: alçaklık, aşağılıkâdi: basit, normal, sıradan
şuursuz: bilinçsiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 185

bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:
Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, buezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarakumum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşlames’udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatıkemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden birhikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslûbundaki vetarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi: Kur’ân’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid



arz: dünyabilâfasıla: fasılasız, aralıksız
cami-i kebir: büyük camicenah: kanat, yön
cûş u huruş: neşe ve âhenkdarb-ı mesel: meşhur söz, atasözü
derece-i belâğat: belâğat derecesiezelî: varlığının başlangıcı olmayan, sonsuz
feza: uzayfâni: geçici, ölümlü
garabet: gariplik, hayret vericilikhakikat: doğru, gerçek
halâvet: tatlılık, hoşlukhayattarâne: canlı bir şekilde
haşmet-i saltanat: saltanatın haşmeti, görkemihikmet: fayda, gaye; neden espri
hums: beşte biridame etmek: devam etmek
iktida etmek: uymakistifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
istilâ etmek: kuşatmak, kapsamak, içine almakittiba: tabi olma
ittifak: birleşmekemâl-i ihtiram: tam ve mükemmel saygınlık
kesret: çoklukkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lisan: dilmahlûkat: yaratılmışlar
mazi: geçmişmebzuliyet: bolluk, çokluk
memnunâne: memnun bir şekildemes’udâne: mutlu bir şekilde
muhafaza etmek: korumakmüsellem: doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş
müstakbel: gelecekmüşahede: seyretme, gözlemleme
nev-i beşer: insanlar, insanlıknutuk: konuşma
nâzil olmak: inmeknısf: yarı
sair: diğer, başkasemavat: gökler
sermedî ferman: hükmü sürekli devam eden ferman, buyruktaife-i ilmiye: ilim sınıfı, tabakası,
tarz-ı beyan: açıklama şeklitasdik: doğrulama, onaylama
tekrâr-ı tilâvet: tekrar tekrar okumaktesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tilâvet: okumaumum: bütün, genel
zemzeme-i belâğat: belâğat nağmesiziyadeleştirmek: artırmak, fazlalaştırmak
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliüslûb-u ifade: ifade üslûbu, tarzı
şebâbet: gençlik, tazelik
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 186

ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliyave asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarîkatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik vecâmiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.


Altıncısı: Kur’ân’ın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,

Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semâvîhakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri, solunda selimkalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizapları ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a‑i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imhave izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve birmertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade onaitikad ve ihtiramı ve




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunMutasarrıf: sonsuz tasarruf sahibi olan, mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah
asfiya: hem velî, hem âlim olan büyük zâtlarayn-ı hak: doğrunun ta kendisi
beşer: insanburhan: mantıkî delil, kanıt
cihet: taraf, yöncâmiiyet: genişlik, kapsamlılık
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdüstur-u faaliyet: faaliyet prensibi, kuralı
evliya: veliler, Allah dostlarıfevkalâde: olağanüstü
feyizdar: feyizli, bereketlihadsiz: sınırsız
hak: doğru, gerçekhakikat: doğru, gerçek
hakikatmedar: hakikat kaynağıhakkaniyet: doğruluk, gerçeklik
hakîmâne: hikmetli biçimdehayattar: canlı
himaye: korumahüccet: kesin delil, kanıt
ihtiram: hürmet etme, saygı göstermeimha: yok etme
incizap: cezbedilme, çekilmeitikad: inanma, inanç
itminan: inanma, tatmin olmaittihaz etmek: edinmek, kabul etmek
izale etmek: ortadan kaldırmak, gidermekizhar: açığa çıkarma, gösterme
kal’a-i semaviye-i arziye: yeryüzünün sarsılmaz İlâhî kalesi; kendisine sığınanları her türlü şer ve şerli varlıklardan koruyan sarsılmaz semâvî kalekelâm: ifade, söz
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarlem’a: parıltı
lisan-ı hâl: hâl dilimakam-ı hürmet: hürmet, saygı makamı
makbul: kabul gören, geçerlimecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer
menba: kaynakmertebe-i muvaffakiyet: başarı derecesi
misilsiz: benzersizmüfteri: iftiracı
nokta-i istinad: dayanak noktasısaadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu
sadık: doğruselim: sağlam
semere: meyve, neticesikke-i i’câz: mu’cizelik damgası, mührü
sıdk: doğruluktarîkat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
tasdik: doğrulama, kabul etmetekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma
tevafuk: denk gelme, uygunlukteyid etmek: desteklemek
ukul-ü müstakîme: doğru yolda olan akıllarvahy-i semâvî: Cenâb-ı Hak tarafından peygambere bildirilen emirler
velâyet: velilikziyade: çok
şecere-i mübareke: bereketli ağaçşehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek

 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 187

nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendiHâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önünde o Kur’ân’a müncezibâneve dindarâne irtibatı ve hakikatperestâne ve müştakane kulak vermesi ve çokemarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahitilâveti vaktinde pervane gibi hakperestâne etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatçamakbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ânmenba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından yedi büyükvechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, tek bir sûrenin mislini getirmektenistinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhurbelîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına




Hâlık-ı Rahîm: herbir varlığa rahmet ve tecellisi olan ve herşeyi yaratan Allahbeliğ: belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesibeyan etmek: açıklamak
bilhassa: özellikledindarâne: dindarca
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibiemare: belirti, işaret
fehmetmek: anlamakgabî: anlayışı kıt, zekâsı az
gaybiyâne: gaybı görür, görünmeyeni bilir bir şekildehakikatperestâne: hakkı ve hakikatı severek
hakikî: gerçek, doğruhakkaniyet: hak oluş, doğruluk
hakperestâne: hakkı üstün tutarakhums: beşte bir
hâcât: ihtiyaçlarhâdisat-ı kevniye: kâinat ve yaratılışla ilgili olaylar
ilm-i kelâm: kelâm ilmi; iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalıirtibat: bağ, ilişki
istihraç etmek: çıkarmakistinkâf: aciz kalmak, çekinmek
itminan: inanma, tatmin olmai’câz: mu’cize oluş
kelâm: ifade, sözkeşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkısm-ı âzam: büyük kısım
maden-i hakikat: gerçeklerin ve doğruların kaynağımakbuliyet: kabul edilmiş olma
menba-ı hak: hakkın ve doğrunun kaynağımuaraza: sözle mücadele
muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilenmübarek: bereketli, hayırlı
müncezibâne: kendini kaptırarakmüçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan âlim zât
müştakâne: iştiyakla, çok isteyereknazar: bakış, düşünce
nev-i beşer: insanlar, insanlıknev-i insan: insan türü, insanlık
nüzul: inmeruhanî: maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsâir: diğer, başka
taife: grup, topluluktilâvet: okuma
ulûm-u İslâmiye: İslâm ilimleriumum: bütün, genel
usulüddin: din usulü, kelâm ilmivakıa: olay
vaziyet-i nâimane: uyku halivech: şekil, yön
vech-i i’câz: mu’cizelik yönüâmi: okuma yazma bilmeyen, cahil
ümmiyet: okuma yazma bilmemeŞeriat-ı Kübrâ: İslâmın büyük ve yüce kanunları
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - sayfa 188

arşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-i beşerinfevkinde olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelâm, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâğati tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan birmukâlemesi; ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararakmuhatab-ı Samedâniyeye mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dâreyne dair vehilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve omuhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanınıbeyan ve izah eden; ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına yetişilmez.

Hem, Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriylebeyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları veâli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli,


Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKab-ı Kavseyn: Cenâb-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Cenâb-ı Hak ile görüşmüştür
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rabbânî: Rab olan Allah’a aitSan’atkâr: herşeyi san’atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesibeyan: açıklama, anlatım
cihet: şekil, yönderece-i i’caz: mu’cizelik derecesi
emare: belirti, işaretfevkinde: üstünde
hadsiz: sınırsızhakaik-ı İslâmiye: İslâmın gerçekleri, esasları
hilkat-i kâinat: kâinatın yaratılışıhâsiyet: özellik, hususiyet
ihsas etmek: hissettirmekizah etmek: açıklamak
kelâm: ifade, sözkesretli: çok sayıda
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmahlûkat: yaratılmışlar
mazhariyet: erişme, nail olmameb’us: gönderilmiş, görevli
mesâil: meselelermeziyet: üstün özellik
misl: benzermuhatab-ı Samedâniye: her şeyin Kendine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın muhatabı
muhatap: kendisine karşı konuşulanmuhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan
mukâleme: konuşmamu’cize: Allah tarafından gönderilen, bir benzerini yapma hususunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müdakkik: dikkatli bir şekilde araştıranmütefennin: bilgili, sanatkâr, fen ilimlerine sahip
nam: adnamdar: şan ve şöhret sahibi
nev-i beşer: insanlar, insanlıknev’i: çeşit, tür
nükte: ince ve anlamlı söznüzul etmek: inmek
saadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğusenet: delil, belge
sükût: sessiz kalma, susmatakât-i beşer: insan gücü
talim etmek: öğretmektasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi iyi göstermeye çalışma
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktereşşuh etmek: sızmak, damlamak
tezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmakulema: âlimler
ulviyet: yücelikumûr-u gaybiye: gayb âlemine ait işler
vüs’at-i iman: iman genişliği, büyüklüğüâcizâne: âciz bir şekilde
âli: yüksek, yüce
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 189

gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının herbiri, Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î burhanlarla ispat etmesi; vebilhassa Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan istihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını bildiren İşarât-ı Kur’âniyenamındaki Birinci Şuâ; ve huruf-u Kur’âniye ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti beş vech ile ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izharetmesi, Kur’ân’ın misli olmadığına ve mu’cize ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın mezkûrmeziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametlisaltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi; hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve dahaziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:
İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtınınittifakıyla ve esrar ve envârının tevâfukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla,



Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen AllahMu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan risale; Yirmi Beşinci Söz
Rumuzât-ı Semâniye: (bk. bilgiler)Sûre-i Feth: Fetih Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 48. sûresi
azametli: büyük, haşmetlibilhassa: özellikle
burhan: delil, kanıtcihet: şekil, yön
cüz’: kısım, parçaenvâr: nurlar, ışıklar
esrar: sırlar, gizemlergaybî: bilinmeyen, gayb âlemine ait
hakikat: doğru, gerçekhakimiyet-i nuraniye: nurlu hakimiyet, egemenlik
hasene: sevaphaşmetli: görkemli, heybetli
huruf-u Kur’âniye: Kur’ân’ın harflerihâsiyet: özellik, hususiyet
icma: görüş birliğiihbar: haber verme
ihbar-ı gaybî: gayb âleminden haber vermekimtiyaz: ayrıcalık, farklılık
istihraç etmek: çıkarmakittifak: birleşme, birlik
izhar: açığa çıkarma, göstermeişârât: işaretler
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretlerikat’i: kesin
kelâm: ifade, sözkemâl-i ihtiram: kusursuz ve mükemmel saygı, hürmet
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddeslisan: dil
meyve-i bâki: kalıcı, sonsuzluğa ait meyvemeziyet: üstün özellik
mezkûr: adı geçenmisl: benzer
muntazam: düzenli, intizamlımu’cize: Allah tarafından gönderilen, bir benzerini yapma hususunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mu’cizât: mu’cizelermübarek: bereketli, hayırlı
nam: ad, ünvannükte: ince anlamlı söz
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsaltanat-ı kudsiye: kutsal saltanat, egemenlik
semerat: meyveler, neticelerseyyah: gezgin, yolcu
tayyare: uçaktenvir etmek: nurlandırmak, aydınlatmak
tetabuk: uygunluktevâfuk: uygunluk
vecih: şekil, yönzemin: yer, dünya
ziyade: çokâhir: son
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemâlem-i şehadet: görünen âlem, dünya
âsâr: eserler, ürünlerâyât: âyetler
şimendifer: trenşua: ışık kaynağından çıkan ışık teli; ışın
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 190

birtek Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmâsına, delillerle ispatsuretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onunşehadetinden tereşşuh etmişler.


İşte, bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak,Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,
لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ:اَلْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ لأَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّاۤئِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانِ، وَالْجَارِي حَاكِمِيَّتُهُ اَلْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ... وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلإِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَاۤئِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَآثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ
blank.gif
1

denilmiştir.


Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki kocakâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, melek ve ins ve cin ecnâsının makbulü ve mergubu olan, her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında kemâl-i ihtiramla okunan, saltanat-ı kudsiyesi arzın ve âlemlerin aktarında ve zamanın ve asırların yüzlerinde devam eden, nuranî hâkimiyet-i mâneviyesi arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dört asırdır kemâl-i ihtişamla cârî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Onun vahdet içindeki vücub-uvücuduna delâlet eder. Kezâ, Kur’ân, müşahede ve ayân ile, kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâı ve nurânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı ve esrar ve envârının tevafuku ve hakaik ve semerât ve âsârının tetabukuyla Onun vahdet içindeki vücub-uvücuduna şehadet ve onu ispat eder.

[/NOT]




Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahbîçare: çaresiz, zavallı
darağacı: idam sehpasıders-i tevhid: Allah’ın varlık ve birliğinden bahseden ders
ebedî: sonu olmayan, sonsuzecel: ölüm vakti
ehl-i iman: Allah’a ve iman esaslarına inanan kimseler, mü’minleresmâ: Allah’ın isimleri
fâni: geçici, ölümlühadsiz: sınırsız
idam-ı ebedî: sonsuz yok oluşkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kıymettar: kıymetli, değerlilevazımat: gerekli olan şeyler
muvakkat: geçicimülk-ü bâkî: devamlı ve kalıcı mülk
saadet-i sermediye: sonsuz mutluluksuret: biçim, şekil
sıfât: vasıflar, özelliklertereşşuh etmek: sızmak
vahdet: birlikvücud: varlık, var oluş
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 191

sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey’et-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz” diye, Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbünle baktı, gördü:

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem bir kitab-ı Sübhânî vecismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî ve müzeyyen bir saray-ı Samedânî ve muntazam birşehr-i Rahmânî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sahifeleri ve satırları, umumunun her vakitmânidarâne mahv u ispatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alîm-i Külli Şeyin ve bir Kadîr-i Külli Şeyin ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve birKâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe ifade ettikleri gibi, bütünerkân ve envâıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtiyle ve varidatve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkârâne tebdilleriyle ve hikmetperverânetecditleriyle, bil’ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir Ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatınazametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyükşehadetini ispat ediyorlar.




Alîm-i Külli Şey: herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan AllahKur’ân-ı Rabbânî: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın Kur’ân’ı; kâinat kitabı
Kàdir-i Külli Şey: sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten AllahKâtib-i Zülkemâl: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel ve kusursuz bir şekilde yaratan Allah
Musannıf: herşeyi istediği surette ve mükemmel bir şekilde sınıflandıran, düzenleyen AllahNakkaş-ı Zülcelâl: herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allahazamet: büyüklük, haşmet
bab: bölümbilbedâhe: açık bir şekilde
bil’ittifak: ittifakla, birleşerekcismanî: maddi vücuda sahip
cüz’iyat: küçük ve ferdî şeylerecza: kısımlar, parçalar
envâ: neviler, türlererkân: esaslar, temel unsurlar
fasıl: kısımhadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakîmâne: hikmetle, bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
heyet-i mecmua: genel yapı, bir şeyin tamamı, bütünühikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hikmetperverâne: hikmetli yapmayı pek sever bir şekildeicma: fikir birliği
ihata: kuşatma, kapsamakelimât: kelimeler, sözler
kitab-ı Sübhânî: her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah’a ait kutsal kitapkudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmahv u ispat: yok olma ve var olma
maslahatkârâne: faydalı ve yararlı bir şekildemasârifât: giderler
mevcudiyet: varlık, var olma halimezkûr: adı geçen
misilsiz: benzersizmuntazam: düzenli, intizamlı
mânidar: mânâlı, anlamlımücessem: cisimleşmiş, maddi yapısı olan
münasebet: bağlantı, ilgimüzeyyen: süslenmiş, süslü
müştemilât: içindekilernakkaşlık: işleme ustalığı
nefis: kişinin kendisinihayetsiz: sonsuz
riayet: gözetme, kollamasaray-ı Samedânî: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu Cenâb-ı Hakkın sarayı; kâinat
sekene: sakinler, ikamet edenlersermaye-i insaniye: insanın sermayesi
suret: biçim, şekiltahvil: dönüşme, dönüştürme
tağyir: değişme, değiştirmetebdil: değişme, değiştirme
tecdit: yenilemetekmil: mükemmelleştirme, tamamlama
tenvir: aydınlatma, nurlandırmaumum: bütün, genel
vahdet: birlikvaridat: gelirler
vücud: varlık, var oluşâli: yüksek, yüce
şehadet: şahitlik, tanıklıkşehr-i Rahmânî: rahmet ve merhameti sınırsız olan Allah’ın şehri; kâinat
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 192

Birinci Hakikat: Usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz burhanlarla ispat ettikleri “hudûs” ve “imkân”hakikatleridir. Onlar demişler ki:

“Madem âlemde ve herşeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir,kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni var. Ve madem herşeyin zâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa müsâvidir; elbette vâcip veezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmekmümkün olmadığı kat’î burhanlarla ispat edilmiş; elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudunmevcudiyeti lâzımdır ki, nazîri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkün vemâsivâsı mahlûku olacak.”

Evet hudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlemle beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet vehikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi altında,hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i Âzamın yüz bin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen



Hafîz-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, olmakla beraber büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan AllahHaşr-i Âzam: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
Sâni: her şeyi san’atla yaratan AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
ademî: yokluğa aitburhan: mantıkî ve kesin delil, kanıt
bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlışdefter-i a’mâl: amel defteri
devir: kısır döngü; tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı gibi sonuçsuz iddialardâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibi
efrad: fertler, bireyleremsal: benzerler
ezelî: varlığının başlangıcı olmayan, sonsuzfâni: geçici, ölümlü
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru, gerçek
hayvanat: hayvanlarhaşr: yeniden diriliş; insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanması
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhimaye: koruma
hudûs: sonradan meydana gelme, yok iken varlık kazanmahâdis: sonradan var olan, sonradan yaratılan
hükema-i İslâmiye: Müslüman felsefe âlimleri, filozoflarıicad etmek: yoktan yaratmak, var etmek
ihdas etmek: meydana getirmek, yaratmak, ortaya koymakihya: hayat verme, diriltme
ilm-i kelâm: kelâm ilmi; iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalıimkân: olabilirlik, varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan
intizam: disiplin, düzenistilâ etmek: kuşatmak
kadîm: varlığının başlangıcı ve öncesi olmayankat’î: kesin bir şekilde
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
maadâ: Ondan başka, Onun dışındamahlûk: yaratık
medar: kaynak, sebep, vesilemevcudiyet: var olma hali
misl: benzermuhal: imkansız, olmayacak şey
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeylermâsivâ: Allah’ın dışındaki varlıklar
mümteni: imkansızmüsavi: eşit, denk
nazir: benzer, eşnebatat: bitkiler
nevi: çeşit, türneşir: yayma, yayılma; diriliş
rahmet: İlâhî şefkat, merhamettagayyür: başkalaşma
tebeddül: değişmeteselsül: zincirleme; sonu gelmeyen soru ve iddialar
ulema: âlimlerusulüddin: din usulü, kelâm ilmi
vâcip: zorunluvücudî: varlıkla ilgili, varlığa ait
zîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 193

onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip
blank.gif
1 وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları vehudûsları oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim vehikmet ve mîzanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbânîmaksatlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal ve rahîmâneistihdam eden bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsizhikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs mesâilini Risale-i Nur’a vemuhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Amma imkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattanseyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde ohususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı




[BILGI]Dipnot-1 “Amel defterleri açıldığında…” Tekvir Sûresi, 81:10.

[/BILGI]



Arş: göğün en yüksek katı; Cenab-ı Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerRabbânî: Rab olan Allah’a ait
Rahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah’a aitZât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allah
bilbedâhe: ap açık bir şekildecereyan etmek: meydana gelmek
cihet: taraf, yöncüz’î: az, basit, ferdî
ferş: yerhadsiz: sınırsız
hayattar: canlıheyet-i mecmua: birşeyin geneli, bütünü
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhudûs: sonradan meydana gelme, yok iken varlık kazanma
hususiyet: özellikicad: var etme, yaratma
ihdas: yaratma, meydana getirmeihya: hayat verme, diriltme
ihâta: kuşatma, kapsamailânat: ilânlar, duyurular
imkânat: imkânlar, ihtimaller, olasılıklarintizam: disiplin, düzen
istihdam etmek: çalıştırmakistilâ: işgal, kaplama
istimal: kullanmakadîrâne: kudretli, güçlü bir şekilde
kemâl-i ilim: ilimdeki mükemmellik, mükemmel bilgikeyfiyet: durum, nitelik, özellik
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
küllî: büyük, kapsamlı türmahiyet: esas, nitelik, özellik
mahsus: has, özelmaslahat: fayda, gaye
mesâil: meselelermevcudat: varlıklar
mevcut: varmizan: ölçü, denge
muayyen: belirlenmiş, kararlaştırılmışmuhakkikîn-i kelâmiye: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen kelam âlimleri
muntazam: düzenli, intizamlımuvazene: karşılaştırma, kıyaslama
mümtaz: seçkin, üstünnevi: çeşit, tür
neşretmek: yaymaknihayetsiz: sonsuz
nizam: düzenrahîmâne: merhametli bir şekilde
seyyah: gezgin, yolcuseyyarat: gök cisimleri, gezegenler
suret: biçim, şekilvazifedar: vazifeli, görevli
vefiyat: vefatlar, ölümlervücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
vücuda gelmek: var olmakzerrat: zerreler, atomlar
zîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 194

ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olaneşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazlatahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasındahadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, ohikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’îbütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet vesuret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsizhikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyükşehadetinin bir kanadını teşkil ederler.
Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyle Risale-i Nur eczaları vebilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat ve izah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.
Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavvülâtlar içindevücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine




Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allahbilhassa: özellikle
cüz’î: küçük, ferdîdelâlet: delil olma, işaret etme
ecza: kısımlar, parçalareşhas: şahıslar, kişiler
fârika: birbirine benzememe özelliği, ayırıcı özellikhadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekheyet: yapı, görünüm
heyet-i mecmua: birşeyin geneli, bütünühikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hüviyet: kimlik, şahsiyet, kişilikicad etmek: yoktan yaratmak, var etmek
ihdas etmek: meydana getirmek, yaratmakihtimâlât: ihtimaller
imkân: olabilirlik, varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olanimkânât: imkanlar, olasılıklar
imtiyaz: ayrıcalık, farklılıkinayet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen
inkılâp: büyük değişim, dönüşümizah etmek: açıklamak
keyfiyet: durum, nitelik, oluşumkudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarküllî: büyük, kapsamlı tür
kıssa: ibretli hikâyemahiyet: esas, nitelik, özellik
mahlûk: yaratıkmaslahat: fayda, yarar
masnu: san’at eseri varlıkmevcud: varlık
mezkûr: adı geçenmuayyen: belirlenmiş, kararlaştırılmış
muhafaza: koruma, saklamamuvafık: lâyık, uygun
mümkinat: olması imkan dahilinde olan, varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan şeylermünasip: uygun
mütehayyir: şaşkın, hayrete düşenmütemadiyen: sürekli olarak, aralıksız
mütereddit: kararsız, bir sûret almamışnevi: çeşit, tür
nihayetsiz: sonsuzsergerdan: başı dönmüş
suhuletle: kolayca, kolaylıklasuret: biçim, şekil
tahavvülât: değişimler, başkalaşmalartahsis etmek: husûsi kılmak, ait kılmak
teçhiz etmek: donatmak, cihazları takmakteşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmak
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıvücud: varlık, var oluş
zîhayat: canlı, hayat sahibişehadet: şahitlik, tanıklık
şe’n: hal, iş, nitelik
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 195

getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavünhakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları,nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile,hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-Âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar.

Evet; câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarânevaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.
İşte, kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın âzâ ve cihazat vezerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme vemuhafaza-i şâmile; ve semâvâtın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve güneş vekamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzifgibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatınşehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler.





Hakîm: hikmet sahibi, herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan AllahRabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi olmakla beraber herşeyin Rabbi olan Allah
Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan AllahRahîm: rahmetinin çok özel tecellîleri olan ve sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
cereyan etmek: meydana gelmekcihazat: cihazlar, âletler
câmid: cansız, donukcâri: geçerli, yürürlükte olan
erzak: rızıklargayet: son derece
hacet: ihtiyaçhakikat: doğru, gerçek
hakikat-i teavün: yardımlaşma gerçeğihayvanat: hayvanlar
hususan: özelliklehüceyrât-ı bedeniye: vücut hücreleri
iktidar: güç, iktidarimdad: yardım
istihdam-ı Rahmânî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’ın çalıştırması, hizmet ettirmesikamer: ay
kehkeşan: (bk. bilgiler – Samanyolu)kemâl-i intizam: mükemmel, kusursuz bir düzen
kevser: Cennette bulunan bir havuzkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahlûkat: yaratılmışlarmanzume-i şemsiye: güneş sistemi
muavenet: yardımmuhafaza-i şâmil: kapsamlı bir koruma
muvazene-i âmme: umumi, genel dengenebatat: bitkiler
nisbet: kıyas, oranrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
rahîmâne: merhametli bir şekilderububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
semavat: göklerseyyarat: gök cisimleri, gezegenler
tanzim: düzenleme, düzene koymatavzif: görevlendirme
teavün: yardımlaşma, dayanışmateavün-ü umumî: genel yardımlaşma
teshir-i Rabbânî: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın herşeye boyun eğdirmesitezyin: süsleme
teşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmakumumî: genel, herkese ait
unsur: ana madde; hava, su, toprak, ateşyaldızlı: parlak
zemin: yeryüzü, dünyazerrât-ı bedeniye: bedendeki zerreler
zerrât-ı taamiye: yiyecek zerreleri, atomlarıziynetli: süslü
zîhayat: canlı, hayat sahibiâzâ: uzuvlar, organlar
şefkatkârâne: şefkatli bir şekildeşefkatsiz: merhametsiz, acımasız
şehadet: şahitlik, tanıklıkşuurdârâne: şuurlu gibi
şuursuz: bilinçsiz
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ - syfa 196

Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

İşte, dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، اَلْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ، اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ، اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: هذِهِ الْكَاۤئِنَاتُ، اَلْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَالْقُرْاٰنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ، وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ، بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاٰيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ، وَاِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَاۤئِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاِمْكَانِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ، وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ، وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ، وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّعَاوُنِ، وَالتَّجَاوُبِ، وَالتَّسَانُدِ، وَالتَّدَاخُلِ، وَالْمُوَازَنَةِ، وَالْمُحَافَظَةِ، فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ
blank.gif
1

denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mîrac-ı imanî ile gaibane marifettenhâzırâne ve muhatabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:


[BILGI]Dipnot-1
Allah’tan başka ilâh yoktur. Nazîri mümteni ve Ondan başka herşey mümkin ve Vâhid-i Ehad olan o Vâcibü’l-Vücud ki, mücessem bir kitab-ı kebîr, muazzam bir kur’ân-ı cismânî, munazzam ve müzeyyen bir kasr ve muntazam ve muhteşem bir memleket olan bu kâinat, sûrelerinin ve âyetlerinin ve kelimelerinin ve harflerinin ve bablarının ve fasıllarının ve sayfalarının ve satırlarının icmâıyla ve erkânının ve envâının ve eczasının ve cüz’iyatının ve sekene ve müştemilâtının ve varidat ve masarifinin ittifakıyla, bütün ulema-i ilm-i kelâmın icmâına müstenit hudus ve tagayyür ve imkân hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle ve suret ve müştemilâtının hikmet ve intizamla tebdili ve huruf ve kelimatının nizam ve mizanla tecdidi hakikatinin şehadetiyle ve mevcudatında müşahede ve ayân ile görünen teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.[/BILGI]




arş-ı hakikat: hakikat zirvesi, semasıders-i imanîye: iman dersi
gaibâne: gaybî olarakhâzırâne: hazırcasına
iktifa etmek: yetinmekizah etmek: açıklamak
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmarifet: Allah’ı bilme ve tanıma
muhatabâne: kendisine hitap olunurcasınamîrac-ı imanî: iman yükselişi
müştak: arzulu, çok istekliseyyah: gezgin, yolcu
terakkî etmek: yükselmek, ilerlemekşehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 197

“Fâtiha-i şerifede, başından tâ اِيَّاكَ
blank.gif
1
kelimesine kadar gâibane medh ü senâ ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruyagaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyadegösterir. Öyle ise, şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, HâlıkımızınEsmâ‑i Hüsnâsıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle, Onu kàbiliyetimizin nisbetindetanımaya çalışabiliriz.

Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilâtından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazamve dehşetli ve semâvî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdit eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rubûbiyet hakikatinin bilbedahehissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde,tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.
İşte bu hâkimâne ve hakîmâne faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîmin ef’âli, görünür gibi hissedilir.
Ve bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef’âl-i Rabbâniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esmâ-i İlâhiye, hissedilir derecesindebedahetle bilinir.


[BILGI]Dipnot-1 “Yalnız Sana.” Fâtiha Sûresi, 1:5.[/BILGI]




Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi AllahEsmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri
Fatiha-i şerife: Fatiha SûresiFâil-i Kadîr: her şeye gücü yeten, kudret sahibi olan fâil, Allah
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allaharzî: dünyaya âit
bedahet: ap açıklıkbeyan etmek: açıklamak
bilbedahe: açıkçabilmüşahede: gözle görüldüğü gibi
bizzarure: ister istemez, zorunlu olarakcihet: şekil, yön
cilve: görüntü, yansımaef’âl: fiiller, işler
ef’âl-i Rabbâniye: Allah’ın kendi zâtına mahsus ve Rab isminin tecellisi olan fiilleriesmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
faaliyet-i daime: sürekli, devamlı olan faaliyetfaaliyet-i müstevliye: her tarafı istila eden, kaplayan faaliyet
gaibâne: görmeyerek, gaybî olarakhadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakîmâne: hikmetli bir şekilde, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıyla
hikmet-medar: hikmetli, hikmet doluhitab: konuşma
hâkîmâne: herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah’ın herşeye hükmetmesiyleicmal: kısaca, özet olarak
ihtisar: kısaltma, özetlemekâinat: evren, bütün yaratılmışlar
medh ü senâ: övme ve yüceltmemevcudat: varlıklar
muhit: herşeyi kuşatan, kapsayıcımuntazam: düzenli, intizamlı
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünerekmürebbiyâne: terbiye ederek ve yetiştirerek
nisbetinde: ölçüsünderahmetfeşan: rahmet saçan
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsemâvî: gökten gelen
sıfât-ı kudsiye: Allah’ın kutsal sıfatları ve vasıflarıtafsilât: ayrıntılar
tebdil: değiştirmetebârüz-ü ulûhiyet: Allah’ın yaratıcılık ve herşeye hâkimiyetinin kendisini göstermesi
tecdit: yenilemetezahür-ü rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idare ve terbiyesinin görünmesi
ziyade: çokşems: güneş
şuâât: ışık kaynağından çıkan ışık telleri; ışınlar
 

Muvahhid1

Well-known member
Yedinci Şuâ -sayfa 198

Ve bu celâldarâne ve cemâlperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan ve perdesinin arkasında, sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakînderecesinde vücutları ve tahakkukları anlaşılır.

Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne, hemkadîrâne, hem alîmâne, hem semîâne, hem basîrâne, hem müridâne, hemmütekellimâne nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe ve bizzarure vebiilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü’l-Vücudun ve bir müsemmâ-i Vâhid-i Ehadin ve birfâil-i Ferd-i Samedin mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü, güzel ve mânidar bir kitap vemuntazam bir hane, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak veintizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülger namlarını; yazıcı ve dülgerünvanları ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını; ve bu san’at ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtı istilzam eder ki, mevsuf ve sâni ve müsemmâve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.

İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat, bütün mevcudâtıyla beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar,nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vech ile ve beraber hadsizvücûh ile Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriRabbânî: Rab olan Allah’a ait
Rahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah’a aitalîmâne: herşeyi çok iyi bilerek
aynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilmebasîrâne: görerek, bilerek
bedahet: ap açıklıkbiilmelyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlikle
bilbedahe: açıkçabinaen: -dayanarak
bizzarure: ister istemez, zorunlu olarakcelâldarâne: haşmetlice, büyüklük gösterircesine
cemâlperverâne: güzelliğe sahip olarakcilvelenmek: yansımak, görünmek
dülger: yapı ustasıdülgerlik: yapı ustalığı
fail: işi yapan, öznefâil-i Ferd-i Samed: Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğu ve her şeyi tek başına yapan Allah
hadsiz: sayısız, sınırsızhakikat: doğru, gerçek
hakkalyakîn: bizzat yaşanarak elde edilen kesinlikhayattarâne: canlı bir şekilde
ilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilmeintizamlı: düzenli, tertipli
istilzam: gerektirmekader: Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması
kadîrâne: güç ve iktidar sahibi olarakkaide: düstur, prensip, kural
kat’î: kesin bir şekildekitabet: yazım
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmasnuat: san’at eseri varlıklar
mevcudat: varlıklarmevcudiyet: var olma hali
mevsuf: sıfat sahibi, sıfatlananmevsuf-u Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmamakla nitelenen Allah
muntazam: düzenli, intizamlımânidar: mânâlı, anlamlı
müridâne: her şeyi istediği gibi yaparakmüsemmâ: isim sahibi, isimlendirilen
müsemmâ-i Vâhid-i Ehad: Zât ve sıfatlarıyla bir olan ve birliği her bir şeyde tecelli eden şeklinde isimlendirilen Cenâb-ı Hakmütekellimâne: konuşarak
nam: adnihayetsiz: sonsuz
semîâne: işitereksuret: biçim, şekil
sâni: san’atkâr, her işini san’atla yapansıfât-ı seb’a-i kudsiye: kutsal yedi sıfat
tahakkuk: gerçekleşmetecelli: görünme, yansıma
vecih: şekil, yönvücuh: taraflar, yönler
zâhir: açık, âşikarünvan: isim, nam
şehadet: şahitlik, tanıklık
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst