Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 548

Hakkın şe’ni ise ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden, yalnız nümune olarak üç dört meseleyi göstereceğiz. Evet, Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.

Meselâ, medeniyetin bütün cem’iyât-ı hayriyeleriyle, bütün cebbârâne şedit inzibat ve nizâmatlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı muâraza edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ
blank.gif
1
وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبوٰا
blank.gif
2
وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ
Kur’ân’ın bu galebe-i i’cazkârânesini bir mukaddime ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

İşârâtü’l-İ’câz’da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avâmı kine, hasede, mübarezeye sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb


[NOT]Dipnot-1 “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.” Bakara Sûresi, 2:275.

Dipnot-2
“Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin.” Bakara Sûresi, 2:43.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakim: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>avam: halk, fakirler sınıfı</td><td>bahusus: özellikle</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>cebbârâne: baskıcı bir şekilde, zorla (bk. c-b-r)</td></tr><tr><td>cem’iyât-ı hayriye: hayır cemiyetleri (bk. c-m-a; ḫ-y-r)</td><td>düstur: prensip</td></tr><tr><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>edyân-ı sâbıka-i semâviye: İslâmdan önceki semâvî dinler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>ezel: başlangıcı olmayan, öncesizlik (bk. e-z-l)</td><td>fazilet: güzel ahlâk, erdem (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>galebe-i i’câzkârâne: mu’cizeli bir şekilde galip gelme (bk. a-c-z)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hased: kıskançlık</td><td>havas: zenginler sınıfı</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanlığın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>ihtilâlât-ı beşeriye: insanlardaki ihtilaller, karışıklıklar</td></tr><tr><td>imdad: yardım</td><td>incizap: kendine çekme</td></tr><tr><td>inzibat: âsayiş, düzen</td><td>irşâdâd: irşâdlar, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>ittifak: birlik</td><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>maden: kaynak</td><td>medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler, iyilikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td><td>muâraza: sözle karşı koyma, muhalefet</td></tr><tr><td>mübareze: mücadele, çatışma</td><td>nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefs-i emmâre: insanı kötülüğe sevk eden içindeki duygu (bk. n-f-s)</td><td>nizâmat: kanunlar (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rahat-ı beşeriye: insanlığın rahatı</td></tr><tr><td>saadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td><td>selb etmek: ortadan kaldırmak</td></tr><tr><td>teavün: yardımlaşma</td><td>terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d)</td><td>uhuvvet: kardeşlik</td></tr><tr><td>şedit: çok şiddetli</td><td>şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 549

ettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cem’iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât” ile kal’ eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet‑i ribâ” ile kal’ edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’âniye âlem kapısında durup ribâya “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine “Girmeyiniz” emreder.

İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı kabul etmiyor; Kur’ân’ın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder.

Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis, olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvânâtın şehadetiyle ve izdivac eden nebâtâtın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kazâ-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. Madem hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nev’in bekàsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye’se düşen bir kadın, ekserî vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehâneleri kabul etmeye mecburdur.

Üçüncü esas: Muhakemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti
blank.gif
1
tenkit eder. Halbuki, hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. İşte, bu surette, bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası


[NOT]Dipnot-1 bk. “Erkeğe iki kız hissesi vardır.” Nisâ Sûresi, 4:11.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Avrupa: (bk. bilgiler)</td><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>bekà: devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bilâkis: tersine</td><td>cem’iyât-ı hayriye: hayır cemiyetleri (bk. c-m-a; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>fahişehâne: fuhuş yapılan yer</td><td>ferman etmek: buyurmak, emretmek</td></tr><tr><td>hakikaten: hakikat gereği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı beşer: insanlık hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>himaye: koruma</td><td>hurmet-i ribâ: fâizin haramlığı (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>hâdisât-ı azîme: büyük olaylar (bk. a-ẓ-m)</td><td>inzibat: âsayiş, düzen</td></tr><tr><td>izdivaç: evlilik</td><td>kabil: kabiliyetli</td></tr><tr><td>kabil-i telkih: dölleme kabiliyeti olan</td><td>kabil-i telâkkuh: gebeliği mümkün olan, döllenebilen</td></tr><tr><td>kal’ etmek: kaldırmak</td><td>kazâ-yı şehvet: şehvet ihtiyacını giderme (bk. ḳ-ḍ-y)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>maslahat-ı beşeriye: insanlığın yararı (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>muhakemesiz: akıl yürütemeyen, düşüncesiz (bk. ḥ-ḳ-m)</td></tr><tr><td>muhalif-i hikmet: hikmete zıt (bk. ḥ-k-m)</td><td>musalahâ: barıştırma (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>mübareze: mücadele, çatışma</td><td>münâfi: aykırı</td></tr><tr><td>müthiş: dehşet veren </td><td>nafaka: geçim için gerekli olan şey</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nev’: tür</td></tr><tr><td>nizâmât: kanunlar (bk. n-ẓ-m)</td><td>peder: baba</td></tr><tr><td>rahmet: İlâhî şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>ribâ: faiz</td></tr><tr><td>sa’y: çalışma</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sülüs: (mirasta) üçte bir </td><td>taaddüd-ü ezvâc: çok evlilik</td></tr><tr><td>taaddüt: birden fazla olma</td><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>telâkki: kabul etme</td><td>tenasül: üreme, nesil yetiştirme</td></tr><tr><td>tevellüd: doğum</td><td>teşrik-i mesai: birlikte çalışma, işbirliği</td></tr><tr><td>vücub-u zekât: zekâtın farz oluşu (bk. v-c-b)</td><td>ye’s: ümitsizlik</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âyet-i Kur’âniye: Kur’an’ın âyeti</td></tr><tr><td>ücret-i cüz’iye: küçük ücret (bk. c-z-e)</td><td>şakirt: talebe, öğrenci</td></tr><tr><td>şedit: şiddetli </td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 550

noksaniyetini temin eder. Erkek pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsavi gelir. İşte adalet-i Kur’âniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmiştir.HAŞİYE-1

Dördüncü esas: Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.

Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder-tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet çekmesinler; âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.HAŞİYE-2 Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:

Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine


[NOT]Haşiye-1 Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan lâyiha-i temyizin müdafaatından bir parçadır; bu makama haşiye olmuş: “Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.”

Haşiye-2
Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü Lem’ası, gayet kat’î bir surette ispat etmiştir ki, tesettür kadınlar için fıtrîdir; ref-i tesettür fıtrata münâfidir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adalet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın adaleti</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>düstur-u İlâhî: İlâhî prensip (bk. e-l-h)</td><td>ecdad: atalar</td></tr><tr><td>fıtrî: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)</td><td>hakikatli: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hayâ: utanma duygusu</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>heves-i mütecessim: cisimleşmiş heves</td></tr><tr><td>hevesât-ı rezile: rezilce hevesler, günah ve çirkin olan arzular</td><td>hevâ: hevesler, arzu ve istekler (bk. h-v-y)</td></tr><tr><td>hususan: özellikle</td><td>hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>iktidaen: uyarak</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>istinaden: dayanarak (bk. s-n-d)</td><td>ittifak: birleşme, fikir birliği</td></tr><tr><td>izale etmek: ortadan kaldırmak</td><td>kat’î: kesin </td></tr><tr><td>kudsî: kutsal (bk. ḳ-d-s)</td><td>lâyiha-i temyiz: yargıtaya yazılan temyiz yazısı</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>maden: kaynak</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler, iyilikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>men etmek: yasaklamak</td></tr><tr><td>merhume: vefat eden kadın (bk. r-ḥ-m)</td><td>metâ: mal</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muâraza: sözle mücadele</td><td>müdafaat: savunmalar</td></tr><tr><td>münâfi: aykırı, zıt</td><td>müsavi: eşit, denk</td></tr><tr><td>mütekabil: karşılıklı</td><td>nakzetmek: bozmak</td></tr><tr><td>nazar-ı şehvet ve heves: şehvet ve hevesle bakma (bk. n-ẓ-r)</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>noksaniyet: eksiklik</td><td>peder: baba</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>ref-i tesettür: tesettürün kaldırılması</td></tr><tr><td>riyâ: gösteriş</td><td>riyâ-yı mütecessid: cesetleşmiş gösteriş</td></tr><tr><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td><td>sanemperestlik: puta tapmak</td></tr><tr><td>sukut-u ruh: ruhun alçalması (bk. r-v-ḥ)</td><td>suret: şekil, resim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>suretperestlik: surete tapmak, görünüşe çok değer vermek, fotoğrafa tapmak (bk. ṣ-v-r)</td><td>tahrip etmek: bozmak</td></tr><tr><td>tasdik: doğrulama, kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tefsir: Kur’ân’ın mânâlarını açıklayan kitap (bk. f-s-r)</td></tr><tr><td>tesettür-ü nisvan: kadınların örtünmesi</td><td>tezevvüç etmek: evlenmek</td></tr><tr><td>zarfında: içinde</td><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td></tr><tr><td>zulm-ü mütehaccir: taşlaşmış zulüm (bk. ẓ-l-m)</td><td>âlet-i hevesat: gelip geçici istekler, arzular âleti</td></tr><tr><td>şefkat: merhamet, acıma (bk. ş-f-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 551

hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.
İşte, şu üç misal gibi binler mesâil-i Kur’âniyenin herbirisi, saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sair meseleleri, mezkûr meselelere kıyas edebilirsin.

Nasıl medeniyet-i hazıra Kur’ân’ın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına karşı mağlûp olup Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflâs eder. Öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi, hikmet-i Kur’ân’la yirmi beş adet Sözlerde mizanlarla iki hikmetin muvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur’âniyenin mu’cize olduğu kat’iyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin i’câzı ve gınâsı ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin.

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’ân’ın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlûp oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belâğati de, Kur’ân’ın edep ve belâğatine karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkârâne bir hüzünle gınâsı (şarkısı) , hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belâğat, tesir-i üslûp itibarıyla ya hüzün verir, ya neş’e verir.

Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâlet-âlûd, tabiatperest, gaflet-pîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firaku’l-ahbaptan gelir; yani ahbap var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-edâ, nurefşan Kur’ân’ın verdiği hüzündür.

Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi nefsi hevesâtına teşvik eder. O da tiyatrocu,



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ayyaş: alkolik, sarhoş</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>dalâlet-âlûd: inkâr ve sapıklıkla karışık (bk. ḍ-l-l)</td><td>düstur: prensip</td></tr><tr><td>fakdü’l-ahbap: dostsuzluk ve ahbapsızlık (bk. ḥ-b-b)</td><td>felsefe-i Avrupa: Avrupa felsefesi (bk. bilgiler – Avrupa)</td></tr><tr><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>firaku’l-ahbap: dostlardan ve ahbaplardan ayrılık (bk. f-r-ḳ; ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>gaflet-pîşe: gaflet içinde (bk. ğ-f-l)</td><td>gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hevesperverâne: nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde</td></tr><tr><td>hevesât: gelip geçici arzu ve istekler</td><td>hidayet-edâ: hidayet verici (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hikmet-i Kur’ân: Kur’ânın yüksek ilmi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i beşeriye: insanların bilgisi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i felsefiye: felsefî görüş, bilgi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hissiyât-ı ulviye-i insaniye: insanın yüksek duyguları</td></tr><tr><td>iftirak: ayrılık</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>i’câz-ı mâneviye: mânevî mu’cizelik (bk. a-c-z; a-n-y)</td><td>kasâid-i vataniye: vatan kasideleri, marşlar</td></tr><tr><td>kat’iyetle: kesinlikle</td><td>medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti</td></tr><tr><td>mesâil-i Kur’âniye: Kur’ân’ın meseleleri (bk. m-s̱-l)</td><td>mezkûr: sözü geçen</td></tr><tr><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>muzlim: karanlıklı (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>mu’cize: insanların yapmada aciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere verilen olağanüstü hal ve hareket (bk. a-c-z)</td><td>müştakane: şevkle, çok isteyerek</td></tr><tr><td>nisbet: kıyas (bk. n-s-b)</td><td>nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>saadet-i beşeriye: insanlığın mutluluğu </td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>süflî: alçak, aşağılık</td><td>tabiatperest: tabiata tapan (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tahrip etmek: bozmak</td><td>tesir-i üslûp: üslûbun etkisi</td></tr><tr><td>teşvik etmek: şevklendirmek, isteklendirmek</td><td>teşvikkârane: teşvik ederek</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, büyük</td><td>velvele-i gınâ: şarkı bağırtısı</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td><td>ümitkârâne: ümitli</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 552

sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli, masumâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rüyet-i cemâlullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neş’edir.

İşte,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَأْتوُا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَأْتوُنَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيراً
blank.gif
1

ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kasıru’l-fehim olanlarca ve dikkatsizlikle, mübalâğalı bir belâğat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalâğa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâğat ve mümkün ve vaki bir surettedir.

O suretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzir edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.

İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin, hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâğatine karşı âciz derekesindedirler demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.

ÜÇÜNCÜ CİLVE: Kur’ân-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına, güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitap ediyor. Evet, bütün benî Âdeme bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’ân ise, her nev’e,


[NOT]Dipnot-1 “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>ahbab-ı uhrevî: âhiretteki dostlar (bk. ḥ-b-b; e-ḫ-r)</td><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ahkâm-ı İslâmiye: İslâmın hükümleri (bk. ḥ-k-m; s-l-m)</td><td>ayn-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m)</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>dakik: ince, derin</td><td>dereke: en aşağı derece </td></tr><tr><td>edebiyat-ı ecnebiye: yabancı edebiyat</td><td>fen: ilim</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikmet: her şeyi yerli yerinde gösteren doğru bilgi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i felsefe: felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hitap etmek: konuşmak (bk. ḫ-ṭ-b)</td></tr><tr><td>hâşâ: asla öyle değil</td><td>kasıru’l-fehim: anlayışı kısa</td></tr><tr><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>maarif: bilgiler (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>makarr-ı ebedî: sonsuz kalınacak yer (bk. e-b-d)</td><td>marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>masumâne: masumca, günahsızca</td><td>maâliyât: yüksek ve derin fikirler</td></tr><tr><td>muhal: imkânsız</td><td>muhassala-i mesai: çalışmalardan elde edilen netice </td></tr><tr><td>mübalâğa: abartı</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>netice-i efkâr: fikirlerin sonucu (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>nev’: tür</td><td>nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rüyet-i cemâlullah: Allah’ın cemâlini görme (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabakat-ı beşer: insan tabakaları</td><td>tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>tereşşuh: sızma</td><td>vaki: olmuş, meydana gelmiş</td></tr><tr><td>vatan-ı aslî: gerçek vatan olan cennet</td><td>vecih: yön, taraf</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td><td>şe’n: özellik (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 553

her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecâta göre, herbiri Kur’ân’ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok nümunelerini zikretmişiz; onlara müracaat edilebilir. Yalnız burada bir iki cüz’ünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz.

Meselâ,
blank.gif
1
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: Cenâb-ı Hak peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.

Daha mutavassıt bir tabaka, şundan, İsâ Aleyhisselâmın ve melâikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir. Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek zahiren faidesiz olduğundan, belâğatte medar-ı faide olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte, cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murat ise, veled ve vâlidi ve küfvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir ve mâbud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit faida verebilir.

Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenâb-ı Hak, mevcudata karşı, tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muinden ve hemcinsten müberrâdır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallâkıyettir. Emr-i كُنْ فَيَكُونُ
blank.gif
2
ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. İcabî ve ıztırarî ve sudur-u gayr-ı ihtiyarî gibi münâfi-i kemâl herbir rabıtadan münezzehtir.
Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde naziri, küfvü, şebîhi,


[NOT]Dipnot-1 “O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey Onun dengi değildir.” İhlâs Sûresi, 112:3-4.

Dipnot-2
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>akran: arkadaşlar, denkler</td></tr><tr><td>avam: halk</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>cihet: yön, şekil</td><td>cismâniyet: bedenle, maddî vücutla ilgili oluş</td></tr><tr><td>cüz’: parça, kısım (bk. c-z-e)</td><td>derecât: dereceler</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>elzem: çok gerekli</td><td>evvel: önce olma</td></tr><tr><td>ezelî: varlığının başlangıcı olmayan (bk. e-z-l)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hallâkiyet: yaratıcılık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hemcins: aynı cinsten olan</td></tr><tr><td>hisse-i ders: ders payı</td><td>hisse-i fehm: anlayış hissesi</td></tr><tr><td>icabî: zorunluluk, mecburiyet</td><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, dileme (bk. ḫ-y-r)</td><td>irade-i ezeliye: ezelî irade (bk. r-v-d; e-z-l)</td></tr><tr><td>işmam etmek: hissettirmek</td><td>kesretli: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>küfüv: denk</td><td>lâzım-ı hüküm: hükmün gereği (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>mahsus: has, özel</td><td>mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>medar-ı faide: faydaya sebep</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhal: imkânsız</td></tr><tr><td>murad olunmak: istenmek, kastedilmek (bk. r-v-d)</td><td>mutavassıt: orta derecede</td></tr><tr><td>muvafık: uygun</td><td>muîn: yardımcı</td></tr><tr><td>mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)</td><td>müberrâ: uzak, yüce </td></tr><tr><td>münezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yüce (bk. n-z-h)</td><td>münâfi-i kemâl: mükemmelliğe aykırı (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)</td><td>nefy-i ulûhiyet: ilâhlığın reddi (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>nefyetmek: reddetmek </td><td>nisbet: kıyas, oran (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>peder: baba</td></tr><tr><td>rabıta: bağ</td><td>sudur-u gayr-ı ihtiyar: isteksiz olarak meydana gelme (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>sıfât: özellik, nitelik (bk. v-ṣ-f)</td><td>tabakat: tabakalar, dereceler</td></tr><tr><td>taife: topluluk</td><td>tevellüd: doğum, doğma</td></tr><tr><td>tevlid: doğurma</td><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>veled: evlat, çocuk</td><td>vâlid: baba</td></tr><tr><td>zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td><td>zevce: kadın eş, hanım</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>âhir: sonra olma (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>İsâ: (bk. bilgiler)</td><td>ıztırarî: zorunluluk, çaresizlik</td></tr><tr><td>şerik: ortak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 554

misli, misali, mesîli yoktur. Yalnız, ef’âlinde, şuûnunda, teşbihi ifade eden mesel var.وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
blank.gif
1

Bu tabakata ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddıkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.

İkinci misal: Meselâ,

blank.gif
2
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَاۤ اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı ve “veledim” hitabına mazhar olan Zeyd,
blank.gif
3
izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş; Allah’ın emriyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış.
blank.gif
4
Âyet der: “Peygamber size evlâdım dese, risalet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibarıyla pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münasip düşmesin.”

İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederâne şefkatle bakar. Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir padişah-ı ruhanî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden, o raiyetin efradı, onun hakikî evlâdı gibi, ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı zevc nazarına inkılâb edemediğinden, kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede Peygamber (a.s.m.) mü’minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden, Kur’ân der: “Peygamber (a.s.m.) merhamet-i İlâhiye nazarıyla size şefkat eder, pederâne muamele yapar. Risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniyet itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin.”

Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: Peygambere (a.s.m.) intisap edip onun kemâlâtına istinad ederek onun pederâne şefkatine itimad edip kusur ve hatîat etmemelisiniz


[NOT]Dipnot-1 “En yüce sıfatlar Allah içindir.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2
“Muhammed, sizden hiçbir erkeğin babası değildir.” Ahzâb Sûresi, 33:40.

Dipnot-3
bk. En-Nisâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn 3:239; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 9:275.

Dipnot-4
bk. En-Nisâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn 4:24.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>Zeyd: (bk. bilgiler)</td><td>bâtın: görünmeyen, gizli</td></tr><tr><td>cihet: taraf</td><td>efkâr-ı âmme: kamuoyu (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td><td>ef’âl: fiiller (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>ehl-i aşk: Allah sevgisinde çok ileri dereceye erişenler</td><td>evlad: çocuk</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hatîat: hatalar</td><td>hisse-i fehm: anlayış hissesi</td></tr><tr><td>inkılâb: değişme, dönüşme</td><td>intisap etmek: mensup olmak, bağlanmak (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>istinad etmek: dayanmak (bk. s-n-d)</td><td>itimad etmek: güvenmek</td></tr><tr><td>izzet: şeref, değer (bk. a-z-z)</td><td>kemâlât: mükemmellikler, faziletler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>küfüv: denk, uygun</td><td>mazhar: erişen, sahip olan (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>merhamet-i İlâhiye: Allah’ın merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)</td><td>mesel: zenginlik, merhamet gibi sıfatlar (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mesîl: benzer, eş (bk. m-s̱-l)</td><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>misil: benzer (bk. m-s̱-l)</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>padişah-ı ruhanî: ruhanî padişah (bk. r-v-ḥ)</td><td>peder: baba</td></tr><tr><td>pederâne: babaya yakışır şekilde</td><td>raiyet: halk</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tabaka-i ûlâ: ilk tabaka</td><td>tabakat: tabakalar</td></tr><tr><td>tatlik etmek: boşamak</td><td>teşbih: benzetme</td></tr><tr><td>veledim: oğlum</td><td>zevc: erkek eş, koca</td></tr><tr><td>zevce: kadın eş</td><td>zâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>ârifîn: irfan sahipleri, İlâhî hakikatlere vakıf olanlar (bk. a-r-f)</td><td>şahsiyet-i insaniyet: insanın şahsiyeti</td></tr><tr><td>şebîh: benzer</td><td>şuûn: işler, haller (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 555

demektir. Evet, çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tembellik eder. Hattâ bazan “Namazımız kılınmış” der (bir kısım Alevîler gibi).

Dördüncü nükte: Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız, “rical” tabirinin ifadesiyle, nisânın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillâhilhamd, Hazret-i Fâtıma’nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nuranî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ
blank.gif
1

Birinci Şule, Üç Şua ile hitama erdi.

endOfSection.gif
endOfSection.gif

[NOT]
Dipnot-1
Allahım, ona ve âline rahmet et.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hasan: (bk. bilgiler)</td><td>Hazret-i Fâtıma: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hüseyin: (bk. bilgiler)</td><td>bedr-i münevver: nurlanmış ay (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>binaen: -dayanarak</td><td>evlâd-ı zükûr: erkek çocuklar</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>felillâhilhamd: hamd ve övgü Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>hikmet: gaye, sebep (bk. ḥ-k-m)</td><td>hitama ermek: sona ermek</td></tr><tr><td>idame etmek: devam ettirmek</td><td>itimad etmek: güvenmek</td></tr><tr><td>işaret-i gaybiye: gelecekte olacak bir olaya işaret (bk. ğ-y-b)</td><td>mürşid: doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>nesl-i mübarek: mübârek nesil (bk. b-r-k)</td><td>nisâ: kadınlar</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td><td>nükte: ince anlamlı söz</td></tr><tr><td>rical: adamlar</td><td>silsile: zincir, soy ağacı</td></tr><tr><td>şems-i nübüvvet: peygamberlik güneşi (bk. n-b-e)</td><td>şua: parıltı</td></tr><tr><td>şule: ışık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 556

İkinci Şule

İkinci Şulenin Üç Nuru var.

BİRİNCİ NUR

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın heyet-i mecmuasında râik bir selâset, fâik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüp, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teâvün ve âyetler ve maksatları mabeyninde ulvî bir tecavüb olduğunu, ilm-i beyan ve fenn-i maânî ve beyanînin Zemahşerî, Sekkâkî, Abdülkahir-i Cürcânî gibi binlerle dâhi imamların şehadetiyle sabit olduğu halde, o tecavüb ve teâvün ve tesanüdü ve selâset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbab bulunurken; o esbab, bozmaya değil, belki selâsetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermiştir.

Yalnız, o esbab bir derece hükmünü icra edip başlarını perde-i nizam ve selâsetten çıkarmışlar. Fakat nasıl ki yeknesak, düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lâkin ağacın tenasübünü bozmak için çıkmıyorlar; belki o ağacın ziynetli tekemmülüne ve cemâline medar olan meyveleri vermek için çıkıyorlar. Aynen bunun gibi, şu esbab dahi, Kur’ân’ın selâset-i nazmına kıymettar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar. İşte, o Kur’ân-ı Mübîn, yirmi senede, hacetlerin mevkileri itibarıyla necim necim olarak, müteferrik, parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.

Hem o Kur’ân, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-ı nüzule göre geldiği halde, tesanüdün kemâlini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vahidle nüzul etmiştir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Abdülkahir-i Cürcânî: (bk. bilgiler)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mübîn: hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân (bk. b-y-n)</td><td>Sekkâkî: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Zemahşerî: (bk. bilgiler)</td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esbab-ı nüzul: iniş sebepleri (bk. s-b-b; n-z-l) </td><td>fenn-i maâni: mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>fâik: üstün</td><td>heyet: genel yapı</td></tr><tr><td>heyet-i mecmua: bütün, genel yapı (bk. c-m-a)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>icra etmek: yerine getirmek</td><td>ilm-i beyan: belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı (bk. a-l-m; b-y-n) </td></tr><tr><td>itibar: özellik</td><td>kavî: kuvvetli</td></tr><tr><td>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)</td><td>kemâl-i tenasüb: tam bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b)</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>medar: vesile, kaynak</td><td>metin: sağlam</td></tr><tr><td>mevki: yer</td><td>muhkem: sağlam, kuvvetli (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>mütebayin: ayrı, farklı</td><td>müteferrik: kısım kısım</td></tr><tr><td>nazil olmak: inmek (bk. n-z-l)</td><td>necim: kısım, parça</td></tr><tr><td>nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l)</td><td>perde-i nizam: düzen perdesi (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>râik: safi, sade </td><td>sebeb-i vâhid: tek sebep (bk. s-b-b; v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>selâmet: cümlelerdeki düzgünlük ve doğruluk (bk. s-l-m)</td><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td></tr><tr><td>selâset-i nazm: Kur’ân’ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, ahenk, akıcılık (bk. s-l-s; n-ẓ-m)</td><td>teavün: yardımlaşma</td></tr><tr><td>tecavüb: birbirine cevap verme (bk. c-v-b)</td><td>tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, büyük</td><td>yeknesak: tekdüze, monoton</td></tr><tr><td>ziynetli: süslü (bk. z-y-n)</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şule: ışık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 557

Hem o Kur’ân, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin cevabıdır.

Hem Kur’ân, mütegayir, müteaddit hâdisâtın ahkâmını beyan için geldiği halde, öyle bir kemâl-i intizamı gösteriyor ki, güya bir hadise-i vâhidin beyanıdır.

Hem Kur’ân, mütehalif, mütenevvi halette, hadsiz muhatapların fehimlerine münasip üslûplarda tenezzülât-ı kelâmiye ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selâset gösteriyor ki, güya hâlet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selâset gösteriyor.

Hem o Kur’ân, mütebâid, müteaddit muhatabîn esnafına müteveccihen mütekellim olduğu halde, öyle bir suhulet-i beyanı, bir cezâlet-i nizamı, bir vuzuh-u ifhâmı var ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hattâ her bir sınıf zanneder ki, bil’asale muhatap yalnız kendisidir.

Hem Kur’ân, mütefavit, mütederriç irşadî bazı gayelere isal ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemâl-i istikamet, öyle bir dikkat-i muvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güya maksat birdir.

İşte, bu esbablar, müşevveşiyetin esbabı iken, Kur’ân’ın i’câz-ı beyanında, selâset ve tenasübünde istihdam edilmişlerdir. Evet, kalbi sakamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kur’ân’ın beyanında güzel bir selâset, rânâ bir tenasüp, hoş bir âhenk, yektâ bir fesahat görür.
Hem basîresinde selim bir gözü olan görür ki, Kur’ân’da öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtınıyla vâzıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin mânâlarını söyler.

Şu Birinci Nurun hakikatini misallerle tavzih etsek, birkaç mücelled lâzım. Öyle ise, sair risale-i Arabiyemde ve İşârâtü’l-İ’câz’da ve şu yirmi beş adet


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td><td>basîre: görme kuvveti, görüş (bk. b-ṣ-r)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>bil’asale: bizzat, aslında</td></tr><tr><td>bâtın: görünmeyen, gizli</td><td>cezâlet-i nizam: tertip ve düzenin güçlülüğü, uygunluğu (bk. c-z-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>derece-i fehim: anlayış derecesi</td><td>dikkat-i muvazenet: dikkatli bir denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>esnaf: sınıflar</td></tr><tr><td>fehim: anlayış</td><td>fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>hadise-i vâhid: tek bir olay (bk. v-ḥ-d)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hidayet etmek: doğru yola erdirmek (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hâdisât: olaylar</td><td>hâlet: hal, vaziyet</td></tr><tr><td>hüsn-ü intizam: güzel bir düzenlilik (bk. ḥ-s-n; n-ẓ-m)</td><td>hüsn-ü temasül: güzel benzeyiş (bk. ḥ-s-n;)</td></tr><tr><td>imtizac: kaynaşma, uyuşma</td><td>irşadî: irşadla, doğru yolu göstermeyle ilgili (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>isal etmek: ulaştırmak</td><td>istihdam edilmek: çalıştırılmak</td></tr><tr><td>ittihad: birlik</td><td>i’câz-ı beyan: açıklamanın mu’cizeliği (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td><td>kemâl-i istikamet: tam ve mükemmel doğruluk (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılan herşey (bk. k-v-n)</td><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>maraz: hastalık</td><td>muhatabîn: muhataplar (bk. ḫ-ṭ-b)</td></tr><tr><td>mücelled: ciltli kitap</td><td>mükerrer: tekrarla, defalarca</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müstakim: dosdoğru </td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli</td><td>mütebâid: birbirinden uzak</td></tr><tr><td>mütederriç: derece derece </td><td>mütefavit: farklı, çeşitli</td></tr><tr><td>mütegayir: değişik, birbirine zıt</td><td>mütehalif: birbirine uymayan</td></tr><tr><td>mütekellim: konuşan (bk. k-l-m)</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>müteveccihen: yönelmiş olarak</td><td>müşevveşiyet: karışıklıklar</td></tr><tr><td>nazil olmak: inmek (bk. n-z-l)</td><td>risale-i Arabiye: Arapça risale (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>rânâ: güzel, hoş</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sakam: hastalık</td><td>selim: sağlam, doğru (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td><td>sual-i vâhid: tek soru (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>suhulet-i beyan: açıklama kolaylığı (bk. b-y-n)</td><td>tavzih etmek: açıklamak</td></tr><tr><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>tenezzülât-ı kelâm: sözün muhatapların seviyelerine uygun olarak ayarlanması (bk. n-z-l; k-l-m)</td></tr><tr><td>vuzuh-u ifhâm: anlatım açıklığı</td><td>vâzıh: açık, âşikâr</td></tr><tr><td>yektâ: eşsiz</td><td>zâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>âhenk: uygunluk</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 558

Sözlerde şu hakikatin ispatına dair olan izahatla iktifa edip, misal olarak mecmu-u Kur’ân’ı birden gösteriyorum.

İKİNCİ NURU

Kur’ân-ı Hakîmin, âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve Esmâ-i Hüsnâ cihetindeki üslûb-u bediîsinde olan meziyet-i i’câziyeye dairdir.

İhtar: Şu İkinci Nurda çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nurun misalleri değil, belki geçmiş mesâil ve Şuaların misalleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar ve icmâle mecburum. Onun için, gayet muhtasar bir tarzda, şu sırr-ı azîm-i i’câzın misallerinden olan âyetlere birer işaret edip, tafsilâtını başka vakte tâlik ettik.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esmâ-i Hüsnâyı veya mânâlarını tazammun ediyor; veyahut, aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder, veyahut makàsıd-ı Kur’âniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin tekid ve teyidi için fezlekeler yapar. İşte o fezlekelerde Kur’ân’ın hikmet-i ulviyesinden bazı işarat ve hidayet-i İlâhiyenin âb-ı hayatından bazı reşaşat, i’câz-ı Kur’ân’ın berklerinden bazı şerarat vardır. Şimdi, pek çok o işarattan yalnız on tanesini icmalen zikrederiz. Hem pek çok misallerinden birer misal ve herbir misalin pek çok hakaikından yalnız herbirinde bir hakikatin meâl-i icmâlîsine işaret ederiz. Bu on işaretin ekserîsi, ekser âyetlerde müctemian beraber bulunup hakikî bir nakş-ı i’câzî teşkil ederler. Hem misal olarak getirdiğimiz âyetlerin ekserîsi, ekser işârâta misaldir. Biz yalnız her âyetten bir işaret göstereceğiz. Misal getireceğimiz âyetlerden, eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnız meâline bir hafif işaret ederiz.

BİRİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân-ı Hakîm, i’cazkâr beyanatıyla Sâni-i Zülcelâlin ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra, o âsar ve


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san’atla yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>bast etmek: yaymak, genişlemek</td><td>berk: şimşek</td></tr><tr><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>fezleke: özet, netice</td><td>galiben: çoğunlukla</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hidayet-i İlâhiye: Allah’ın doğru yola erdirmesi (bk. h-d-y; e-l-h)</td><td>hikmet-i ulviye: yüce hikmet (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâtime: son</td><td>icmalen: kısaca (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>icmâl: özetleme (bk. c-m-l)</td><td>ihtar: hatırlatma</td></tr><tr><td>ihtisar: özetleme, kısaltma</td><td>iktifa: yetinme</td></tr><tr><td>izah etmek: açıklamak</td><td>izahat: izahlar, açıklamalar</td></tr><tr><td>işârât: işaretler</td><td>i’cazkâr: mu’cizeli (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cize oluşu (bk. a-c-z)</td><td>kaide-i külliye: genel kural (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>makàsıd-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın maksatları (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>mecmu-u Kur’ân: Kur’ân’ın tamamı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td><td>meziyet-i cezâlet: ifade güzelliğindeki üstünlük (bk. c-z-l)</td></tr><tr><td>meziyet-i i’câziye: mu’cizelik meziyeti, üstünlüğü (bk. a-c-z)</td><td>meâl: kısaca anlam</td></tr><tr><td>meâl-i icmâlî: kısaca mânâ (bk. c-m-l)</td><td>muhtasar: kısaca, özetle</td></tr><tr><td>müctemian: topluca, beraber (bk. c-m-a)</td><td>nakş-ı i’câz: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z)</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>reşaşat: sızıntılar, serpintiler</td></tr><tr><td>sırr-ı azîm-i i’câz: mu’ceziliğin büyük sırrı (bk. a-ẓ-m; a-c-z)</td><td>tafsilât: ayrıntılar</td></tr><tr><td>tazammun etmek: içine almak</td><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>tekid: sağlamlaştırma, kuvvetlendirme</td><td>teyid: destekleme, kuvvetlendirme</td></tr><tr><td>teşkil etmek: meydana getirmek</td><td>tâlik: sonraya bırakma</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>âsar: eserler</td></tr><tr><td>üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a)</td><td>şerarat: parlak kıvılcımlar</td></tr><tr><td>şua: parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 559

ef’âlinde esmâ-i İlâhiyeyi istihraç eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makàsıd-ı asliye-i Kur’âniyeyi ispat ediyor.

Birinci mânânın misallerinden, meselâ

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَاۤءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
blank.gif
1

İkinci şıkkın misallerinden, meselâ

اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَاداً وَالْجِباَلَ اَوْتاَداً وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجاً ilâ âhir

blank.gif
2
اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا e kadar...

Birinci âyette âsârı bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete gayat ve nizâmâtıyla şehadet eden en azîm eserleri serd eder, Alîm ismini istihraç eder. İkinci âyette, Birinci Şulenin Birinci Şuaının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın büyük ef’âlini, azîm âsârını zikrederek, neticesinde, yevm-i fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor.

İKİNCİ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân, beşerin nazarına san’at-ı İlâhiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra, fezlekede o mensucatı esmâ içinde tayyeder; veyahut akla havale eder.

Birincinin misallerinden, meselâ

قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَّبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللهُ


[NOT]Dipnot-1 “Odur ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:29.

Dipnot-2
“Yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık yapmadık mı? Sizi de çift çift yarattık. Şüphesiz, hüküm günü, belirlenmiş bir vakittir.” Nebe’ Sûresi, 78:6-17.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>bast etmek: yaymak</td></tr><tr><td>beşer: insan </td><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>fezleke: netice, özet</td><td>gayat: gayeler</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>istihraç etmek: meydana çıkarmak</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>kudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r)</td><td>maksud: maksatlar (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>makàsıd-ı asliye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın asıl maksatları, gayeleri (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>mensucat: dokumalar</td></tr><tr><td>mukaddemât: önsözler, başlangıçlar (bk. ḳ-d-m)</td><td>mühim: önemli</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>netice: sonuç</td></tr><tr><td>nizâmât: nizamlar, düzenler (bk. n-ẓ-m)</td><td>nükte-i belâğat: belâğat inceliği (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td><td>serd etmek: sözü peş peşe ve güzel bir edâ ile söylemek</td></tr><tr><td>tayyetme: sarıp dürme, yerleştirme</td><td>tevhid: birleme, Allah’ın birliğine inanma (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>yevm-i fasl: iyi insanların kötülerden kısım kısım ayrıldığı ve dâvâların halledildiği kıyâmet günü</td><td>âsar: eserler</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 560

فَقُلَ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
blank.gif
1

İşte, başta der:
Semâ ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyyâ edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka, koca semâ ve zemini iki mutî hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür Ona münhasırdır.

İkinci fıkrada der ki: Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi destgâh ve dükkândan aldınız? Bu lâtif, kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden Odur ki; bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab Odur. Mâbud da O olabilir.

Üçüncü fıkrada der:
Ölmüş yeri ihyâ edip yüz binler ölmüş taifeleri ihyâ eden kimdir? Haktan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O ihyâ eder. Madem Haktır; hukuku zayi etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihyâ ettiği gibi, sizi de ihyâ edecektir.

Dördüncü fıkrada der: Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi, kemâl-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Madem Allah’tan başka olamaz. Koca kâinatı bütün ecrâmıyla gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlûkatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez “Allah” diyeceksiniz.

İşte, birinci ve dördüncü fıkra Allahder, ikinci fıkra Rab der, üçüncü fıkra el-Hak der. فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ne kadar mu’cizâne düştüğünü anla. İşte, Cenâb-ı Hakkın azîm tasarrufâtını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da, o azîm âsârın, mensucatın destgâhı, فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ yani Hak, Rab, Allahisimlerini zikretmekle, o tasarrufât-ı azîmenin menbaını gösterir.


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerince tedbir ve idare eden? Onlar diyecekler ki, ‘Allah’tır.’ Öyle ise, ‘Hâlâ Ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız?’ de. İşte, Hak olan Rabbiniz Allah Odur.” Yûnus Sûresi, 10:31-32.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Hak: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Mâbud: kendisine ibadet edilen Allah (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>destgâh: işyeri</td><td>ecrâm: büyük varlıklar, gök cisimleri</td></tr><tr><td>fıkra: kısım, bölüm</td><td>hububât: tohumlar, taneli bitkiler</td></tr><tr><td>ihyâ etmek: diriltmek, hayat vermek (bk. ḥ-y-y)</td><td>iştirak: ortaklık</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td></tr><tr><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahkeme-i kübrâ: âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>mensucat: dokumalar</td><td>muavenet: yardımlaşma</td></tr><tr><td>mutî: itaat eden, emre uyan</td><td>mu’cizâne: mu’cize şeklinde (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>müheyyâ etmek: hazırlamak</td></tr><tr><td>mühim: önemli </td><td>münhasır: ait, sınırlı</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>taife: topluluk, grup</td></tr><tr><td>tasarrufat: tasarruflar, herşeyi dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)</td><td>tasarrufât-ı azîme: büyük tasarruflar (bk. ṣ-r-f; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tedbir: çekip çevirme, ihtiyacını karşılama (bk. d-b-r)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>âzâ: âzalar, organlar</td><td>şerik: ortak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 561

İkincinin misallerinden:

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَاۤ اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَاۤءِ مِنْ مَاۤءٍ فَاَحْياَ بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ َلاٰياَتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
blank.gif
1

İşte bu âyet Cenâb-ı Hakkın kemâl-i kudretini ve azamet-i rububiyetini gösteren ve vahdâniyetine şehadet eden, semâvât ve arzın hilkatindeki tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilâfındaki tecellî-i rububiyet; ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir ile tecellî-i rahmet; ve semâdan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüz bin taifeleriyle ihyâ edip bir mahşer-i acaip suretine getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz, muhtelif hayvânâtı basit bir topraktan halk etmekteki tecellî-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları, nebâtat ve hayvânâtın teneffüs ve telkihlerine hizmet gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse salih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecellî-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsüman ortasında, vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acaip gibi muallâkta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki tecellî-i rububiyet gibi mensucat-ı san’atı tâdât ettikten sonra, aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevk edip tefekkür ettirmek için َلاٰياَتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der, onunla ukulü ikaz için akla havale eder.


[NOT]Dipnot-1 “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.” Bakara Sûresi, 2:164.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>azamet-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye-i insan: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hayvânât: hayvanlar</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>ihtilâf: farklılık, ayrılık</td><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ikaz: uyarma</td><td>kemâl-i kudret: kudretin mükemmelliği (bk. k-m-l; ḳ-d-r) </td></tr><tr><td>kudret: İlâhî güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>mahşer-i acaip: hayret verici şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mensucat-ı san’at: san’at dokumaları (bk. ṣ-n-a)</td><td>muallâkta: boşlukta, havada </td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli, ayrı ayrı</td><td>nebâtat: bitkiler</td></tr><tr><td>salih: elverişli, uygun</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntı</td><td>tahrik: harekete geçirme</td></tr><tr><td>taife: topluluk</td><td>tavzif etmek: vazifelendirmek</td></tr><tr><td>tecellî-i azamet-i kudret: Allah’ın kudretinin büyüklüğünün tecellîsi, yansıması (bk. c-l-y; a-ẓ-m; ḳ-d-r)</td><td>tecellî-i rahmet: rahmet yansıması (bk. c-l-y; r-ḥ-m) </td></tr><tr><td>tecellî-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin görünümü (bk. c-l-y; r-b-b) </td><td>tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet: Allah’ın ilâhlık saltanatının yansıması (bk. c-l-y; s-l-ṭ; e-l-h)</td></tr><tr><td>tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)</td><td>tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>telkih: aşılama</td><td>teneffüs: soluk alma</td></tr><tr><td>teshir: emir altında tutma</td><td>tâdât etmek: saymak</td></tr><tr><td>ukul: akıllar</td><td>vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vasıta-i rahmet: rahmet vasıtası (bk. r-ḥ-m)</td><td>vezaif-i azîme: büyük vazifeler (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âsüman: gökyüzü</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 562

ÜÇÜNCÜ MEZİYET-İ CEZÂLET: Bazan Kur’ân Cenâb-ı Hakkın fiillerini tafsil ediyor; sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir; icmalle hıfzettirir, bağlar. Meselâ,

وَكَذٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰۤى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَاۤ اَتَمَّهَا عَلٰۤى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرَاهِيمَ وَاِسْحٰقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
blank.gif
1

İşte, Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder. Der ki:

Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayı silsilenize raptedip silsilenizi nev-i beşer içinde bütün silsilelerin serdarı, hanedanınızı ulûm-u İlâhiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i talim ve hidayet suretine getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârâne saltanatını, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır’a hem aziz bir reis, hem âli bir nebî, hem hakîm bir mürşid etmek olan niâmat-ı İlâhiyeyi zikir ve tâdât edip, ilim ve hikmetle onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. Sonra, “Senin Rabbin Alîm ve Hakîmdir,” der. “Onun rububiyeti ve hikmeti iktiza eder ki, seni ve âbâ ve ecdadını Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin.” İşte, o mufassal nimetleri şu fezleke ile icmal eder.

Hem meselâ,
blank.gif
2
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاۤءُ İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın, nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufâtını şöyle gösteriyor ki:


[NOT]Dipnot-1 “Rabbin seni böylece seçkin kılacak, sana rüya tabirini öğretecek ve bundan önce ataların İbrahim ve İshak üzerine nimetini tamamladığı gibi, senin ve Yakuboğullarının üzerine de nimetini tamamlayacaktır. Muhakkak ki senin Rabbin Alîm ve Hakîmdir.” Yûsuf Sûresi, 12:6.

Dipnot-2
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Mısır: (bk. bilgiler)</td><td>Rab: herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>aziz: izzetli, şerefli, çok değerli (bk. a-z-z)</td><td>ecdad: atalar</td></tr><tr><td>fezleke: netice, özet</td><td>hakîm/Hakîm: hikmet sahibi; herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b) </td></tr><tr><td>hücre-i talim: eğitim hücresi (bk. a-l-m)</td><td>hıfzetmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>icmal: özetleme (bk. c-m-l)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>makam-ı nübüvvet: peygamberlik makamı (bk. n-b-e)</td><td>mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>meziyet-i cezâlet: ifade güzelliğindeki üstünlük (bk. c-z-l)</td><td>mufassal: ayrıntılı</td></tr><tr><td>mümtaz: üstün, seçkin</td><td>mürşid: doğru yolu gösterici (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>nebî: peygamber (bk. n-b-e)</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>nimet-i İlâhiye: İlâhi nimetler (bk. n-a-m; e-l-h)</td><td>rapt etmek: bağlamak</td></tr><tr><td>reis: başkan</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>saadetkârâne: mutlu bir şekilde</td></tr><tr><td>serdar: kumandan</td><td>serfiraz: yükselten, başı yüksek, başkalarından üstün</td></tr><tr><td>silsile: zincir</td><td>silsile-i enbiya: peygamberler zinciri (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tafsil etmek: ayrıntılandırmak</td></tr><tr><td>tasarrufât: tasarruflar, kullanımlar (bk. ṣ-r-f)</td><td>tâdât etmek: saymak</td></tr><tr><td>ulûm-u İlâhiye: İlâhî ilimler (bk. a-l-m; e-l-h)</td><td>zikir: anmak, hatırlatmak</td></tr><tr><td>âbâ: babalar</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âli: yüce</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 563

İzzet ve zillet, fakr ve servet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek, kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufâtına kadar, meşiet ve takdir-i İlâhiye iledir, tesadüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikînin hazine-i rahmetinden gönderdiğini bir iki mukaddime ile ispat eder. Şöyle ki:

Der: Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshir eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzâk olur. Sonra da وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاۤءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
blank.gif
1
der. Bu cümlede o tafsilâtlı fiilleri icmal ve ispat eder. Yani, size hesapsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ,

وَلَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْناَهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَأْناَهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1 Âl-i İmrân Sûresi, 3:27.

Dipnot-2
“And olsun ki Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını rahme asılı pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bam başka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şânı ne yücedir!” Mü’minûn Sûresi, 23:12-14.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ)</td><td>Rezzâk-ı Hakikî: gerçek rızık verici olan Allah (bk. r-z-ḳ; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>elfaz: lafızlar, sözler</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>etvâr: haller, tavırlar</td></tr><tr><td>fakr: fakirlik (bk. f-k-r)</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>hilkat-ı insan: insanın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hülâsa: özet</td><td>icmal: özetleme (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>irade: istek, tercih (bk. r-v-d)</td><td>izzet: şeref, üstünlük, yücelik (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>kesret-i tabaka: çokluk tabakaları (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>kâh: bazen</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat-ı mezkûre: adı geçen yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkat-ı İlâhiye: Allah’ın yaratıkları (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)</td><td>meşiet: dileme, arzu</td></tr><tr><td>meşiet ve takdir-i İlâhi: Allah’ın dilemesi ve takdiri (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>nükte-i belâğat: belâğat inceliği (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>semere: meyve</td><td>servet: zenginlik</td></tr><tr><td>tafsilât: ayrıntılar</td><td>tasarrufât: tasarruflar, kullanımlar (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tertip: sıralama, düzen</td><td>teshir eden: emri altında tutan </td></tr><tr><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td><td>âyine-misal: ayna gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>şeffafiyet: şeffaflık, saydamlık</td><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 564

âyine-misal bir tarzda zikredip tertip ediyor ki,
blank.gif
1
فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi, şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş.
blank.gif
2
Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.

Hem meselâ,

اِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ، تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
blank.gif
3

İşte, Kur’ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ, gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse, “Bârekâllah, mâşaallah, fetebârekâllahü Rabbü’l-Âlemîn demeye hâhişger olur. Demek, تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.

BEŞİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân, bazan tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyâta medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-ı sabite suretine çevirmek için sabit, nuranî, küllî esmâ ile icmal eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.


[NOT]Dipnot-1 “Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şânı ne yücedir!” Mü’minûn Sûresi, 23:14.

Dipnot-2
bk. El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 18:16.

Dipnot-3
“Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üzerinde hükmünü icra eden Allah’tır. O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı. İyi bilin ki, yaratmak da Ona aittir, yaratıklarının tedbir ve idaresi de. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir!” A’râf Sûresi, 7:54.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b)</td><td>Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>azamet-i kudret-i İlâhiye: Allah’ın kudretinin sonsuz büyüklüğü (bk. a-ṣ-m; ḳ-d-r; e-l-h)</td><td>bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış, Allah hayırlı ve mübarek kılsın (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>cüz’iyat: küçük, ferdî şeyler (bk. c-z-e)</td><td>emirber nefer: emre hazır asker</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>fezleke: özet, netice</td></tr><tr><td>hakaik-i sabite: sabit gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâhişger: istekli, arzulu</td></tr><tr><td>hâtime: son</td><td>hülâsa: özet</td></tr><tr><td>icmal etmek: özetlemek (bk. c-m-l)</td><td>insicam: düzgünlük, uyumluluk</td></tr><tr><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td><td>kemâl-i nizam: mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td></tr><tr><td>keyfiyât: keyfiyetler, durumlar</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>kâtib: yazıcı (bk. k-t-b)</td><td>küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>maruz: uğrayan, tesirinde kalan</td><td>medar: eksen, kaynak</td></tr><tr><td>meziyet-i cezâlet: ifade güzelliğindeki üstünlük (bk. c-z-l)</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>mâşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış</td><td>müheyyâ: hazır</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td><td>saltanat-ı Rububiyet: Rablık saltanatı; Allah’ın her şeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td></tr><tr><td>sâbık: önceki, geçmiş</td><td>tagayyür: değişim</td></tr><tr><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td><td>tertip etmek: sıralamak, düzenlemek</td></tr><tr><td>vahy: Allah tarafından peygambere gelen bilgiler (bk. v-ḥ-y)</td><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âyine-misal: ayna gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>âyât-ı rububiyet: rububiyet delilleri (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>şeffafiyet: şeffaflık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 565

Birinci mânânın misallerinden, meselâ

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِاَسْمَاۤءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالوُا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1

İşte, şu âyet, evvelâ “Hazret-i Âdem’in hilâfet meselesinde melâikelere rüçhaniyetine medar, ilmi olduğu” olan bir hadise-i cüz’iyeyi zikreder. Sonra, o hadisede, melâikelerin Hazret-i Âdem’e karşı ilim noktasında hadise-i mağlûbiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hadiseyi, iki ism-i küllî ile icmal ediyor-yani

اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Yani, “Alîm ve Hakîm Sen olduğun için Âdem’i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için bize istidadımıza göre veriyorsun, onun istidadına göre rüçhaniyet veriyorsun.”

İkinci mânânın misallerinden, meselâ,

وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا
ilâ âhir. خَالِصًا سَاۤئِغًا لِلشَّارِبِينَ
blank.gif
2

فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
blank.gif
3

İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakkın koyun, keçi, inek, manda, deve gibi mahlûklarını insanlara hâlis, sâfi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara lâtif, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu’cizât-ı kudretini şifalı ve tatlı, güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece


[NOT]Dipnot-1 “Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklere gösterdi. ‘Eğer iddianızda doğru iseniz, bunların isimlerini Bana söyleyin’ buyurdu. Melekler ‘Seni her türlü noksandan tenzih ederiz,’ dediler. ‘Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Alîm ve Hakîm olan Sensin.’” Bakara Sûresi, 2:31-32.

Dipnot-2
“Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir sütle sizi besleriz.” Nahl Sûresi, 16:66.

Dipnot-3
“Onda insanlar için şifa bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.” Nahl Sûresi, 16:69.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>evvelâ: ilk olarak</td><td>hadise-i cüz’iye: küçük hadise (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>hadise-i mağlûbiyet: mağlup olma hadisesi</td><td>hilâfet: halifelik, yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>hâlis: katıksız, temiz (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>icmal etmek: özetlemek (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td><td>ism-i küllî: büyük ve kapsamlı isim (bk. s-m-v; k-l-l)</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>leziz: lezzetli, tatlı</td></tr><tr><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)</td><td>medar: vesile, sebep</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>rüçhaniyet: üstünlük</td></tr><tr><td>sâfi: pak, duru, temiz (bk. ṣ-f-y)</td><td>tâlim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 566

gösterdikten sonra, tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
blank.gif
1
der, hâtime verir.

ALTINCI NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kâh oluyor ki, âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı rububiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdetle birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir.

Meselâ,

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ
blank.gif
2

İşte, Âyetü’l-Kürsîde on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber
blank.gif
3
مَنْ ذاَ الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلاَّ بِاِذْنِهِ cümlesiyle, gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem şu âyet İsm-i Âzamın mazharı olduğundan, hakaik-ı İlâhiyeye ait mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rububiyeti gösteriyor. Hem umum semâvât ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede, umuma şamil bir hafîziyeti zikrettikten sonra, bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarının menbalarını وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ile hülâsa eder.

Hem meselâ,

اَللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَاۤئِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ


[NOT]Dipnot-1 “Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.” Nahl Sûresi, 16:69.

Dipnot-2
“Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. Herşeyden yüce ve herşeyden büyük olan da ancak Odur.” Bakara Sûresi, 2:255.

Dipnot-3
“Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir?” Bakara Sûresi, 2:255.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahkâm-ı rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti ve rububiyetinin hükümleri (bk. ḥ-k-m; r-b-b)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>gayr: başkası</td></tr><tr><td>hafiziyet: koruyuculuk (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>hakaik-ı İlâhiye: Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>hâtime: son</td><td>hülâsa etmek: özetlemek</td></tr><tr><td>ibret: düşündürücü ders</td><td>kaide-i külliye: genel kural (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>müdahale: karışma</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>nükte-i belâğat: belâğat inceliği (bk. b-l-ğ)</td><td>rabıta-i vahdet: birlik bağı (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>tabaka-i tevhid: tevhid derecesi (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>tasarruf-u rububiyet: rububiyetin tasarruf ve idaresi (bk. ṣ-r-f; r-b-b)</td><td>tecelliyat: tecellîler, yansımalar (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tedbir-i ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıyla bütün varlık âlemini tedbiri, idaresi (bk. d-b-r; e-l-h)</td><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>umum: bütün, genel</td><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td></tr><tr><td>Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti</td><td>âzamiyet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>âzamî: en büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>şamil: içine alan, kapsayıcı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 567

وَاٰتيٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا
blank.gif
1

İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakkın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sair aktârında bulunan herbir nevi meyvelerinden herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa’ylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar, yani hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maişetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir. İşte bu niam-ı İlâhiyeyi tâdât ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede de ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu, şu

وَاٰتيٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا

fezleke ile gösterir. Yani, istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlâhiye tâdât ile bitmez, tükenmez. Evet, insanın madem bir sofra-i nimeti semâvât ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesaba gelmez.

YEDİNCİ SIRR-I BELÂĞAT: Kâh oluyor ki, âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini


[NOT]Dipnot-1 “O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi. Onun emriyle denizde seyretsinler diye gemileri sizin hizmetinize verdi. Nehirleri de yine sizin hizmetinize verdi. Birbiri ardınca dönüp duran güneşi ve ayı da sizin hizmetinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi. O, sözünüz ve halinizle istediğiniz herşeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz.” İbrahim Sûresi, 14:32-34.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Mün’im-i Hakiki: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>aktâr: bölgeler</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>azletmek: ayırmak, uzaklaştırmak</td><td>fezleke: özet, netice</td></tr><tr><td>fıtrî: doğal (bk. f-ṭ-r)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hâb-ı rahat: rahat uykusu</td></tr><tr><td>icad: vücut verme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen doğal ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>istifade: faydalanma</td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>maişet: geçim (bk. a-y-ş)</td><td>medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>musahhar etmek: hizmetine vermek</td><td>mübadele: değiştirmek</td></tr><tr><td>münasebettar: ilişkili (bk. n-s-b)</td><td>müsebbeb: sebep olunan şey, sonuç (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>niam-ı İlâhiye: Allah’ın nimetleri (bk. n-a-m; e-l-h)</td><td>nimet-i İlâhiye: Allah’ın verdiği nimet (bk. n-a-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>semere: meyve, netice</td></tr><tr><td>semere-i sa’y: çalışmanın meyvesi, neticesi</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>sırr-ı belâğat: belâğat sırrı, esprisi (bk. b-l-ğ)</td><td>takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>teshir: boyun eğdirme</td><td>ticaretgâh: ticaret yeri</td></tr><tr><td>tâdât etmek: saymak</td><td>vesait-i nakliye: taşıma araçları</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>zâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 
Üst