Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 588

icmâlen bahseder. Adeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez.

Kur’ân ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılâpçı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni tarafından tavzif edilen vezâif-i ubûdiyetkârânelerinden ve Sâniin isimlerine ne vech ile ve nasıl delâlet ettiklerini ve evâmir-i tekvîniye-i İlâhiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder.

İşte, felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur’âniyenin şu tafsil ve icmal hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir, göreceğiz. İşte, nasıl elimizdeki saat, sureten sabit görünüyor; fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ıztırapları vardır. Aynen onun gibi, kudret-i İlâhiyenin bir saat-i kübrâsı olan şu dünya, zâhirî sabitiyetiyle beraber, daimî zelzele ve tagayyürde, fenâ ve zevâlde yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tâdât eden bir iğnedir. İşte, zaman, dünyayı emvâc-ı zevâl üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır.

Şimdi, zamanın dünyaya verdiği şu şekille beraber, mekân itibarıyla dahi, yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit bir saat hükmündedir. Çünkü cevv-i hava mekânı çabuk tagayyür ettiğinden, bir halden bir hale sür’aten geçtiğinden, bazı günde birkaç defa bulutlarla dolup boşalmakla, saniye sayan milin suret-i tagayyürü hükmünde bir tagayyür veriyor.

Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü, mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden, dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin, yüzü itibarıyla böyle olduğu gibi, batnındaki inkılâbat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibâlin


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>adem: yokluk</td></tr><tr><td>ayn-ı hakikat: gerçeğin kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>batn: iç</td></tr><tr><td>cevv-i hava: hava boşluğu</td><td>cibâl: dağlar</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>delâlet: delil olma, işaret etme</td></tr><tr><td>emvâc-ı zevâl: kaybolup giden, yok olan dalgalar (bk. z-v-l)</td><td>evâmir-i tekvîniye-i İlâhiye: Allah’ın yaratılışa âit emirleri (bk. k-v-n; e-l-h)</td></tr><tr><td>felsefe-i beşeriye: insanların geliştirdikleri fikir, felsefe</td><td>fenâ: gelip geçicilik, ölümlülük (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>gayr-ı sabit: sabit olmayan</td><td>harekât: hareketler</td></tr><tr><td>hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)</td><td>huruf: harfler</td></tr><tr><td>hâsiyet: özellik</td><td>icmal: özetleme (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)</td><td>inkılâbat: büyük değişmeler</td></tr><tr><td>inkılâpçı: değişen</td><td>inkıyad: boyun eğme, itaat etme</td></tr><tr><td>istikbal: gelecek zaman</td><td>kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahiyet: öz, nitelik, özellik</td></tr><tr><td>mahz-ı hak: hakkın, doğrunun kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>mekân-ı arz: yeryüzü (bk. m-k-n)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td><td>nakış: süsleme, işleme (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nebat: bitki</td><td>saat-i kübrâ: çok büyük saat (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>sabitiyet: sabitlik</td><td>seyyal: akıcı</td></tr><tr><td>seyyar: gezici</td><td>suret-i tagayyür: değişme şekli (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td><td>surî: görünüşteki</td></tr><tr><td>sür’aten: hızla</td><td>tafsil: ayrıntılandırma</td></tr><tr><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td><td>tagayyür: başkalaşma, değişme</td></tr><tr><td>tavzif edilmek: vazifelendirilmek</td><td>tebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek</td></tr><tr><td>tâdât etmek: saymak</td><td>vecih: şekil, tarz</td></tr><tr><td>vezâif-i ubûdiyetkârâne: kulluğa yakışır şekilde yapılan vazifeler (bk. a-b-d)</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)</td><td>zaman-ı hazır: şimdiki zaman</td></tr><tr><td>zelzele: sarsıntı, deprem</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zevâl: geçip gitme, kaybolma (bk. z-v-l)</td><td>zikretmek: belirtmek</td></tr><tr><td>ıztırap: sıkıntı, aşırı elem</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 589

çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi, dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir.

Dünya hanesinin tavanı olan semâ mekânı ise, ecramların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufâtın vuku bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tagayyürat gösterir ki, semâ dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tagayyürâtı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi, çendan ağır ve geç oluyor, fakat herhalde geçici ve zevâl ve harabiyete karşı gittiğini gösteriyor.
İşte, dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tagayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedâniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl ise, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i şuûnâtını ayrı ayrı tavsifatla gösteren, tazelenen âyineleridir.

İşte, dünya, dünya itibarıyla hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gafletle sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte, felsefe-i sakîme, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedar lehviyatıyla, sarhoşâne hevesatıyla o dünyanın hem cumudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küduretle bulanmasını taz’îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor.

Amma Kur’ân ise, şu hakikatteki dünyayı, dünya cihetiyle
blank.gif
1
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ
blank.gif
2
وَالطُّورِ وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ
blank.gif
3
اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
âyâtıyla pamuk gibi hallaç eder, atar.


[NOT]Dipnot-1 “Çarpacak olan felâket. Nedir o çarpacak olan felâket?” Kària Sûresi, 101:1-2.

Dipnot-2
“Yemin olsun Tûr’a ve satır satır yazılı kitaba.” Tûr Sûresi, 52:1-2.

Dipnot-3
“Kıyamet koptuğu zaman.” Vâkıa Sûresi, 56:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>cazibedar: çekici</td></tr><tr><td>cilve-i şuûnat: Allah’ın iş ve tasarruflarının görünümü (bk. c-l-y; ş-e-n)</td><td>cumudet: katılık, sertlik</td></tr><tr><td>ecram: gök cisimleri, yıldızlar</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>felsefe-i sakîme: hastalıklı felsefe; yanlış yoldaki felsefe</td><td>fenâ: yok oluş (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fikr-i tabiat: tabiat fikri (bk. f-k-r; ṭ-b-a)</td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>harabiyet: yok oluş</td></tr><tr><td>harekât: hareketler</td><td>hasf: yerin çökmesi, göçmesi</td></tr><tr><td>hevesat: hevesler, gelip geçici arzu ve istekler</td><td>hikmet-i tabiiye: tabiatı konu alan fen ilmi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) </td></tr><tr><td>husufât: ay tutulmaları</td><td>incimad: donma</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td><td>kesafet ve küduret peyda etmek: katılaşmak ve bulanıklaşmak</td></tr><tr><td>küduret: bulanıklık</td><td>küsufat: güneş tutulmaları</td></tr><tr><td>lehviyat: eğlenceler, oyunlar</td><td>medeniyet-i sefihe: sefahate düşkün medeniyet</td></tr><tr><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler, varlıklar (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td><td>mürur edici: geçici</td></tr><tr><td>rükün: esas, şart (bk. r-k-n)</td><td>rıhlet: yolculuk, göç</td></tr><tr><td>sarhoşane: sarhoşçasına</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sukut: düşmek</td><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tagayyürât: başkalaşmalar</td><td>tavsifat: vasıflandırmalar, özelliklerini ortaya koyma (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>taz’if etmek: artırmak</td><td>tebeddülât-ı ahvâl: hallerin değişmesi</td></tr><tr><td>tetkikat-ı felsefe: felsefenin inceleme ve araştırmaları</td><td>vuku: olma, meydana gelme</td></tr><tr><td>zevâl: geçip gitme, kaybolma (bk. z-v-l)</td><td>ziyade etmek: artırmak</td></tr><tr><td>zuhur: görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>çendan: gerçi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 590

وَ لَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
1
اَفَلَمْ يَنْظُرُوۤا اِلَى السَّمَاۤءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا
blank.gif
2
اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوۤا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا
blank.gif
3
gibi beyanatıyla o dünyaya şeffafiyet verir ve bulanmasını izale eder.

blank.gif
4
اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
5
وَمَا الْحَيوةُ الدُّنْيَاۤ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ


gibi nurefşan neyyirâtıyla câmid dünyayı eritir.
blank.gif
6
اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ ve

blank.gif
7
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve
blank.gif
8
اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ
وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَاۤءَ اللهُ
blank.gif
9

mevt-âlûd tabirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini parça parça eder.

يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاۤءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَمَا كُنْتُمْ وَاللهُ بِمَا
تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
blank.gif
10

وَقُلِ الْحَمْدُ ِللهِ سَيُرِيكُمْ اٰيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
blank.gif
11

Gök gürlemesi gibi sayhalarıyla, tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır.


[NOT]Dipnot-1 “Onlar göklerin ve yerin ifade ettiği mânâlara bakmazlar mı?” A’râf Sûresi, 7:185.

Dipnot-2
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina etmişiz?” Kaf Sûresi, 50:6.

Dipnot-3
“İnkâr edenler görmedi mi ki, gökler ve yer bitişik idi?” Enbiyâ Sûresi, 21:30.

Dipnot-4
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir oyalanmadan ibarettir.” En’âm Sûresi, 6:32.

Dipnot-5
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.

Dipnot-6
“Gök yarıldığı zaman.” İnfitar Sûresi, 82:1.

Dipnot-7
“Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.

Dipnot-8
“Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.

Dipnot-9
“Sûra üfürülür. Ve Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür.” Zümer Sûresi, 39:68.

Dipnot-10
“O, yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Nerede olsanız O sizinledir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.” Hadid Sûresi, 57:4.

Dipnot-11
“De ki: Hamd Allah’a mahsustur; O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Senin Rabbin, işlediklerinizden habersiz değildir.” Neml Sûresi, 27:93.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td><td>câmid: cansız, sert, katı</td></tr><tr><td>ebediyet-i mevhume: sonsuzluk kuruntusu (bk. e-b-d)</td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>izale etmek: gidermek</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mevt-âlûd: ölümcül, ölümle karışık (bk. m-v-t)</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>neyyirât: nurlu hakikatler (bk. n-v-r)</td><td>nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>tabiat fikri: materyalist düşünce; tabiat için söylenen, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesi (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tabir: ifade (bk. a-b-r)</td><td>tevlid etmek: doğurmak</td></tr><tr><td>âyât: ayetler</td><td>şeffafiyet: şeffaflık, saydamlık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 591

Hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle, beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir, kâinat kitabının mânâlarını talim eder, hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyatta sarf ettirmiyor.

ÜÇÜNCÜ ZİYA

İkinci Ziyada, hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kur’âniyeye karşı sukutuna ve hikmet-i Kur’âniyenin i’câzına işaret ettik. Şimdi, şu Ziyada, Kur’ân’ın şakirtleri olan asfiya ve evliya ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı işrâkıyyunun hikmetleriyle Kur’ân’ın hikmetine karşı derecesini gösterip şu cihette Kur’ân’ın i’câzına muhtasar bir işaret edeceğiz.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir burhan ve i’câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’ân, bütün aksâm-ı tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzımâtıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş; hem bütün hakaik-ı âliye-i İlâhiyenin muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-i Hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmları cem etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş; hem rububiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını kemâl-i muvazene ile cem etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem, bir hâsiyettir; kat’iyen beşerin eserinde mevcut değil ve eâzım-ı insaniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umurun bâtınlarına geçen işrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksimü’l-a’mâl hükmünde,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>aksâm-ı tevhid: tevhidin kısımları (bk. v-ḥ-d)</td><td>alâmet: belirti, işaret</td></tr><tr><td>asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beşer: insan </td><td>burhan: güçlü delil </td></tr><tr><td>bâtın: iç</td><td>cem etmek: toplamak (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>eâzım-ı insaniye: insanların ileri gelenleri (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>hakaik-ı âliye-i İlâhiye: İlâhî yüce hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)</td><td>hakikat-i dünya: dünyanın gerçek mahiyeti, aslı esası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i beşeriye: insanların geliştirdikleri fikir, felsefe (bk. ḥ-k-m)</td><td>hurufat: harfler</td></tr><tr><td>hâsiyet: özellik, hususiyet</td><td>hükema: âlimler, filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hükema-yı işrâkıyyun: bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td><td>iktiza: gerektirme </td></tr><tr><td>işrâkıyyun: bilginin kaynağının manevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan felsefeciler</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kavî: güçlü, kuvvetli</td></tr><tr><td>kemâl-i muvazene: tam bir denge (bk. k-m-l; v-z-n) </td><td>levâzımât: gereklilikler</td></tr><tr><td>maarif: bilgiler (bk. a-r-f)</td><td>melekût: birşeyin iç yüzü, aslı, esası (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>merâtib: mertebeler, dereceler</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhtasar: kısa</td><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mâlâyâniyat: faydasız, boş şeyler </td><td>münevver: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>netâic-i efkâr: fikirlerin neticesi (bk. f-k-r)</td><td>nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nüfuz etme: geçme</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)</td><td>sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sukut: alçalma, düşüş</td></tr><tr><td>taksimü’l-a’mâl: işbölümü</td><td>talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>ulviyet: yücelik</td></tr><tr><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td><td>umur: işler</td></tr><tr><td>zahir: açık (bk. ẓ-h-r)</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>şakirt: talebe</td></tr><tr><td>şuûnat: haller, fiil ve işler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 592

herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.

Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur’ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur’ân’dan başka, çendan Kur’ân’dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz’î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acip bir temsille izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsille şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cinsinden ve Kur’ân’ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs geliyor.

Bahr-i hakaik olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td><td>aksâm: kısımlar, parçalar</td></tr><tr><td>bahr-i hakaik: gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>bilâşüphe: şüphesiz </td></tr><tr><td>cevahir: cevherler</td><td>cevher: değerli taş</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük, kişisel (bk. c-z-e)</td><td>define: hazine</td></tr><tr><td>enzar: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>fusus: yüzük taşları</td><td>gavvas: define arayan dalgıç</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i külliye: herşeyle ilgisi olan, çok büyük ve geniş hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-l)</td></tr><tr><td>hakikat-i mutlaka: kesin ve kayıtsız gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ṭ-l-ḳ) </td><td>hâkezâ: bunun gibi</td></tr><tr><td>hükema-yı işrâkıyyun: bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan filozoflar </td><td>ifrat: aşırılık </td></tr><tr><td>ihata etmek: kuşatmak, kapsamak</td><td>ihlâl etmek: bozmak</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme (bk. n-k-r)</td><td>itikad etmek: inanmak</td></tr><tr><td>itimad etmek: güvenmek</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>izale etmek: ortadan kaldırmak</td><td>kehribar: birşeye hızlı bir şekilde sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeken değerli bir taş</td></tr><tr><td>keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)</td><td>kürevî: yuvarlak</td></tr><tr><td>meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)</td><td>mizan: ölçü, tartı (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mukayyet: kayıtlı, sınırlı</td><td>murabba: dört köşeli </td></tr><tr><td>mutasavvıfîn: tasavvuf ehli olanlar</td><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muztar: mecbur, çaresiz</td><td>mu’zam: birşeyin en büyük kısmı (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>nazar-ı küllî: herşeyi görebilen bakış (bk. n-ẓ-r; k-l-l) </td><td>nukuş: nakışlar (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nâkıs: eksik</td><td>sünnet: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler (bk. s-n-n)</td></tr><tr><td>tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>teemmül: düşünme, inceden inceye araştırma</td></tr><tr><td>teferruat: ayrıntılar</td><td>tefrit: tersine aşırılık, normalden aşağı olma</td></tr><tr><td>tekellüfât: zorluklar</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetmek, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>tevilât: yorumlar</td></tr><tr><td>tâbi: uyan </td><td>tâtil: reddetme, terketme</td></tr><tr><td>zevâid: fazlalıklar</td><td>çendan: gerçi</td></tr><tr><td>şecere-i uzmâ: en büyük ağaç (bk. a-ẓ-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 593

Lâkin onların gözleri açık; defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok, görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir.
Meselâ, âyet-i

وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
blank.gif
1

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاۤءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
blank.gif
2

ifade ettikleri azamet-i rububiyeti gördüğü gibi,

اِنَّ اللهَ لاَ يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاۤءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاۤءُ
blank.gif
3
مَا مِنْ دَاۤبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
blank.gif
4
وَكَأَيِّنْ مِنْ دَاۤبَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
blank.gif
5
ifade ettikleri şümul-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ
blank.gif
6

ifade ettiği vüs’at-i hallâkıyeti görüp gösterdiği gibi,

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
blank.gif
7

ifade ettiği şümul-ü tasarrufu ve ihata-i rububiyeti görüp gösterir.

يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهاَ
blank.gif
8

ifade ettiği hakikat-i azîme ile


[NOT]Dipnot-1 “Kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun kabza-i tasarrufundadır. Gökler de Onun yed-i kudretinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-2
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.

Dipnot-3
“Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir suret veren de Odur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:5-6.

Dipnot-4
“Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın.” Hûd Sûresi, 11:56.

Dipnot-5
“Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir.” Ankebut Sûresi, 29:60.

Dipnot-6
“Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti.” En’âm Sûresi, 6:1.

Dipnot-7
“Sizi de, yaptıklarınızı da yarattı.” Sâffât Sûresi, 37:96.

Dipnot-8
“Yeryüzünü ölümünün ardından diriltir.” Rum Sûresi, 30:50.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>azamet-i rububiyet: rububiyetin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) </td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>hakikat-i azîme: büyük gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)</td><td>hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hüsn-ü cemâl: güzellik ve parlaklık (bk. ḥ-s-n; c-m-l)</td><td>ihata etmek: kuşatmak</td></tr><tr><td>ihata-i rububiyet: rububiyetinin kapsayıcılığı (bk. r-b-b)</td><td>insicam: düzgün akış, uyumluluk</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>tavsif etmek: özellikliklerini anlatmak (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>vüs’at-i hallâkıyet: yaratıcılığın genişliği (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>şümul-u rahmet: rahmetin kapsamı (bk. r-ḥ-m)</td><td>şümul-ü tasarruf: tasarrufun kapsamı (bk. ṣ-r-f)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 594

وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ
blank.gif
1

ifade ettiği hakikat-i kerîmâneyi

وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ
blank.gif
2

ifade ettiği hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.

اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَاۤفَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَايُمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمَنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ بَصِيرٌ
blank.gif
3

ifade ettikleri hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâneyi

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا
blank.gif
4
ifade ettiği hakikat-i azîme ile

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
blank.gif
5

ifade ettiği hakikat-i rakîbâneyi

هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْباَطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
blank.gif
6

ifade ettiği hakikat-i muhita gibi

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
blank.gif
7

ifade ettiği akrebiyeti

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
blank.gif
8


[NOT]Dipnot-1 “Rabbin balarısına ilham etti.” Nahl Sûresi, 16:68.

Dipnot-2
“Güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-3
“Üzerlerinde dizi dizi kanat çırpıp duran kuşları da mı görmüyorlar? Onları havada tutan Rahmân’dan başkası değildir. O herşeyi hakkıyla görür.” Mülk Sûresi, 67:19.

Dipnot-4
“Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez.” Bakara Sûresi, 2:255.

Dipnot-5
“Nerede olsanız O sizinledir.” Hadid Sûresi, 57:4.

Dipnot-6
“O Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır. O herşeyi hakkıyla bilendir.” Hadid Sûresi, 57:3.

Dipnot-7
“And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız.” Kaf Sûresi, 50:16.

Dipnot-8
“Melekler ve Cebrâil, elli bin sene uzunluğunda olan bir günde, Allah’ın emrini almak üzere Arşa yükselirler.” Meâric Sûresi, 70:4.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>akrebiyet: çok yakınlık; Allah’ın kula yakınlığı</td><td>hakikat-i azîme: büyük gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m) </td></tr><tr><td>hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâne: büyük bir âmire ve hâkime yakışan büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m; ḥ-k-m) </td><td>hakikat-i kerîmâne: ihsan ve ikramda bulunma gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-r-m)</td></tr><tr><td>hakikat-i muhita: herşeyi kuşatan gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâne: merhamet ve tedbirle iş gören bir zâta yakışan hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; r-ḥ-m; d-b-r) </td></tr><tr><td>hakikat-i rakîbâne: herşeyi gözetleyen bir zâta yakışan hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 595

işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi

اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَاۤئِ ذِى الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاۤءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ
blank.gif
1

ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasten ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip, o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsi neş’et eder.

İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulema-i ilm-i kelâm, Kur’ân’ın şakirtleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuhla ifade ve kat’î ispat ve ciddî ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat hükmünde olan marifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü’l-Vücudu ispat ederler.

Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.

İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek,


[NOT]Dipnot-1 “Allah adaleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabaya ikram etmeyi emreder; fuhşiyâtı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar.” Nahl Sûresi, 16:90.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabî: Arapça</td><td>Mutezile: aklı temel kabul ederek Kur’ân ve Sünneti kendi akıllarına uydurmaya çalışan ehl-i sünnet dışı batıl bir mezhep</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi san’atla yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>amelî: amelle ilgili</td></tr><tr><td>asâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın mu’cizeli deyneği</td><td>bahr: deniz </td></tr><tr><td>bâtın-ı umur: işlerin içyüzleri, görünmeyen yönleri</td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>cidden: ciddî olarak</td><td>dünyevî: dünyayla ilgili</td></tr><tr><td>düstur: kural, prensip</td><td>erkân-ı hamse-i İslâmiye: İslâmın beş şartı (bk. r-k-n; s-l-m)</td></tr><tr><td>erkân-ı imaniye: imanın şartları (bk. r-k-n; e-m-n)</td><td>erkân-ı sitte-i imaniye: imanın altı şartı (bk. r-k-n; e-m-n)</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i câmia: çok mânâları içinde toplayan hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; c-m-a) </td><td>hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hasıl olmak: meydana gelmek</td><td>heyet-i mecmua: birşeyin geneli, bütün (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>idame: devam</td></tr><tr><td>ilmî: ilimle ilgili (bk. a-l-m)</td><td>ittibâ etmek: uymak</td></tr><tr><td>i’câz-ı mânevi: mânevî mu’cizelik (bk. a-c-z; a-n-y)</td><td>kasten: isteyerek</td></tr><tr><td>katre: damla</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>marifet-i İlâhiye: Allah’ı bilme ve tanıma (bk. a-r-f; e-l-h)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>nakl: Kur’ân-ı Kerim, hadis-i şerif gibi İslâmın asıl kaynakları</td><td>neş’et etmek: meydana gelmek, doğmak</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>silsile: zincir</td></tr><tr><td>silsile-i esbab: sebepler zinciri (bk. s-b-b)</td><td>sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler (bk. s-n-n)</td></tr><tr><td>sırr-ı azîm: büyük sır (bk. a-ẓ-m)</td><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td></tr><tr><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>tereşşuh etmek: sızmak</td></tr><tr><td>uhrevî: âhiretle ilgili (bk. e-ḫ-r)</td><td>ulema-i ilm-i kelâm: kelâm âlimleri (bk. a-l-m; k-l-m)</td></tr><tr><td>vuzuh: açıklık</td><td>vücud-u Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah’ın varlığı (bk. v-c-d; v-c-b)</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şakirt: talebe, öğrenci</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 596

meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzını gösterir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif



Hâtime

Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzından iki lem’a-i i’câziye On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem’a-i i’câzın menbaıdır. Hem Kur’ân’da, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân, Yirminci Sözün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sair Sözlerde ve risale-i Arabiyemde çok lemeât-ı i’câziye zikredilip, onlara iktifâen yalnız şunu deriz ki:

Bir mu’cize-i Kur’âniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu’cizât-ı enbiya Kur’ân’ın bir nakş-ı i’câzını göstermiştir. Öyle de, Kur’ân, bütün mu’cizâtıyla bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olur ve bütün mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ki, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir; ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu’cize olur. Çünkü, o vakit birtek kelime, bir çekirdek gibi, bir şecere-i hakaikı mânen tazammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi, hakikat-i uzmânın bütün âzâsına münasebettar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>acz: acizlik (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>bid’a: sonradan uydurulan ve dine zarar verecek yenilikler (bk. b-d-a)</td><td>cemaat: topluluk (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cemaat-i beşeriye: insan toplulu-ğu (bk. c-m-a)</td><td>dalâlet: hak yoldan, inançsızlık sapkınlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>firak-ı dâlle: hak yoldan sapmış, inançsız gruplar (bk. ḍ-l-l)</td><td>fırka: grup</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i uzmâ: en büyük gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)</td><td>heyet: genel, bütün</td></tr><tr><td>huruf: harfler</td><td>hâtime: sonuç, son bölüm</td></tr><tr><td>icmâl: özetleme (bk. c-m-l)</td><td>iktifâen: yeterli görerek</td></tr><tr><td>ilm-i muhit: herşeyi içine alan ilim (bk. a-l-m)</td><td>irade: dileme, tercih ve seçim yapma gücü (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>istinad etmek: dayanmak (bk. s-n-d)</td><td>itimad etmek: güvenmek</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td><td>lemeât-i i’câziye: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>merkez-i kalb: kalbin merkezi</td><td>mevki: konum, yer</td></tr><tr><td>meşhudat: görünen ve bilinen şeyler (bk. ş-h-d)</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td><td>mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstülük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cize-i Ahmediye: Peygamberimizin mu’cizesi (bk. a-c-z; ḥ-m-d)</td><td>mu’cize-i Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizesi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e) </td></tr><tr><td>münasebettar: ilgili, bağlantılı (bk. n-s-b)</td><td>nakş-ı i’câz: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z) </td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbet: bağ (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>reşha: sızıntı</td><td>risale-i Arabiye: Arapça risale (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>riyaset: başkanlık</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sebeb-i kusur: kusur sebebi (bk. s-b-b)</td><td>tazammun etmek: içine almak</td></tr><tr><td>tekrarat: tekrarlar</td><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimler (bk. a-l-m; k-v-n) </td><td>vâzıhan: açıkça</td></tr><tr><td>zuhur: görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri</td></tr><tr><td>âzâ: azalar, organlar</td><td>şecere-i hakaik: gerçekler ağacı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 597

ulema-i ilm‑i huruf, Kur’ân’ın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve dâvâlarını o fennin ehline ispat ediyorlar.

Risalenin başından şuraya kadar bütün Şuleleri, Şuaları, Lem’aları, Nurları, Ziyaları nazara topla, birden bak. Baştaki dâvâ, şimdi kat’î netice olarak, yani,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتوُا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتوُنَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيراً
blank.gif
1

yı yüksek bir sadâ ile okuyup ilân ediyorlar.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2

رَبَّناَ لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَأْناَ
blank.gif
3

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
blank.gif
4
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ اَفْضَلَ وَاَجْمَلَ وَاَنْبَلَ وَاَظْهَرَ وَاَطْهَرَ وَاَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَاَكْرَمَ وَاَعَزَّ وَاَعْظَمَ وَاَشْرَفَ وَاَعْلٰى وَاَزْكٰى وَاَبْرَكَ وَاَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ، وَاَوْفٰى وَاَكْثَرَ وَاَزْيَدَ وَاَرْقٰى وَاَرْفَعَ وَاَدْوَمَ سَلاَمِكَ، صَلاَةً وَسَلاَمًا وَرَحْمَةً وَرِضْوَانًا وَعَفْوًا وَغُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَتَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَاۤئِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَكَرَمِكَ، وَتَنْمُوا وَتَزْكُوا بِنَفَاۤئِسِ شَرَاۤئِفِ لَطَاۤئِفِ جُودِكَ وَمِنَنِكَ، اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ، اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ، عَلٰى عَبْدِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ، اَلنُّورِ الْبَاهِرِ اللاَّمِعِ، وَالْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ، وَالْبَحْرِ الزَّاخِرِ، وَالنُّورِ الْغاَمِرِ،


[NOT]Dipnot-1 “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.

Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3
“Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4
“Ey Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz-tâ ki sözümü iyice anlasınlar.” Tâhâ Sûresi, 20:25-28.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>esrar: sırlar</td><td>fen: ilim</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>lem’â: parıltı</td></tr><tr><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>sadâ: ses</td><td>ulema-i ilm-i huruf: harflerden mânâ çıkaran âlimler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>ziya: ışık </td><td>şua: parıltı</td></tr><tr><td>şule: ışık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 598

وَالْجَمَالِ الزَاهِرِ، وَالْجَلاَلِ الْقَاهِرِ، وَالْكَمَالِ الْفَاخِرِ، صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ كَذٰلِكَ، صَلاَةً تَغْفِرُبِهَا ذُنُوبَنَا، وَتَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا، وَتُطَهِّرُ بِهَا قُلوُبَنَا، وَتُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا، وَتُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا، وَتُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَاَفْكَارَنَا، وَتُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَافِى اَسْرَارِنَا، وَتَشْفِى بِهَاۤ
اَمْرَاضَنَا، وَتَفْتَحُ بِهَاۤ اَقْفَالَ قُلُوبِنَا
blank.gif
1

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
blank.gif
2

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
blank.gif
3

اٰمِينْ , اٰمِينْ , اٰمِينْ


endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 Allah’ım! Cömertlik ve ikramınla yüklü bulutların çoşkun yağmurları gibi devam edip artan; cömertlik ve in’amlarının değerli, enfes ve lâtif tecellileriyle gelişip çoğalan; ezeliyetine münasip tarzda kesilmeyen ve ebediyetine lâyık şekilde sona ermeyen en üstün, en güzel, en yüce, en zâhir, en temiz, en hoş, en iyi, en değerli, en aziz, en büyük, en şerefli, en yüksek, en pâk, en mübârek ve en lâtif salâvatın; ve en mükemmel, en fazla, en ziyâde, en yüksek, en yüce ve en devamlı selâmın; bir salât ü selâm, bir rahmet ve rıza ve bir af ve mağfiret manasında; göz kamaştıran parlak nur, pek kesin delil, uçsuz bucaksız bir deryâ, aydınlığı pek şiddetli nur, pek parlak güzellik, pek üstün heybet, fevkalâde mükemmel ve yarattıklarının en hayırlısı, kulun, habîbin ve resulün olan Muhammed’in üzerine olsun. Senin yüce zâtına yakışır şekilde ona ve aynı şekilde onun âl ve ashâbına salât et. Allah’ım, bu salâvat sebebiyle günahlarımızı bağışla, gönlümüze ferahlık ver, kalplerimizi temizle, ruhlarımızı rahatlat, sırlarımızı pak eyle, kalbimizden geçenleri ve düşüncelerimizi arındır, sırlarımızdaki bulanıklığı berraklaştır, hastalıklarımıza şifa ver, kalplerimizin kilitlerini aç.

Dipnot-2
“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki Vehhâb olan, istediklerimizi bize veren ancak Sensin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.

Dipnot-3
“Onların duaları, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun’ sözleriyle sona erer.” Yûnus Sûresi, 10:10.[/NOT]
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 599

Birinci Zeyl

Makam itibâriyle Yirmi Beşinci Söze ilhak edilen zeyillerden Yedinci Şuânın Birinci Makamının On Yedinci Mertebesidir

Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an‑ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi mücahidâne neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın kırk vech ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş. Her ne ise...

Kur’ân’ın vech-i i’câzını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de,



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Hâlık: herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâkim: hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hüccet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın delili</td><td>ilhak: ekleme</td></tr><tr><td>i’câz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cize oluşu (bk. a-c-z)</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>menba: kaynak</td><td>merci: kaynak, başvurulacak yer</td></tr><tr><td>muannid: inatçı</td><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mücahidâne: cihad ederek (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>mülhid: dinsiz</td><td>müracaat etmek: başvurmak</td></tr><tr><td>nam: isim</td><td>neşretmek: yaymak</td></tr><tr><td>nükte: ince ve derin mânâ</td><td>risale: mektup, küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>semâvî: vahiyle gelmiş (bk. s-m-v)</td><td>senâ etmek: övmek, yüceltmek</td></tr><tr><td>seyyah: yolcu</td><td>taharrî: araştırma, inceleme</td></tr><tr><td>tefsir: yorum, açıklama (bk. f-s-r)</td><td>vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>vecih: yön, şekil</td><td>zeyl: ilâve, ek</td></tr><tr><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td><td>âyât-ı Furkaniye: Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri (bk. f-r-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 600

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ı ilmiyesiyle, Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır.

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta:Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a” nâmıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

Hem bedevî bir edip
blank.gif
1
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen Müslüman mı oldun?” O dedi: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine secde ettim.”
blank.gif
2

Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin fevkindedir; yetişilmez.”
blank.gif
3

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak


[NOT]Dipnot-1 “Artık emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.

Dipnot-2
El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî 14:85.

Dipnot-3
El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî 13:161.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Abdülkahir-i Cürcanî: (bk. bilgiler)</td><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td></tr><tr><td>Kâbe: (bk. bilgiler)</td><td>Lebid: İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair</td></tr><tr><td>Muallâkat-ı Seb’a: yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları</td><td>Sekkâkî: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Zemahşerî: (bk. bilgiler)</td><td>bedevî: göçebe hayatı yaşayan</td></tr><tr><td>beliğ: belâğatçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerin, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>delâil-i nübüvvet: peygamberlik delilleri (bk. n-b-e)</td><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td></tr><tr><td>edip: edebiyatçı</td><td>enaniyetli: bencil, gururlu</td></tr><tr><td>fevkalâde: olağanüstü</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı içtimaiye: toplumsal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hayat-ı siyasiye: siyasî hayat (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayat-ı şahsiye: özel hayat (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hüccet-i kàtıa: sağlam ve kesin delil</td><td>icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>idame: devam etme</td><td>ilm-i belâğat: belağat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)</td></tr><tr><td>inkişaf: açılma, gelişme (bk. k-ş-f)</td><td>inkılâp: değişim</td></tr><tr><td>istikamet: doğruluk</td><td>ittifak: birleşme, birlik</td></tr><tr><td>kaside: şiir</td><td>kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i ihtiram: tam bir saygı ve hürmet (bk. k-m-l)</td><td>kemâlât-ı ilmiye: ilimî mükemmellikler, olgunluklar (bk. k-m-l; a-l-m) </td></tr><tr><td>mağrur: gururlu</td><td>meydan-ı muaraza: sözle mücadele meydanı</td></tr><tr><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>mütefennin: bilgili, san’atkâr</td></tr><tr><td>mütemadiyen: sürekli olarak</td><td>nefis: kişinin kendisi; maddî lezzetleri hisseden güç (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>secde: alın üzeri yere kapanmak</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tasfiye: saflaştırma (bk. ṣ-f-y)</td><td>tebdil-i hayat-ı içtimaiye: toplumsal hayatın değiştirilmesi (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>terakki: ilerleme, yükselme</td><td>tezkiye: temizleme, arındırma</td></tr><tr><td>tâkat-i beşer: insan gücü</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âyât: âyetler</td><td>şöhretşiar: şöhreti herkesçe bilinen</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 601

bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âmi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam,
blank.gif
1
سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla,


[NOT]Dipnot-1 “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabî: Arapça</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>cami-i kebir: büyük cami (bk. c-m-a; k-b-r)</td></tr><tr><td>câmid: cansız</td><td>cûş u huruş: neşe ve âhenk</td></tr><tr><td>derece-i belâğat: belâğat derecesi (bk. b-l-ğ)</td><td>ezelî nutuk: Allah’ın ezelî konuşması (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>fevkinde: üstünde</td><td>feza: uzay</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hayattarâne: canlı bir şekilde (bk. ḥ-y-y)</td><td>helâket: yok oluş</td></tr><tr><td>hudutsuz: sınırsız</td><td>hâli: boş, ıssız</td></tr><tr><td>ihtiyar: tercih, seçme (bk. ḫ-y-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>memnunâne: memnun bir şekilde</td></tr><tr><td>mertebe: derece</td><td>mertebe-i belâğat: belâğat derecesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>mes’udâne: mutlu bir şekilde</td><td>mevcudât-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. a-l-m) (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>misl: benzer (bk. m-s̱-l)</td><td>muannid: inatçı</td></tr><tr><td>muaraza: sözle mücadele</td><td>muharebe: savaş</td></tr><tr><td>mukabele: karşılık</td><td>müşahede etmek: görmek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sermedî ferman: sürekli, dâimi buyruk</td><td>seyyah: gezgin, yolcu</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>telâkki edilen: kabul edilen</td><td>terakki etmek: ilerlemek</td></tr><tr><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>umum: bütün, genel</td></tr><tr><td>zikir: Allah’ı anmak</td><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td></tr><tr><td>zîşuur: şuur sahibi (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âdi: sıradan</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>şevk: şiddetli arzu ve istek</td></tr><tr><td>şuursuz: bilinçsiz (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 602

Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Beşinci Nokta: Kur’ân’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarikatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncı Nokta:Kur’ân’ın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,
Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>asfiya: Hz. Peygamberih yolundan giden ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>ayn-ı hak: hakkın ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>bilâfasıla: fasılasız, aralıksız</td></tr><tr><td>burhan: sağlam, mantıkî delil</td><td>cenah: kanat, taraf </td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>darb-ı mesel: meşhur söz, atasözü (bk. m-s̱-l)</td><td>delâlet: delil olma, ifade etme</td></tr><tr><td>evliya: veliler (bk. v-l-y)</td><td>feyizdar: feyizli, bereketli (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>garabet: gariplik, hayret vericilik</td><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikatmedar: doğruluk sebebi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halâvet: tatlılık, hoşluk</td></tr><tr><td>hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)</td><td>haşmet-i saltanat: saltanatın haşmeti, ihtişamı (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>hikmet: sır, bilinmeyen nokta, sebep; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>himaye: koruma</td></tr><tr><td>hums: beşte bir</td><td>hüccet: sağlam delil</td></tr><tr><td>idame: devam ettirme</td><td>iktida: uyma</td></tr><tr><td>istilâ: kuşatma</td><td>ittiba: tabi olma, uyma</td></tr><tr><td>ittifak: birleşme, fikir birliği</td><td>kemâl-i ihtiram: tam bir saygı ve hürmet (bk. k-m-l ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hal dili</td><td>mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>mebzuliyet: çokluk, bolluk</td><td>mecma-i hakaik: gerçeklerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>misilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>müsellem: doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş</td><td>müstakbel: gelecek zaman</td></tr><tr><td>nazil olmak: inmek (bk. n-z-l)</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nısfı: yarısı</td></tr><tr><td>semere: meyve</td><td>sikke-i i’câz: mu’cizelik damgası (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>taife-i ilmiye: ilmiye sınıfı (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tarikat: mânevî yol (bk. ṭ-r-ḳ)</td><td>tarz-ı beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>tekrâr-ı tilâvet: okumanın tekrarı</td><td>tevafuk: uygunluk, denk gelme</td></tr><tr><td>teyid: doğrulama</td><td>tilâvet: okuma</td></tr><tr><td>velâyet: velilik (bk. v-l-y)</td><td>zemzeme-i belâğat: belâğat nağmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>ziyadeleştirmek: artırmak</td><td>üslûb-u ifade: ifade tarzı</td></tr><tr><td>şebâbet: gençlik </td><td>şecere-i mübareke: mübarek ağaç (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 603

ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semâvî hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizapları ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a‑i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sadık olduğunu ve beşerin kelâmı olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (a.s.m.) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmünü öyle iman ve tasdik edip hiçbir şey onu sarsmaması dahi Kur’ân’ın semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâne irtibatı ve hakikatperestâne ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîler


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Rahîm: sınırsız rahmet sahibi ve herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; r-ḥ-m) </td><td>Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı ve yetkisi olan; her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>ayn-ı hak ve sadık: doğru ve gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>dindarâne: dindarca</td><td>düstur-u faaliyet: faaliyet prensibi, kuralı (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>emare: belirti, işaret</td><td>fevkalâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>gaybiyâne: gizli bir âlemden olarak (bk. ğ-y-b)</td><td>hadisât-ı kevniye: yaratılışa ve oluşa ait olaylar (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız, sınırsız</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikatperestâne: hakkı ve hakikatı severcesine (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakkaniyetli: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>himaye: koruma</td></tr><tr><td>humsu: beşte biri</td><td>hâkimâne: hükmeder bir şekilde (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihtiram: saygı gösterme (bk. ḥ-r-m)</td><td>incizap: cezbedilme, kapılma</td></tr><tr><td>irtibat: bağlılık</td><td>itikad: inanma</td></tr><tr><td>itminan: tam kanaatle inanma</td><td>ittihaz etmek: edinmek, kabullenmek</td></tr><tr><td>izale etmek: ortadan kaldırmak, gidermek</td><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kal’a-i semaviye-i arziye: dünyanın semâya ait kalesi (bk. s-m-v)</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>keşfiyat: keşifler, gizli hakikatlerin ortaya çıkması (bk. k-ş-f)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>kısm-ı âzam: büyük bir kısmı (bk. a-ẓ-m)</td><td>makam-ı hürmet: hürmet ve saygı makamı (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>makbul: kabul gören, geçerli</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>mertebe-i muvaffakiyet: başarı derecesi</td><td>metin: sağlam</td></tr><tr><td>mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)</td><td>müfteri: iftiracı</td></tr><tr><td>müncezibâne: kendini kaptırarak</td><td>müştakane: şevkle, çok isteyerek</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nev-i insan: insanlık</td></tr><tr><td>nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)</td><td>nüzûl: iniş (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)</td><td>saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td></tr><tr><td>selim: sağlam, doğru (bk. s-l-m)</td><td>semâvî: İlahî, vahiyle gelen (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sâir: diğer</td><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>ukul-ü müstakîme: doğru yolda olan akıllar</td><td>vahy-i semâvî: Allah tarafından peygambere gelen vahiy (bk. v-ḥ-y; s-m-v)</td></tr><tr><td>vakıa: olay</td><td>vaziyet-i nâimane: uyku hâli, uykulu vaziyet</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âdet: alışkanlık</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>ümmiyet: okuma yazma bilmeme</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 604

dahi tilâveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestâne toplanmaları, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilmine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri şimdiye kadar Müslüman olmayanlar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, tek bir sûrenin mislini getirmekten istinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelâm, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâğati tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona yetişilmez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek hiçbir emare bulunmayan bir mukâlemesi; ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kàb-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeye mazhariyetle nüzul eden;


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kàb-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür (bk. ḳ-v-b)</td></tr><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>beliğ: belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>bilhassa: özellikle</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibi</td></tr><tr><td>edip: edebiyatçı</td><td>emare: belirti, işaret</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>fen ve ulûm-u İslâmiye: İslâmî ilimler ve fenler (bk. a-l-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>fevkinde: üstünde</td><td>gabî: anlayışı kıt, zekâsı az</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakperestâne: hakkı üstün tutarcasına (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hisse: pay</td><td>hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>ihsas etmek: hissettirmek</td><td>ilm-i kelâm: kelâm ilmi (bk. a-l-m; k-l-m)</td></tr><tr><td>istihraç etmek: çıkarmak</td><td>istinkâf: çekimser kalma, uzak durma</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kuvvet ve vüs’at-i iman: imanın kuvveti ve genişliği (bk. e-m-n)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>maden-i hakikat: gerçeklerin ve doğruların kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>makbuliyet: kabul edilmiş olma</td><td>mazhariyet: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>meb’us: gönderilmiş, görevli</td><td>menba-ı hak: hakkın ve doğrunun kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhatab-ı samedâniye: Allah’ın muhatabı (bk. ḫ-ṭ-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>mukâleme: konuşma (bk. k-l-m)</td><td>muâraza: sözle mücadele</td></tr><tr><td>müçtehid: içtihad eden, âyet ve hadislerden hüküm çıkaran âlim (bk. c-h-d)</td><td>namdar: şan ve şöhret sahibi</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>sükût etme: sessiz kalma</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>takât-i beşer: insanın gücü</td><td>tasannu: yapmacıklık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>tereşşuh: sızıntı</td><td>tezahür etme: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>tilâvet: okuma </td><td>ulviyet: yücelik</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>usulüddin: din usulü, kelâm </td></tr><tr><td>vech: yön </td><td>vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âcizâne: âciz ve güçsüz bir şekilde (bk. a-c-z)</td><td>âmi: cahil</td></tr><tr><td>Şeriat-ı Kübrâ: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 605

ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına yetişilmez.

Hem, Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli, gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabı herbiri, Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î burhanlarla ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan istihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındaki Birinci Şuâ; ve huruf-u Kur’âniye ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti beş vech ile ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi, Kur’ân’ın misli olmadığına ve mu’cize ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah (bk. a-l-m; ğ-y-b) </td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td><td>Rabbânî: Rab olan Allah’a ait (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Rumuz-u Semaniye: Kur’ân’ın gizli sırları ile ilgili sekiz remzi; 29. Mektubun 8. Kısmı</td><td>azametli: büyük, haşmetli (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>bilhassa: özellikle</td></tr><tr><td>burhan: delil</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>cüz’: kısım, parça (bk. c-z-e)</td><td>derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>esrar: sırlar</td><td>gaybî: bilinmeyen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakaik-i İslâmiye: İslâmın gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakimiyet-i nuraniye: nurlu hakimiyet (bk. ḥ-k-m; n-v-r)</td></tr><tr><td>haşmetli: görkemli, büyük</td><td>hilkat-i kâinat: kâinatın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) </td></tr><tr><td>huruf-u Kur’âniye: Kur’ân’ın harfleri</td><td>hâsiyet: özellik, hususiyet</td></tr><tr><td>ihbar: haber verme</td><td>ihbar-ı gaybî: gayb âleminden haber vermek (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>istihraç: çıkarma</td><td>izhar: açığa çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>işarât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri</td><td>işârât: işaretler</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td><td>meziyet: üstün özellik</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>misil: benzer (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran</td><td>mütefennin: fen bilgini, ilim sahibi</td></tr><tr><td>nev’: çeşit</td><td>nükte: ince ve derin mânâ</td></tr><tr><td>risale: mektup, küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)</td><td>saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td></tr><tr><td>saltanat-ı kudsiye: kutsal saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; ḳ-d-s)</td><td>senet: belge</td></tr><tr><td>talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)</td><td>tayyare: uçak</td></tr><tr><td>tefsir etmek: açıklamak, yorumlamak (bk. f-s-r)</td><td>ulema: alimler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>umûr-u gaybiye: gayba ait, bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)</td><td>vecih: yön </td></tr><tr><td>zemin: yer</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)</td></tr><tr><td>âlî: yüce, yüksek</td><td>şimendifer: tren</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 606

bin üç yüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi; hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on haseneyi ve on meyve-i bâki vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her bir harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının tevâfukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla, birtek Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

İşte, bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلأَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَاۤنِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاۤتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّاۤئِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالأَزْمَانِ، وَالْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ اَلْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ... وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلإِلهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ
blank.gif
1
denilmiştir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, melek ve ins ve cin türlerinin makbulü ve mergubu olan, her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında kemâl-i ihtiramla okunan, saltanat-ı kudsiyesi arzın ve âlemlerin aktarında ve zamanın ve asırların yüzlerinde devam eden, nuranî hâkimiyet-i mâneviyesi arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dört asırdır kemâl-i ihtişamla cârî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, Kur’ân, müşahede ve ayân ile, kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâı ve nurânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı ve esrar ve envârının tevafuku ve hakaik ve semerât ve âsârının tetabukuyla Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu ispat eder.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)</td><td>ders-i tevhid: Allah’ın varlık ve birliğinden bahseden ders (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>ehl-i iman: iman sahipleri (bk. e-m-n)</td><td>envâr: nurlar (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>esrar: sırlar</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hasene: sevap (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>hâsiyet: özellik, hususiyet</td><td>icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>imtiyaz: farklılık, ayrıcalık</td><td>ittifak: birleşme, birlik</td></tr><tr><td>kemâl-i ihtiram: tam bir saygı ve hürmet (bk. k-m-l; ḥ-r-m)</td><td>kudsî: kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>meyve-i bâki: devamlı, kalıcı meyve (bk. b-ḳ-y)</td><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)</td><td>semerat: meyveler</td></tr><tr><td>seyyah: yolcu, gezgin</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)</td><td>tereşşuh: sızma</td></tr><tr><td>tetabuk: uygunluk</td><td>tevâfuk: uygunluk </td></tr><tr><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âsâr: eserler, ürünler</td></tr><tr><td>âyât: ayetler</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 607

On Birinci Şuâ Olan Meyve Risalesi’nin Onuncu Meselesi

Emirdağ Çiçeği

Kur’ân’da olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i’câzı kat’î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur’ân’a ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan’da mecburiyetle, gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım. Kusura bakılmasın.HAŞİYE-1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ramazan-ı Şerifte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı okurken, Risale-in Nur’a işaretleri Birinci Şuâda beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-in Nur’a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur’dan âyetü’n-nur, on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki âyet-i zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz’iyetten


[NOT]Haşiye-1 Denizli Hapsinin meyvesine Onuncu Mesele olarak Emirdağının ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur’âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izale eder.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Denizli Hapsi: (bk. bilgiler – Denizli)</td><td>Emirdağ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan, mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>Ramazan-ı Şerif: şerefli Ramazan ayı</td></tr><tr><td>Sûre-i Nur: Kur’ân-ı Kerimin 24. sûresi olan Nur Sûresi</td><td>aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>cihet: taraf, yön</td></tr><tr><td>cüz’iyet: fertlik, bireysellik (bk. c-z-e)</td><td>derc etmek: yerleştirmek, içine koymak</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) </td><td>evham: kuruntular, şüpheler</td></tr><tr><td>gayet: son derece</td><td>hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hususan: bilhassa, özellikle</td><td>hüccet: kesin delil</td></tr><tr><td>ibadet-i tefekküriye: tefekkür ibadeti (bk. a-b-d; f-k-r)</td><td>ibare: ifade (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>izale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak (bk. z-v-l)</td><td>i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kat’î: kesin bir şekilde</td><td>kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>kıssa: ibretli hikâye</td><td>letâfet: hoşluk, güzellik (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>libas: elbise</td><td>maatteessüf: ne yazık ki</td></tr><tr><td>muarız: karşı gelen</td><td>muktedir olmak: güç yetirmek, yapabilmek (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mukàbil: karşılık</td><td>mücmel: kısa, özet (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müteaddit: bir çok, çeşitli (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>müşevveş: dağınık, karışık, düzensiz</td><td>nevi: tür, çeşit (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>sadef: inci kabuğu</td><td>sıddık: çok doğru ve sadık (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tekrarat: tekrarlar</td></tr><tr><td>tekrarat-ı Kur’aniye: Kur’ân’daki tekrarlar</td><td>ufûnet: pis koku, kokuşmuşluk</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âyet-i zulümat: dalâlet ve inkâr karanlıklarında bulunan kâfirlerin durumunu açıklayan Nur Sûresinin 39. ve 40. âyetleri (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>âyâtü’n-nur: nur âyetleri; Cenâb-ı Hakkın Nûr isminin tecellileri ve mü’minlerin durumlarından bahseden Nur Sûresinin 35, 36, 37 ve 38. âyetleri (bk. n-v-r)</td><td>şakirt: öğrenci</td></tr><tr><td>şuâ: ışık, parıltı</td></tr></tbody></table>
 
Üst