Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 528

Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lâm’ı mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvâri bir cereyanla manzumesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsanla “El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’âniyeye girer.

Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm’ı, hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit için, güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş. Demek, لِمُسْتَقَرٍّ mânâsı, فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur’ân’ın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdü lillâh, Kur’ân’dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam” der.

Ve şairâne bir fikir ve kalb sahibine, şu lâm’dan ve istikrar’dan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nuranî bir ağaçtır, seyyareler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczup bir serzâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim:

Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh: büyüklük ve kudret Allah’ındır (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r)</td><td>Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Sâni-i Hakîm: herşeyi san’at ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) </td><td>Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yapan haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>cazibe: çekim</td><td>cazibe-i umumiye: genel çekim</td></tr><tr><td>cereyan: hareket, akım</td><td>cezbeli: Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelme</td></tr><tr><td>daire-i hikmet: hikmet dairesi (bk. ḥ-k-m)</td><td>emr-i İlâhi: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>esbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r) </td><td>fehm: anlayış</td></tr><tr><td>feylesof: felsefeci</td><td>hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>halka-i zikr: zikir halkası</td></tr><tr><td>hararet: sıcaklık</td><td>hikmet: ilim, yüksek bilgi, fen bilgisi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın yüksek bilgisi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hilâf: ters, zıt</td></tr><tr><td>ifham etmek: anlatmak</td><td>illet: esas sebep, maksat</td></tr><tr><td>istikrar: yerleşme, karar kılma</td><td>kanun-u Rabbânî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>kanun-u İlâhî: İlâhî kanun (bk. e-l-h)</td><td>kemâl-i hayret ve istihsan: tam bir hayret ve beğenme (bk. k-m-l; ḥ-s-n) </td></tr><tr><td>kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi</td><td>manzume: sistem (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>meczup: kendinden geçmiş</td><td>meyvedar: meyveli</td></tr><tr><td>mihver: eksen</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>müstekar: karar kılınan yer</td></tr><tr><td>müteharrik: hareketli</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>nuranî: nurlu, aydınlık, parlak (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>saat-i kübrâ: çok büyük saat (bk. k-b-r)</td><td>serzâkir: zikredenlerin başı</td></tr><tr><td>seyyar: gezen, dolaşan</td><td>seyyare: gezegen</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>tahrik etmek: harekete geçirmek </td></tr><tr><td>tanzim etmek: düzenlemek (bk. n-ẓ-m)</td><td>tevlit: doğurma</td></tr><tr><td>zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td><td>zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zarfiyet: kelimenin zarf olması, mekan ve zaman bildirmesi hâli</td><td>zemberekvâri: bir mekanizmanın güç merkezi gibi</td></tr><tr><td>âdet-i İlâhiye: İlâhî kanun (bk. e-l-h)</td><td>şairâne: şair gibi</td></tr><tr><td>şems: güneş </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 529

Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Hem meselâ,
blank.gif
1
اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.” Ve hâkezâ...

İşte, Kur’ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
Hem meselâ,
blank.gif
2
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü Allahbir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur.
blank.gif
3
اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمٰنَ اِلاَّ هُوَve hâkezâ.


[NOT]Dipnot-1 “İşte kurtuluşa erenler onlardır.” Bakara Sûresi, 2:5.

Dipnot-2
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Günahın için istiğfar et.” Muhammed Sûresi, 47:19.

Dipnot-3
Yani, Ondan başka Rezzâk yoktur. Ondan başka Hâlık yoktur. Ondan başka Rahmân yoktur.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>cezbe: çekim</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>câmiiyet-i lafziye: sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>felâh: kurtuluş</td><td>feza: uzay</td></tr><tr><td>gaye-i emel: emelinin gayesi, arzu edilen hedef</td><td>gıda-yı mânevî: mânevî gıda (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>hazfetmek: kaldırmak, aradan çıkarmak</td><td>huruf: harfler</td></tr><tr><td>hâkezâ: böylece, bunun gibi</td><td>ism-i câmi’: bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim (bk. s-m-v; c-m-a)</td></tr><tr><td>kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m)</td><td>kıssat: kıssalar</td></tr><tr><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>mazhar: kavuşma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>meczup: cezbeye kapılan, çekilen</td><td>merâtib: mertebeler</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>müttakî: Allah’tan korkup emir ve yasaklarını titizlikle dinleyen</td><td>nail olmak: erişmek</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rica etmek: ummak, ümit etmek</td></tr><tr><td>rüyet: Allah’ın cemâlini görme</td><td>rüyet-i İlâhî: Allah’ın cemâlini görme (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>rıza-i İlahî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h)</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n)</td><td>sükût: sessiz kalma</td></tr><tr><td>sülûk: mânevî yol alma </td><td>tabakat-ı evliya: velilerin tabakaları, dereceleri (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücuh: yönler</td></tr><tr><td>âmm: genel</td><td>ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>ıtlak: genelleştirme, sınırlamama (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 530

Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ Aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. Onun için sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.

Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”

Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddit mânâları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.

Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâğatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâğatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü’d-din ve ehl-i usulü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’ân’ın mânâlarındandırlar. O mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler,
blank.gif
1
Kur’ân’ın câmiiyet ve harikiyet-i lâfziyesine kat’î bir burhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu


[NOT]Dipnot-1 bk. El-Kevserî, el-Makalât s. 473-474.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>Asâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu (bk. bilgiler)</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>burhan-ı bâhir: açık delil</td><td>câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye: sözün harikalığı ve kapsamlılığı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>derc etmek: yerleştirmek</td><td>düstur: kâide, kural</td></tr><tr><td>efhâm: anlayışlar</td><td>ehl-i içtihad: müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>ehl-i tefsir: müfessirler, Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar (bk. f-s-r)</td><td>ehl-i usulü’d-din: kelâm âlimleri </td></tr><tr><td>ehl-i usulü’l-fıkh: fıkıh âlimleri</td><td>emare: belirti, işaret</td></tr><tr><td>fenn-i belâğat: belâğat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesini inceleyen ilim (bk. b-l-ğ)</td><td>fenn-i maâni: mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)</td></tr><tr><td>icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)</td><td>ihtilâf: farklılık, uyuşmazlık</td></tr><tr><td>ilm-i beyan: belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı (bk. a-l-m; b-y-n) </td><td>ilm-i sarf ve nahv: Arapçada kelime ve cümle bilgisi</td></tr><tr><td>irade: dileme, istek, kast etme (bk. r-v-d)</td><td>kasas-ı Kur’âniye: Kur’ân’daki kıssalar</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>küffar: kâfirler (bk. k-f-r)</td><td>kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası</td></tr><tr><td>lâfziye: kelimenin söylenişine ve yapısına ait </td><td>makbul: kabul gören, geçerli</td></tr><tr><td>maksud-u bizzat: asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>maâni: mânâlar (bk. a-n-y)</td><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli</td><td>sahih: doğru</td></tr><tr><td>siyak ve sibak-ı kelâm: sözün başıyla sonunun ahenk ve uyum içinde olması (bk. k-l-m)</td><td>takbih: kötüleme</td></tr><tr><td>tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-ṣ-r)</td><td>teskin: sakinleştirme (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>tevbih: azarlama</td><td>tâbi kalmak: uymak</td></tr><tr><td>ulûm-u Arabiye: Arapça ilimler (bk. a-l-m)</td><td>usul-ü din: dinin esasları</td></tr><tr><td>vaz etmek: koymak</td><td>vücuh: vecihler, yönler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 531

Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü’l-İ’câz’a havale ederiz.

İKİNCİ LEM’A: Mânâsındaki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur’ân, bütün müçtehidlerin me’hazlarını, bütün âriflerin mezaklarını, bütün vâsılların meşreplerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheplerini, mânâsının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefekun aleyhtir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A: İlmindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur’ân, şeriatin müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarikatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gàmızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu Lem’aya misal getirilse bir cilt yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur’ân’ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kàsırıma aittir.
DÖRDÜNCÜ LEM’A: Mebâhisindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebâhis-i külliyelerini cem etmekle beraber, nutfeden halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut, tâ



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Kâinat: bütün âlemleri yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) </td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>bahr-i ilm: ilim denizi (bk. a-l-m)</td><td>cem’ etmek: toplamak, içine almak (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>câmiiyet-i harika: şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık (bk. c-m-a)</td><td>daire-i mümkinat: imkân alemi; yaratılanların tamamının teşkil ettiği âlem (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b)</td><td>daire-i âhiret: âhiret âlemi (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>emare: belirti, işaret</td><td>ezel: başlangıcı olmayan (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>fehm-i kàsır: kısa anlayış</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) </td><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce bilip tayin etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)</td><td>kaide: kural, esas</td></tr><tr><td>katre: damla</td><td>kaza: olacağı Cenab-ı Hak tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)</td></tr><tr><td>kesretle: çoklukla (bk. k-s̱-r)</td><td>kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kâmil: kemâl ve fazilet sahibi (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>maarif-i gàmıza: anlaşılması güç olan bilgiler</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş</td><td>mebhas: konu</td></tr><tr><td>mebâhis: bahisler, konular</td><td>mebâhis-i külliye: geniş, büyük ve çok şeyle ilgili konular (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>mezak: zevk alma tarzı</td><td>mezhep: yol, usül (bk. ẕ-h-b)</td></tr><tr><td>meşrep: manevi haz ve feyiz alınan yol</td><td>me’haz: kaynak</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhtelif: çeşitli, farklı</td></tr><tr><td>muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m)</td><td>musaddak: doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>mürşid: doğru yol gösteren (bk. r-ş-d)</td><td>müstakbel: gelecek</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli, birden fazla</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş</td><td>müçtehid: dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlim (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>neşr-i envar: nurları yayma (bk. n-v-r)</td><td>nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tarikat: manevi ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ)</td><td>terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler</td></tr><tr><td>ulûm-u hakikiye: gerçek ilimler (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ) </td><td>vâsıl: ulaşan, kavuşan</td></tr><tr><td>âdâb: görgü ve davranış kuralları</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)</td><td>şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi (bk. ş-r-a)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 532

وَالْمُرْسَلاَتِ، وَالذَّارِيَاتِ
blank.gif
1
kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar;

وَمَا تَشَاۤؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاۤءَ اللهُ
blank.gif
2
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
blank.gif
3

işârâtıyla, insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ

blank.gif
4
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yani bütün semâvâtı bir kabzasında tutmasına kadar;
blank.gif
5
وَجَعَلْناَ فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ
blank.gif
6
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettiği hakikat-i acibeye kadar; ve semânın
blank.gif
7
ثُمَّ اسْتَوَىۤ اِلَى السَّمَاۤءِ وَهِىَ دُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mazi zamanının vukuatından, Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyanın mühim hâdisâtına kadar; ve
blank.gif
8
اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ işaret ettiği hadise-i ezeliyeden tut, tâ
blank.gif
9
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi


[NOT]Dipnot-1 “Yemin olsun peş peşe gönderilen meleklere.” Mürselât Sûresi, 77:1. “Yemin olsun esip kavuran rüzgâra.” Zâriyât Sûresi, 51:1.

Dipnot-2
“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz.” İnsan Sûresi, 76:30.

Dipnot-3
“Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Enfâl Sûresi, 8:24.

Dipnot-4
“Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-5
“Yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık.” Yâsin Sûresi, 36:34.

Dipnot-6
“Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır.” Zilzâl Sûresi, 99:1.

Dipnot-7
“Sonra iradesini buhar halindeki semâya yöneltti.” Fussilet Sûresi, 41:11.

Dipnot-8
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” A’râf Sûresi, 7:172.

Dipnot-9
“Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar.” Kıyamet Sûresi, 75:22-23.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)</td><td>berzah: kâbir âlemi</td></tr><tr><td>duhan: buhar, duman</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>feza: uzay</td></tr><tr><td>gark: boğulma</td><td>hadise-i ezeliye: zaman üstü olay (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakikat-i acibe: hayret verici gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hilkat-i cesed: cesedin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hâdisât: olaylar (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>hâlet: hal, vaziyet</td></tr><tr><td>inşikak: bölünme, yarılma</td><td>irade: dileme, tercih gücü (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>işârât: işaretler</td><td>kabza: el, avuç</td></tr><tr><td>kasem: yemin</td><td>kavm-i Firavun: Firavun’un kavmi (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş</td><td>mebâhis-i esasiye ve mühimme: esas ve önemli konular</td></tr><tr><td>menzil: durak, yer (bk. n-z-l)</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tufan: büyük su baskını; Nuh tufanı</td><td>vakıa-i ebediye: sonsuz olay (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>vaziyet: durum</td><td>vukuat: meydana gelen olaylar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 533

öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden; ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temâşâ eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisal peydâ etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.

Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud’anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kur’ân dahi “Ben Hâlık-ı Âlemin beyanıyım ve kelâmıyım” der.

Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni, bir Mün’imden başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescit, bir temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiyeye çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın?



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) </td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>Mün’im: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m)</td><td>Sâni: herşeyi san’âtla yapan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>acibe: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>dam: tavan</td><td>ebed: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>emare: işaret</td><td>eser-i tasannu ve tekellüf: yapmacık ve gösterişe dayalı eser veya sonuç (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>ezel: başlangıcı olmayan (bk. e-z-l)</td><td>hadd: yetki</td></tr><tr><td>hud’a: hile, aldatma</td><td>hulûs: halis, paklık (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>ittisal peydâ etmek: bitişmek, birleşmek</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>keşfetmek: ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş</td><td>misbah: lamba, kandil</td></tr><tr><td>müstakbel: gelecek</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)</td><td>nimetperverâne: nimetle besleyerek (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>safvet: safilik, temizlik (bk. ṣ-f-y)</td><td>san’atperverâne: san’atkârcasına (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>silsile-i şuûnât: haller, işler zinciri (bk. ş-e-n)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>sâfi: saf, duru (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>sıravâri: sıralı</td><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tarz-ı beyan: açıklama şekli (bk. b-y-n)</td><td>tasarruf: dilediği gibi kullanma (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>temâşâ etmek: seyretmek</td><td>temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atlarına ibretle bakılan yer (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td></tr><tr><td>tılsım-ı kâinat: kâinatın gizemi, sırrı (bk. k-v-n)</td><td>velvele-i takdir ve istihsan: takdirleri ve güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler (bk. ḳ-d-r; ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>zaman-ı hazır: şimdiki zaman</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zemzeme-i hamd ve şükran: teşekkür ve övgü nağmesi (bk. ḥ-m-d; ş-k-r)</td><td>zikirhane: Allah’ın anıldığı yer</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri herşeyi aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 534

Evet, bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren bir San’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan bir Mâlikü’l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayt kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?

BEŞİNCİ LEM’A: Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.

BİRİNCİ IŞIK: Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acip bir cem’iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır.

İşte şu i’cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

İKİNCİ IŞIK: Âyât-ı Kur’âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, tergib ve terhib, zecir ve irşad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânin ve şerâit-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla, işârâtıyla câmi’ olmakla beraber
خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için, Kur’ân’dan her ne istersen


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mâlikü’l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi Allah (bk. m-l-k)</td><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td><td>bahr-i muhit-i Kur’ânî: büyük Kur’ân denizi</td></tr><tr><td>binaen: -dayanarak </td><td>burhan: mantıkî, güçlü delil</td></tr><tr><td>cem’iyet: kapsamlılık, genişlik (bk. c-m-a)</td><td>câmiiyet-i harika: şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>câmi’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)</td><td>delâlât: deliller</td></tr><tr><td>ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)</td><td>ehl-i tahkik: hakikatleri delilleriyle bilen araştırmacı alimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>emsal: misaller (bk. m-s̱-l)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>gabavet: ahmaklık, anlayışsızlık</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hayat-ı kalbiye: kalbî, manevî hayat (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayat-ı mâneviye: mânevî hayat (bk. ḥ-y-y; a-n-y)</td><td>hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>hâcât-ı beşeriye: insanın ihtiyaçları (bk. ḥ-v-c)</td><td>icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td><td>istihsan etmek: beğenmek, güzel bulmak (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>işârât: işaretler</td><td>i’cazkârane: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kasas: kıssalar</td><td>kavânin: kanunlar (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lâkayt: kayıtsız, ilgisiz</td><td>lütf-u irşad: doğru yola eriştirme nimeti (bk. l-ṭ-f; r-ş-d)</td></tr><tr><td>maarif-i hakikiye: gerçek bilgiler (bk. a-r-f; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>maarif-i İlâhiye: İlâhî bilgiler (bk. a-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>muhal: imkânsız</td><td>mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>münderic: yerleştirilmiş</td><td>müttefik: birleşmiş</td></tr><tr><td>nehiy: yasaklama</td><td>tabakat-ı kelâmiye: söz tabakaları, alanları (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td><td>tergib: isteklendirme, şevklendirme</td></tr><tr><td>terhib: korkutma</td><td>teshil: kolaylaştırma</td></tr><tr><td>ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimler (bk. a-l-m; k-v-n) </td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vaad: söz verme (bk. v-a-d)</td><td>vaîd: tehdit etme (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>velvele: coşku</td><td>zecir: sakındırma</td></tr><tr><td>ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)</td><td>âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri</td></tr><tr><td>îcâz: az sözle çok mânâlar anlatma, özlü söz (bk. v-c-z)</td><td>üslub-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td><td>şerâit-i hayat-ı şahsiye: şahsî hayat şartları (bk. ḥ-y-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 535

al” ifade ettiği mânâ, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’âniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, daima terakkiyatta kat’-ı merâtip eden bütün tabakat-ı ehl-i kemâlin rehber-i mutlakı, elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.

ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur’ân’ın i’cazkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imâen bir dâvânın çok burhanlarını derc eder.

Meselâ,
وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
blank.gif
1

de, âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde’ ve müntehâsını zikirle o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor.

Evet, bir Sâni-i Hakîme şehadet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deveranı içindeki silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele, tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar... Madem ki en ziyade intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zahir olan sair sahifeler kendi kendine anlaşılır, Nakkâşını gösterir. Hem madem koca semâvât ve


[NOT]Dipnot-1 “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atla yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ -k-m) </td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>asl-ı hilkat: yaratılış başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>burhan: güçlü delil</td></tr><tr><td>câmiiyet: kapsamlılık (bk. c-m-a)</td><td>delâil-i vahdâniyet: Allah’ın birliğinin delilleri (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>derc etmek: yerleştirmek</td><td>deveran: dönüş</td></tr><tr><td>durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l)</td><td>ehl-i hakikat: gerçeği ve doğruyu bulan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>elzem: çok lüzumlu</td><td>hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>hususiyet: özellik</td><td>hâsiyet: özellik</td></tr><tr><td>ihtilâf: farklılık</td><td>imtiyaz: farklılık</td></tr><tr><td>imâen: imâ ederek</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizam-ı hakîmâne: hikmetli bir düzen (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m) </td><td>intişar etmek: yayılmak</td></tr><tr><td>i’cazkârâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)</td><td>kat’-ı merâtip etmek: mertebeler katetmek, aşmak</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>mahal: yer</td></tr><tr><td>makbul: kabul görmüş</td><td>mebde’: başlangıç</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>müntehâ: son</td></tr><tr><td>rehber-i mutlak: her bakımdan rehber (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>sahaîf-i âlem: âlem sahifeleri (bk. a-l-m)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sarihan: açıkça</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>silsile: zincir</td><td>silsile-i hilkat-i kâinat: kâinatın yaratılış devreleri (bk. ḫ-l-ḳ; k -v-n) </td></tr><tr><td>silsile-i şuûnat: işler zinciri (bk. ş-e-n)</td><td>tabakat-ı ehl-i kemâl: kemâl sahibi insanların tabakaları, grupları (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler</td><td>teshir: boyun eğdirme</td></tr><tr><td>tezyin: süsleme (bk. z-y-n)</td><td>teşahhus: şahıslanma, belirlenme</td></tr><tr><td>teşahhusat: şahıslanmalar, belirlenmeler</td><td>teşkil etmek: meydana getirmek</td></tr><tr><td>zahir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri</td><td>îcâz: az sözle çok mânâlar anlatma (bk. v-c-z)</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 536

arzın asl-ı hilkatinde eser-i san’at ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin, sair eczalarında eser-i san’atı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zahirîyi ihfâ ederek gayet güzel bir îcaz yapmış.

Elhak,
blank.gif
1
فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2

e kadar altı defa
blank.gif
3
وَمِنْ اٰيَاتِهِ، وَمِنْ اٰيَاتِهِ ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i cevahirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i’cazdır, bir silsile-i îcâz-ı i’câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım, makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.

Hem meselâ,
blank.gif
4
فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَاالصِّدِّيقُ
فَاَرْسِلُونِ kelâmıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:

اِلٰى يُوسُفَ َلاسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَى السِّجْنِ وَقَالَ يُوسُفُ
blank.gif
5

Demek beş cümleyi bir cümlede icmal edip îcaz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş.

Hem meselâ
blank.gif
6
اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا insan-ı âsi “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur’ân der: “Kim bidâyeten yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir.”


[NOT]Dipnot-1 “Akşama erdiğinizde Allah’ı tesbih edin.” Rum Sûresi, 30:17.

Dipnot-2
“Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır.” Rum Sûresi, 30:27.

Dipnot-3
“Yine Onun âyetlerindendir ki...”

Dipnot-4
“Beni gönderin. Ey Yusuf, ey doğru sözlü kişi.” Yusuf Sûresi, 12:45-46.

Dipnot-5
Yusuf’a, rüyayı ona tabir ettirmek için gönderin. Onu gönderdiler. O da zindana gitti ve dedi ki:

Dipnot-6
“Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>asl-ı hilkat: yaratılışın aslı, esası (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>bidâyeten: başlangıçta</td></tr><tr><td>ecza: kısımlar, bölümler (bk. c-z-e)</td><td>elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>eser-i san’at ve hikmet: hikmet ve san’at eseri (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) </td><td>fehm: anlayış</td></tr><tr><td>hafî: gizli </td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>icmal etmek: özetlemek (bk. c-m-l)</td><td>ihfâ: gizleme</td></tr><tr><td>ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>insan-ı âsi: isyan eden insan</td><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>işkal etmek: zorlaştırmak</td><td>keyfiyet: özellik, nitelik</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>nakş-ı hikmet: hikmet nakşı (bk. n-ḳ-ş; ḥ-k-m) </td></tr><tr><td>silsile-i berâhin: deliller zinciri</td><td>silsile-i cevahir: cevherler zinciri</td></tr><tr><td>silsile-i i’câz: mu’cizelik zinciri (bk. a-c-z)</td><td>silsile-i nur: nur zinciri (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>silsile-i îcâz-ı i’câzî: mu’cize olan veciz ifadeler zinciri (bk. v-c-z; a-c-z)</td><td>talik etmek: sonraya bırakmak</td></tr><tr><td>vuzuh: açıklık</td><td>zahir: görünür, açık (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>îcaz: az sözle çok manalar anlatma (bk. v-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 537

İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.

Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsânâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş, herbir erzakınız içinde konulmuş bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.

Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder.
blank.gif
1
اَلشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle remzen der: Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib’âd ile kudretine meydan okunmaz.

Sonra bir delile daha işaret eder, der: Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif, nuranî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib’âd ediyorsunuz?

Sonra bir delile daha tasrih eder, der ki: Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıt tabiatı cem edip onu buna menşe etmekle herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyi-i esasiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib’âd edilmez. İsyan ile Ona meydan okunmaz.

Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle, “Şu dâvâ-yı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır,” enbiyanın ittifakına hafî bir ima edip şu kelimenin îcâzına bir letafet daha katar.

DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur’ânî o derece câmi’ ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki,


[NOT]Dipnot-1 “Yem yeşil ağaçtan ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td><td>adem: hiçlik, yokluk</td></tr><tr><td>anâsır-ı asliye: temel unsurlar, ana maddeler</td><td>bedevî: göçebe hayatı yaşayan</td></tr><tr><td>cem etmek: toplamak (bk. c-m-a)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>dâvâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in dâvâsı (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hafî: gizli</td></tr><tr><td>hararet: sıcaklık</td><td>haşr: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hubub: tohumlar, tâneler</td><td>hububât: taneli bitkiler, tahıl</td></tr><tr><td>hârık: harika</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>istib’ad: inkâr, akıldan uzak görme</td><td>ittifak: birleşme, birlik</td></tr><tr><td>kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m)</td><td>kesif: katı</td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>levâzımât: gerekli olan şeyler</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>menşe: kaynak, kök</td><td>müteaddit: çeşitli</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>sakil: ağır</td><td>silsile-i ihsanât: iyilikler zinciri (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>tabiat: mizaç (bk. ṭ-b-a)</td><td>tabâyi-i esasiye: esas unsurların özellikleri</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntılı olarak açıklama</td><td>tahrik etmek: harekete geçirmek</td></tr><tr><td>tasrih etmek: açıklamak</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>îcâz: az sözle çok mânâ ifade etme (bk. v-c-z)</td></tr><tr><td>îcâz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması (bk. v-c-z)</td><td>şecere-i meşhure: meşhur ağaç</td></tr><tr><td>şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 538

bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten, basit bir cüz’üyle, hususî bir hadise ile gösteriyor. Binler misallerinden yalnız iki misaline işaret ederiz.

Birinci misal: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla, nev-i benî Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.
blank.gif
1
Ve Âdem’e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
blank.gif
2

Hem kavm-i Mûsâ (a.s.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestli-ğinden alınan ve “icl” hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûre-sinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.
blank.gif
3

Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla, tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
blank.gif
4

İkinci misal: Kur’ân’da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve cüzleridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.
blank.gif
5

Meselâ,
blank.gif
6
يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun vezirine emreder ki, “Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişatından, acaba Mûsâ’nın dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir ilâh var mıdır?” İşte, صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz’î hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibkà-yı nam eden, şöhretperest olup dağ-misal


[NOT]Dipnot-1 bk. Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2
bk. Bakara Sûresi, 2:34.

Dipnot-3
bk. Bakara Sûresi, 2:67-71.

Dipnot-4
bk. Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-5
bk. Bakara Sûresi, 2:40-71; Nisâ Sûresi, 4:153-162; Mâide Sûresi, 5:20-26; A’râf Sûresi, 7:103-162.

Dipnot-6
bk. “Ey Hâmân, bana bir kule yap.” Mü’min Sûresi, 40:36.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Firavun: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Mûsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Mısır: (bk. bilgiler)</td><td>bakara: inek</td></tr><tr><td>bakarperest: ineğe tapan</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cüz: kısım, parça (bk. c-z-e)</td><td>cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dağ-misal: dağ gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>düstur: kural, prensip</td></tr><tr><td>düstur-u küllî: büyük ve kapsamlı prensip (bk. k-l-l)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>fehim: anlayış</td><td>fünun: fenler, bilimler</td></tr><tr><td>hususî: özel</td><td>ibkà-yı nam: namını sürdürme (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>icl: sığır yavrusu, buzağı</td><td>ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ</td></tr><tr><td>kavm-i Mûsâ: Hz. Musa’nın kavmi</td><td>küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>kıssa-i Mûsâ: Hz. Musa’nın kıssası </td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mefkûre: düşünce (bk. f-k-r)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>muzır: zararlı</td><td>nev-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık</td></tr><tr><td>nev-i insan: insanlık</td><td>rasat etmek: gözetlemek</td></tr><tr><td>rububiyet: rablık (bk. r-b-b)</td><td>semek: balık</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tabaka-i türabiye: toprak katmanı</td><td>tabiatperest: tabiata tapan (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td><td>talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>talim-i esmâ: isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)</td><td>tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>ulûm: ilimler (bk. a-l-m)</td><td>Âdem: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>âmi: cahil</td><td>âsâr-ı ceberrut: zulüm ve zorbalık eserleri (bk. c-b-r)</td></tr><tr><td>şahs-ı Âdem: Hz. Âdem’in şahsı</td><td>şöhretperest: şöhret düşkünü</td></tr></tbody></table><table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 539

meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının an’anesinde hükümfermâ bir düstur-u acibi ifade eder.

Meselâ,
blank.gif
1
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla, umum Firavunların, tenasuh fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret‑i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.

Meselâ,
blank.gif
2
يُذَبِّحُونَ اَبْنَاۤءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاۤءَكُمْ Benî İsrail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihânede oynadık-ları rolü ifade eder.

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍ
blank.gif
3
وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
blank.gif
4
وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
blank.gif
5
وَقَضَيْنَاۤ اِلٰى بَنِۤى اِسْرَاۤئِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ
blank.gif
6
وَلاَتَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ
blank.gif
7



[NOT]Dipnot-1 bk. Yûnus Sûresi, 10:92.

Dipnot-2
“Kızlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı kesiyorlardı.” Bakara Sûresi, 2:49.

Dipnot-3
“Sen onları, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.” Bakara Sûresi, 2:96.

Dipnot-4
“Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü birşeydir o yaptıkları!” Mâide Sûresi, 5:62.

Dipnot-5
“Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” Mâide Sûresi, 5:64.

Dipnot-6
“İsrailoğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: Siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız.” İsrâ Sûresi, 17:4.

Dipnot-7
“Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” Bakara Sûresi, 2:60.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Benî İsrail: İsrailoğulları</td><td>Firavun: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>an’ane: gelenek</td><td>asr-ı âhir: son asır (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>binaen: -dayanarak</td><td>düstur-u acib: hayret verici düstur</td></tr><tr><td>düstur-u hayatiye: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y)</td><td>ehram: Mısır’daki Firavunların piramit şeklindeki mezarları</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>ensâl-i âtiye: gelecek nesiller</td></tr><tr><td>gark olmak: boğulmak</td><td>hayat-ı beşeriye-i sefihâne: insanların haram ve yasak eğlence hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hükümfermâ: hüküm süren (bk. ḥ-k-m)</td><td>ibretnümâ: ibretli</td></tr><tr><td>işaret-i gaybiye: gelecekte olacak bir hadiseye yapılan işaret (bk. ğ-y-b)</td><td>kail olmak: inanmak</td></tr><tr><td>keşfolunmak: meydana çıkarılmak</td><td>lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mahall-i gark: boğulma yeri </td><td>maruz olmak: tesiri altında kalmak</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş zaman</td><td>mevc: dalga</td></tr><tr><td>mevt-âlûd: ölümlü (bk. m-v-t)</td><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mu’cize: yaratma noktasında bütün sebepleri âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>müstakbel: gelecek zaman</td><td>müteaddit: birçok, çeşitli</td></tr><tr><td>necat: kurtuluş (bk. n-c-v)</td><td>temâşâgâh: seyir yeri</td></tr><tr><td>tenasuh: reenkarnasyon</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 540

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.

Meselâ,
blank.gif
1
فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ “Eğer doğru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.” İşte, meclis-i Nebevîde, küçük bir cemaatin, cüz’î bir hadise ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehudun tâ kıyamete kadar lisan-ı hâlleri mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.

Meselâ,
blank.gif
2
وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ şu ünvanla, o milletin mukadderât-ı istikbaliyesini umumî bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderiç olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i tedip vuruyor.

İşte, şu misallerden, kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm ve Benî İsrail’in sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem’a-i îcaz gibi, Kur’ân’ın basit kelimatlarının ve cüz’î mebhaslarının arkalarında pek çok lemeât-ı i’câziye vardır. Ârife işaret yeter.

BEŞİNCİ IŞIK: Kur’ân’ın makàsıd ve mesâil, maânî ve esâlib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i harikasıdır. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın sûrelerine


[NOT]Dipnot-1 bk. Bakara Sûresi, 2:94.

Dipnot-2
“Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.” Bakara Sûresi, 2:61.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Benî İsrail: İsrailoğulları</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>cem-i mal: mal biriktirme (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>câmiiyet-i harika: harika kapsamlılık (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cüz: kısım, parça (bk. c-z-e)</td><td>cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>desatir: prensipler, kurallar</td><td>düstur-u umumî: genel prensip</td></tr><tr><td>esâlib: üsluplar</td><td>fesat komitesi: bozgunculuk ve fenalık yapan cemiyet</td></tr><tr><td>havf-ı memat: ölüm korkusu (bk. m-v-t)</td><td>hayat-ı içtimaiye-i insaniye/beşeriye: insanlığın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hud’a: hile, aldatma</td><td>hükm-ü Kur’ânî: Kur’ân’ın hükmü (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hırs-ı hayat: hayat hırsı (bk. ḥ-y-y)</td><td>ihtilâl: ayaklanma, karışıklık</td></tr><tr><td>i’câzî: mu’cizeliğe dair (bk. a-c-z)</td><td>kelimat: kelimeler (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>lemeât-ı i’câziye: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z)</td><td>lem’a-i îcâz: vecizlik parıltısı (bk. v-c-z)</td></tr><tr><td>letâif: güzellikler, hoşluklar (bk. l-ṭ-f)</td><td>lisan-ı hâl: hal ve davranış dili</td></tr><tr><td>makàsıd: maksatlar (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>maânî: mânâlar (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mebhas: bahisler, konular</td><td>meclis-i Nebevî: Peygamberimizin (a.s.m.) bulunduğu meclis (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td><td>milel-i insaniye: insan milletleri</td></tr><tr><td>millet-i Yehud: Yahudi milleti</td><td>mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mukadderât-ı istikbaliye: gelecekle ilgili takdir olunan şeyler (bk. ḳ-d-r)</td><td>muzaaf: kat kat </td></tr><tr><td>mübareze: karşı koyma</td><td>münderiç: yerleştirilmiş</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>ribâ: faiz</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sa’y-u amel: iş ve iş gücü</td><td>seciye: karakter, huy</td></tr><tr><td>sermaye: servet</td><td>sille-i tedip: edeplendirme tokadı</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tazammun etmek: içine almak</td></tr><tr><td>umumî: genel</td><td>ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 541

ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına, âyetlerin mebde’ ve maktalarına dikkat edilse görünüyor ki, belâğatlerin bütün envâını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksâmını, ulvî üslûpların bütün esnâfını, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nuranî kanunlarını cem etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı i’câzînin işi olabilir.

Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizamla beraber, geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan harikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin menbaı olan tabiat tâğutunu burhanın elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra’d-misal sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını ve hilkat-i âlemin muammâ-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-âşinâ ve hidayet-bahş ve haknümâ olan Kur’ân gibi bir mu’cizekârın harikulâde işleridir.

Evet, Kur’ân’ın âyetlerine insafla dikkat edilse görünüyor ki, sair kitaplar gibi bir iki maksadı takip eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def’î ve âni bir tavrı var. Ve ilka olunuyor bir gidişatı var. Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir surette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>aksâm: kısımlar</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>burhan: güçlü delil</td><td>cehl-i mürekkeb: bilmediği halde kendini bilmiş sayma</td></tr><tr><td>cem etmek: toplamak (bk. c-m-a)</td><td>câmiiyet: kapsayıcılık (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>def’î: birden bire, âni</td></tr><tr><td>ecnâs-ı muhtelife: çeşitli cinsler</td><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>envâ: türler, çeşitler</td></tr><tr><td>esnâf: sınıflar</td><td>felsefe-i beşeriye: insanların geliştirdiği fikir, felsefe</td></tr><tr><td>fetih: açmak</td><td>fezleke: hülasa, öz</td></tr><tr><td>fezâil-i kelâmiye: sözün üstünlükleri (bk. f-ḍ-l; k-l-m)</td><td>fâtiha: başlangıç, açılış kısmı</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td><td>gayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hakikat-bîn: hakikatı gören (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haknümâ: hakkı ve doğruyu gösteren (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı şahsiye: şahsî hayat (bk. ḥ-y-y)</td><td>hidayet-bahş: hidâyet veren (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hikmet-i insaniye: insanların ortaya koyduğu ilim (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i âliye-i kâinat: evren ile ilgili yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m; k-v-n) </td></tr><tr><td>hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m)</td><td>ilka: vahiyle indirilme, kalbe bırakılma</td></tr><tr><td>insaf: merhamet ve adalet dairesinde hareket</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>içtimaiye-i beşeriye: insanlığın toplum hayatı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten (bk. ḳ-h-r)</td><td>keşfetmek: gizli birşeyi ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>maarif-i İlâhiye: İlâhî bilgiler (bk. a-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>maksad: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>makta: durak yeri</td></tr><tr><td>mebde’: başlangıç</td><td>mehâsin-i ahlâkiye: ahlâk güzellikleri (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>menba: kaynak</td><td>menşe: kaynak, esas</td></tr><tr><td>muammâ-i acibe: hayret verici, bilinmeyen sır</td><td>muhabere: haberleşme</td></tr><tr><td>mu’cizekâr: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td><td>müstakil: bağımsız, başlıbaşına</td></tr><tr><td>müşevveşiyet: karışıklık</td><td>nizam-ı i’câzî: mu’cize olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-c-z) </td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nâfî: faydalı, yararlı</td></tr><tr><td>ra’d-misal: şimşek gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>sayha: sesleniş, kükreyiş</td></tr><tr><td>silsile: zincir</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabiat tâğutu: tabiat putu (bk. ṭ-b-a)</td><td>tedricî: yavaş yavaş, derece derece</td></tr><tr><td>tılsım-ı muğlâk: anlaşılması zor sır</td><td>ulvî: yüce</td></tr><tr><td>ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimler (bk. a-l-m; k-v-n) </td><td>âdet: alışkanlık</td></tr><tr><td>âdiyat: alışılmış şeyler</td><td>üslûp: ifade tarzı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 542

başka kim var ki, bu derece kâinat ve Hâlık-ı Kâinatla ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun?

Evet, Kur’ân’da Kâinat Sâniinin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi ima edecek hiçbir emare bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklitkârâne o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklit emareleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünkü en pest bir halinde en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklitçiliğini gösterir.

İşte şu hakikati kasemle ilân eden

وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰى وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى
blank.gif
1

ya bak, dikkat et.

ÜÇÜNCÜ ŞUA

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbârât-ı gaybiyesi ve her asırda şebâbiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafık gelmesiyle hasıl olan i’cazdır. Şu Şuaın Üç Cilvesi var.

BİRİNCİ CİLVE: İhbârât-ı gaybiyesidir. Şu Cilvenin Üç Şavkı var.

BİRİNCİ ŞAVK:Maziye ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Evet, Kur’ân-ı Hakîm, bil’ittifak, ümmî ve emin bir zâtın lisanıyla, zaman-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyaların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle


[NOT]Dipnot-1 “Kayan yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız (Peygamberiniz) ne şaştı, ne de bâtıla inandı. O kendi keyfine göre de konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:1-4.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Asr-ı Saadet: Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı</td><td>Hâlık-ı Kâinat: kâinatın yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) </td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve şeref sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>Müseylime: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>Tevrat: Hz. Musa’ya indirilen kitap</td></tr><tr><td>alâmet: iz, işaret</td><td>bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle</td></tr><tr><td>ceberut: büyüklük ve haşmet (bk. c-b-r)</td><td>cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>emin: güvenilir (bk. e-m-n)</td><td>emâre: işaret, iz</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>farz-ı muhal: olmayacak şeyi olacakmış gibi düşünme</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hasıl olmak: ortaya çıkmak</td><td>hâlet: durum, hal</td></tr><tr><td>hâlât: haller, durumlar</td><td>ihbârât-ı gaybiye: gaybdan verilen haberler (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kasem: yemin</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>muhabere: haberleşme</td><td>muvafık: uygun</td></tr><tr><td>pest: aşağı</td><td>taklitkârâne: taklik ederek</td></tr><tr><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>ulvî: yüce</td></tr><tr><td>vukuat: olaylar</td><td>zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in zamanı</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş</td></tr><tr><td>İncil: Hz. İsâ’ya indirilen kitap </td><td>şavk: ışık, parıltı</td></tr><tr><td>şebâbiyet: tazelik, gençlik</td><td>şua: parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 543

ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i vakıayı faslediyor. Demek, Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkinde ahvâl-i maziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal oluyor. Halbuki, Kur’ân’ın vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki semâa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzul ediyor.

Hem o ahvâl-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hadisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Demek, Kur’ân’daki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün maziyi bütün ahvâliyle görüyor. Zira bir zâtın bir fende veya bir san’atta mütehassıs olduğu, hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir san’atçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi, Kur’ân’da zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, tabiri caizse bir maharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.

İKİNCİ ŞAVK:İstikbale ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbârâtın çok envâı var. Birinci kısım hususîdir. Bir kısım, ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ, Muhyiddin-i Arabî
blank.gif
1
الۤمۤ غُلِبَتِ الرُّومُ Sûresinde pek çok ihbârât-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı hurufla çok muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbârâtını görmüştür ve hâkezâ... Ulema-yı bâtın için, Kur’ân baştan başa ihbârât-ı gaybiye nev’indendir. Biz ise,


[NOT]Dipnot-1 “Elif lâm mim. Rumlar mağlûp düştüler.” Rum Sûresi, 30:1-2.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)</td><td>ahvâl: haller, durumlar</td></tr><tr><td>ahvâl-i maziye: geçmişteki haller</td><td>aklî: akılla ilgili</td></tr><tr><td>ehl-i keşif ve velâyet: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f; v-l-y)</td><td>emanet: eminlik, güvenilirlik (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>fasletmek: çözüme kavuşturmak</td></tr><tr><td>faysal: ayırıcı, çözüme kavuşturucu</td><td>fen: bilim</td></tr><tr><td>fevkinde: üstünde</td><td>fezleke: netice, özet</td></tr><tr><td>hakikat-i vakıa: olayın gerçekliği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hususî: özel</td></tr><tr><td>hâkezâ: bunun gibi</td><td>hülâsa: özet</td></tr><tr><td>ihata: kapsama, içine alma</td><td>ihbar: haber verme</td></tr><tr><td>ihbârât: haber vermeler</td><td>ihbârât-ı gaybiye: gayptan verilen haberler (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>ihtilafî: tartışmalı</td><td>ihtilâf: ayrılık, anlaşmazlık</td></tr><tr><td>istikbal: gelecek zaman</td><td>ittifak: birleşme, fikir birliği</td></tr><tr><td>ittifak etmek: birleşmek</td><td>ittifakî: üzerinde birleşilmiş</td></tr><tr><td>kitabet: yazma (bk. k-t-b)</td><td>kütüb-ü sâlife: Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş kitaplar (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>kıraat: okuma</td><td>maharet: ustalık, beceri</td></tr><tr><td>maharet-i fevkalâde: olağanüstü beceri</td><td>maksad: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>maruf: bilinen (bk. a-r-f)</td><td>mazi: geçmiş zamanı</td></tr><tr><td>meleke: kabiliyet, beceri (bk. m-l-k)</td><td>mevsuf: vasıflandırılan (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>muamelât-ı gaybiye: gayba ait muamele ve işleyişler (bk. ğ-y-b)</td><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>mukattaât-ı huruf: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler</td><td>musaddıkane: doğrulayarak (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>musahhihâne: düzelterek</td><td>muvafakat etmek: uyuşmak</td></tr><tr><td>mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman</td><td>mütevakkıf: bağlı</td></tr><tr><td>nakil: aktarma, anlatma</td><td>nazar-ı gayb-bînî: gaybı gören bakış (bk. n-ẓ-r; ğ-y-b)</td></tr><tr><td>nev’: tür</td><td>nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>semâ: işitme, duyma (bk. s-m-a)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme</td><td>ukde-i hayatiye: hayat düğümü, çekirdeği (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ulema-yı bâtın: şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler (bk. a-l-m)</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vukuat: olaylar</td><td>zikrolunmak: anılmak, belirtilmek</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş</td><td>İmam-ı Rabbânî: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>şavk: ışık, parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 544

umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pek çok tabakatı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der:HAŞİYE-1

فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللهِ حَقٌ
blank.gif
1
لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاۤءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ… هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدىَ وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ
blank.gif
2
وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبوُنَ فِى بِضْعِ سِنِينَ ِللهِ اْلاَمْرُ
blank.gif
3
فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِأَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ
blank.gif
4
اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ
blank.gif
5
وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ
blank.gif
6
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا
blank.gif
7
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَداً
blank.gif
8
سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِىۤ اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ
blank.gif
9
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰى اَنْ يَاْتوُا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتوُنَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيراً
blank.gif
10
يَاْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى


[NOT]Haşiye-1 Bu, gaybdan haber veren âyetler, pek çok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatasından, burada izahsız ve o kıymettar hazineler kapalı kaldılar.

Dipnot-1
“Sabret; Allah’ın vaadi haktır.” Rum Sûresi, 30:60.

Dipnot-2
“İnşaallah, hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harama gireceksiniz. ... Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hak din ile gönderen Odur.” Fetih Sûresi, 48:27-28.

Dipnot-3
“Bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Hüküm Allah’ındır.” Rum Sûresi, 30:3-4.

Dipnot-4
“Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler: Hanginiz cinnete uğramış?” Kalem Sûresi, 68:5-6.

Dipnot-5
“Yoksa onlar ‘O bir şairdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz’ mu diyorlar? Sen ‘Bekleyedurun,’ de. ‘Ben de sizinle beraber bekliyorum.’” Tûr Sûresi, 52:30-31.

Dipnot-6
“Allah seni insanlardan korur.” Mâide Sûresi, 5:67.

Dipnot-7
“Eğer bunu yapamazsanız-ki asla yapamayacaksınız.” Bakara Sûresi, 2:24.

Dipnot-8
“Ölümü hiçbir zaman temennî etmeyecekler.” Bakara Sûresi, 2:95.

Dipnot-9
“Onlara gerek âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur’ân’ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun.” Fussılet Sûresi, 41:53.

Dipnot-10
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>gayb: görünmeyen ve bilinmeyen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>müellif: yazar</td></tr><tr><td>tab etmek: yazmak, basmak</td><td>tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ yönünden yorumlayan kitap (bk. f-s-r)</td></tr><tr><td>umum: genel, herkes</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 545

الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَۤئِمٍ
blank.gif
1
وَقُلِ الْحَمْدُ ِللهِ سَيُرِيكُمْ اٰياَتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا
blank.gif
2
قُلْ هُوَ الرَّحْمٰنُ اٰمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ
blank.gif
3
وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنوُا مِنْكُمْ وَعَمِلوُا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَماَ اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِيَنهُمُ الَّذِى ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناً
blank.gif
4


gibi çok âyâtın ifade ettiği ihbârât-ı gaybiyedir ki, aynen doğru olarak çıkmıştır. İşte, pek çok itirâzat ve tenkidâta maruz ve en küçük bir hatasından dolayı dâvâsını kaybedecek bir zâtın lisanından böyle tereddütsüz, kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbârât-ı gaybiye, kat’iyen gösterir ki, o zât, Üstad-ı Ezelîsinden ders alıyor, sonra söylüyor.

ÜÇÜNCÜ ŞAVK: Hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı kevniyeye ve umur-u uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyesidir. Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammâsını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.
Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan


[NOT]Dipnot-1 “Allah öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler; Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar.” Mâide Sûresi, 5:54.

Dipnot-2
“De ki: Hamd Allah’a mahsustur. O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.” Neml Sûresi, 27:93.

Dipnot-3
“De ki: O Rahmân’dır; Ona inandık ve Ona güvendik. Kimin ap açık bir sapıklık içinde bulunduğunu yakında bileceksiniz.” Mülk Sûresi, 67:29.

Dipnot-4
“Sizden iman edip güzel işler yapanlara Allah vaad etmiştir ki, kendilerinden önceki mü’minleri nasıl kâfirlerin yerine getirdiyse, onları da şimdiki kâfirlerin yerine, yeryüzünde hâkim kılacak, onlar için razı olduğu İslâm dinini onların kalblerinde sağlamlaştıracak ve korkularını emniyete çevirecektir.” Nur Sûresi, 24:55.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>akl-ı beşerin kârı: insan aklının yapacağı bir iş</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td><td>beyanat-ı kevniye: yaratılışa âit açıklamalar (bk. b-y-n; k-v-n)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td></tr><tr><td>dâvâ: iddia</td><td>fethetmek: açmak</td></tr><tr><td>hakaik-i kevniye: kâinatla, yaratılışla ilgili hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-v-n) </td><td>hakaik-i İlâhiye: Allah’ın zat ve sıfatlarına ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) </td><td>hükema: filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihbârât-ı gaybiye: gaybdan verilen haberler (bk. ğ-y-b)</td><td>ihsas etmek: hissettirmek</td></tr><tr><td>istikametle: doğru bir şekilde</td><td>itirâzat: itirazlar</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kemâl-i ciddiyet ve emniyet: tam bir ciddiyet ve güven (bk. k-m-l; e-m-n)</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>maruz: uğramış, tesirinde kalmış</td></tr><tr><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td><td>muamma: anlaşılması zor sır</td></tr><tr><td>tenkidât: tenkitler</td><td>tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>umur-u uhreviye: âhirete ait işler (bk. e-ḫ-r)</td><td>vüsuk: doğruluk, güvenilirlik</td></tr><tr><td>Üstad-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah (bk. e-z-l)</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>şavk: ışık, parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 546

sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a “Bârekâllah” der. Bu kısmın, kısmen On Birinci Sözde izah ve ispatı geçmiştir; tekrara hacet kalmamıştır.

Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur’ân’ın gösterdiği yollarla, onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Sözde, Kur’ân’ın şu ihbârât-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir. Ona müracaat et.

İKİNCİ CİLVE: Kur’ân’ın şebâbetidir. Her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye olarak, umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitap ettiği için, öyle daimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istidatça mütebayin asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın
blank.gif
1
يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb“ mânâsını dahi tazammun eder; bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle,
blank.gif
2
يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَاۤءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ sayhasını âlemin aktârına savuruyor.

Meselâ, şahıslar, cemaatler muârazasından âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hazıra,


[NOT]Dipnot-1 “Ey kitap ehli! Ey kitap ehli!” Âl-i İmrân Sûresi, 3:64.

Dipnot-2
“Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:64.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)</td><td>ahvâl-i uhreviye ve berzahiye: kabir ve âhiret halleri (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>akl-ı beşer: insan aklı</td><td>aktâr: her taraf, her yan</td></tr><tr><td>asr-ı hazır: şimdiki asır</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a)</td><td>cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cinnî: cinlerden olan</td><td>efkârca: fikirler bakımından (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>ehl-i kitap: kitap ehli; Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler (bk. k-t-b)</td><td>ehle’l-mekteb: mektepli, okumuş, bilgili (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hitab-ı mürşidâne: doğru yolu gösterici hitap (bk. ḫ-ṭ-b; r-ş-d)</td><td>hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)</td></tr><tr><td>ihbârât-ı gaybiye: gaybdan verilen haberler (bk. ğ-y-b)</td><td>istidatça: kabiliyetçe (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>lâfz: kelime, ifade</td></tr><tr><td>medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli, değişik</td><td>muâraza: karşı koyma, muhalefet</td></tr><tr><td>mütebayin: ayrı ayrı</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>nazil olmak: inmek (bk. n-z-l)</td><td>netice-i efkâr: fikirlerin sonucu (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>rasih: sağlam</td></tr><tr><td>sadakte: “doğrudur” (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>safa-yı kalb: kalbin safiliği, temizliği (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>tabakat-ı beşeriye: insan tabakaları, sınıfları</td></tr><tr><td>tazammun etme: içine alma, kapsama </td><td>tebdil edilmek: değiştirilmek</td></tr><tr><td>tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)</td><td>terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler</td></tr><tr><td>tezkiye-i nefis: nefsi terbiye edip temizleme (bk. n-f-s)</td><td>ukul: akıllar </td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âsâr: eserler</td><td>çendan: gerçi</td></tr><tr><td>şebâbet: gençlik, tazelik</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 547

Kur’ân’a karşı muâraza vaziyetini almıştır; i’câz-ı Kur’ân’a karşı, sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, i’câz-ı Kur’ân’ı, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ
blank.gif
1
âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza suretiyle vaz ettiği esâsâtı ve desâtirini, esâsât-ı Kur’âniye ile karşılaştıracağız.

Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde, medeniyete karşı Kur’ân’ın i’câzını ve galebesini ispat eder.
İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını hülâsa etmektir.
İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet ve menfi milliyet” bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı “lehviyattır.”

Halbuki, kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.
Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakkı” kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, “düstur-u teâvünü” esas utar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir.


[NOT]Dipnot-1 “De ki: İnsanlar ve cinler bir araya toplansa…” İsrâ Sûresi, 17:88.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beşer: insan</td><td>cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cidal: mücadele</td><td>desâtir: düsturlar, prensipler</td></tr><tr><td>düstur: prensip, kural</td><td>düstur-u cidâl: mücadele prensibi</td></tr><tr><td>düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y)</td><td>düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi</td></tr><tr><td>esâsât: esaslar</td><td>esâsât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın esasları</td></tr><tr><td>fazilet: güzel ahlak, erdem (bk. f-ḍ-l)</td><td>galebe: üstünlük</td></tr><tr><td>gayât: gayeler, amaçlar</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanlığın toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>hevesât-ı nefsaniye: nefsin hevesleri, arzu ve istekleri (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti, bilgisi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hissiyat-ı ulviye: yüksek duygular</td></tr><tr><td>hâcât-ı beşeriye: insanın ihtiyaçları (bk. ḥ-v-c)</td><td>hülâsa etmek: özetlemek</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td><td>i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cize oluşu (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kemâlât-ı insaniye: insanî mükemmellikler (bk. k-m-l)</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar</td><td>maâliyât: yüksek ve derin fikirler</td></tr><tr><td>mehâsin: iyilikler, güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>menfaat: yarar, çıkar</td></tr><tr><td>menfi: olumsuz</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>muâraza: sözle karşı koyma, muhalefet</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>nâmeşru: helâl olmayan (bk. ş-r-a)</td><td>rabıta: bağ</td></tr><tr><td>rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı</td><td>rıza-i İlâhî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sed çekmek: engel olmak</td></tr><tr><td>sefalet: perişanlık, yoksulluk </td><td>sûri: görünüşte</td></tr><tr><td>tatmin: doyurma</td><td>tecavüz: haddi aşma, saldırma</td></tr><tr><td>tecavüzât: tecavüzler</td><td>tezyid etmek: arttırmak</td></tr><tr><td>teşvik: isteklendirme</td><td>unsuriyet: ırkçılık</td></tr><tr><td>vaz etmek: koymak</td><td>şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 
Üst