Tefeül...

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.13.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Risale-i Nur Müellifi Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin, en son defa vasiyetnâmesi hükmünde Emirdağ Lâhikası’nın sonunda derc ve neşr edilen bir beyanı ile yeni Emirdağ Lâhikası’nda neşredilen en son sene kaleme aldığı “Reis-i Cumhur’a ve Başvekile” diye olan bir hitabesini bu Tarihçe-i Hayat’ın sonuna ilâve ediyoruz.

Nur talebeleri Hazret-i Üstad’ın bu vasiyetnâmesinde beyan ettikleri müsbet hizmet tarzı ile “Nurları” bütün cihana karşı ilân ettiler. Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamana müteveccih müsbet hizmet telâkkisi ve envar-ı imaniyeyi akıl ve kalplere yerleştirdiler.

Hazret-i Üstad’ın hizmetinde bulunan talebeleri
Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek,
menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. [SUP]1[/SUP]
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düsturu ile ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk—çocuğu mesul olamaz” işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi; 39:7.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
Aleyhisselâm : Allah selâmı onun üzerine olsun
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
aziz : çok değerli, izzetli
Başvekil : Başbakan
beyan : açıklama

Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cihad : Allah için kutsal şeyleri koruma gayret ve mücadelesi
cihad-i mânevî : ilim, fikir, dua gibi mânevi unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele
cihan : dünya

dahil : iç
dahilî : içe ait
derc edilen : yerleştirilen
Divan-i Harb-i Örfî : Sıkıyönetim Mahkemesi

düstur : kural, prensip
envar-ı iman : iman nurları

hakikat : doğru, gerçek
hakikî : gerçek
hâricî : dışarıya ait, dış ile alâkalı
hazret : saygıdeğer; saygı maksadıyla kullanılan bir ifade
hitabe : konuşma, sesleniş
hizmet-i imaniye : imana ait hizmet

içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hâdise dayanarak hüküm çıkarma
ihlâl edici : bozucu, karıştırıcı
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
istimal edilme : kullanılma
Kur’ân-ı Hakîm : her bir âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
menfî hareket : yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek gibi olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış

meslek : hizmet yolu, ekolü
mezkûr : adı geçen
muamele : davranış
misal : örnek

muharebat : harpler, savaşlar
muhafaza : koruma

mukabele etmek : karşılık vermek
muvaffak etmek : başarıyı sağlamak, oluşturmak
müdde-i umumî : savcı
müellif : kitap yazan, yazar
mükellef : sorumlu, yükümlü
müsbet hareket : yapmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış
müsbet : olumlu, yapıcı
müteveccih : yönelik, yönelmiş
neşredilen : yayınlanan
Reis-i Cumhur : Cumhurbaşkanı
şükür : Allah’ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk gösterme; Allah’a teşekkür etme
tahakküm : baskı, zorbalık

tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
tecavüz : saldırı, haddi aşma
telâkki : anlama, kabul etme
terzil : rezil ve alçak gösterme
umum : bütün
vazife-i İlâhiye : Allah’a ait olan iş


 

uður1

Well-known member
Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar sühuletli ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradı bulunan bir nev'in terbiyesi ve tedbiri, bir ferd kadar müşkilatsız olur. Eğer şirk yolunda esbab ve tabiata verilse; bir ferdin icadı, bir nevi belki neviler kadar ve bir çiçeğin hayatdar ibdaı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar ve bir meyvenin inşa ve ihyası bir ağaç, belki yüz ağaç kadar ve bir ağacın icadı ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkil olur.

(Bediüzzaman Said Nursi - 2. Şua'dan)
Lügatler
Âsân :kolay
Belki :bilakis, aslında
Efrat :fertler, kişiler
Esbab : sebebler
Ferd :tek, bir, birey
Hadsiz : sayısız, sınırsız
Halk :yaratma
Hayatdar :canlılık gösteren
İbda :benzeri olmayan şekilde yaratmak
İcad :yaratma, var etme, vücuda getirmek
İhya :diriltme, hayat verme
İnşa :yapma, vücuda getirme, yaratma
Kâinat : evren, yaratılanların hepsi
Müşkil :zorluk, zor olan iş
Müşkilat :zorluklar
Nev’ :çeşit, sınıf, cins
Sühulet : kolaylık
Şirk : Allah’a ortak koşmak
Şua :ışık, parıltı
tabiat : doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem
Techiz :donatmak, gerekli şeyleri tamamlamak, cihazlanmak
Tedbir :bir şeyde muvaffakiyet için lazım gelen hazırlık, hikmete uygun hareket
Terbiye :Allah’ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye çalışmak
Zat : hürmete layık kimse, kişi
Ziyade : fazla, daha çok, fazlasıyla
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.13.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûâ, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar Meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica olunur.

Ey paşalar, zabitler!
Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım.

Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira, biliyoruz ki,
[SUP]1[/SUP]
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ Fakat, meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.
Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez.” En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.
Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.
Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifim var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûretâ mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız.
Sâniyen: Kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Gerçek hile, hileleri terk etmektedir.

Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
ahd ü peyman etme : söz verme ve yemin etme
avam : sıradan halk tabakası
emr-i bilmâruf : “iyilik ve güzellikleri emretme, tebliğ etme” mânâsında İslâmın bir prensibi
fahr : gurur, övünç
fırka : parti, grup
fırka-i hâlisa : samimî grup, samimî, içten kişilerin partisi
gaddar : acımasız, çok zulmeden
hakaik : hakikatler, esaslar
hasım : düşman
haşerat : böcekler, parazitler; değersiz ve zararlı kimseler, asalak geçinenler
hayat-ı zaif : zayıf hayat
haysiyet : itibar, şeref
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlere aykırı, İslâmiyete ters
hüccet-i kàtıa : kesin delil
imtiyaz : ayrıcalık
intaç : netice verme
irşad : doğru yolu gösterme
istibdat : baskı, zulüm
kahrolmak : mahvolmak
libas : elbise
maalmemnuniye : memnuniyetle
mahkûmiyet : hükümlülük, tutukluluk
mahvetme : yok etme
meşru : yasal, legal; dine uygun
meşveret : fikir alışverişi
mihenk : altının değerini ölçen taş; (mecaz) kişinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt
müsemmâ : isimlendirilen, ismin sahibi
müstehak : hak etmiş, lâyık
nâs : insanlar
nazar : bakış
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük
sâniyen : ikinci olarak
sille : tokat
sûretâ : görünüş itibariyle
şöhret-i kâzibe : yalancı şöhret
tebeddül : değişme
tebeddül-ü esmâ : isimlerin değişmesi
tenezzül : inme, alçalma
tenzil : indirme, düşürme
ulü’l-emir : işi yönetenler, idareci, yönetici ve siyasetçiler
vicdanen : vicdan olarak, vicdanca


 

uður1

Well-known member
İşte, ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi, faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamışsa anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَناَ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اَللّٰهُمَّ اَغْنِناَ بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَلاٰتَفْقُرْناَ بِاْلاِسْتِغْنَاۤءِ عَنْكَ تَبَرَّاْنَا اِلَيْكَ مِنْ حَوْلِناَ وَقُوَّتِناَ وَالْتَجَئْنَاۤ اِلٰى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ فَاجْعَلْناَ مِنَ الْمُتَوَكِّلِينَ عَلَيْكَ وَلاَ تَكِلْنَاۤ اِلٰى اَنْفُسِناَ وَاحْفَظْناَ بِحِفْظِكَ وَارْحَمْناَ وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَصَفِيِّكَ وَخَلِيلِكَ وَجَمَالِ مُلْكِكَ وَمَلِيكِ صُنْعِكَ وَعَيْنِ عِنَايَتِكَ وَشَمْسِ هِدَايَتِكَ وَلِسَانِ حُجَّتِكَ وَمِثَالِ رَحْمَتِكَ وَنُورِ خَلْقِكَ وَشَرَفِ مَوْجُودَاتِكَ وَسِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَكَاشِفِ طِلْسِمِ كَاۤئِنَاتِكَ وَدَلاَّلِ سَلْطَنَةِ رُبوُبِيَّتِكَ وَمُبَلِّغِ مَرْضِيَّاتِكَ وَمُعَرِّفِ كُنُوزِ اَسْمَاۤئِكَ وَمُعَلِّمِ عِبَادِكَ وَتَرْجُمَانِ اٰيَاتِكَ وَمِرْاٰةِ جَمَالِ رُبوُبِيَّتِكَ وَمَدَارِ شُهُودِكَ وَاِشْهَادِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ الَّذِۤى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ وَعَلٰۤى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلٰى مَلٰۤئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلٰى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ اٰمِينَ [SUP]1[/SUP] [h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Allahım, kalbimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Allahım, kendimizi daima Sana muhtaç olduğumuzu hissetmekle bizi zengin eyle; Senin rahmetine ihtiyaç duymamakla bizi fakir düşürme. Biz kendi güç ve kuvvetimizden vazgeçip Senin güç ve ve kuvvetine sığındık. Sen de bizi, Sana tevekkül edenlerden eyle. Bizi nefsimize terk etme. Bizi hıfzınla koru. Bize, erkek ve kadın bütün mü’minlere rahmet et. Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed’e, bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin.
 

uður1

Well-known member
Mehdî âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir mi
07 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır.
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
müçtehid: âyet ve hadisler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan (bk. c-h-d)
müceddid: yenileyici; sahih hadislerle her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini, asrın ihtiyacına göre ders
Mehdî: (bk. bilgiler)
Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
Rivayet: Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.) duyulan bir haber veya hadisin aktarılması
beyne’s-semâ ve’l-arz: yer ile gök arası
cereyan etme: meydana gelme
daire-i esbab: sebepler dairesi (bk. s-b-b)
din-i Ahmedî: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini, İslâmiyet (bk. ḥ-m-d)
ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)
ehl-i beyt-i Nebevî: Peygamberimizin ailesine mensup ve soyundan olanlar (bk. n-b-e)
ehl-i tefekkür: tefekkür edenler, düşünenler (bk. f-k-r)
eser-i himayet: koruma, himaye etme eseri, belirtisi
fesad: bozukluk, karışıklık
fesad-ı ümmet: ümmetin fesada girmesi, bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi
halife-i zîşan: şanlı halife (bk. ḫ-l-f)
hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın herşeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; r-b-b)
hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m)
icad eden: vücuda getiren, yoktan yaratan
izale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak (bk. z-v-l)
kemâl-i rahmet: mükemmel ve kusursuz bir rahmet (bk. k-m-l; r-ḥ-m)
kutb-u âzam: en büyük kutup; bir çok Müslümanın kendisine bağlandıkları büyük evliyadan zamanın en büyük yol göstericisi (bk. a-ẓ-m)
muhafaza etme: koruma, saklama (bk. ḥ-f-ẓ)
muslih: ıslah eden, iyileştiren, düzelten (bk. ṣ-l-ḥ)
mübarek: hayırlı (bk. b-r-k)
veren peygamber vârisi olan âlim zât
mürşid: doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)
mürşid-i ekmel: en mükemmel doğru yol gösterici (bk. r-ş-d; k-m-l)
müçtehid: âyet ve hadisler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan (bk. c-h-d)
nevi: tür, çeşit
teskin etme: yatıştırma, sakinleştirme, dindirme (bk. s-k-n)
vaad: söz verme (bk. v-a-d)
vuku: meydana gelme
zarfında: içinde
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
zât-ı nuranî: nurani, nurlu zat
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
âlem-i İslâm: İslâm âlemi (bk. a-l-m; s-l-m)
ıslah etme: iyileştirme (bk. ṣ-l-ḥ)
şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet (bk. ş-r-a; s-l-m)
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.14.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse ve hilâf-ı şeriat hareket ise, فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ [SUP]HAŞİYE[/SUP]

Zira yalanlarla ittihad yalandır. Ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet, fâsittir. Müsemmâ-i meşrutiyet hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine bekà bulacaktır. Maatteessüf bunu kemâl-i telâş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ, bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesat ve fenalıktan men etmişken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti ima eder. Kezalik, şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağrâz-ı şahsiye ve hilâf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve âsâyiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mucize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nâm ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber, daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek pek büyük bir tehlikeli noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağ-dâr-ı teessüf oluyor.

Süreyyayı süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren, belâhetini ilân eder. Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, Zuhalde duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler.

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Yani, bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciim.

Lügatler :
adavet : düşmanlık
ağrâz-ı şahsiye : kişisel maksatlar, kötü niyet ve düşmanlıklar
âlim-i zîtehevvür : öfkeli âlim; sonunu düşünmeden öfkeli hareket eden ilim adamı
anarşist : hiçbir düzen ve otorite tanımayan, karışıklık ve bozgunculuktan yana olan ve ondan fayda uman kimse
âsâyiş : emniyet, düzen, güvenlik
âsuman : semâ, gökkubbe
bekà bulma : devam etme, kalıcı olma
belâhet : aptallık, ahmaklık
cevv-i semâ : gökyüzü boşluğu, feza, uzay, atmosfer
dağ-dâr-ı teessüf olma : büyük acı ve üzüntü duyma
efrad : fertler
fâsit : bozulmuş
fesat : bozgunculuk, karışıklık
fırka : parti, grup
garaz : kin, kötü niyet
hak : doğru, gerçek
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlere, İslâmiyete aykırı
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin zıttı, karşıtı
husumet : hasımlık, zıtlaşma; düşmanlık
ifsadat : fitne ve bozgunculuklar
ihtar etmek : uyarmak, ikaz etmek
imtiyazsızlık : eşitlik
ism-i meşrutiyet : meşrutiyet ismi
ism-i mukaddes : kutsal isim
istibdad : baskı ve zulüm
ittihad : birlik
ittihad-ı Muhammedî : Muhammedî birlik; Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah tarafından getirdiği dinin mensuplarının oluşturduğu İslâm birliği
kemâl-i telâş ve teessüf : tam bir telâş ve üzüntü
kezalik : bunun gibi
maatteessüf : ne yazık ki
mu’cize-i şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin, İslâmiyetin mu’cizesi
muhabbet : sevgi
müesses : kurulu, kurulmuş
müsemmâ-i meşrutiyet : meşrutiyetin özü, gerçek mânâsı
müthiş : dehşet veren, korkunç
sıdk : doğruluk
sıfat-ı ilim : ilim sıfatı, niteliği
sıfat-ı tehevvür : öfke sıfatı; sonunu düşünmeden öfkeli hareket etme
sıklet : ağırlık
Süreyya : Ülker takım yıldızı
şems : güneş
şeriat-ı mutahhara : temiz, mübarek şeriat; Allah tarafından bildirilen temiz, şüphelerden uzak hükümler, İslâmiyet
tohum-u fesad : bozgunculuk tohumu
ukde-i hayatiye : hayat düğümü, can alıcı nokta
umum : bütün
vicdan-ı selim : sağlam, temiz vicdan
vücuda gelme : meydana gelme, ortaya çıkma
yâdetmek : anmak, zikretmek
zemin : yer, yeryüzü; dünya


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.14.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’âna göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

“Biz şimdi mecburuz. [SUP]1[/SUP]
اِنَّ اَلضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dâhilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.
Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”
Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.
Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.
Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Zaruretler haramı helâl derecesine getirir.
Lügatler :
âhiret : öldükten sonra sonsuza kadar yaşanacak olan âlem
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
azîm : büyük

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
biçare : çaresiz
bid’a : aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar
câri olmak : geçerli olmak

cehennem-i mânevî : maddî olmayan cehennem
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cezb : Allah aşkıyla kendinden geçme
cihad-ı mâneviye : ilim, fikir, dua gibi mânevî unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele

dahil : iç
dahilde : içeride
esas : temel
fütur : usanç, gevşeklik
gayr-ı meşru : dine aykırı, helâl olmayan
hâcat-ı gayr-ı zaruriye : zorunlu olmayan ihtiyaçlar
hâcât-ı zaruriye : zorunlu ihtiyaçlar

hakikat : doğru, gerçek
haram : Allah ve Resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey
hariç : dış
helâl : dinen yapılmasına izin verilmiş şey

hizmet-i imaniye : iman hizmeti
hükm-ü Kur’ân : Kur’ân’ın kararı
hükmüne geçmek : bir şeyle aynı hükmü almak
icab : gerekli görülen şey
icabat : icaplar; gerekli kılınan şeyler
ihtiyar : seçme, tercih etme

ilcaat : mecbur etmeler, zorlamalar
itiyad : alışkanlık
kâfir : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
kaide : kural, prensip

kanaat-i tamme : tam, kesin kanaat
kanun-u beşerî : insanların koyduğu kanunlar
kanun-u İlâhî : Allah’ın koyduğu kanun
kat’iyen : kesinlikle

küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme, kabul etmeme
Mahkeme-i Temyiz : Temyiz Mahkemesi; Yargıtay
mahrem : başkalarına karşı gizli tutulan
mahzurlu : zarar verici
maişet : geçim, yaşayış

maslahat : fayda
mâzur : özürlü, mazeretli
meczup : cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş
medar olmak : sebep, dayanak olmak

men etmek : yasaklamak
menfaat : yarar

meşveret : işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi
meyil : arzu, istek, eğilim
mimsiz medeniyet : Arapça’da medeniyet kelimesinin başındaki “mim” harfinin kalkmasıyla “aşağılık” anlamında kullanılan bir deyim
muamele : davranış

muarız : karşı çıkan, karşıt
muhafaza : koruma

muhalif : aykırı, zıt, karşıt
muhkem : sağlam
mutlak : kesin

muvaffak olmak : başarılı olmak
mübah kılmak : yapılıp yapılmama konusunu serbest bırakmak
müsbet hareket : yapmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış müsbet
: olumlu
nazara almak : dikkate almak
neş’et eden : doğan, kaynaklanan
neşir : yayma, yayılma
rahmet : İlâhî şefkat ve merhamet
rahmeten lil’âlemîn : âlemlere rahmet olarak gönderilen
sarf etmek : harcamak
su-i ihtiyar : iradenin kötüye kullanımı
tahkirat : hakaretler, aşağılamalar
tasdik etmek : doğrulamak, onaylamak
tefrik edilmek : ayrılmak
tetkik etmek : incelemek, derinliğine araştırmak
tevellüd eden : doğan
tiryaki : tutkun, bağımlı
usul : metot, yol

zaruret : zorunluluk, mecburiyet
zaruret-i kat’iye : zorunluluk, mecburiyet
zarurî : zorunlu, gerekli

 

uður1

Well-known member
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın surelerine ve ayetlerine ve hususan surelerin fatihalarına, ayetlerin mebde' ve makta'larına dikkat edilse görünüyor ki: Belagatların bütün enva'ını, fezail-i kelamiyenin bütün aksamını, ulvi üslubların bütün esnafını, mehasin-i ahlakıyenin bütün efradını, ulum-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nafi' düsturlarını ve hikmet-i aliye-i kainatın bütün nurani kanunlarını cem'etmekle beraber hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı i'cazinin işi olabilir.

(Bediüzzaman Said Nursi - 25. Söz'den)

Lügatler
Aksam :kısımlar, bölümler, parçalar
Belagat :tam, yerinde düzgün ve hakikatli söz söylemek
Cemetmek :toplamak, bir araya getirmek
Düstur :umumi kaide, kanun, nizam, prensip
Ecnâs-ı muhtelife :çeşitli cinsler, muhtelif türler
Efrat :fertler, kişiler
Elhak :tam doğrusu, Hakkın ta kendisi
Enva’ :çeşitler, türler
Esnaf :sınıflar, sıralar, türler
Fezail-i kelamiye :faziletli sözler
Fezleke :netice, öz, özet, hülasa
Fihriste :içerik listesi, içinde ne olduğunu gösteren katalog
Hayat-ı şahsiye : şahsi hayat, kişisel yaşam
Hikmet-i âliye-i kâinat :kâinattaki yüce sırlar
Hususan :bilhassa, özellikle
İçtimaiye-i beşeriye :insan topluluklarına ait
Kahhar :her an kahretmeye yok etmeye muktedir
Kur’an-ı Mu’cizül beyan :beyan ve ifadesi mucize olan Kur’an
Maarif-i ilâhiye :ilâhi bilgiler, Allah bilgisi
Makta’ :kesinti yeri, durak
Mebde :başlangıç, baş taraf, kök, temel, kaynak
Mehasin-i ahlâkıye :ahlaki güzellikler
Münakaşa :karşılıklı sözle çekişmek
Müşevveşiyet :karışıklık, karmakarışık vaziyet
Nafi :menfaatli, faydalı
Nizam-ı i’cazi :mucizevi düzen
Nurani :nurlu, ışıklı, parlak
Ulum-u kevniye :yaratılışa dair ilimler, kainat ilimleri
Ulvi :yüksek, yüce
Üslub :tarz, yol, ifade tarzı

 

uður1

Well-known member
Ölümü veren O'dur. Yani...
08 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur.
Yani, hayat vazifesinden terhis eder,
fâni dünyadan yerini tebdil eder,
külfet-i hizmetten âzâd eder.
Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde!
Mevt idam değil,
hiçlik değil,
fenâ değil,
inkıraz değil,
sönmek değil,
firak-ı ebedî değil,
adem değil,
tesadüf değil,
fâilsiz bir in’idam değil.

Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından
bir terhistir,
bir tebdil-i mekândır.

Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine
bir sevkiyattır.
Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha
bir visal kapısıdır.
(Mektubat, Yirminci Mektup)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âzâd : serbest bırakma
Fâil-i Hakîm-i Rahîm : herşeyi sonsuz hikmet ve rahmetle yapan Allah
fenâ : son bulma, yok oluş
firak-ı ebedî : sonsuz ayrılık
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı hayat
hayat-ı fâniye : gelip geçici hayat
in’idam : yok oluş
inkıraz : son bulma
külfet-i hizmet : hizmet yükü
Mevt: Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek
tebdil : değiştirme
tebdil-i mekân : mekân değişikliği
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.15.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer. Esbâb-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.

Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:

31 Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki, neticesi hercümerc olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisânına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hâdiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kâtilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avamın siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.

Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, hercümerc ve müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervâh-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.


Lügatler :
âdâb-ı dindarane : dinî edep ve kurallar
âdâb-ı diniye : dine ait edep ve kurallar
âdâb-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerde belirtilen edep ve kurallar

alay : genel olarak üç taburdan oluşan askerî birlik
âli : yüksek
anarşistlik : kargaşa işi, otorite tanımama eylemi
avam : halk tabakası
belâgat : sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
cemiyet : dernek

cesîm : büyük
cin ve ins : cinler ve insanlar
dahil : iç
efrad : fertler, kişiler

ehl-i kıyam : ayaklananlar, ihtilâl girişiminde bulunanlar, isyan edenler
elhasıl : sonuç olarak, özetle
ervâh-ı habîse ve münteşire : her tarafa yayılmış ve kötü olan ruhlar

esas tutmak : temel almak, temel kabul etmek
esbab : sebepler
esbab-ı adîde : çeşitli sebepler
esbâb-ı hariciye : dış sebepler
fesad : bozulma
fırka : parti
garazkârane : maksatlı olarak
had : yasaklama, men etme; İslâm hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan ceza

hâdise : olay
hak : doğru, doğruluk
hakikat : gerçek
Hakk : doğru, doğruluk; herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyeti koruma gayreti; İslâmın verdiği din, vatan, namus, hak, hukuk gibi değerleri koruma gayreti, duygusu
hariç : dış

haysiyet-i askeriye : askerî şeref, onur ve itibar
hercümerc : karmakarışıklık, darmadağınıklık

hissiyat-ı askeriye : askerî duygular, hisler
hürriyet-i mutlaka : mutlak hürriyet; sınırsız özgürlük
icra : yerine getirme, uygulama
ifratperverane : aşırılığı severek

indallah : Allah katında
inkılâp : köklü değişiklik

insaniyet : insanlık
irca : döndürme
ism-i şeriat : şeriat ismi; İslâmiyet adı
istidad-ı tabiî : müsait olan doğal gelişim
itaat : emre uyma
itaat-i askeriye : askerî itaat; askerin emre uyması
kat-ı yed : el kesme
keşmekeş : karışıklık
kısas : bir suç işleyenin kanun tarafından işlediği suçun aynıyla cezalandırılması

lisân : dil
men’ : yasaklama
metâlib-i seb’a : yedi istek; 31 Mart Hâdisesinde ayaklananların yedi isteği

meydan-ı münakaşât : tartışma ve anlaşmazlıkların alanı, sahası
min indillâh : Allah tarafından
mu’cize : benzerini insanların yapmaktan âciz kaldığı olağanüstü hal, durum
muhakeme-i akliye : aklî muhakeme; birşeye karar vermede aklın iyi düşünmesi, değerlendirmesi
muhalif : aykırı, zıt
mukaddes : kutsal, yüce
mutaassıp : birşeye körü körüne bağlanan
mübalâğat : aşırılıklar, abartmalar
müdahale-i ecnebî : yabancı müdahalesi
müddeîler : iddiacılar, davacılar

müheyya etme : hazırlama
münafi : aykırı
münakaşat : tartışmalar

mürteci : geriye yönelmek isteyen; gerici
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli

müthiş : dehşet veren, korkunç, ürkütücü
nazar-ı mütâlâaya alınma : dikkatli bir şekilde incelenme
neşriyat : yayın

nısf : yarı
sâika : gök gürültüsü, yıldırım
sebebiyet veren : sebep olan
sefahet : helâl olmayan zevk ve eğlenceye düşkünlük, beyinsizce davranış
sirayet : bulaşma, geçme
siyaset-i şer’î : İslâmın öngördüğü siyaset ve yönetim anlayışı

sukut-u musammem : düşmesi kararlaştırılmış, iktidardan düşürülmesine kesin karar alınmış
Sultan-ı mazlûm : suçsuz Sultan; İkinci Abdülhamid
şeriat-ı Muhammediye : Allah tarafından Hz. Muhammed (a.s.m.) vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsi
şümul : kapsama

tahakküm : baskı, zorbalık
tahakkümat : baskılar, zorbalıklar
tahdit : sınırlama

tahtında : altında
taraftarane : taraftarca, taraftar olarak

tebdil : değiştirme
tecelli : belirme, görünme
telkinat : telkinler, fikir aşılamalar

tenzil etmek : indirmek, düşürmek
tezahür : ortaya çıkma, görünme
umum : genel, bütün
üssü’l-esas : temel taşı, temel esas
vücuda getirmek : meydana getirmek

vükelâ : vekiller; millet vekilleri
zabit : subay; rütbeli asker
zemin : yer
zevat : zâtlar, kişiler
ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ : şeriatın beyaz ışığı; İslâmın parlak nuru ve ışığı


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.15.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’âna göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

“Biz şimdi mecburuz. [SUP]1[/SUP]
اِنَّ اَلضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.

Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”
Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.
Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.
Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.
Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Zaruretler haramı helâl derecesine getirir.

Lügatler :
âhiret : öldükten sonra sonsuza kadar yaşanacak olan âlem
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
azîm : büyük

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
biçare : çaresiz
bid’a : aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar
câri olmak : geçerli olmak
cehennem-i mânevî : maddî olmayan cehennem
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cezb : Allah aşkıyla kendinden geçme
cihad-ı mâneviye : ilim, fikir, dua gibi mânevî unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele

dahil : iç
dahilde : içeride
esas : temel
fütur : usanç, gevşeklik
gayr-ı meşru : dine aykırı, helâl olmayan
hâcat-ı gayr-ı zaruriye : zorunlu olmayan ihtiyaçlar
hâcât-ı zaruriye : zorunlu ihtiyaçlar

hakikat : doğru, gerçek
haram : Allah ve Resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey
hariç : dış
helâl : dinen yapılmasına izin verilmiş şey

hizmet-i imaniye : iman hizmeti
hükm-ü Kur’ân : Kur’ân’ın kararı
hükmüne geçmek : bir şeyle aynı hükmü almak
icab : gerekli görülen şey
icabat : icaplar; gerekli kılınan şeyler
ihtiyar : seçme, tercih etme

ilcaat : mecbur etmeler, zorlamalar
itiyad : alışkanlık

kâfir : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
kaide : kural, prensip

kanaat-i tamme : tam, kesin kanaat
kanun-u beşerî : insanların koyduğu kanunlar
kanun-u İlâhî : Allah’ın koyduğu kanun
kat’iyen : kesinlikle

küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme, kabul etmeme
Mahkeme-i Temyiz : Temyiz Mahkemesi; Yargıtay
mahrem : başkalarına karşı gizli tutulan
mahzurlu : zarar verici
maişet : geçim, yaşayış

maslahat : fayda
mâzur : özürlü, mazeretli
meczup : cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş
medar olmak : sebep, dayanak olmak

men etmek : yasaklamak
menfaat : yarar

meşveret : işlerin istişare (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi
meyil : arzu, istek, eğilim
mimsiz medeniyet : Arapça’da medeniyet kelimesinin başındaki “mim” harfinin kalkmasıyla “aşağılık” anlamında kullanılan bir deyim
muamele : davranış

muarız : karşı çıkan, karşıt
muhafaza : koruma

muhalif : aykırı, zıt, karşıt
muhkem : sağlam
mutlak : kesin

muvaffak olmak : başarılı olmak
mübah kılmak : yapılıp yapılmama konusunu serbest bırakmak
müsbet hareket : yapmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış müsbet
: olumlu
nazara almak : dikkate almak
neş’et eden : doğan, kaynaklanan
neşir : yayma, yayılma
rahmet : İlâhî şefkat ve merhamet
rahmeten lil’âlemîn : âlemlere rahmet olarak gönderilen
sarf etmek : harcamak
su-i ihtiyar : iradenin kötüye kullanımı
tahkirat : hakaretler, aşağılamalar
tasdik etmek : doğrulamak, onaylamak
tefrik edilmek : ayrılmak
tetkik etmek : incelemek, derinliğine araştırmak
tevellüd eden : doğan
tiryaki : tutkun, bağımlı
usul : metot, yol
zaruret : zorunluluk, mecburiyet

zaruret-i kat’iye : zorunluluk, mecburiyet
zarurî : zorunlu, gerekli

 

uður1

Well-known member
Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. ta o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.

(Bediüzzaman Said Nursi - Hakikat Çekirdekleri'nden 93)

Lügatler
Hakikat: gerçek
Heyet-i içtimaiye :sosyal kurum, sosyal yapı
Kamet-i kıymet : kıymet derecesi, statü, makam, mevki
Mertebe :derece, kademe
Mikyas :ölçü aleti, ölçek, ölçü
Mizan :terazi, ölçü, tartı, denge
Tekavvüs :eğilme
Tekebbür : kibirlenme, büyüklenme
Tetavül : zorla uzanma, büyüklenme, kibirle muamele etme
Tevazu :alçakgönüllülük

 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.16.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Hem geçen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrutiyet şeriata müsteniddir” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i tabiîyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. Şöyle ki:

Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i münîri, münkesif bir yıldıza peyk ve câzibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarik-i dalâlete sülûk ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir.

Ey paşalar, zabitler!

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.[SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Bu sualler kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebep oldu.

Lügatler :
a’mâl-i nâmeşrua : meşru olmayan işler; İslâmın izin vermediği işler
ahval : haller, durumlar
âlem-i İslâmiyet : İslâm dünyası
cazibe : çekim gücü
cemiyet-i milliye : millî cemiyet, topluluk; din, şeriat, inanç birliği olan millet, topluluk
darb-ı mesel : atasözü
ehl-i İslâm : Müslümanlar
ehl-i vicdan : vicdan sahipleri
esas-ı fikirleri : düşüncelerinin temeli, aslı esası
hakaik : hakikatlar, esaslar
hakaik-i şeriat : şeriatın hakikatleri, esasları
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin mukaddes değerlerini koruma gayreti
hamiyet-i milliye : vatan ve millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu; millî onur ve haysiyet
hark : yarma, yırtma
hasis : değersiz, basit
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
haysiyet : itibar, şeref
hilâfet : halifelik; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık görevi
hubb-u din : din sevgisi
hubb-u vatan : vatan sevgisi
inkılâb-ı azîm : büyük çaplı köklü değişim
inkılâp : köklü değişim, dönüşüm
insaniyet-i kübrâ : büyük insanlık, İslâmiyet
itaat-i askeriye : askerin emre uyması
itikad etmek : inanmak
kaide-i tabiîye : tabiî kural, prensip
mahpus : hapsedilmiş, tutuklu
manyetizmalandırmak : çekim alanına almak, mıknatıs gibi kendine çekmek
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı bir mânâ
medeniyet-i fuzla : en faziletli, üstün ve erdemli medeniyet
medine-i fazilet-i Eflâtuniye : Eflâtun’un faziletli şehri; Eflâtun’un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri
merbut : bağlı
muhkem : sağlam
muteriz : itiraz eden
münkesif : sönmüş, sönük
müsennâ : ikili olan; meselâ sevginin ikili olanı vatan sevgisi, din sevgisi gibi
müstenid : dayanmış, dayalı
mütehassis olma : duygulanma, hislenme, hassas olma
nazar : bakış, görüş
nısf-ı âhir : son yarı
peyk : uydu
sadâ : ses
sevab-ı âhiret : âhiret ücreti
sezâ : lâyık
sülûk etmek : yürümek, yürüyüp gitmek
şems-i münîr : nurlu, parlak güneş
şems-i şeriat : şeriat güneşi; İslâm güneşi
şeref-i millet-i İslâmiye : İslâm milletinin şerefi, onuru
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet
tahliye etme : serbest bırakma
tarik-i dalâlet : sapıklık yolu
tecellî : belirme, görünme
terakki : ilerleme, yükselme
tesir-i mu’cizâne : mu’cizeli bir şekilde etki
tevehhümüyle : kuruntusuna düşmekle
ulema : âlimler
umum : bütün
zabit : subay, rütbeli asker


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
12.16.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i mânevî neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’ân’ın “rahmeten lil’âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı, yani Kur’ân’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz. Onun için, Kur’ân-ı Hakîm, bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olarak Risale-i Nur şakirtlerine bu dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupayı ve Balkanları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîmin bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta medar hiçbir hâlet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için, Cenâb-ı Hakka şükür, Kur’ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi ile, kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’âniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.


Lügatler :
âhirete iman : öldükten sonra sonsuza kadar yaşanacak olan âlemin varlığına iman etmek
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Aleyhisselâm : Allah selâmı onun üzerine olsun
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cereyan : akım, hareket
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
hakikat-i hal : işin aslı, gerçeği
hâlet : durum, hâl
hayat-ı içtimaiye : toplum hayatı
hususan : özellikle
intişar : yayılma
İsevi : Hıristiyan
işârât-ı gaybiye : geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaretler
kabil : mümkün
kemâlât : faziletler, iyilikler, mükemmel özellikler
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme, kabul etmeme
lisan-ı Türkî ve Arabî : Türkçe ve Arapça dil
medar : kaynak
mu’cize-i Kur’âniye : Kur’ân’ın mu’cizeleri
mu’cize-i mâneviye : mânevî mu’cize
muhafaza eden : koruyan
muhalefet eden : karşıt olan, aykırı
Mûsevî : Yahudi
müfrit : ifrat eden, haddini aşan, ölçüsüz ve taşkın hareket eden
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
neşir : yayma
nev-i beşer : insanlar
nükte : ince ve derin mânâ
rahmet : İlâhî şefkat ve merhamet
suret : şekil
şakirt : talebe, öğrenci
şükür : teşekkür etmek
tefessüh etmek : bozulmak
zındık : dinsiz


 

uður1

Well-known member
Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lazım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lakin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selametli olan imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevi ilaçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racimden başka hiç kimsenin, -mü'min olsun kafir olsun, sıddık olsun zındık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünki imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azab içinde azabdır.

(Bediüzzaman Said Nursi - 16. Mektub'dan)

Lügatler
Azab :büyük sıkıntı, dünyada işlenen günahların âhiretteki cezası
Belki :bilakis, aslında
Cenâb-ı Hakk :Hakkın kendisi olan yücelik sahibi Allah
cihet :yön, taraf
Cihet-i lezzet :lezzetlilik yönü, lezzet tarafı
Elem :keder, üzüntü, acı
Fısk :günah, haddini tecavüz, hak yoldan ayrılmak
Hakaik-i imaniye :iman hakikatleri
Hayat-ı ebediye :sonsuz hayat
Hayat-ı içtimaiye ve dünyeviye:toplum ve dünya hayatı
İtibarıyla :yönüyle, şekliyle, bunun gibi
Kâfir :Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği bir şeyi inkâr eden kimse
Kebâir :büyük şeyler, büyük günahlar
Keffaret :suçu affettirmek, bağışlanmak için bir şeyler yapmak
Lâkin :fakat, ama
Lezzet-i şeytaniye :şeytani lezzetler, şeytana uyarak girilen haramlar
Menfaat :fayda, kâr, gelir
menhus : uğursuz
Mü’min :imanın şartlarının tümüne, Allah’tan gelen her şeye inanan kabul eden kişi
Mühim :önemli, kıymetli, değerli
Mükellef :sorumlu, yükümlü, vazifeli
nefis :insanın kendisi
Saadet-i ebediye :sonsuz mutluluk
Sair :diğeri, başkası, gerisi, kalanı
Selamet :kurtuluş, korktuklarından kurtulmak, emniyet, rahat
Sıddık :en doğru, özü sözü yaptığı bir, çok samimi
Şer’an :şeriata uygun, İslami olarak
Şeytan-ı racim :kovulmuş şeytan
Tercih :üstün tutmak, seçmek
Vasıta :aracı, iki şeyi birbirine ulaştıran
Zındık :kâfir, dinsiz
Zulmet : karanlık, sıkıntı
Zulüm :eziyet, haksızlık, karanlıkta bırakmak


 

uður1

Well-known member
İman ve İslam arasındaki fark nedir
10 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
RABİAN: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet iltizamdır; iman iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.
Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin feyziyle, Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur’âniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kàbil değil. Hem iman ve İslâmın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim kaldığı halde iman eder. [Meyve Risalesi]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
Hak: herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
adâvet: düşmanlık
ahkâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hükümleri
beyan etme: açıklama
burhan: delil, kanıt
cihet: yön, şekil
daire-i ihtiyar: güç yetirebilecek alan
din-i İslâm: İslâm dini
emr-i teklif: görev emri
felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü: “hamd ve minnet sadece Allah’a aittir”
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu
fıtrat: yaratılış
gayr-ı müslim: Müslüman olmayan
hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri
iltizam: taraftarlık
inkıyâd: boyun eğme, itaat etme
iz’an: şüpheden uzak, kesin bir şekilde inanma
i’câz-ı mânevî: mânevî mu’cizelik
kàbil: mümkün
mazhar: erişme, nail olma
mecrâ: kanal, yön
medar-ı bahs: bahis sebebi, söz konusu
medar-ı necat: kurtuluş sebebi
mehâsin: güzellikler, iyilikler
mizan: ölçü
muhtelif: çeşitli, farklı
mâlâyutak: güç yetirilmez
mü’min: iman etmiş, Allah’a inanan
nihayetsiz: sınırsız, sonsuz
rabian: dördüncü olarak
saadet-i dâreyn: iki dünya saadeti; dünya ve âhiret mutluluğu
sebeb-i necat: kurtuluş sebebi
tabir: ifade
tabir-i diğer: diğer tâbir, başka bir ifâde
tarafgirlik: taraftarlık
tasdik: kabul etme, doğrulama
teklif: görev yükleme
tûbâ-i Cennet: Cennetteki tûbâ ağacı
ulema-i İslâm: İslâm âlimleri
zâhiren: dış görünüş itibarıyla
 

uður1

Well-known member
Risale-i Nur'dan vecizeli duvar kağıdı - [indir]
10 Ekim 2011 / 07:59
Günün vecizesi - Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın...

Risale Haber - Haber Merkezi
Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
[Lem'alar, Otuzuncu Lem'a]
(Haber detayında (altta) yer alan resmin üzerine farenizin sağ tuşu le tıklayıp Resmi farklı kaydet seçeneğini işaretleyerek duvar kağıdınızı indirebilirsiniz...)
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.17.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’ân’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Hergün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azâbı çeker. Demek o cehennem azâbını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü, herbir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep olduğu gibi Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîmdir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki, o eserlerin neşrine mâni olmadı; hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i mâneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanâat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı, nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun.


Lügatler :
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
azâb : büyük sıkıntı, acı
âzamüşşer : büyük zarar
beşer : insanlık
biçare : çaresiz
cennet-i mâneviye : mânevî cennet
dahil : iç
ecza : cüzler, parçalar
ehl-i iman : Allah’a ve Ondan gelen her şeye inananlar, mü’minler
ehvenüşşer : iki şerden daha az zararlı olanı
fehim : anlayış, kavrayış
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
idam-ı ebedî : bütün sevdiklerinden sonsuza kadar ayrılış; dönmemek üzere sonsuza dek yok oluş
inkâr eden : inanmayan, kabul etmeyen
itikad : inanç
izale eden : gideren, ortadan kaldıran
kanun-u esasî : temel kanun, anayasa
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme, kabul etmeme
men edilmek : yasaklanmak
menfî hareket : yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek gibi olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış
mesut : mutlu
mu’cize-i mâneviye : mânevî mu’cize
muazzep : eziyet çeken, sıkıntı gören
mümanâat etmek : engel olmak
müsaadekâr : müsaade eden, izin veren
müsbet hareket : yapmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış
nâşir : neşreden, yayan
neşir : basma, yayma
saadet : mutluluk
şehadet etmek : şahit olmak, tanıklık etmek
şükretmek : Allah’ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk gösterip Ona teşekkür etmek
tasdik etmek : doğrulamak, onaylamak
tazyikat : baskılar


 
Üst