Tefeül...

ayvazoðlugýda

Active member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 9.16.AFYON HAYATI(DEVAMI)
Büyük Müdafaatından Parçalar(Devamı)
Demek Risale-i Nur’un, ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir...

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hâdisede bazılarının dedikleri gibi derseniz, “Bu risalelerinle medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun;” ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur. Ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa Cehennemden daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi gayet kat’î bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab edildi.

Bir Müslüman el-iyâzü billâh, eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat noktasında, mâzi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız” lisan-ı halleriyle diyerek, o Cehennemî hâlet, Cennet lezzetine çevrilir.

Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur. (HAŞİYE) O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem...

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
(HAŞİYE) : Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, “Yazık olur” hükmünü ispat ettiler.

Lügatler :

anarşilik : hiçbir kayıt ve kural tanımama, kargaşa çıkarma
azab : acı, sıkıntı
cihet : yön, taraf
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dehşetli : korkunç, ürkütücü
düstur : kural, prensip
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
ecnebi : yabancı
ecza : bütünü oluşturan parçalar; kısımlar
ekseriyet-i mutlaka : kesin çoğunluk
elem : acı, keder, sıkıntı
elîm : elemli, acı verici
el-iyâzü billâh : Allah korusun; Allah’a sığınırım
firak : ayrılık
hadsiz : sonsuz
hakikat : gerçek, asıl ve esas
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikati
hâkimiyet-i İslâmiye : islâmiyetin toplumlara hâkimiyeti
hâlet : vaziyet, durum, hâl
hasene : sevap, iyilik
haşiye : dipnot, açıklayıcı söz
hıyanet : ihanet, hainlik
hizmet-i imaniye ve nuriye : iman ve Risale-i Nur hizmeti
ihtar etmek : hatırlatmak, ikaz etmek
insafsız : vicdansız
irtidat : hak dinden çıkma
küfr-ü meşkûk : inkârda, küfürde şüpheye düşme; şüpheli küfür
küfr-ü mutlak : tam bir küfür, inkâr ve hiçbir kutsal değere inanmama
lezzet-i hayat : hayatın zevk ve lezzeti
lisan-ı hâl : hâl ve beden dili
mâzi : geçmiş zaman
mevcudat : varlıklar
mevhum : gerçekte olmadığı halde var sayılan
mübareze : karşı koyma, çarpışma
müfarakat : ayrılıklar
müstakbel : gelecek zaman
mütemadiyen : sürekli olarak
nazar : bakış, düşünce
risale : mektup, küçük kitap
sathî : sığ, yüzeysel
suret : şekil, biçim
tab edilmek : basılmak
tenvir etmek : aydınlatmak, nurlandırmak
tenvir etmek : aydınlatmak, nurlandırmak
tevehhüm : zannetme, kuruntuya kapılma
umumî : genel, yaygın
vehham : aşırı derecede vehimli, kuruntulu
zâlim : zulmeden, haksızlık yapan
zındıka : dinsizlik
ziyade : fazla

 

ayvazoðlugýda

Active member
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.6.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
İkinci temsil: Seninle biz sahrâ-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrâ-yı kebir bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağidar olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mirac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: “Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatine mazhar etsin. Âmin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَنَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَاۤءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبِ الْمِعْرَاج ِوَمَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلٰۤى اٰخِرِ الْمَحْشَرِ 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 2

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۤ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ 3

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا 4

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا 5

رَبَّنَاۤ اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَاۤ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 6

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 7

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : Allahım! Onun işaretiyle ay parçalanan, parmaklarından kevser gibi sular akan, gözün asla şaşmadığı Mirac mu’cizesinin sahibi, Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına, dünyanın iptidâsından mahşerin âhirine kadar salât et.
2 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
3 : “Dualarımızı kabul et, ey Rabbimiz. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin.” Bakara Sûresi, 2:127.
4 : “Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
5 : “Ey Rabbimiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.
6 : “Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin herşeye gücün yeter.” Tahrim Sûresi, 66:8.
7 : “Onların duaları, ‘Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleriyle sona erer.” Yûnus Sûresi, 10:10.


Lügatler :

Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun
âmin : Allahım kabul eyle
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
dağidar : üzüntülü, kederli
hadisat : hadiseler, olaylar
hamd : şükür ve övgü
harekât-ı zerrât : atomların hareketleri
ilhad : dinsizlik, inkâr
istikbal : gelecek
kemâl-i iman : tam ve mükemmel iman
kerîm : cömertlik ve ikram sahibi
makam-ı istimâ : dinleme makamı
marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler
mazhar : erişme, nail olma
mevcudat : varlıklar
nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
semere-i Mirac : Mirac meyvesi
seyl-i zaman : zamanın seli, akışı
şefaat : af için aracılık
tahrik : harekete geçirme
tevhid : birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
zulümat : karanlıklar



 

ayvazoðlugýda

Active member
Risale-i Nur Külliyatı'ndan... Basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garip mahlûklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanât-ı bahriyeden, hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıklarıyla denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve rezzâkına şehadet etmesin.Tamamı

Lem'alar | Münâcat
 

ayvazoðlugýda

Active member
Ahirette sinema var mı?
16 Temmuz 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
“Hüve Nüktesi”nin âhirinde bu parça yazılacak
Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor.
Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.
Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak bir büyük kütüphane kadar, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla içlerinde yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları olan âlem-i misal ile levh-i mahfuzdur, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vecihle mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi. (Emirdağ L. 1. 203)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âhir : son
âlem-i misal : bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
ashab : arkadaşlar, sahipler
câmid : cansız, katı
esbab : sebepler
fâni : geçici, ölümlü
fâniyât : fânîler, ölümlüler
fevkinde : üstünde
hâdisât-ı dünyeviye : dünyaya ait olaylar
hadsiz : sayısız, sınırsız
Hakîm-i Zülcelâl : sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah
hâtırat : hâtıralar, anılar
hikmet : Cenâb-ı Hakkın her şeyi belirli bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratma sıfatı
hususan : özellikle
Hüve Nüktesi : On Üçüncü Sözün son kısmında yer alan bir bölüm
ilmelyakîn : ilme ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
kalem-i kader ve hikmet : Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip, belli bir amaca yönelik olarak yazması
kalem-i kader ve kudret : Allah’ın olacak hâdiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve güç ve kudretiyle yaratması
kat’î : kesin
kemâl-i intizam : kusursuz derecede düzenlilik
kuvve : duygu
kuvve-i hâfıza : hafıza duygusu, bellek
kuvve-i hayaliye : hayal duygusu, gücü
levha : tablo
Levh-i Mahfuz : herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası
muhal : imkânsız, olmayacak şey
mütebaki : geri kalan kısım
nihayetsiz : sınırsız, sonsuz
nutfe : memelilerin yaratıldığı su, meni
nümune-i ekber ve âzam : âzam çok büyük örnek
saadet-i ebediye : sonu olmayan, sonsuz mutluluk
sermedî : daimî, sürekli
sinema-i uhreviye : âhirete ait sinema
tabiat : canlı cansız bütün varlıklar, doğa, maddî âlem
temâşâgâh : seyir yeri
tesadüf : rastlantı
unsur : madde
vaziyet : durum, hâl
vecih : şekil, tarz
zâil : geçip gidici, yok olucu
 

ayvazoðlugýda

Active member
Madem ölüm öldürülmüyor; hayattan çok ziyade ehemmiyetli bir mes'eledir. Yüzde doksanı bu hayatın selametine çalışıyorlar; biz Risale-i Nur şakirdleri de, herkesin başına muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücumuna karşı mücadele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki; şimdiye kadar o ölüm i'dam-ı ebedisini, yüzbinler adam hakkında terhis tezkeresine Risale-i Nur ile çevirdiğine yüzbinler şahid gösterebiliriz.
(Bediüzzaman Said Nursi – Emirdağ Lahikası 1’den)
Lügatler
Dehşetli
: ürpertici Ehemmiyetli
: önemli Hadsiz :
sayısız, sınırsız İ’dam-ı ebedi
: sonsuza kadar yok olacağına inanmak Muhakkak
:kesin, mutlaka Selamet :
emniyet, rahat Şâkird:
talebe Terhis :
kurtuluş, salıverilme Tezkere :
evrak, belge Ziyade
:fazla, çok
 

uður1

Well-known member
Ramazan Bayramı Tebriknamesi





RİSALE-İ NURDA BAYRAM HAKİKATİ
Nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum.
Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikattan sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:
Elli sene sonra, bu kemal-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırkbeşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel sîmalar, o neş’eli gülmeler, zıdlarına inkılab etmiş olacaklar. [FONT=&quot]كُلُّ[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]آتٍ[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]قَرِيبٌ[/FONT] kaidesiyle; madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.
(Lemalar)

ONYEDİNCİ SÖZ​
i203.gif

(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.)​
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir. Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhâssa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise
i204.gif
rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır. Bir ciheti şudur ki: Sâni’-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar
i171.gif
Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyyet ve keyfiyyet cihetiyle en ziyâde istifâde eden insân, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi insâniyyeti dalâlette boğulmayan insân, o hâletten istifâde eder. Rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, nümûne olarak "Beşini" beyân edeceğiz.
Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı mânâsını göstererek o insânı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.
İkincisi: İnsânın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.
Üçüncüsü: İnsândaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahatâ ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.
Dördüncüsü: İnsân-ı mü’mine nur-u îmân ile gösterir ki: Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nûrâniyyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette; zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismâniyyeden âlem-i rahatâ ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Huzur-u Rahmân’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Beşincisi: Kur’anı dinleyen insâna, Kur’andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mâhiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yâni, insâna der ve isbat eder ki: “Dünya, bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al, nukuşunu bırak, git...
Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrafatını at, ehemmiyet verme...
Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes...
Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma...
Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil; belki Cemîl-i Bâki’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme...
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane fuzulî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma...” gibi zâhir hakikatlarla dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir. İşte Kur’an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’aniyye işaret ediyor.
Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya...
* * *
playactive.gif


 

uður1

Well-known member
Onikinci Lema(Re’fet Bey’in iki cüz’î suali münâsebetiyle, iki nükte-i Kur’âniyenin beyânına dâirdir.)
i092.gif

i093.gif

i094.gif
Aziz sıddık kardeşim Re’fet Bey! Senin bu müsaadesiz zamanımda suallerin, beni müşkil bir mevkide bulunduruyor. Bu def’aki iki sualin çendan cüz’îdir. Fakat iki nükte-i Kur’âniyeye münâsebetdar olduklarından ve Küre-i Arza dâir sualiniz, Coğrafya ve Kozmoğrafyanın yedi kat zemin ve yedi tabaka semavâta tenkidlerine temas ettiğinden, bana ehemmiyetli geldi. Onun için sualin cüz’iyetine bakmayarak ilmî ve küllî bir sûrette, iki Âyet-i Kerîmeye dâir “İki Nükte” icmâlen beyân edilecek. Sen de cüz’î sualine karşı ondan hisse alırsın.
BİRİNCİ NÜKTE: “İki Nokta”dır.
Birinci Nokta:
i095.gif
Âyetlerinin sırrınca: Rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zîhayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek, olmamak lâzım gelir.
 

uður1

Well-known member
Halbuki zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakîkatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbânî hakîkattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü: O Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı sûretinde iddihar eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbâlde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat zâhiresi hükmünde bulundurur.
İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar. Evet zîhayatın bedeninde şahm sûretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushânesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, on üç -şimdi otuz dokuz- sene evvel gazeteler yazmışlar. Mâdem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve mâdem Rezzâk ismi, gâyet geniş bir sûrette rûy-i zeminde cilvesi görünüyor ve mâdem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer, sû-i ihtiyariyle müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise: Açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terkü’l-âdât mine’l-mühlikât” sırriyle, sû-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise: Açlıktan ölmek olmaz, denilebilir. Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasibdir.Meselâ: Daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir sûrette rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece isti’dâdı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en lâtif bir sûrette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor. Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece, çocuğa karşı nazlanmağa başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib etmeye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerîm peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor. Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz.
 

uður1

Well-known member
HUTBE-İ ŞÂMİYE 6.1. HUTBE-İ ŞÂMİYE’NİN BİRİNCİ ZEYLİNİN ZEYLİNDEN SON PARÇADIR
(31 Mart Hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde 1325’de neşredilmiştir. Milâdî 1909)
KAHRAMAN ASKERLERİMİZE
Ey şanlı asakir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!

Cemâl ve kemâliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.

Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, yüz sene zarfında böyle iki inkılâbı yapamadı. Sizin o itaatten neş’et eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaatledir. İslâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garrâ böyle emrediyor. Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ulü’l-emre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Said Nursî

[h=2]Lügatler : [/h] âğuş-u şefkat : şefkatli kucak (bk. ş-f-)
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk.
-l-v; s-l-m)
âmir : emretme yetkisi bulunan kimse
asakir-i muvahhidîn : Müslüman askerler (bk. v-
-d)
cemâl : güzellik (bk. c-m-l)
ceride : gazete
hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış (bk.
-d-s)
hakikî : asıl, gerçek (bk.
--)
hikmet : bilim (bk.
-k-m)
hususan : bilhassa, özellikle
Hutbe-i Şâmiye : Üstad Bediüzzaman’ın Şam’da bulunan Emeviye Camiinde verdiği hutbe (bk. bilgiler – Câmiü’l-Emevî)
inkılâb : köklü dönüşüm, değişim
intizam : düzen, disiplin (bk. n-
-m)
inzibat : âsâyiş, düzen
irae etme : gösterme
itaat : emre uyma
kemâl : mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
medyun-u şükran : teşekkür borçlu
menfaat : fayda, yarar
mes’ul : sorumlu
meziyet-i mukaddese : kutsal meziyet, vasıf (bk.
-d-s)
millet-i İslâmiye : İslâm milleti (bk. s-l-m)
millet-i mazlume : zulme uğramış millet (bk.
-l-m)
müşevveş : dağınık, karışık, düzensiz
müşfik : şefkatli (bk. ş-f-
)
neş’et etme : meydana gelme, oluşma
neşretme : basma, yayma
nizam-ı askerî : askerî düzen (bk. n-
-m)
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet (bk. ş-r-a)
Şeriat-ı Muhammedî : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) şeriatı, tarif ettiği, getirdiği ve bildirdiği şeriat; İslâm dini (bk. ş-r-a)
tabur : dört bölükten kurulan, bir binbaşının komutasında bulunan asker birliği
tahlis : kurtarma (bk.
-l-)
tevhîd-i ilâhî : Allah’ın birliği davası (bk. v-
-d; e-l-h)
teyid etmek : desteklemek
ulü’l-emr : emir sahipleri, idareciler, devleti idare edenler
umum : bütün
varta : tehlike
yed-i şecaat : cesaret eli
zâbit : subay
zeyil : ilâve, ek


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 11.10.TAHLİLLER(DEVAMI)
Bediüzzaman

Bergson Ahlâkla Dinin İki Kaynağı adlı son kitaplarından birisinde, bilhassa ahlâkın, bir insan cemiyetinde alçalmış vak’a derekesinden ulvî mefkûre seviyesine, ancak dindar ve temiz şahsiyetler sayesinde yükselebileceğini kaydeder.

Bu görüş, insanlık ve Müslümanlık tarihinde sayısız örneklerle her zaman tahakkuk eylemiştir. Zaten psikoloji ilmine dayanan terbiye san’atı, an’anevî yollarında bu umdeye tutunduğu ve yeni bir istikamet verilecek nesilleri bu kabil örnek insanları taklide sevk ettiği nispette, bizden evvelki devirlerde, bizden çok mes’ut insanlar yetiştirmiştir.

Bediüzzaman, hangi cemiyette ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, işte bu işaret ettiğimiz örnek insan vasıflarını muhafaza eden temiz ve müstesna şahsiyetlerden birisidir. Türk milletini mahvetmek için casus ellerle perde arkasında yetiştirilmiş ve Türk milletini yalanla, dolanla her saniye aldatmayı kendine bir geçinme san’atı edinmiş bir sürü vatan haini ve millet düşmanı mahlûklar, bu temiz şahsiyetin yıllardan beri hayatını cendereye sokmuştur. Sorarız. (Fakat kime soracağız? Bu sorgudan da ne umacağız?) Bütün tarihimizde, her fırsatta, en korkunç ve amansız düşmanlığını ispat eden Fener Patrikleri muhteşem saraylarında saltanat sürerken, bu aziz toprağın asırlardan beri tapusunu, en az bin senelik bir mülkiyet hakkıyla etinde ve kalbinde taşıyan Bediüzzaman, bu fesat ocağının bir kapıcısı kadar da mı yaşamak hakkından mahrum kalsın?

Hangimiz, yaprakları arasında fikrî ve ruhî seyahatlere kalktığımız kitaplarımızın, ansızın mukaddes bilinen meskenimize tecavüz edilerek, odamızda baskına uğrayarak ellerimizden kapılıp gasp edilmesine tahammül edebiliriz? Böyle bir hareket, güya taklit edilen çağdaş medenî cemiyetlerden en geri kalan İspanya’da da vuku bulamaz; hele vukuundan sonra, nâmütenahi, asla tekerrür edemez.

Biz, Bediüzzaman’ın ilim, ahlâk, fazilet ve edep sıfatlarıyla bezenen temiz ve yüksek şahsiyetine gösterilen ve hele son günlerde bütün bütün şiddetlenen kötü muamelelerden ve bu muameleleri ona reva görenlerden nefret ediyoruz. Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu Türklerin bu kadar karanlık günlerinde onun feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

[SUP]1[/SUP]إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Cevdet Sezer
[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : “Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:153.

Lügatler :
an’anevî : geleneksel
asır : yüzyıl
azim : kararlılık, gayret, sebat
bilhassa : özellikle
casus : gizli sırları haber veren, ajan
cemiyet : toplum, topluluk
cendere : sıkı ve dar yer, boğaz
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
dereke : aşağı derece, aşağı seviye
devir : dönem, çağ
fesat : bozgunculuk
istihfaf : küçük görme, hafife alma, aşağılama
istikamet verme : doğru yola iletme, yönlendirme
kabil : gibi, tür, çeşit
mahlûk : yaratıklar
mahrum : yoksun
mahvetme : yok etme
mefkûre : gaye, ideal, düşünce
mes’ut : mutlu, huzurlu
mesken : yer, konut
muhafaza : koruma
mukaddes : kutsal, yüce
mülkiyet : sahip olma
müstesna : seçkin, üstün
nispet : ölçü, oran
ruhî : ruha âit, ruhsal
saltanat sürme : hüküm sürme, hayat sürme
şeytankârâne : şeytanca, şeytan gibi
tahakkuk : gerçekleşme
tahammül : dayanma, katlanma
tecavüz : saldırı, izinsiz girme
terbiye : eğitim
ulvî : yüce, yüksek
umde : esas, temel, prensip
vak’a : olay, hadise
vasıf : özellik, nitelik



--
 

uður1

Well-known member
HUTBE-İ ŞÂMİYE 7.3.HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ(DEVAMI)
14. Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.

15. Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der: “Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.

16. Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebîsiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı kamer bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olduğu gibi, Mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melâike ve ruhaniyâta karşı bir mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediyedir ki, nübüvvetinin velâyeti bu keramet-i bâhire ile ispat edilmiştir ve o parlak zât, berk ve kamer gibi melekûtta şûlefeşân olmuştur.

17. Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi ikincisine burhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine burhan-ı innîdir.

18. Hayat, kesrette bir çeşit tecellî-i vahdettir. Onun için ittihada sevk eder. Hayat, birşeyi herşeye mâlik eder.

19. Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir.

Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nev’ilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.
[h=2]Lügatler : [/h] âlem-i emir : Cenâb-ı Hakkın emriyle yönetilen âlem; kanunlar dünyası (bk. -n-n; a-l-m)
âlem-i melekût : İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen, kâinatın iç yüzü (bk. a-l-m; m-l-k)
âlem-i şehadet : görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)
berk : şimşek, yıldırım
biiznillâh : Allah’ın izniyle
burhan-ı innî : tümdengelim; eserden eseri yapana, olaylardan kanuna ulaştıran delil
burhân-ı limmî : tümevarım; kanunlardan hâdiselere, sebeplerden neticelere, müessirden esere gitme usûl ve delili
cevher : değerli taş
cezbe : kendinden geçme hâli
cilve : görünme, yansıma (bk. c-l-y)
daimî : devamlı, sürekli

evâmir-i tekviniye : Cenâb-ı Hakkın yaratmaya yönelik emirleri ve kanunları (bk. k-v-n)
fıtrat : yaratılış, mizaç (bk. f-
-r)
fıtrat-ı zîşuur : şuurlu, bilinçli yaratılış (bk. f-
-r; î; ş-a-r)
fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen (bk. f-
-r)
hakikat-i cazibedar : asıl ve esasıyla çekici olan hakikat (bk.
--)
incizap : cezb edilme, çekilme
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
irade : istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)
ittihad : birleşme, birlik (bk. v-
-d)
kamer : ay
kanun-u zîvücud-u hâricî : haricî (maddî) vücud sahibi bir kanun (bk.
-n-n; î;v-c-d)
kelâm : ifade, söz (bk. k-l-m)
kelime-i şehadet : “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim” ifadesi (bk. k-l-m; ş-h-d)
kerâmet-i bâhire : ap açık keramet (bk. k-r-m)
kesret : çokluk (bk. k-s-r)
kudret : güç, iktidar (bk.
-d-r)
kudret-i ezeliye : varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti (bk.
-d-r; e-z-l)
lâyemut : ölümsüz (bk. mâ-lâ; m-v-t)

mâkul : akla uygun
mâlik : sahip (bk. m-l-k)
melâike : melekler (bk. m-l-k)
melekût : birşeyin iç yüzü, aslı, esası (bk. m-l-k)
mevcut : var olan (bk. v-c-d)

meyelân : eğilim, yönelme
meyelân-ı hayat : hayat bulma meyli, arzusu, kabiliyeti (bk.
-y-y)
meyelân-ı incimâd : donma meyli, kabiliyeti
meyelân-ı nümuvv : büyüme, gelişme meyli
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c)
mu’cize-i Ahmediye : Peygamberimizin (a.s.m.) mu’cizesi (bk. a-c-z;
-m-d)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) büyük mu’cizesi
nâmus-u zîşuur : şuur sahibi yasa, kanun (bk. n-m-s;
î; ş-a-r)
nebî : peygamber (bk. n-b-e)
nev’i : tür, çeşit

nübüvvet : peygamberlik (bk. n-b-e)
ruhaniyât : ruhanîler, maddî yapısı olmayan varlıklar (bk. r-v-
)
sadef : inci kabuğu
seyyâle-i lâtife : akıcı özelliğe sahip nuranî varlık (bk. l-
-f)
sıfat-ı irade : Cenâb-ı Hakkın irade sıfatı (bk. v-
-f; r-v-d)
şûlefeşân : ışık saçan
tecellî : belirme, görünme (bk. c-l-y)
tecellî-i vahdet : Allah’ın birliğinin tecellîsi, yansıması (bk. c-l-y; v-
-d)
velâyet : velîlik (bk. v-l-y)
vicdan : insanın içinde bulunan ve iyiyi kötüden ayırabilen his
vücud-u haricî : beden, vücut (bk. v-c-d)

vücud-u hissî : duyu organları ile kavranabilen varlık (bk. v-c-d)
yâsup : arı beyi


 

uður1

Well-known member
Balarısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu'cize-i kudrettir ki; koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünki o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zihayat a'zaları tahrib etmek ve öldürmek hasiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve müvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar. İşte bu üç cihetle mu'cizeli bu san'at-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbaniyenin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.
(Bediüzzaman Said Nursi - 7. Şua'dan)
Lügatler
Aza
:eek:rgan, uzuv Bedahet :
açıklık, aşikarlık, belli olmak cihet :
yön, taraf Cisim :
varlığı bilinen, belli ölçülerde olan şey Ehemmiyet
: önem Fıtrat :
yaratılış, huy, yapı Fiil-i Rabbaniye
:Rabbani işler Hadsiz :
sayısız, sınırsız Hasiyet
:özellik, karakter, vasıf Hikmet
:Herkesin bilmediği gizli sebeb, gizli sır, sebeb, fayda, gaye, her şeyin belirli gayelere yönelik olarak, manalı, faydalı ve tam yerli yerinde olması İhata :
kuşatma, kapsama İntizam :
tertip, düzen, düzgünlük, düzenlilik İrade :
istek, arzu, dilemek Mizan
:terazi, ölçü, tartı, denge mu’cize
:insanların yapmaktan aciz kaldıkları, ancak Allah tarafından yapılabilen ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasip olan harika hadiseler Mu’cize-i kudret
:kudret mucizesi olarak ortaya çıkan, yaratılan harika hadiseler
muvazene:
karşılaştırma, denge Müdahale
:araya girme, sokulma, karışma Nihayet:
son Sanat-ı ilâhiye
:ilâhi sanatlar, güzellikler Sure-i Nahl
:16. Sure olan Nahl suresi Şua :
ışık, parıltı Şuur :
anlayış, idrak, bilinç Taam
:yemek, yenilen şey tabiat
: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem Tahrib
:harap etme, yıkma, bozma Tarz :
usul, şekil, metod, yol Tesadüf
: rastgelmek, kendiliğinden olmak, tedbirsiz meydana gelmek Tesmiye
:isimlendirmek, ad vermek Uzuv
: organ Vahdet:
birlik Zemin:
yeryüzü Zerrecik
:atomcuk, en küçük parçacık zihayat
: hayat sahibi, canlı Zuhur :
meydana çıkmak, görünmek


 

uður1

Well-known member
86-
Âkil-ül lahm vahşilerin helal rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem ruy-i zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar. 87-
Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. (Bediüzzaman Said Nursi - Hakikat Çekirdekleri'nden 86-87)
Lügatler
Âkil-ül lahm
:et yiyen, etle beslenen Cenaze:
ölü Hadsiz :
sayısız, sınırsız Hakikat:
gerçek Hayvanat
: hayvanlar Helal
:Allah’ın müsaade ettiği şey İsraf
:lüzumsuz yere harcamak, boşa götürmek Kuvve-i zaika :
tatma kuvvesi, tad alma duyusu Müfettiş
:teftiş eden, inceleyen Rızık :
maddi manevi ihtiyaca lazım olan nimet, yiyip içilecek şey Ruy-i zemin
:yeryüzü Sefih
:zevk ve eğlenceye yasak şeylere düşkün Taltif
:iltifat etmek, bir iyilik yaparak gönlünü almak Vahşi
:merhametsiz, canavar, medeni olmayan, yabani
 

uður1

Well-known member
HUTBE-İ ŞÂMİYE 7.4.HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ(DEVAMI)
20. Ziya ile mevcudat görünür; hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır.

21. Nasraniyet ya intıfâ veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”[SUP]1[/SUP]

22. Cumhur-u avamı, burhandan ziyade, me’hazdaki kudsiyet imtisâle sevk eder.

23. Şeriatın yüzde doksanı (zaruriyat ve müsellemât-ı diniye) birer elmas sütundur. Mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez. Kitaplar ve içtihadlar Kur’ân’a durbîn olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı.

24. Her müstaid, nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.

25. Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir.

26. İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

Lügatler :

âlem-i emir : Cenâb-ı Hakkın emriyle yönetilen âlem; kanunlar dünyası (bk. -n-n; a-l-m)
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk.
-l-v; s-l-m)
amel etmek : iş görmek, davranmak
âyine : ayna
bâtıl : gerçek dışı, hak olmayan
bid’at : aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan zararlı âdet ve uygulamalar (bk. b-d-a)
burhan : güçlü delil, sarsılmaz kanıt
câmi : kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)
cumhur-u avam : halkın çoğunluğu
cumhur-u ulemâ : âlimlerin çoğunluğu (bk. a-l-m)
daimî : devamlı, sürekli

dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. -l-l)
durbîn : dürbün
fıtrat : yaratılış, mizaç (bk. f-
-r)
hak : doğru, gerçek (bk.
--)
hakaik-i İslâmiye : İslâmın hakikatleri (bk.
--; s-l-m)
hakikat : gerçek (bk.
--)
hakikî : gerçek (bk. --)
Hazret-i İsâ : [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)]
Hazret-i Peygamber : Peygamber efendimiz Hz.Muhammed (a.s.m.)
himaye : koruma
ıstıfâ etmek : sâfîleşmek, durulmak (bk.
-f-y)
içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
ihtiyarsız : irade dışı (bk.
-y-r)
imtisâl : uyma, tâbi olma
intıfâ : sönüp bitme
keşşaf : keşfedenler, bulup ortaya çıkaranlar (bk. k-ş-f)
kudret-i ezeliye : varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti (bk.
-d-r; e-z-l)
kudsiyet : kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık (bk.
-d-s)
lâyemut : ölümsüz (bk. mâ-lâ; m-v-t)
mâkul : akla uygun
me’haz : kaynak
mesâil-i içtihâdiye-i hilâfiye : üzerinde ihtilaf edilen içtihadi meseleler (bk. c-h-d;
-l-f)
mevcudat : varlıklar (bk. v-c-d)
mevcut : var olan (bk. v-c-d)
mükerrem : ikram ve lûtfa mazhar, saygı gösterilen (bk. k-r-m)
müsellemât-ı diniye : dinin herkesçe kabul edilmiş esasları (bk. s-l-m)
müstaid : istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
Nasrâniyet : Hıristiyanlık
nâzil : inme (bk. n-z-l)
nefis : bir kimsenin kendisi (bk. n-f-s)
nev’i : tür, çeşit
sırr-ı azîm : büyük gizem (bk. a-
-m)
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi (bk. ş-r-a)
terk-i silâh : silâh bırakma, teslim olma
teşri’ etme : kanun koyma, yasama (bk. ş-r-a)
tevhid : birleme, Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etme (bk. v-
-d)
ümmet : peygambere inanıp onun yolundan gidenler, mü’minler
vâbeste : bağlı
vekil : başkasının adına ve yerine hareket eden, asıl vazifelinin yerine çalışan (bk. v-k-l)
vücud-u haricî : beden, vücut (bk. v-c-d)
zaruriyât : dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen emirler
ziya : ışık, parlaklık
ziyade : fazla, çok
 

uður1

Well-known member
Zevkin her çeşidini tatmak, ilerleme değil
11 Eylül 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami’, kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.
Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. [23. Söz]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
âlem-i âhiret: Ahiret alemi
âlem-i misal: Görüntüler alemi
berzah: Ölümden sonra kıyamete kadar yaşanacak alem
cihâzât: donanımlar
cihâzât-ı mâneviye: mânevî donanım, cihazlar (bk. a-n-y)
ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar, iman ve islamdan çıkmış olanlar
evâmir-i Kur’âniye: Kur'an'ın emirleri
hakikat-i daime: Devam eden hakikat, gerçek
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
imtisal: yerine getirme
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kuvve: Duygu, his, kabiliyet
letâif: Manevi duygular, güzel, hoş ve ruhla ilgili hisler
medar: sebebp, vasıta, vesile
musahhar: emre verilmiş, itaatkar
mübarek: bereketlenmiş, hayırlı
münevver: Nurlu, aydın
nefs-i emmâre: kötülüğü teşvik eden, emreden nefis
revnakdâr: Zinaetli, göz alıcı bir parlaklık ve güzellikte
sukut: değerden düşme, düşüş, alçalış
süflî: aşağıda bulunan, alçak, adi
şecere-i bâkiye: Daim olan ağaç, baki ağaç
şecere-i kâinatın: Kainat ağacı
tevcih: Yöneltmek, çevirmek
terakki: İlerleme, yükselme
ubudiyet: Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme
vazife-i ubûdiyet: Kulluk vazifesi
ziya: ışık, aydınlık
 

uður1

Well-known member
İşte o yahudinin Türkiye'yi içten yıkma planı
12 Eylül 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.” [Emirdağ Lahikası]
Sözlük:
ahkam: Hükümler
emperyalizma: Emperyalizm
memur-u müşahhas: Görevlendirilmiş, atanmış memur
mukabil: karşılık
müessir: tesirli, etkili
Mülki tamamiyet: ülke varlığı, toprak bütünlüğü
Sun'i istiklal: Göstermelik bağımsızlık, özgürlük
suretiyle: yoluyla
taahhüt: vaad etme, garanti altına alma
telkin: yönlendirmek, fikir aşılamak
teşebbüs: girişim, bir işe girişmek
 

uður1

Well-known member
HUTBE-İ ŞÂMİYE 7.10.HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ(DEVAMI)
65. Havf ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi teşcî eder.

66. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

67. Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68. Deli adama “İyisin, iyisin” denilse iyileşmesi, iyi adama “Fenasın, fenasın” denilse fenalaşması nadir değildir.

69. Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70. İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, “Melektir” der, rahmet okur. Muhalifinde melek görse, “Libasını değiştirmiş şeytandır” der, lânet eder.

71. Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.

72.
[SUP]1[/SUP]
اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتِى فِيهَا التَّسَانُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرِيكِ السَّكَنَاتِ، وَالْجَمَاعَةُ الَّتِى فِيهَا التَّحَاسُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكِينِ الْحَرَكَاتِ

73. Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür. [SUP]HAŞİYE[/SUP]

74. Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul: Adem-i delil i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

75. İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hatta yüz delili atsa da, medlûle iras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.

76. Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.

77. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hakkun” demeli, “Hüve’l-Hakku” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli, “Hüve’l-Hasen” dememeli.

78. Cennet olmazsa, Cehennem tâzip etmez.

79. Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumûzu tavazzuh ediyor. Nur, nar göründüğü gibi, bazan şiddet-i belâgat dahi mübalâğa görünür.

80. Hararetteki merâtip, burudetin tahallülü iledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir. Acz tahallül edemez, merâtip olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir.

81. Şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.

82. Hayat, cilve-i tevhiddendir; müntehâsı da vahdet kesb ediyor.

83. İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, Ramazan’da Leyle-i Kadir, Esmâ i
Hüsnâda İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin
sene ömre müreccahtır.

84. Dünyada mâsiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir.

85. Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inâyet besliyor. Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızk, gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire sûretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor.

Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıtadır. Birbirlerini kıskanma içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.
[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü sülüs ile darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.


Lügatler
acz : âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
adem-i delil-i sübut : birşeyin varlığını ispat eden delilinin olmayışı
adem-i kabul : kabul etmeme, bir hükme varmama
ahsen : en güzel, daha güzel (bk.
-s-n)
âkıbet : netice, son
burudet : soğukluk

cem : toplama (bk. c-m-a)
cemaat : topluluk, grup (bk. c-m-a)
cilve-i tevhid : tevhid cilvesi, görüntüsü (bk. c-l-y; v-
-d)
dakika-i icâbe : duanın kabul olduğu vakit, an darb etmek : çarpmak
darb : matematikteki çarpma işlemi
delil-i adem : birşeyin yokluğunun delili (bk. d-l-l)
derecat : dereceler
ecel : ölüm vakti
efrad : fertler, bireyler (bk. f-r-d)
ehak : en doğru, daha doğru (bk.
--)
ehemmiyet : değer, önem
ekalliyet : azınlık
ekseriyet : çoğunluk (bk. k-s-r)
Esmâ-i Hüsna : Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri (bk. s-m-v;
-s-n)
feyz-i tecellî : yansımada oluşan parıltı; bereket (bk. c-l-y)
gayr-i muhassal : husule gelmemiş, birden somut olarak var olmayan
had : sınır, çizgi
hararet : sıcaklık, ısı
hasen : güzel (bk.
-s-n)
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
havf : korku
hüsün : güzellik (bk.
-s-n)
Hüve hakkun : o haktır (bk.
--)
Hüve hasen : o güzeldir (bk.
-s-n)
Hüve’l-Hakku : sadece o haktır (bk.
--)
Hüve’l-Hasen : sadece o güzeldir (bk.
-s-n)
hüviyet : kimlik, fotoğraf, birşeyin görüntüsü
ihtilâf : anlaşmazlık, uyuşmazlık (bk.
-l-f)
ikab-ı uhrevîye : âhiretteki ceza (bk. e-
-r)
iltibas : karıştırma
imanî : imanla ilgili (bk. e-m-n)
inâyet : Allah’ın yardımı (bk. a-n-y)
iras-ı zarar : zarar verme (bk. v-r-s)
İsm-i Âzam : Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-
-m)
İspanyol hastalığı : grip gibi bulaşıcı bir hastalık
istikamet : doğruluk (bk.
-v-m)
ittiba : tâbi olmak, uymak
ittifak : birleşme, söz birliği
kabul-ü adem : yokluğunu iddia etme, inkâr
kader : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk.
-d-r)
katre : damla
kesb etmek : kazanmak
kesir darbı : bölme işleminde paydanın çarpılarak büyütülmesi
kesir : küsurat hesabı (bk. k-s-r)
kıymettar : kıymetli, değerli
kubh : çirkinlik
kudret : Allah’ın sonsuz güç ve iktidarı (bk.
-d-r)
kudret-i ezeliye : varlığının başlangıcı olmayan ve ezelden beri var olan Allah’ın kudreti (bk.
-d-r; e-z-l)
lâkayt : duyarsız, ilgisiz
lânet etmek : kötü olmasını istemek
lâzıme : lüzumlu, gerekli olan
Leyle-i Kadir : Kadir Gecesi (bk.
-d-r)
libas : elbise
maraz : hastalık, illet

mâsiyet : günah, isyan
maslahat : fayda, gaye (bk.
-l-)
mazarrat : zararlar, ziyanlar
meçhul : bilinmeyen
medlûl : delil alan, delillendirilmiş (bk. d-l-l)
merâtip : mertebeler, dereceler
mevhum : gerçekte olmadığı halde var sayılan
muayyen : belirlenmiş, kararlaştırılmış
muhalif : aykırı, zıt (bk.
-l-f)
muhassal-ı mazbut : elde tutulacak şekilde var olan, oluşan
müntehâ : en son nokta, sonuç
münteşir : yayılmış
müphem : belirsiz, gizli
müreccah : tercih edilen
müsavi : eşit, denk
nar : ateş
nazar : dikkat, bakış (bk. n-
-r)
neş’et eden : doğan (bk. n-ş-e)

nihayet : son
nisbeten : kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nur : ışık (bk. n-v-r)
rahmet : merhamet, şefkat, acıma, esirgeme (bk. r-
-m)
rızk : rızık
rümuz : ince işaretler
sair : diğer, başka
salâbet : dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık
sath : yüzey

sevâd-ı âzam : insanların çoğunluğu (bk. a--m)
sülüs : üçte bir
şek : şüphe, tereddüt
şems : güneş
şiddet-i belâgat : belâgatın kuvvetliliği, etkinliği (bk. b-l-ğ)
tahallül : araya girme, müdahale etme
tavazzuh etmek : açığa çıkmak
tâzip etmek : azap etmek
tedahül : içine girme, dahil olma
tedricî : derece derece, yavaş yavaş
terk-i âdet : alışkanlıkların terki

tesirat-ı hariciye : dış tesirler, etkenler
teşcî : cesaretlendirme
timsal : nümune, örnek (bk. m-s
̱-l)
tüsu’ : dokuzda bir

vahdet : birlik (bk. v--d)
vahid-i sahih : sağlam birey, küsuratsız sayı; tamsayı
velî : Allah dostu (bk. v-l-y)
zaaf : zayıflık, güçsüzlük
zaruriye : zorunlu
zâtiye : kendi özünden olan, ilinti olmayan

ziyadeleşmek : artmak, çoğalmak




 

uður1

Well-known member
Bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahut su'-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakarlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtri şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçı olmak lazım gelirken davacı ediyor.
(Bediüzzaman Said Nursi - 24. Lem'adan)
Lügatler :
Valide :
ana Veled :
çocuk Hakiki :
gerçek İhlâs :
sadece Alah rızası için, beklentisiz, samimiyetle iş yapmak Vazife-i fıtriye
: yaratılıştan verilmiş vazife ve yetenek İtibarıyle :
şekliyle Evlad
:çocuk, çocuklar İnkişaf
: gelişme Hayat-ı dünyeviye
: dünya hayatı Hayat-ı ebediye
: sonsuz ahret hayatı Fena :
kötü, olumsuz Cereyan :
akım, ekol, oluşum Kıymetdar :
kıymetli,değerli Seciye :
huy, karakter Su-i istimal :
kötüye kullanma Nümune
: örnek İstifade :
faydalanma Fedakârlık
: özveri,kendini feda etme Nazar :
bakış, bakma Mekteb
: okul Hâfız :
Kur’an’ı ezberleyen kişi Fıtrî :
Yaratılıştan gelen Masum
: günahsız Âhiret :
sonsuz olan öteki dünya Şefaatçi olmak:
Allah’tan başkalarının kurtulması için aracı olmak izni verilmek Lem’a
: parıltı

--
 
Üst