Tefeül...

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.5.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)

Evet, Nur talebeleri ağırceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet, o münafıkların atomları dahi bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada, birimiz âhirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”

Üstadımız hiçbir mânevî makam iddia etmiyor. Başkaları tarafından kendine verilen büyük ve müstesna payeleri reddediyor. Fakat onun hal ve ahvali, fiiliyat ve harekâtı onun kim olduğunu anlamaya ve ispata kâfidir. Evet, Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un Kur’ân, iman ve İslâmiyet hizmetine mâni olabilmek için, dünyayı elinde tutup çevirecek bir kuvvet lâzımdır.

Hazret-i Üstadımızın idam plânlarıyla sevk edildiği mahkemedeki müdafaatlarından, Büyük Müdafaat kitabından bazı cümleler:

“Risale-i Nur talebeleri başkalarına benzemez, onlarla uğraşılmaz, onlar mağlûp olmazlar. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân-ı Hakîmden süzülmüştür. Kur’ân ise, Arşı ferşle bağlayan bir zincir-i nuranîdir. Kimin haddi var ki buna el uzatsın? Risale-i Nur, bu Anadolu’nun sinesine yerleşmiştir; hiçbir kuvvet onu söküp atamayacaktır.”

Meşhur ve harikulâde bir eser olan Âyetü’l-Kübrâ risalesinden:

“Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı ve bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyeyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette, böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve binler tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir. İşte bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber; imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medar olmuştur ve olmaktadır.”

Aziz kardeşlerimiz,

Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’ân hakikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenâb-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zâlimâne muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma namazına dahi gitmekten men edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır

İşte, böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inayet-i İlâhiye ile telif edip, ekserisini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle—aynı zamanda—Kur’ân hattını da muhafaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır. Üstadımız, malik olduğu kuvvet-i iman ve ihlâs-ı tamme ile, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi avam ve havas talebelerinin umumunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yepyeni bir tarz-ı beyanla ifade ve izhar etmiştir. Böylece, Risale-i Nur gibi tap taze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’ânîyi inayet-i Hakla meydana getirmiştir.

Bu hârikulâde eserlerdir ki, bu vatan ve milleti dinsizlik ve komünistlikten muhafaza etmiştir. Hem şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında, Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde, en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır.


Lügatler :
âciz : çaresiz, güçsüz
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
ahval : haller, durumlar
âlem-i beka : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
âlem-i fena : gelip geçici olan dünya âlemi
âlem-i nur : nur âlemi, aydınlık olan âlem, âhiret

Arş : göğün en yüksek katı; Cenab-ı Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer
avam : halk, sıradan insanlar

avâm-ı mü’minîn : sıradan mü’minler
Âyetü’l-Kübrâ : Şuâlar isimli eserde yer alan Yedinci Şuâ
aziz : çok değerli, izzetli
bahusus : özellikle
Bediüzzaman : Bediüzzaman Said Nursî

beşerî : insanla ilgili, insana ait
beyan : açıklama
bid’a : aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar
bilâkis : aksine, tersine
ceberut : baskı, zulüm ve diktatörlük
cebren : zorla

Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cenup : güney
cereyan : akım, hareket

ceset : beden
cihad-ı dini : din uğrunda yapılan çaba, mücadele

cüz’î : bireysel, ferdî
dinî : din ile ilgili

ebed : sonu olmayan, sonsuzluk
ebediyet : sonsuzluk
ecel : ölüm vakti

edviye : devâlar, ilâçlar
efkâr-ı âmme : kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri
ekseri : çoğunluk

eşedd-i zulüm : zulmün en şiddetlisi, en büyük bir zülüm ve baskı
facia : musibet, çok acı veren olay

farz-ı muhal : varsayalım ki
ferş : yer, dünya
fetva : bir mesele hakkında dince ehil olan kimse tarafından verilen dinî hüküm
fiiliyat : fiiller, uygulamalar

galip : üstün, başarılı
garp : batı
had : yetki
hadsiz : sınırsız
hakaik-i Kur’âniye ve imaniye : Kur’ân ve iman hakikatleri, esasları

hakikat : esas, doğru, gerçek
hakkalyakîn : bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme

harekât : hareketler
hârikulâde : olağanüstü, şaşırtıcı derecede

hâsiyet : özellik
havas : seçkinler sınıfı, âlimler, aydınlar
Hazret-i Üstad : Saygıdeğer Üstad; Bediüzzaman Said Nursî

hengâm : ân, zaman
hüccet : delil, kanıt

ıslah : düzeltme, iyileştirme
i’câz : mu’cize oluş, aciz bırakma; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü
i’câz-ı mânevi : mânevî mu’cizelik; Kur’ân ve iman hakikatlerini sarsılmaz ve güçlü delillerle ispat eden bir tefsir olduğu için Risale-i Nur hakkında bu ifade kullanılmıştır

idam : yok etme
ihlâs-ı tamme : tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme

imha : yok etme, ortadan kaldırma
inâyet-i Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah’ın yardım, lütuf ve ihsanı
inâyet-i İlâhiye : Allah’ın inâyeti, yardımı ve lütfu

inkişafat : açılımlar, gelişmeler
istibdad-ı mutlak : tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük
istinadgâh : dayanak, sığınak
izhar : açığa çıkarma, gösterme

kâfi : yeterli
kalb-i umumî : bütün insanların kalbi, toplumun ortak yüreği
kudsî : kutsal

Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân : açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
kuvvet-i iman : iman gücü

küfr-ü mutlak : kesin ve tam bir inkâr; Allah’a ve Allah’ın kesin olarak bildirdiği hiçbir dinî değere inanmama
küllî : bütün fertleri, insanları içine alan, kapsamlı
lisan-ı hal : hâl dili, bir şeyi davranış ve hareketleriyle gösterme
lisan-ı kal : söz ile anlatım, konuşma dili

mağlûp etme : yenme
mağlûp olma : yenilme
mânevî : maddî olmayan, mânâ ile ilgili olan
malik : sahip

mecmua : kitap
medar : sebep, vesile, dayanak
men edilme : yasaklanma

mertebe : derece, basamak
misl : benzer, eş
muamele : davranış
muhafaza : koruma

muhafız : koruyan
muhalif : aykırı, karşıt

muhit : kapsamlı
mukabil : karşılık
mukaddes : kutsal

muvacehesinde : karşısında
muvaffak : başarılı
muvazzaf : vazifeli, görevli
mücerreb : tecrübe edinmiş, denenmiş

müdafaat : savunmalar
müdafi : müdafaa eden, savunan

müfsit : bozguncu
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
müstesna : seçkin, üstün, sıradışı
nail olma : erişme
neşretme : yazma, yayımlama

neşriyat : yayınlar
nimet : iyilik, lütuf, ihsan

Nurlar : Risale-i Nur
nümune : örnek, misal
paye : makam, mertebe, rütbe
payidar : sürekli, kalıcı, devamlı
pervasız : korkusuz
rahne : yara

risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’da yer alan her bir bölüm
saadet : mutluluk, huzur
selâmet : esenlik, güven
sevk : yöneltme, gönderme
sine : göğüs, kalp
şark : doğu
şeâir : işaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler, ezan gibi
şeâir-i İslâmiye : İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler, ezan gibi
şeref : yükseklik, yücelik

şimal : kuzey
tagayyür : değişme

tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
takyidat altına alınma : kontrol altına alınma, abluka edilme, sınırlandırılma
tarz-ı beyan : açıklama şekli, anlatım üslûbu

tatbik : uygulama
tebliğ : bildirme, ulaştırma

tedarik : birbirini izleme, birbirine katılma
tefsir-i Kur’ânî : Kur’ân tefsiri; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
telif : yazma, kaleme alma

terakkiyat : gelişmeler, yükselmeler
teraküm : birikme, yığılma
tiryak : derman, ilâç
ulemâ : âlimler, ilim sahibi olanlar
umum : bütün, genel
vazife-i İlâhiye : Allah’ın emri, işi

vicdan : kalbe ait hislerin mazharı ve aynası olan ve iyiyi kötüden ayırabilen his
vicdan-ı umumi : bütün toplumun vicdanı, kamu vicdanı
yegâne : tek, yalnız
zâlimâne : zâlimce, zulmederek

zincir-i nuranî : nurlu zincir, kopmaz mânevî bağ
zulüm : haksızlık, eziyet, işkence




DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.5.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.

İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı [SUP]HAŞİYE[/SUP] boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.

DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola. Zira, hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim.

Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım. Demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Bediüzzaman’a zurafâdan biri, birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur.

Lügatler :
âdâb-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin koyduğu edep ve kurallar
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
ağraz : kinler, garazlar, kötü maksatlar
âkılâne : akıllı, mantıklı olarak
avâm-ı nas : halk tabakası
boykot/boykotaj : ambargo uygulama; bir şahıs veya devletle alışveriş ve münasebetleri kesme
cihad : mücadele, çalışma, çabalama
dâvâ : iddia
efrad : fertler
esvap : elbiseler, giysiler
fenalık : kötülük
hakaik-i meşrutiyet : meşrutiyetin hakikat ve esasları
harb-i iktisadî : ekonomik savaş
hâşâ ve kellâ : asla ve asla, kesinlikle öyle değil
hikmet-i hükûmet : yönetim ilmi; hükûmetin takip ettiği maksat ve hikmet
hitaben : hitap ederek, seslenerek
husumet : düşmanlık
irfan : bilgi ve kültür
irtibat : bağ, ilişki
istibdad : baskı ve zulüm
istihrac : hüküm çıkarma
ittifak : birlik, birleşme, beraberlik
iznen : şeriatın müsaade ettiği, izin verdiği ölçüde
kalben : kalbî olarak
lekedar etme : lekeleme
mamulât : yapılmış ürünler, imâl edilmiş şeyler
marifet : eğitim; ilim, bilim
meb’usan : mebuslar, milletvekilleri
mezhep : dinde tutulan yol; burada İslâm hukukunun uygulamaya dair hükümlerini şeriata uygun olarak yorumlayan Hanefî, Şâfiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri kastediliyor
müşarün ileyh : kendisine işaret edilen (Üstad Bediüzzaman)
müşevveş : karışık, düzensiz
mütenasip : uyumlu
nihayet : son derece
sahih : doğru, kusursuz
sarahaten : açıkça
sebebiyet : sebep olma, neden olma
sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olma, zararını ve yararını ayırt edemeyen
sevk eden : yönlendiren, yönelten
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
taassup : aşırı derecede, körü körüne bağlılık
tâdil : düzeltme, ıslah etme
takyid etme : sınırlama, kayıt altına alma
tasdik : doğrulama, onaylama
tekzip : yalanlama
telâkki : anlama, kabul etme
telkin : fikir aşılama, fikren yönlendirme
terakki : ilerleme, yükselme
teyakkuz : uyanıklık
unvan : isim, nam, ad
zımnen : gizlice
zurafâ : zarif kimseler



 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.7.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)

Eski zaman garp feylesoflarının çözemedikleri ve yeni zaman feylesoflarının da, “Felsefe henüz bunu halledememiştir” dedikleri düğümler, Risale-i Nur’da, Kur’ân’ın feyziyle keşif ve halledilerek aklen ve mantıkan ispat edilmiştir. Şarkın dâhî hükemalarının kırk sahifede anlatmaya çalıştıkları müşküller, Risale-i Nur’un bir sahifesinde veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

Bediüzzaman’ın 1935 senesinde idam edilmek üzere verildiği Ağırceza Mahkemesindeki müdafaatından bir iki cümle: “Risale-i Nur, sönmez, söndürülemez. Risale-i Nur, söndürülmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Risale-i Nur, tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır.”

Hem, haşr-i cismanî meselesinde, hükemadan İbni Sina gibi meşhur bir dâhinin, “Haşir naklîdir, iman ederiz; akıl bu yolda gidemez” dediği bir hakikat, Risale-i Nur’da, hem umumun istifade edebileceği emsalsiz bir tarzda, Kur’ân’ın feyziyle, aklen ispat edilmiştir.

Dalâlet-alûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın talebelerinin bazı müteşabih âyât ı kerîme ve ehadîs-i şerifenin zâhirî mânâlarını anlamayarak yaptıkları kasıtlı itirazlara, Risale-i Nur’da aklen, mantıkan cevaplar verilerek, o âyetlerin ve o hadislerin birer mu’cize oldukları ispat edilmiştir. Böylelikle de, bu zamanda fen ve felsefeden gelen dalâlet ve şüpheleri Risale-i Nur kökünden kesmiştir. Risale-i Nur bunu yaparken de müspet bir usul takip etmiştir.

Risale-i Nur, fevkalâde müstesna bir edebî üstünlüğe maliktir. En meşhur eserlerle bile kabil-i kıyas olmayan ve başlı başına bir hususiyeti haiz olan üslûbunda yüksek bir belâgat, fesahat ve selâset ve îcaz vardır. Hattâ Bediüzzaman’ın eserlerini âlem-i İslâmın ısrarla arzu etmesiyle Arapçaya tercüme ettirmek için büyük İslâm âlimlerine Asâ-yı Mûsâ mecmuası götürüldüğü vakit, okumuşlar ve demişlerdir ki: “Bediüzzaman’ın eserlerini ancak kendisi tercüme edebilir. Risale-i Nur’daki yüksek belâgati ve misilsiz olan fesahat ve îcâzı tercümede muhafaza etmekten ve onun ilmini ihata etmekten âciziz.” Bu suretle o yüksek âlimler, Üstadımızın faziletini ve Risale-i Nur’un kemâlâtını göstermişlerdir.

Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak, lâfızdan ziyade mânâya ehemmiyet vermiştir. Mânâyı lâfza feda etmemiş; lâfzı mânâya feda etmiştir. Üslûpta okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikati ve mânâyı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risale-i Nur’daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celb eden ve hakikate râm eden o İlâhî cazibedendir ki, çoluğu-çocuğu, genci-ihtiyarı, avâmı-havassı o Nura koşuyorlar ve o câzibedar Nurun pervanesi oluyorlar. Bu hakikatin parlak bir misali olarak, geniş bir talebe kitlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.

Risale-i Nur’un her cihetten olduğu gibi edebî cihetten de kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek, ediplerin, hususan bizlerin bin derece haddinden uzaktır. Bu husustaki karınca kararınca olan sönük, fakat samimî ve hakikatli ifadelerimiz, Risale-i Nur’dan gördüğümüz azîm istifadeye mukabil sonsuz bir minnet ve şükranımızın ifadesinden ibarettir. Yoksa, bu mevzularda sahib-i salâhiyet ve sahib-i ihtisas, ancak ve ancak Risale-i Nur’un kendi müellifi olabilir.

Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevap veren yegâne tefsir-i Kur’ânî olduğu, enaniyetini Hakka feda eden faziletperver, İslâm uleması tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Elli sene evvel Bediüzzaman Said Nursî’nin telifatındaki hususiyetler ve bir bahr-i umman gibi onun ilmî dehâsıdır ki, Mısır matbuatında “Bediüzzaman, fatînülasırdır” diye yüksek ehl-i ilme hüküm verdirmiştir.

Bediüzzaman, mukabelesiz hediye kabul etmemeyi düstur-u hayat edindiği düşmanlarınca da tasdik edilerek, İslâmiyet düşmanlarının ehl-i ilme yaptığı ittihamı, bu düsturuyla fiilen tekzip ve ilmin hiçbir şeye âlet olmadığını yine fiiliyatı ile ispat etmiştir. Ulema-i İslâmın şeref ve haysiyetini ve izzet-i İslâmiye ve izzet-i diniyeyi, en zalim ve hunhar hükümdarlar karşısında bile muhafaza ve müdafaa etmiştir. Aç kaldığı zamanlarda dahi, hayatı boyunca olan istiğna kaidesini bozmamış ve “İktisat ve kanaat iki büyük hazinedir; bunların bereketi bana kâfidir” diyerek halklardan istiğna etmiş ve etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin senelerden beri hapisten hapse, zindandan zindana atılması ve menfâdan menfâya sürülmesi ve kendisine daima tazyikler ve şiddetli zulüm ve dehşetli işkenceler yapılması ve on yedi defa zehir verilmesi, bir günde bir aylık azaplar çektirilmesi, kendisinin ve Risale-i Nur Külliyatının hakkaniyet ve sıdkına birer canlı mühür ve birer parlak delildir. Meselâ, Hindistan’da sormuşlar: “Bediüzzaman nasıl bir kimsedir?” Cevaben denilmiş ki: “Hasta, garip, fakir, mazlum, hediye ve sadakaları kabul etmeyen ve hâlen de çekmekte olduğu o kadar zulümlere rağmen altmış senedir dâvâsından vazgeçmeyen bir ihtiyardır.” Onlar da, “Öyleyse o hakikat söylüyor ve küfr-ü mutlaka, dinsizlere, zındıklara boyun eğmiyor, riyakârlık etmiyor, dalkavukluk yapmıyor ve Kur’ân ve İslâmiyete tesirli ve küllî bir hizmet yapıyor ki, onlar da ona zulmetmişler” demişler.


Lügatler :
âciz : çaresiz, güçsüz
aklen : akılla, düşünerek

âlem-i İslâm : İslâm dünyası
Asâ-yı Mûsâ : Mûsâ’nın Asâsı anlamına gelen Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir eser
avâm : halk tabakası, sıradan insanlar
âyât-ı kerîme : şerefli âyetler, Kur’ân’ın herbir cümlesi

azap : acı, sıkıntı
azîm : çok büyük

bahr-i umman : okyanus, büyük deniz
bahtiyar : talihli, mutlu
Bediüzzaman : Bediüzzaman Said Nursî

belâgat : sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
câzibedar : çekici
celb etme : çekme
dâhî : son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibi
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dalâlet-alûd : hak yoldan sapmış, sapkınlık bulaşmış

dalkavukluk : yaltaklanma
dehâ : olağanüstü zekâ ve akıl
düstur : kural, prensip
düstur-u hayat : hayat prensibi
edebî : edebiyatla ilgili
edip : edebiyatçı
ehadîs-i şerife : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar

ehl-i ilm : ilim ehli, âlimler
emare : belirti, işaret
emsalsiz : benzersiz, eşsiz

enaniyet : gurur, benlik
fatînü’l-asr : asrın en dâhisi, en zekisi
fazilet : değer, üstünlük
faziletperver : fazilet sever, erdem sahibi
fen : bilim

fesahat : dilin doğru, düzgün ve açık şekilde kullanılması
fevkalâde : olağanüstü
feylesof : filozof, felsefe ile uğraşan, felsefeci
feyz : ihsan, lütuf, mânevi gıda ve ilim bolluğu

fiilen : davranışla, gerçekte; bizzat, fiilî olarak
fiiliyat : fiilleler, davranışlar, uygulamalar
Garp : Batı
hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış

haiz : sahip
Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakikat : esas, doğru, gerçek

hakkaniyet : doğruluk, gerçekçilik
haşir : öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
haşr-i cismanî : insanların öldükten sonra âhirette diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması

havas : seçkinler sınıfı, âlimler, bilginler
haysiyet : itibar, özellik
hunhar : kan döken, zâlim
hususan : bilhassa, özellikle
hususiyet : özel olma, hususîlik
hükema : filozoflar, felsefeciler

îcaz : az sözle çok mânâlar anlatma
icraat : işler, uygulamalar
idrak : anlama, kavrama

ihata : kuşatma, kapsama
iktisat : tutumluluk
İlâhî cazibe : Allah tarafından verilen bir çekicilik, çekim gücü

ilmî : ilme ait, bilimsel
istifade : faydalanma

istiğna : ihtiyaç duymama, tokgönüllülük
ittiham : suçlama
izzet-i diniye : dinin şeref ve üstünlüğü
izzet-i İslâmiye : İslâmın izzeti, şeref ve yüceliğ
kabil-i kıyas olmayan : kıyası mümkün olmayan, karşılaştırılamaz

kâfi : yeterli
kaide : kural, prensip
kanaat : Allah’ın nasip ettiği rızka razı olma, yetinme
kemâlât : mükemmellikler, olgunluklar, fazilet ve üstünlükler
keşif : açığa çıkarma, bulma
keşşaf : keşf edici, ortaya çıkaran

küfr-ü mutlak : kesin ve tam bir inkârcılık; Allah’a ve Allah’ın kesin olarak bildirdiği hiçbir dinî değere inanmama
küllî : bütün fertleri içine alan, kapsamlı
lâfız : ifade, söz
malik
: sahip
mantıken : mantığa göre, mantığa uygun olarak

matbuat : basın, medya
mazlum : zulme uğramış
mecmua : kitap

menfâ : sürgün yeri
mevzu : bahis, konu
minnet : iyilik karşısında kendini borçlu hissetme
misil : benzer, eş değer
mu’cize : benzerini yapma noktasında başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
muamma : anlamı gizli ve zor anlaşılır şey

muhafaza : koruma
mukabele : karşılık
mukabil : karşılık

müdafaa : savunma
müdafaat : savunmalar

müellif : telif eden, kitap yazan
müspet : pozitif; akıl ve mantıkî delillerle ispat edilen

müstesna : seçkin, sıra dışı
müşkül : çözümü zor olan mesele
müteşabih : mânâsı kapalı, birbirine benzerlikten dolayı anlaşılması zor olan âyet ve hadîsler
naklî : Kur’ân ve hadîs gibi kaynaklara dayanarak aktarılan bilgiyle ilgili

nazar : dikkat
nevi : tür, çeşit
nümune : örnek, misal

râm etme : boyun eğdirme, emrine verme
riyakâr : gösterişçi
sadaka : Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım
sahib-i ihtisas : ihtisas sahibi, söz sahibi, uzman
sahib-i salâhiyet : yetki sahibi, yetkili
selâset : sözün akıcı olma hâli; ifadedeki âhenk, açıklık ve kolaylık

senâ : övme ve yüceltme
sıdk : doğruluk
suret : biçim, görünüş
Şark : Doğu

şeref : yükseklik, yücelik, büyüklük
şükran : minnettarlık, teşekkür

tahsin : güzel bulma, güzelliğini ilân etme
takdirkâr : takdir eden, beğeniyi ifade eden
tasdik : doğrulama, onaylama

tazyik : baskı
tefsir-i Kur’ânî : Kur’ân tefsiri; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap, eser tekzip : yalanlama
telifat : telifler, yazılmış eserler
tılsım-ı kâinat : evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem

ulema : âlimler
ulema-i İslâm : İslâm âlimleri
umum : bütün, genel
usul : metot, yol

üslûp : ifade tarzı
vâkıa : gerçek, olmuş olan
veciz : kısa, özlü ve çarpıcı söz

yegâne : tek, yalnız
zâhirî : açık, görünürdeki

zındık : dinsiz
zulüm : haksızlık, eziyet, işkence



 

uður1

Well-known member
Şu fani dünyada kemal-i sür'atle vaveyla-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alakadar bir ruhun ab-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Baki'nin, bir Mahbub-u Sermedi'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezeli ve ebedi bir zatın ayinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zişuur bir sırr-ı insani, zinur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

(Bediüzzaman Said Nursi - 21. Söz'den)

Lügatler
âb-ı hayat : hayat suyu
Ahval-i dünyeviye :dünya halleri
Alakadar :ilgilendirme, alakalı, ilgili
Âyine :ayna
Bedel :karşılık
Çeşme-i rahmet :rahmet çeşmesi
Ebed :sonu olmayan zaman
Ebedi: sonsuz
Ebediyet :sonsuzluk
Ekser :pek fazla, daha çok, çoğunluk
Ezeli :öncesi olmayan
Fânî :gelip geçici, kaybolan, devamlı olmayan, ölümlü
Fıtraten :yaratılıştan gelen
Halkolunmak :yaratılmak
Kasavet :kalp katılığı, gaflet
Kemal-i sür’at :en süratli şekilde
lâtife-i Rabbaniye : İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu
Letafet :hoşluk, güzellik, hafifliknezaket
Mabud-u baki :ibadet edilen sonsuz varlık, Allah
Mahbub-u sermedi :sonsuz sevgili
Mevcudat :varlıklar, kâinattaki her şey
Nazik :dayanıksız, ince
Nihayetsiz: sonsuz
Sırr-ı insani :insanın gizli yanları, keşfedilmesi gereken vasıf ve halleri
teneffüs :soluma, nefeslenme, soluk alıp verme
Teveccüh :bir şeye doğru yönelmek, alaka duymak
Vaveylayı firak :ayrılık çığlığı
Zat : hürmete layık kimse
Zînur :nurlu, ışıklı, parlayan
Zîşuur : şuur sahibi, bilinçli
Zulümat :karanlıklar, dinsizlik ve zulüm devri

 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.7.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
YEDİNCİ CİNAYET: İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zâtlar) daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit cemiyete bir cihetle mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezâlik, o ism-i mübareke intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir. Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve—eğer zarar etmezse—nasihat etmektir.


Lügatler :
ahlâk-ı Ahmediye : Peygamberimizin (a.s.m. ) eşsiz ahlâkı
bedevî : köylü, şehir hayatını bilmeyen
cemiyet : örgüt, parti, dernek
cenup : güney
cihetü’l-vahdet : birlik yönü, birleşme yönü
defter-i esmâ : isimlerin defteri
encümen : meclis, cemiyet
entrika : dalavere
Fahr-i Âlem : bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)
garb : batı
Haremeyn-i Şerifeyn : Mekke ve Medine
hedef-i maksad : asıl gaye, kastedilen hedef
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın kelâmını, Kur’ân ve iman hakikatlerini yüceltme, bildirme ve duyurma
ihyâ : diriltme, hayat verme, canlı tutma
intisap : bağlanma, mensup olma
irtibat : bağ, ilişki
ism-i mübarek : bereketli, hayırlı isim; “Muhammedî” ismi
ittihad : birlik, birleşme
İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti :
ittihad-ı Muhammedî : Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı olan Müslümanların oluşturduğu birlik
kàlû belâ : ruhların yaratıldıktan sonra Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdikleri “Evet, Rabbimizsin” cevabı
kat-ı alâka : ilişkiyi kesme
kezâlik : bunun gibi
kütüb-ü İslâmiye : İslâmiyeti anlatan kitaplar, İslâmî eserler
Levh-i Mahfuz : herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası
merbut : bağlı
meslek : tarz, yol, metot
muhabbet : sevgi
mücahede : cihad etme, mücadele
müntesip : mensubu olan kişi
müteaddit : birçok, çeşitli
nâşir-i efkâr : fikirleri neşreden, yayan
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nihayet derece : son derece
peyman : yemin
reis : baş, başkan
silsile-i nuranî : nurlu silsile, zincir
siyasî cemiyet : siyasî topluluk, örgüt, parti
sünnet-i Nebeviye/Sünnet-i Seniyye : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şark : doğu
şimal : kuzey
tahallûk : ahlâklanma
tahdit : sınırlama
tahsis : birşeye ait kılma, özel kılma
tebaiyete nakletme : “tâbi olup bağlanma, uyma” şekline çevirme; İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ismini siyasî bir anlam olmaktan çıkarıp, Hz. Peygamberin sünnetine uyma anlamına çevirme
teşekkül : ortaya çıkma, şekillenme
tevhid-i İlâhî : birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
umum : bütün; herkes
zevât : kişiler
zikirhane : Allah’ın anıldığı, Allah’ın zikrinin yapıldığı yer


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ
12.8.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)

Üstadımız Bediüzzaman hakkında, takdirkâr ve faziletperver zatların takdirleri bir senâdan ibaret değildir, bir vâkıadır. Fiiliyat ve icraatının belki yüzden birisini kısaca âcizane ve noksan bir tarzda nakletmektir. Hem bu mevzuda Risale-i Nur talebelerinin takdirkâr makale, mektup ve fıkraları bir medih değildir; belki Üstadımızın dinî hizmetini hedef tutan, şahsına taarruz eden vicdansız ve insafsız din düşmanlarına karşı müspet bir müdafaadır. (HAŞİYE 1) (HAŞİYE 2)

Böyle olduğu halde Üstadımız öyle zatların ve Risale-i Nur talebelerinin hakikatlı takdir ve beyanlarına karşı hiddetlenerek, çok defa da hatırlarını kırarak der ki: “Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risale-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve hüsün Kur’ân’ındır. Şahsımla Risale-i Nur iltibas edilmiş. Meziyet, Risale-i Nur’a aittir. Risale-i Nur’un neşrindeki harika muvaffakiyet ise, Risale-i Nur talebelerine aittir. Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binaen Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîmden bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risale-i Nur’un talebesiyim. Bir risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım” der.

Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferinin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendisinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yalnız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız “İhlâs Risalesi”nin başına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koymasından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” kitabında, “Risale-i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” demiştir.

İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemalarının eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:

“Risale-i Nur’dan okuduğum bir sahifenin bana verdiği istifade, diğer eserlerin on sahifesinden daha fazladır.”

Felsefî eserlerle meşgul bir muallim:

“Ben, bu kadar senedir ilmî ve felsefî eserlerle iştigal ettim. Risale-i Nur kadar beni ikna eden ve garp eserlerinden ve felsefeden aldığım yaraları tedavi eden ve bu zamanın ihtiyacına tam cevap veren bir eseri görmedim.”

Bir edebiyatçı:

“Benim aklım nursuz, kalbim mü’mindi. Risale-i Nur, hem aklımı, hem kalbimi tenvir ve nefsimi ilzam etti. Beni, Cehennemî bir azaptan kurtardı.”

Bir doktor:

“Risale-i Nur’dan istifadeye başladığım günü, hayata gözlerimi açtığım gün olarak biliyorum.”

Bahtiyar bir üniversiteli:

“Üstadımıza ve Risale-i Nur’a ait bir mektubu, İstanbul’un bir yerinden bir yerine götürmek gibi bir hizmeti, meb’usluğa tercih ederim:”

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
(HAŞİYE 1) : İns ve cin şeytanları ve dinsizlerin bir desisesi de budur ki: Bazan derler ve dedirtirler: “Üstadınız şahsına kıymet vermiyor; siz ise onun hakkında takdirkâr mektuplar yazıp, Üstadınızın rızasına uygun hareket etmiyorsunuz.” İşte onlar, Risale-i Nur ve Üstadımızı İslâmiyet düşmanlarına karşı müspet ve nezih bir tarzda müdafaa etmekten men etmek için safdillik damarlarından istifade ile böyle bir fikir ve mugalâta ile Nur talebelerini aldatmaya, iğfal etmeye çalışırlar.
(HAŞİYE 2) : Evet, Üstadımız Bediüzzaman, ihlâsının iktizası olarak şahsına kıymet vermeyebilir; bu hal, Üstadımızdaki yüksek bir kemalât ve âlî bir seciyenin timsalidir. O, şahsına ne kadar kıymet vermiyorsa, bizim onda milyarlar derece fazla kıymet ve ehemmiyeti görmemiz, basiret ve insaniyetin muktezasıdır. Bir lütf-u ilâhîdir. Zira Risale-i Nur gibi parlak bir tefsir-i Kur’ân olan şaheser, onun varlığından meydana gelmiş ve fışkırmıştır. Öyle bir eserin müellifiyle yalnız bugünkü âlem-i İslâm değil, yalnız asr-ı hazır beşeriyeti değil, nesl-i âtideki milyarlar kimsenin hayat ve memat dâvâsı Risale-i Nur’la alâkadardır.


Lügatler :
âcizâne : âciz bir şekilde
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
âlî : yüce, yüksek

amel : davranış, iş
asr-ı hazır : şimdiki asır

âzamî : bir şeyin en üst ve en büyük sınırı; maksimum
azap : acı, sıkıntı, işkence
bahtiyar : talihli, mutlu
basiret : feraset, hakikati sezme ve anlama

batman : çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi
beşeriyet : insanlık
binaen : –dayanarak

Cehennemî : Cehennem gibi
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cihanşümul : dünya çapında, evrensel
desise : hile, aldatma

dirhem : azıcık, çok küçük; eskiden kullanılan ve 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi
ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler
felsefî : felsefeyle ilgili
fıkra : kısa yazı; bölüm

Garp : Batı
gaye : maksat, amaç
hakikat : doğru, gerçek
haşiye : dipnot, açıklayıcı söz

hikmet : fayda, gaye, sır
hükema : filozoflar, felsefeciler
hürmet : saygı
hüsün : güzellik
iğfal : kandırma, aldatma
ihlâs : samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme

İhlâs Risalesi : Lem’alar’da yer alan Yirmi Birinci Lem’a isimli bölüm
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme
ihlâs-ı etemm : mükemmel bir ihlâs, samimiyet
ihsan : bağışlama
iktiza : bir şeyin gereği

ilmî : ilme ait, bilimsel
iltibas edilme : karıştırılma

ilzam : susturma
ins ve cin : insanlar ve cinler
insaniyet : insanlık

iştigal etme : meşgul olma, uğraşma
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kemâlât : faziletler, olgunluklar, ahlâk ve huy güzellikleri
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân

lâakal : en az
lütf-u ilâhî : Allah’ın ikramı, ihsanı ve yardımı

maddî : maddeyle ilgili olan
maksat : gaye, amaç
mânevî : mânâ ile ilgili olan
meb’us : milletvekili
medih : övgü
memat : ölüm
men : yasaklama
mevzu : bahis, konu
meziyet : üstün özellik

muallim : öğretmen
mugalâta : safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme

muhakkik : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
mukteza : bir şeyin gereği
muvaffakiyet : başarı

mü’min : iman etmiş, Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inanan kimse
müdafaa : savunma

müdakkik : dikkatli bir şekilde araştıran, inceleyen
müellif : telif eden, kitap yazan

müreccah : tercih edilen
müspet : olumlu, yapıcı
müstesna : üstün, sıra dışı
nakl : aktarma, anlatma

nefs : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nesl-i âti : gelecek nesil
neşr : yayma, yayılma
nezih : temiz

rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası
risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’dan her bir bölüm
safdil : saf ve temiz kalpli, kolay aldanan
seciye : huy, karakter

sırr-ı ihlâs : ihlâs sırrı
şaheser : üstün, değerli eser
şahs-ı mânevî : belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik
şeref : yükseklik, yücelik, büyüklük
taarruz : saldırı, hücum
takdirkâr : takdir eden, beğeniyi ifade eden
tefsir-i Kur’ân : Kur’ân tefsiri; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap

tenvir : aydınlatma, nurlandırma
terk-i enaniyet : benlik ve enaniyetten vazgeçme
tesirat : tesirler, etkiler
tetebbu : araştırıp inceleme, derinliğine inceleyip tanıma
teveccüh-ü âmme : halkın ilgisi, yönelmesi ve iltifatı
timsal : görüntü, yansıma
tiryak : derman, ilâç


 

uður1

Well-known member
Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa isti'zam ile üflense, şişer; merak edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikata inkılab eder.. o da kalbi döver.

(Bediüzzaman Said Nursi - Hakikat Çekirdekleri'nden 92)

Lügatler

Derece-i nimet :nimet derecesi
Derec-i hararet :sıcaklığın derecesi
Hakikat: gerçek
inkılâp etmek : dönüşmek
isti’zâm : büyütme
misal : benzer, örnek
Musibet :bela, felaket, afet, dert
Şükür :Allah’a teşekkür
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.8.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Bu ittihadın nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevâhî-i şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdiki maksadımız, o silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde kâbe-i kemâlâta sevk etmektir. Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemâleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş:

İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.

Yavuz Sultan Selim

Lügatler :
âhiret âlemi : öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
ahlâk : huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı
allâme : büyük âlim
berâhin-i katıa : kat’î burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller
biat : bağlılık yemini etme
bîkarar eyler : kararsız eder, şaşkın yapar
dağ-dar eyler : üzer, acı ve keder verir
def’ : kovma, uzaklaştırma
efrad : fertler
elhasıl : kısaca, özetle
evamir : emirler
fazilet : değer ve üstünlük
fırka : grup, parti
galebe çalma : üstün gelme
hâhiş-i vicdaniye : vicdanî arzu, istek
husumet : düşmanlık
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın kelâmını, Kur’ân ve iman hakikatlerini yüceltme, bildirme ve duyurma
icbar : zorlama
ihtilâf u tefrika : ayrılık ve anlaşmazlık
ihtizaza getirme : hareketlendirme, silkme
ikaz : uyarma
ittihad : birlik, birleşme
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği
kâbe-i kemâlât : mükemmelliklerin kâbesi, mükemmelliklerin olduğu kıble, yön
kanunname : kanun kitabı, kanunların yazılı olduğu kitap
kûşe-i kabr : kabir köşesi
maddeten : maddî olarak
maksat : gaye
medenî : şehirli; ilim, fen, san’at, kültür ve sosyal açılardan gelişmiş ve ilerlemiş olan
muhabbet : sevgi
müfrit : bir meselede aşırıya giden
müteallik : alâkalı, ilgili
nevâhî-i şer’iye : şeriatın nehiyleri, yasakları
nispetinde : oranında
nizamname : birşeyi düzenleyen kararname, kanun, tüzük
savlet-i a’dâ : düşman saldırısı
sebeb-i iftirak : ayrılık sebebi, bölünüp parçalanma nedeni
selef : önde olan, önce gelen, yerine geçilen
sevk : gönderme, yönlendirme
silsile-i nurânî : nurlu silsile, zincir
sünnet-i Nebeviye : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
Şarklı : Doğulu
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
taassub : aşırı derecede, körü körüne bağlılık
taharrî-i hakikat : doğru ve gerçeği araştırma
tarik-i terakki : gerçek yol, ilerleme yolu
terakki : ilerleme, yükselme
teşebbüs etme : başvurma, girişme
tezahür : ortaya çıkma
ulü’l-emir : iş idare eden, idareci, yönetici ve siyasetçiler
vilâyât-ı şarkiye : Doğu illeri



 

uður1

Well-known member
Evine girerken selam veren kişi...
02 Ekim 2011 / 05:21
Günün Hadis-i Şerifi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ebû Ümâme'den rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:
Evine girerken selâm veren kişi Allah'ın himaye ve garantisi altındadır.
Kişinin şerefi dindarlığıdır. Şahsiyeti aklıdır. Soyu sopu ise güzel ahlâkıdır.
Camiussagir [ 3:320, Hadîs No: 3504]
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

[KURETV]59108/[/KURETV]

Dua, kulun ümit dalı ve Rabbi'ne bağlılığının en güzel ifadesidir. Dua, cennet yollarını açan, kalbe safa, ruha gıda veren ve ebediyyet serinliğini tattıran vecd halidir. Dua, mü'min için eşi bulunmaz bir silah, ümit gecesinde hayırlı bir sabah, bela, şiddet ve felaket çemberinden kurtuluş ve felahtır.

 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.9.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)

Otuz sene evvel, ihlâslı ve faziletli ihtiyar bir ehl-i tasavvuf, Lütfü isminde bir genci göstererek, “Bu Nur talebesi benden ileridir” demiştir ki, bunlar binler itiraflardan birer nümunedir.

Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binaendir ki, Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıtlar ve tahdidatlar içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını Risale-i Nur’a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur’u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir. Risale-i Nur dâvâsı rıza-yı İlâhî dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz avukatlar, Risale-i Nur’un fahrî avukatı olmak ve dindar hakperest mücahit muharrirler, dünyayı istilâ edecek Nur’un ilânında hissedar olmak şeref ve nimetine mazhar olmuşlardır. Risale-i Nur’un neşriyat ve fütühatı ve tesiratı, sessiz, büyük bir ihtişamla muhteşem bir bahar mevsiminde intişar eden mevcudat gibidir.

İşte, ey Risale-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste olan bir nimet-i azîmeye nail olan Nur kardeşlerimiz! Böyle bir dâhî-yi âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i İslâmın ve ulûm-u evvelîn vel-âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücahid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-i imaniyenin varlığında âdetâ tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur’ân ve hâdim-i İslâmın ve “Bir ferdin imanını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım” diyen böyle bir halâskâr-ı imanın ve idam için sevk edildiği Divan-ı Harb-i Örfîde “Sen de mürtecisin” ittihamına karşı, “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim. Bin ruhum da olsa, Kur’ân’ın birtek meselesine hepsini feda etmeye hazırım” diyen ve beraatinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezid Meydanındaki kalabalıkta: “Yaşasın zalimler için Cehennem! Yaşasın zalimler için Cehennem!” diye bağırarak ilerleyen ve imha plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel “Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Yanlışsınız; Kur’ân’a ve imana hizmetim cihetiyle elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz, haddiniz varsa ilişiniz!” “Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır” ve on beş sene evvel, “Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem” ve “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem” diyen ve elli sene evvel âlem-i İslâmı sömüren sömürgeci cebbar ve zalim bir imparatorluğa karşı, “Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne!” diye matbuat lisanıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde, Reise “Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakikat olsaydı, imandan sonra onu emrederdi” diyen ve yazdığı bir beyannameden sonra Mecliste cemaatle namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bediüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmâsına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: “Mesleğimiz müsbettir; menfî hareketten Kur’ân bizi men ediyor.”

Ey seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyleyse biz de rahmet-i İlâhiyeden niyaz ederek ahdediyoruz ki, din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altın mürekkeplerle yazacağız, inşaallah.
Üniversite Nur talebeleri

Lügatler :
abd-i küllî : bütün varlıkların ibadetlerini kendi şahsında temsil eden kul
ahdetmek : söz vermek
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
alay : genel olarak üç taburdan oluşan askerî birlik
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
allâme-i asır : asrın bilgini, asrın en büyük âlimi
âzamî : bir şeyin en üst seviyesi, üst derecesi
azîm : büyük

Bayezid Meydanı : İstanbul’da bulunan, tarihî Bayezid Camii ile günümüzde İstanbul Üniversitesi arasında yer alan meydan
beraat : temize çıkma, suçsuz bulunma, serbest bırakılma
beyanname : bildiri, açıklama
binaen : –dayanarak

Birinci Cihan Harbi : Birinci Dünya Savaşı
cânân : sevgili
cebbar : zorba, zalim
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
dâhî-i âzam : en büyük dâhi, en zeki kişi
Divan-ı Harb-i Örfî : Sıkıyönetim Mahkemesi

edâ etme : yerine getirme
ehl-i tasavvuf : tasavvuf ehli; kalp yoluyla ilâhî hakikatlere ulaşmak için bir şeyh gözetiminde belli bir yol takip eden kimseler
fahrî : karşılıksız, parasız, gönüllü olarak bir şeyi yapma
fazilet : değer, üstünlük
fert : birey

fırka : grup
fütuhat : fetihler, zaferler; açılımlar

gaddar : acımasız, çok zulmeden
gaye-i hayat : hayatın gayesi
hâdim-i İslâm : İslâmın hizmetçisi, İslâm dinine hizmet eden kimse
hadsiz : sınırsız
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları

hakikat : doğru, gerçek
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikati, esası
hakperest : doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan
halâskâr-ı iman : iman kurtarıcı, imanın kurtulmasına vesile olan
hamd ü senâ : şükür ve övgü
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyetten gelen din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti

hayâ : utanma
hengâm : ân, zaman
hissedar : pay sahibi

hizmet-i imaniye : iman hizmeti
idam : yok oluş
ihlâs : samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme
ihtişam : haşmetlilik, heybetlilik, görkem
iltifat : meyletme, yönelme

imha : yok etme
ins ve cin : insanlar ve cinler

insafsız : vicdansız
inşaallah : Allah izin verirse
intişar : yayılma

istibdad : baskı ve zulüm
istihkar : hakaret etme, aşağılama, küçümseme
istilâ : kuşatma

ittiham : suçlama
izzet-i İslâmiye : İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kumandan : komutan
lisan : dil
mâlik : sahip

matbuat : basın, medya
mazhar : ayna, yansıma ve görünme yeri
mazhar : erişme, nail olma

men : yasaklama
menfî : olumsuz, yıkıcı

menfî hareket : olumsuz, yapıcılıktan uzak, sert ve yıkıcı yaklaşım
merdut : reddolunmuş, lânetlenmiş, kabul edilmeyen
mevcudat : varlıklar

muhafaza : koruma
muharrir : yazar

mukabil : karşılık
muvaffak : başarılı
mücahid-i ekber : din vatan ve millet gibi mukaddes değerler uğrunda çalışan, mücadele eden en büyük mücahit
mücahit : cihat eden, din uğrunda çaba harcayan kimse
müellif-i İslâm : Müslüman yazar; İslâmiyet ile ilgili eserleri olan

mülhid : dinsiz, inkârcı
mümtaz : seçkin, üstün
mürteci : geriye yönelmek isteyen, gerici

müsbet : olumlu, yapıcı
mütefekkir-i ekber : en büyük düşünür, en büyük düşünce adamı

mütemadiyen : sürekli olarak, devamlı
nail : erişme

nefer : asker
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayma, yayınlama

nihayet : son
nimet : iyilik, lütuf, ihsan
nimet-i azîme : büyük nimet

nimet-i uzmâ : en büyük nimet
niyaz : dua, yalvarıp yakarma
nümune : örnek, misal

rahmet-i İlâhiye : Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti, merhamet ve şefkati
reis : başkan
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası

sadakat : bağlılık
sahib-i zühd ve takvâ : zühd ve takva sahibi; her türlü nefsanî arzulara karşı koyarak kendini ibadete veren ve Allah korkusuyla dinin yasaklarından kaçınan kimse

Said : Bediüzzaman Said Nursî
sebat : kararlılık, sabit olma
sermaye-i ömür : ömür sermayesi

sertâc : baş tacı
sevk : yöneltme, gönderme

seyyid-i sened : dayanılan, güvenilen efendi
sırr-ı ihlâs : ihlâsın sırrı
şâyeste : uygun, lâyık
şeref : yükseklik, yücelik, büyüklük

şükran : minnettarlık, teşekkür
tahdidat : sınırlamalar, kısıtlamalar
tecessüm : cisimleşme, maddî yapıya bürünme
tesirat : tesirler, etkiler
tilmiz-i Kur’ân : Kur’ân’ın talebesi
ulûm-u evvelîn ve âhirîn : öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri
vakfetme : adama
vâkıf : bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan

zındık : dinsiz
zındıka : dinsizlik

 

uður1

Well-known member
Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribatı, i'dam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır. Hem yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrigattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır.
Hem zişuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir.

(Bediüzzaman Said Nursi - 10. Söz'den)

Lügatler
Âlem :dünya, kâinat
Gaflet :dikkatsizlik, vurdumduymazlık, en mühim vazifeyi düşünmeyip kıymetsiz işlerle uğraşmak
Güz :sonbahar
İ’dam :yok etmek, öldürmek
İhzarat :hazırlıklar, hazırlanmalar
İkazat-ı subhaniye :İlâhi ikazlar
Mahlukat :yaratılmışlar, yaratıklar
Mevcudat :varlıklar, kâinattaki her şey
Şükür :Allah’a teşekkür
Tahribat :harap etmeler, yıkmalar, bozmalar
Tefrigat :boşaltmalar
Terhisat :kurtulmalar, salıverilmeler
Vazifedar: vazifeli
Zîşuur : şuur sahibi, bilinçli
 

uður1

Well-known member
. . . : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . .
"Allah sizin yükünüzü hafifletmek ister, çünkü insan hilkatçe zayıf yaratılmıştır." [Nisa Suresi 4,28]
Haramlar, insan hürriyetini engelleme gibi görünür. Fakat unutmayalım ki kendi haline bırakılmış nefis, kötülüğe meyleder. Hem insanın ferdî hayatını koruyup iyileştirmek, hem de toplum içindeki diğer insanların hak ve hürriyetlerini, can, mal ve namuslarını korumak için Allah bu sınırlamaları getirmiştir.
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.9.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halâs etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilân etmek. Ta ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim.

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir.

Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’minlere şâmildir, cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zâbit olsun, nefer olsun-hariç değil ki, ta intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasp ettim. Demek cinayet ettim.
Lügatler :
a’yan : senato üyeleri
âdi : basit, sıradan
âlim : bilen, ilim sahibi
cemiyet ve fırka : siyasî parti, grup ve topluluk
cemiyet : topluluk; siyasi grup, örgüt, dernek
cemiyet-i hayriye : hayır cemiyeti, hayır kurumu
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
evham : kuruntular, şüpheler
fırka : grup, parti
hâdise-i müthişe : dehşet veren olay
halâs etme : kurtarma
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın kelâmını, Kur’ân ve iman hakikatlerini yüceltme, bildirme ve duyurma
iftirak : ayrılık
intisap : bağlanma, mensup olma
itaat : emre uyma
ittihad : birlik
ittihad-ı Muhammedî : Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı olan Müslümanların oluşturduğu birlik
maalmemnuniye : memnuniyetle
maksad : gaye
maksad-ı azîm : büyük gaye
mazhar : erişmiş, elde etmiş
mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet : sevgi ve kardeşliği gösterme, onlara ayna olma
meclis-i meb’usan : Osmanlı Devletinde iki meclisten, üyeleri halk tarafından seçilmiş olanı; Osmanlı Millet Meclisi
muhabbet : sevgi
mukaddes : yüce, kutsal
musibet-i azîme : büyük musibet
mürşid : doğru ve hak yolu gösteren
nefer : asker, er
ref’ olma : ortadan kalkma
saff-ı evvel : ilk saf, en öndeki sıra
sebebiyet : sebep olma
serasker : ordu komutanı
şâmil : içine alan, kapsamlı
şümul : kapsamlılık
tahdit : sınırlama
tahsis : birşeye özel duruma getirme, ayırma
tefrika : bölünme, ayrılık
teşebbüs : başvurma, girişme
teşkil : oluşturma, meydana getirme
tevhid : birleştirme, birliği temin etme
uhde : üstlenilen görev, üzerine alınan vazife, yük
uhdeye alma : yüklenme, sorumluluğunu üstlenme
uhuvvet : kardeşlik
umum : bütün
vâ esefâ : “Yazıklar olsun, ne yazık ki” anlamında bir ifade
vükelâ : Osmanlı Devletinde bakanlar, vekiller
zâbit : rütbeli asker, subay
zahiren : görünüşte


 

uður1

Well-known member
Ya Rabbi! Beni, annemi, babamı, ailemi ve bütün mü'minleri bağışla! Şüphesiz sen, duaları işiten ve kabul edensin
AminDİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.10.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
DOKUZUNCU CİNAYET
Mart’ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Ta beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nev’i zulmediyorsunuz.

Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir.
Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.
Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.
Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.


Lügatler :
âdap : edepler; birşeyin kendine has kuralları, usul ve yöntemleri
âdi : basit, sıradan
ahkâm : hükümler, esaslar
anarşilik : kargaşa işi, otorite tanımama eylemi
avâm : halk tabakası
Ayastefanos : İstanbul, Yeşilköy’ün eski adı
bedîhî : apaçık, aşikâr
dahli olma : girme, karışma, müdahale etme, rol oynama
dehşetli : korkunç, ürkütücü
efrad : fertler
fena : kötü, çirkin
fesadât : bozukluklar, karışıklıklar
gafil : olayların iç yüzünden habersiz, duyarsız
halel : zarar
hitaben : hitap ederek, seslenerek
hudud : yasaklar, men edilenler; İslâm Hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan cezalar
icra : yerine getirme, uygulama
ispat-ı vücut : kendi varlığını ispatlama
itaat muhtel : emir çiğnenmiş, ihlâl edilmiş, emre uyulmamış
itaat : emre uyma, bağlılık
itaat-i askeriye : askerin emre uyması
kıyam : ayaklanma
lâfz-ı şeriat : şeriat sözü, ifadesi
matlap : istek
merdane : mert bir şekilde
meşru : yasal, kanunî; dine uygun
metalib : istekler, arzular
meyus : ümitsiz
mu’cize : olağanüstü, harika
muhafaza : koruma
mukabele : karşılık verme
mukaddes : yüce, kutsal
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli
müteessir olma : üzülme
nefis : kişinin kendisi
neşretme : yayımlama, dağıtma
nüfus-u İslâmiye : Müslümanların nefisleri, kendileri
safdil : saf kalpli, kolay aldanan
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şöhret-i kâzibe : yalancı şöhret
tahkik : araştırma
tasvir : anlatma, bildirme
temaşa : seyretme
teşebbüs : başvurma, girişme
ukde-i hayat : can damarı
ulemâ : âlimler
zabit : rütbeli asker, subay
zerre miktar : çok az miktar


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.10.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
Üstadın ziyaretçilere dair bir mektubu
Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:
Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassut ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyordum. Hem eskiden beri mânevî ve maddî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan-ı İlâhî olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men edildim. Bazı beni hasta eder; maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.
Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur’ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur’ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı hizmetler için bazı zatlarla görüşmek isterim. Ne vakit bu noktalar için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir. Ve bana sıkıntı vermez.
Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki, birkaç senedir ceridelerle ilân etmişim ki, benimle görüşmek isteyenleri, hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri hususî dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler.

Said Nursî
Lügatler :
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
beyan etmek : açıklamak
caiz : sakıncasız, doğru
ceride : gazete
ekser : çoğunluk
fütuhat : fetihler, zaferler
has kardeşler : Üstadın çok değer verdiği ilk sıradaki talebeleri
hediye-i mâneviye : maddî olmayan, mânâya ait olan hediye
hususan : özellikle
hususî : özel
ihsan : bağış, ikram
inziva : yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama
maddî : maddeden olan
mânen : manevî olarak
men edilmek : yasak edilmek, engellenmek
mukabele : karşılık verme
mukabil : karşılık
musafaha : el sıkışma
neşriyat : yayma, yayınlama işleri
taarruz : saldırı
tarassut : gözetleme
tevahhuş etme : korkma, ürkme
umum : bütün
zaruret : zorunluluk, mecburiyet


--
 

uður1

Well-known member
Bu zaman 3 konuda birer müceddid ister
03 Ekim 2011 / 23:54
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını tadil etmek münasebetiyle yazılmış. Belki size de fâidesi olur diye gönderildi.
(2)وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (1)بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
(3)اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ
Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:
“Evet, bu zaman
hem iman ve din için,
hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için,
hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için
gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.
Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.
“Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir.
Bu asırda, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.
“Amma, benim gibi âciz ve zaif bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsı, medâr-ı nazar etmemeli” diyor. Ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur’la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.
Risale-i Nur şakirtlerinden Emin, Feyzi, Kâmil
( Kastamonu Lâhikası-117)
1-Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
2-“Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
3-Ramazan ayının dakikalarının âşireleri adedince Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
SÖZLÜK:
âyât : âyetler, deliller
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
beyan : açıklama, izah
ehemmiyet : önem
hayat-ı içtimaî : sosyal hayat
hemze : harekeli eli harfi
hukuk-u âmme : kamu hakları
hüsn-ü zan : güzel zanda bulunma
medde : uzatma işareti; hemzenin uzun okunacağını gösteren işaret
Muharrem : Hicrî yılının birinci ayı
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukaddemât : önsözler, başlangıçlar
müceddid : yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) vârisi olan zât
münasebet : bağlantı, ilişki
sadık : içten bağlı, doğru, dürüst
siyaset-i İslâmiye : İslâm siyaseti, idaresi
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümler, Kur’ân ve sünnet
tadil : düzeltme
tekemmül : ilerleme
tenvin : Arapça’da kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali
tevafuk etme : denk gelme
tevafuk : denk gelme
vakf : Arapça bir kelimenin sonunu harekesiz okuyarak durma
yekûn : bütün, toplam
ziyade : çok, fazla
âciz : güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
adese : mercek
âhirzaman : dünya hayatının kıyamete yakın son devresi
alâkadar : alakalı, ilgili
Âl-i Beyt-i Nebevî : Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler
biçare : çaresiz
cazibedar : cazibeli, çekici
cemaat : topluluk, toplum
cemaat-i nûrâniye : nurlu, nurânî cemaat
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cerh : yaralama
cihet : yön, taraf
dalâlet : hak yoldan sapkınlık
dehşetli : korkunç, ürkütücü
efkâr-ı âmme : genel düşünce, kamuoyu
ehemmiyet : önem
ehl-i iman : Allah’a inanan
fatihâne : fethederek, açarak
hadsiz : sonsuz, sınırsız
hakaik : hakikatler, gerçekler
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, gerçekleri
hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
hayat-ı içtimaiye ve siyasiye : siyasî ve sosyal hayat
hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye : İslâmın sosyal hayatı
hayatperest : hayata aşırı düşkün olan
içtima : toplanma, bir araya gelme
itibarıyla : özelliğiyle
kabil : mümkün, olabilir
medar-ı nazar : bakışları üzerinde toplayan
mukabele : karşılık verme
mukaddes : her türlü çirkinlikten ve eksiklikten arınmış, kutsal
müceddid : yenileyen, yenileyici; Hadîs-i Sahihle bildirilen, her yüzyılda bir dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) vârisi olan zât
nazar : bakış, görüş
neşir : yayma
nisbeten : kıyasla, oranla
nokta-i nazar : bakış noktası, görüş açısı
rivâyât-ı hadisiye : Peygamberimizden rivâyet edilen hadisler
siyaset-i diniye : dinî siyaset
şahs-ı mânevî : belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk; tüzel kişilik
şakirt : talebe, öğrenci
şehadet : şahidlik, tanıklık
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümler, Kur’ân ve sünnet
şükür : nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme
tecdid : yenileme
tecdid-i din : dinin yenilenmesi, yeniden yorumlanması
temsil : birinin veya bir topluluğun adına davranma
vazife-i kudsiye : kutsal vazife
vezâif : vazifeler, görevler
zâhiren : görünüşte
zındıka : dinsizlik, inançsızlık
ziyade : çok, fazla
 

uður1

Well-known member
Kavm-i Nuh ve Semud ve Ad ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahiyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybi tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselam, Musa Aleyhisselam, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam gibi bütün kudsi kahramanları dahi, harika ve mu'cizane ve gaybi bir surette mu'cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Bir tek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder.

(Bediüzzaman Said Nursi - 6. Şua'dan)

Lügatler
Âd :Hud(a.s.)’ın kavmi
Aleyhissalatü vesselam :selam ve dua onun üzerine olsun
Aleyhisselam :selam onun üzerine olsun
Azab :büyük sıkıntı, dünyada işlenen günahların âhiretteki cezası
Bedahet :açıklık, aşikarlıkbelli olmak
Delalet : delil olmak
Gaybî :hazırda olmayan, görünmeyen, gizli
Gazab-ı ilâhî :Allah’ın öfkesi
Hakkaniyet :Hak’tan ve doğruluktan ayrılmamak, adalet üzere bulunmak
Hiddet :öfke, kızgınlık, hışım
ihsanat-ı Rabbaniye :İlahi lütuflar, Allah’tan gelen güzellik ve iyilikler
İhsas :hissettirmek, payına düşmek
İkram :ağırlamak, hürmet etmek
Kafile :kervan, topluluk
Kafile-i Kübra :büyük topluluk
Kavm-i Nuh :Nuh(a.s.) kavmi
Kudsî :mübarek, kutsal
Mazhar :sahip olma, nâil olma, erişme
Mu’cizane :mucize şekilde
mu’cize :insanların yapmaktan aciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasip olan harika hadiseler
Muarız :karşı gelen, yan çizen, arıza çıkaran
Muavenet :yardımlaşma
Muhabbet : sevgi,sevmek
Semud :Salih(a.s.)’ın kavmi
Sırat-ı müstakim :dosdoğru yol
suret : biçim, şekil
Şehadet : şahitlik, tanıklık
Zahir :aşikar, açık, görünen



--
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.11.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
[SUP]2[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Gayet şiddetli hasta Üstadımıza mühim, resmî bir zattan bir mektup geldi. Diyor ki: “Tarihçe-i Hayat’ın neşrolunmaması için eski partinin mühim adamları, büyük bir tâvizle eski partinin bazı memurlarını bu hatâya sevk etmişler.”

Üstadımız da dedi ki: “Bu Tarihçe-i Hayat’ın en mühim kısmı üç defa Sebilürreşad tarafından, dört defa da otuz kırk seneden beri hem eski harf, hem yeni harfle neşredilmiş ve içindeki müdafaat parçaları da müteaddit mahkemelerin huzurunda okunmuş ve resmen de neşredilmiş. Yeni olarak, Medine-i Münevvere gibi hariç yerlerden bir iki âlim zâtın, izah ve teşekkür nevinden birkaç hakikatli mektupları var. Onun için mahkemelerin resmen bunlara ilişecek hiçbir ciheti yok.

Saniyen: Risale-i Nur, kırk elli senede bütün ehl-i siyasetin tazyikatı altında tek başına âlem-i İslâmda harika bir tarzda neşrolduğu halde, şimdi milyonlar nâşirleri varken, değil eski bir parti, dünya toplansa ona karşı bir sed çekemez, mümkün değil. Belki bir ilânnâme hükmüne geçer. Onun için, Nur talebeleri müteessir olmasınlar…

Salisen: Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim, hem Kur’ân’ın bir kanun-u esasiyesi olan [SUP]3[/SUP]
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani, “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz, olamaz” diye, hem Anadolu, hem vilâyet-i şarkiyede Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir mânevî zabıta hükmünde, herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen, Risale-i Nur eski partinin dört beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi iktidar partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu kanun-u esasiye-i Kur’âniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı da hatâkâr yapardı.
Rabian: Kat’iyen tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyeti muhafaza edecek Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinden bir derstir ki, dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele çaresi bulamadılar. Kat’iyen haber aldık ki: Hariçte bazı yerde bir milyon gençler “Müsalemet-i umumiyeyi temin edecek Risale-i Nurdur” demişler. Sulh-u umumî taraftarı Almanya ve Amerika gibi bazı ecnebîlerin de Risale-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Hâmisen: Eğer resmî adamlar bazı yeni kanunlara yanlış mânâlar verip bir iki satırına ilişseler, benim bedelime deyiniz ki: “Bir adamın hatâsıyla yirmi bin komşusu cezalandırılır mı, hapsedilir mi? Dünyada böyle hükmeden hiçbir kanun var mı?”

İşte her sahifesi yirmi satır olan beş yüz sahifelik bir kitabın bir satırında bir adama şiddetli tokat vurmuşsa, evvelâ, isim muayyen değil, orada mesuliyet yok... Şayet olsa da, sansür gibi o satır silinir. O kitabı müsadere etmek, on bin adamı hapse sokmak gibi kâinatta işitilmemiş bir kanunsuzluk, bir zulüm olduğu gibi, öteki yirmi bin satırlar şimdiye kadar yirmi bin adamın imanını kuvvetlendirdiği cihetle, yirmi bin hasene ve iyilik olduğundan, elbette o hatâyı ve seyyieyi affettirir.

Ben şiddetli hasta olmasaydım daha konuşacaktım. Siz hizmetkârlarım tashih ve ıslah edersiniz. Hattâ münasip görseniz, mânen polislerin bir vazifesini gören Risale-i Nur’un âsayiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelirken, şimdi resmen taharri memuru suretinde, polislik aleyhinde olan bu hizmeti polislere vermeye ruhum razı değil. Onlara umumen hakkımı helâl ettiğimi söylersiniz.

Sâdisen: Şiddetli bir teessüfle, leyle-i Mirac vaktinde Mirac-ı Şerif, şuhur-u selâse hürmetine vesile beklerken, Tarihçe-i Hayat hasebiyle taharrî hâdisesi şiddetli bir keder verdi. “Sadaka belâyı def eder” [SUP]4[/SUP] mealindeki hadis-i sahihin hükmüyle, Risale-i Nur Anadolu için belâları def eder bir sadaka hükmüne geçtiği, ona beraatler ve serbestiyetler verildiği zaman belâların def edilmesi,
ona hücum edildiği zaman belâların gelmesi yüz hâdisesi var ki, bazan zelzele ve fırtınalarla kaydedildiği gibi, bu defa da hayatımda görmediğim tahtessıfır on sekiz dereceye yakın bir soğuk, taarruz ve taharrînin aynı vaktinde geldi.

Üstadımız şiddetli hastalığından fazla konuşamadı. Hasta halinde hizmetkârına dedi: “Merak etmemeleri için berâ-yı malûmat bazı dostlara ve bazı resmî zatlara gönderirsiniz.”

Şiddetli hasta Üstadımızın

hizmetkârı


Evet, hizmetkârımın yazdığı doğrudur.

Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
[SUP]3[/SUP] : En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.

[SUP]4[/SUP] : Muhammed Atfîş el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:464, hadis no: 1741.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
âlem-i İslâmiyet : İslâm âlemi
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma

binaen : dayanarak
ecnebî : yabancı

ehl-i siyaset : siyasetle uğraşanlar, politikacılar
ekseri : çoğunluk
eski harf : Arap alfabesi
feylesof : filozof, felsefe ile uğraşan, felsefeci
hadis-i sahih : sahih hadis; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senet ve güçlü râvîlerle nakledilen hadis
hamisen : beşinci olarak
hariç : dış
hasebiyle : dolayısıyla
hasene : iyilik, sevap

hatâkâr : hatalı
ilânnâme : yazılı duyuru
hizmetkâr : hizmetçi
ıslah : düzeltme, iyileştirme

kanun-u esasiye : temel kanun, anayasal kanun
kanun-u esasiye-i Kur’âniye : Kur’ân’ın temel kanunu, hükmü
kat’iyen : kesin olarak
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen he şeyi inkâr etme
leyle-i Miraç : mübârek Mi’rac gecesi
mesuliyet : sorumluluk

minnettar : iyilik yapan birisine karşı borçluluk hissi duyan
Mirac-ı Şerif : değerli Miraç gecesi
mu’cize-i mâneviye : mânevî mu’cize
muayyen : belirlenmiş, kararlaştırılmış
mukabele : karşılık

müdafaat : savunmalar
münasip : uygun
müsadere etmek : suç karşılığı olarak, malın tamamına ya da bir bölümüne el konulması
müsalemet-i umumiye : herkesi kaplayan barış ve huzur

müteaddit : bir çok, çeşitli
müteessir olmak : etkilenmek, üzülmek
nâşir : neşreden, yayan
neşredilme/neşrolunma : yayımlanma
nevinden : türünden
rabian : dördüncü olarak
sadisen : altıncı

salisen : üçüncü olarak
saniyen : ikinci olarak
sansür : yayınlanacak bir şeyin kontrol edilmesi ve gereken düzeltmelerin yapılması

sevk etmek : yönlendirmek
seyyie : kötülük, günah
sulh-u umumî : genel barış ve huzur
suret : görünüş
şuhur-u selâse : üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları
tahakkuk etmek : gerçekleşmek
taharri : arama, inceleme
tashih : düzeltme

tazyikat : baskılar, sıkışmalar
teessüf : eseflenme, üzülme

umum : bütün
umumen : bütünüyle

vilâyet-i şarkiye : Doğu illeri
yeni harf : Latin alfabesi
ziyadeleştirmek : artırmak, fazlalaştırmak

DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.11.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
ONUNCU CİNAYET
Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sûreti:

Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, hâlbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz.

Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nev’i tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zâbiti zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil...
Elhasıl: Fahr-i Âlemin fermânını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşruta-i meşrua!
Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim.


Lügatler :
asakir-i muvahhidîn : Cenâb-ı Hakkın birliğine inanan askerler
âsân : kolay
âşinâ : iyi bilme, tanıma
bayrak-ı tevhid : birlik bayrağı
bilfiil : fiilen, bizzat yaparak
cesîm : büyük
cüz’î : az, küçük, ferdî
efkâr-ı umumiye : kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri
farz : Allah’ın kesinlikle yapılmasını emrettiği şey
fenn-i harp : harp san’atı, savaş ilmi
hadîs : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hakperest : hakkı üstün tutan, hak taraftarı
halel : zarar
hamiyetli : din, aile, vatan gibi değerleri koruma duygusu ve gayreti olan
Harbiye Nezareti : Osmanlı Devletinde Harb Bakanlığı, bugünkü Millî Savunma Bakanlığına verilen ad
haysiyet : itibar, şeref
hâzık : işinin ehli, becerikli, tecrübeli, uzman
hendese : mühendislik
hercümerc : karma karışık, alt üst olma
hikmet : ilim ve fenler
itaat : emre uyma
kaim : ayakta duran, var olan
kezâlik : bunun gibi
lekedar etme : lekeleme, kirletme
mâhir : hünerli, sanatkâr
meşru : kanunî, yasal; dine uygun
muhalefet : zıt ve aykırı davranma
muntazam : düzenli, intizamlı
müessir : tesirli, etkili
münevverü’l-efkâr : fikir ve düşünceleri aydın
nâmeşru : kanunî ve yasal olmayan
nazar : göz, bakış, görüş
neferat : askerler, erler
nefis : kişinin kendisi
neme lâzım : “Bu işle ilgilenmem, bana ne, buna karışmam” anlamında bir ifade
nevi : çeşit
saadet : mutluluk
sûret : kopya, nüsha
şecaat : yiğitlik, cesaret
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
tabip : tıp doktoru, hekim
tabur : ortalama bin kişiden oluşan askerî birlik
takdir : beğendiğini dile getirme
tesir : etki
uhuvvet-i İslâmiye : İslâm kardeşliği
ulema : âlimler
ulü’l-emir : iş başında bulunan idareci, yönetici ve siyasetçiler
vabeste : bağlı
zabit : subay, rütbeli asker


 

uður1

Well-known member
Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vessellem) buyurdu ki:

"Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af taleb eder ve tövbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke silinir). Bilakis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalbdeki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk'ın: 'Bilakis, onların irtikab edegeldikleri, kalplerini paslandırmıştır.'

(Mutaffifin, 83/14) mealindeki ayette zikrettiği pastır."

(Tirmizi, Tefsir, Mutaffifin )
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
2.12.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
ON BİRİNCİ CİNAYET
Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Ta ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte-şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan-istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

YARI CİNAYET

Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet sûretini daha ahsen sûrette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisânıyla söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. [SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
Lügatler :
ağraz : kötü niyet ve düşmanlıklar
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
ahsen : en güzel, daha güzel
âli : yüksek
aslâh : en iyi, en uygun, en elverişli
cebir : zor kullanma
cehalet : cahillik, bilgisizlik
ceride : gazete, basın, medya
daire-i İslâm : İslâm dairesi
darülfünun : üniversite
dehşetli : korkunç, ürkütücü
derk : anlama, bilme
ehl-i hakikat : doğru ve hak yolda olan kimseler
ekserisi : çoğunluğu
fakr-ı hâl : fakir hâl, fakirlik
içtimaî : sosyal, toplumsal
infiâlât : etkilenmeler, hareketlenmeler, taşkınlıklar
istidat kesbetme : yetenek kazanma
itimad : güvenme
kabul-ü nasihat : nasihat kabul etme
kusurat : kusurlar, hatâlar
mebde : başlangıç
medrese : dinî ilimlerin öğretildiği okul
melâike-i rahmet : rahmet melekleri
menfaat : çıkar
mevki : yer
muhabbet : sevgi
musalâha : barışma, barış
mülâhaza : düşünce
münhasif : sönmüş, batmış, tutulmuş
mürüvvet : iyilikseverlik, cömertlik
mütekeffil : kefilliği üstlenen, garantör
müyesser : kolay, kolaylaştırılmış
nedamet : pişman olma, pişmanlık
nefis : kişinin kendisi
neşr-i maarif : ilmi ve bilgiyi yayma
nokta-i hilâfet : Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası
rabıta : bağ
sabık : geçen, önceki
sebebiyet verme : sebep olma
seyyah : yolcu, gezip dolaşan
Sultan-ı sâbıka : önceki sultan, padişah; İkinci Abdülhamid
Süreyya : Ülker takım yıldızı
şefkatli : merhametli
tarik : yol
teşebbüs : başvurma, girişme
tevkifhane : tutuk evi, hapishane
tımarhane : ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi
umur : işler
vilâyât-ı Şarkiye : Doğu illeri
vukua gelme : meydana gelme
zebânî : Cehennemde vazifeli melek, korkunç ve kötü bir iş yapan görevli



-- Bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgahları hükmünde görünüyor. Mesela: Nasıl ki ehl-i medeniyet, fani vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigar bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alıp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar. Aynen öyle de: Şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların Sani'-i Hakim'i alem-i bekaya ait gayelerini o aleme kaydetmekle beraber alem-i ebedide, sermedi manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu'cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakim ve Rahim ve Vedud'dur.


(Bediüzzaman Said Nursi - 24. Mektub'dan)

Lügatler
Âlem :dünya, kâinat
Âlem-i beka :sonsuzluk âlemi
Âlem-i ebedi :sonsuz âlem
Beka :sonsuzluk, sonu olmamak
Dercetmek :içine konmak, yerleştirmek
Destgâh :işyeri ,tezgah, servet, kuvvet
Ehl-i istikbal :gelecek nesil
Ehl-i medeniyet :medeni insanlar
Etvar-ı hayat :hayat tavırları, yaşam tarzı
fâni :ölümlü, gelip geçici, yok olan
Garip :tuhaf, hayret veren
İstikbal: gelecek
Menazır-ı sermediye :süreklilik arzeden manzaralar
Mevcudat :varlıklar, kâinattaki her şey
Mevcudat-ı bahariye ve dünyeviye :bahar mevsiminde çıkan renk renk dünyevi varlıklar
Mu’cizat-ı Subhaniye :Subhan olan=hiçbir şeye benzemeyen, yüce Allah’ın mucizeleri
Mukteza-i İsm-i Hakîm :Hakim=her şeyde hikmet gizleyen isminin gereği ve lazımı
Nev’ :çeşit, sınıf, cins
Rahîm :rahmet edici, merhamet eden
Sâni-i Hakîm:Hikmetli yaratıcı
Sermedi :devamlı, sürekli, kesintisiz
suret : biçim, şekil
Teşkil :şekil vermek, meydana getirmek
Vaziyet :durum, hal
Vedûd :çok şefkatli, çok sevilen
Vezaif-i hayatiye :hayat vazifeleri, hayati vazifeler
Yadigâr :hatıra, hediye
Zaman-ı hal ve istikbal :şimdiki ve gelecek zaman
Zaman-ı mazi :geçmiş zaman

 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.12.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
[SUP]2[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Muhterem Üstadımız,

Mücahede-i mâneviyenize ve sabr-ı cemilinize mükâfaten Cenâb-ı Hak tarafından ihsan buyurulan kudsî iman dâvânızın tahakkukunu, Risale-i Nur’un serbest intişarı ile idrak etmiş bulunuyoruz. Senelerden beri devam edegelen bu kudsî dâvâ, bu ideal ve bu çetin mücadele, zaferle neticelenmiş, Hakkın istediği olmuş, gönlümüzün emel ve arzusu yerine gelmiş, iman küfre galebe ederek zulmet perdeleri çatır çatır yırtılarak, âfâk-ı cihan Nurun parlak ziyası ile aydınlanmıştır. Bu neticeye ve bu zafere ulaşmak, iman nimetinin sonsuz saadetine kavuşmak ve dolayısıyla da Hakka yaklaşmak bahtiyarlığını bizlere, Türk milletine ve belki bütün insanlığa bahşeden Risale-i Nur bu muazzam ve korkunç imansızlık savaşının kurtarıcı atomu olmuş, ruhlarımızı tamir, kalblerimizi takviye, gönüllerimizi fetheylemiştir. Bu bakımdan minnet ve şükranlarımızı sevgili ve muazzez Üstadımıza arz ederken, asırlık ömr-ü mübareklerinizin geçirdiği hayat safhalarının her ânı mücadele, mücahede, işkence, eziyet, zulüm, menfâ dolu korkunç bir devrin çile ve ıztıraplarıyla geçmesine rağmen, azminizin, sadakatinizin, feragat ve cesaretinizin ve nihayet o çelikten daha kuvvetli iman ve şuurunuzun, hülâsa, İslâmiyeti anlayışta, insaniyeti kavrayışta, içte ve dışta örnek insan oluşunuzun ve bilhassa Risale-i Nur Külliyatınızın insanlık âlemi üzerine bıraktığı tesir, aksettirdiği mânâ ile daima izinizden, yolunuzdan gidecek olan, giden, gitmeye azmeden milyonlarca Nur talebeleri size meclûb, size müteşekkirdirler.

Muhterem Üstadımız, artık bütün yorgunluğunuza ve ihtiyarlığınıza rağmen çetin imtihanınızın muvaffakiyetle neticelenmesi sayesinde müsterih olunuz. Artık bu kudsî dâvâyı, bu iman ve Kur’ân dâvâsını devam ettirecek istikbalin genç Said’leri yetişmiştir. İman nuru ve şuuruyla, onlar bu kudsî ve ulvî dâvâyı yürütecekler ve inşaallah kıyamete kadar devam ettirecekler ve nesilden nesile intikal ettirecekler.

Muhterem Efendimiz, yarın tarihin altın sahifelerinde iftihar ve ihtişamla yâd edilecek olan yeni ve mufassal Tarihçe-i Hayat’ınızın Ankara’da tab edilip hitama ermesinin sevinci içinde bayram etmekteyiz. Zira bu Tarihçe-i Hayat, ömrünüz boyunca ille-i gaye edindiğiniz imanı kurtarmak dâvânız uğrundaki mücadele ve mücahede safhalarınızı, bin türlü mahrumiyetler içerisinde yorulmak bilmeyen bir azimle maksada vâsıl oluşunuzu ve âleme rahmet olan Risale-i Nur’ların telif, tanzim ve neşri hakkında tatminkâr malûmat vermesi bakımından büyük ehemmiyeti haizdir. Bugün milyonlarca insanı coşturup, selâmete götüren bu Nur deryası daima kükreyecek, küfrü boğacak, zulmeti yırtacak, insanlığa hâmi ve halâskâr olacaktır.

Size medyun-u şükranız. En derin sevgi ve muhabbetlerimizle selâm ve hürmetlerimizi arz eder, dua-i mübareklerinize intizaren ellerinizden öperiz aziz, sevgili Üstadımız.

İstanbul Nur talebeleri
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Lügatler :
âfâk-ı cihan : dünyanın etrafını saran ufuklar
aksetirme : yansıtma
arz etme : sunma, ifade etme
aziz : çok değerli, izzetli
azmetme : kararlı olma

bahşeden : ihsan eden, veren
bahtiyar : talihli, mutlu
berâ-yı malûmat : bilgi ve malûmat için, bilgi vermek için
bilhassa : özellikle

Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
derya : deniz
dua-i mübarek : mübarek dua

emel : arzu, istek
fethetme : açma
feragat : fedakarlık, özveri, kişisel hakkından vazgeçme

galebe : üstün gelme
haiz : sahip olma

Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
halâskâr : kurtarıcı
hâmi : koruyucu
hitam : son

hizmetkâr : hizmetçi
hülâsa : kısaca, özet olarak
ıztırap : aşırı elem, sıkıntı, ıstırap

idrak : anlama, kavrama
iftihar : övünme

ihsan : bağış, ikram, lütuf
ihtişam : haşmetlilik, heybetlilik, görkem
ille-i gaye : esas gaye, temel amaç
insaniyet : insanlık
inşaallah : Allah’ın izniyle
intikal : taşıma, aktarma

intişar : yayılma
intizaren : bekleyerek, gözleyerek
istikbal : gelecek
kıyamet : dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
kudsî : kutsal, yüce
küfür : inkâr, inançsızlık
mahrumiyet : yoksun kalma
maksad : gaye, amaç
malûmat : bilgi
meclûb : tutkun, aşırı bağlı
medyun-u şükran : teşekkür borçlu

menfâ : sürgün yeri
minnet : kendini borçlu hissetme, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür etme
muazzam : azametli, çok büyük
muazzez : çok aziz, çok değerli ve şerefli
mufassal : ayrıntılı
muhabbet : sevgi
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
muvaffakiyet : başarı
mücahede : cihat etme, din uğrunda çaba harcama

mücahede-i mâneviye : mânevî mücahede, mücadele
mükâfaten : mükâfat olarak
müsterih olma : rahatlama, huzura kavuşma
müteşekkir : teşekkür eden
neşr : yayma, yayımlama

nimet : iyilik, lütuf, ihsan
ömr-ü mübarek : bereketli, hayırlı ömür
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan

saadet : mutluluk
sabr-ı cemil : güzel sabır; rıza göstererek katlanma
sadakat : bağlılık
safha : merhale, aşama
selâmet : esenlik, güven

serbestiyet : serbestlik
şuur : bilinç, anlayış

taarruz : saldırı, hücum
tab : matbaada basma

tahakkuk : gerçekleşme
taharri : arama, inceleme
tahtessıfır : sıfırın altında
takviye : güçlendirme, destekleme
tanzim : düzenleme
tatminkâr : doyurucu, ikna edici, memnun edici
telif : yazma
ulvî : yüce, büyük
vâsıl olma : varma, ulaşma
yâd edilme : anılma

zelzele : deprem, sarsıntı
ziya : ışık, aydınlık
zulmet : karanlık




-- DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.12.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
ON BİRİNCİ CİNAYET
Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Ta ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte-şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan-istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

YARI CİNAYET

Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet sûretini daha ahsen sûrette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisânıyla söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. [SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
Lügatler :
ağraz : kötü niyet ve düşmanlıklar
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
ahsen : en güzel, daha güzel
âli : yüksek
aslâh : en iyi, en uygun, en elverişli
cebir : zor kullanma
cehalet : cahillik, bilgisizlik
ceride : gazete, basın, medya
daire-i İslâm : İslâm dairesi
darülfünun : üniversite
dehşetli : korkunç, ürkütücü
derk : anlama, bilme
ehl-i hakikat : doğru ve hak yolda olan kimseler
ekserisi : çoğunluğu
fakr-ı hâl : fakir hâl, fakirlik
içtimaî : sosyal, toplumsal
infiâlât : etkilenmeler, hareketlenmeler, taşkınlıklar
istidat kesbetme : yetenek kazanma
itimad : güvenme
kabul-ü nasihat : nasihat kabul etme
kusurat : kusurlar, hatâlar
mebde : başlangıç
medrese : dinî ilimlerin öğretildiği okul
melâike-i rahmet : rahmet melekleri
menfaat : çıkar
mevki : yer
muhabbet : sevgi
musalâha : barışma, barış
mülâhaza : düşünce
münhasif : sönmüş, batmış, tutulmuş
mürüvvet : iyilikseverlik, cömertlik
mütekeffil : kefilliği üstlenen, garantör
müyesser : kolay, kolaylaştırılmış
nedamet : pişman olma, pişmanlık
nefis : kişinin kendisi
neşr-i maarif : ilmi ve bilgiyi yayma
nokta-i hilâfet : Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası
rabıta : bağ
sabık : geçen, önceki
sebebiyet verme : sebep olma
seyyah : yolcu, gezip dolaşan
Sultan-ı sâbıka : önceki sultan, padişah; İkinci Abdülhamid
Süreyya : Ülker takım yıldızı
şefkatli : merhametli
tarik : yol
teşebbüs : başvurma, girişme
tevkifhane : tutuk evi, hapishane
tımarhane : ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi
umur : işler
vilâyât-ı Şarkiye : Doğu illeri
vukua gelme : meydana gelme
zebânî : Cehennemde vazifeli melek, korkunç ve kötü bir iş yapan görevli



--
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.12.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
[SUP]2[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Muhterem Üstadımız,

Mücahede-i mâneviyenize ve sabr-ı cemilinize mükâfaten Cenâb-ı Hak tarafından ihsan buyurulan kudsî iman dâvânızın tahakkukunu, Risale-i Nur’un serbest intişarı ile idrak etmiş bulunuyoruz. Senelerden beri devam edegelen bu kudsî dâvâ, bu ideal ve bu çetin mücadele, zaferle neticelenmiş, Hakkın istediği olmuş, gönlümüzün emel ve arzusu yerine gelmiş, iman küfre galebe ederek zulmet perdeleri çatır çatır yırtılarak, âfâk-ı cihan Nurun parlak ziyası ile aydınlanmıştır. Bu neticeye ve bu zafere ulaşmak, iman nimetinin sonsuz saadetine kavuşmak ve dolayısıyla da Hakka yaklaşmak bahtiyarlığını bizlere, Türk milletine ve belki bütün insanlığa bahşeden Risale-i Nur bu muazzam ve korkunç imansızlık savaşının kurtarıcı atomu olmuş, ruhlarımızı tamir, kalblerimizi takviye, gönüllerimizi fetheylemiştir. Bu bakımdan minnet ve şükranlarımızı sevgili ve muazzez Üstadımıza arz ederken, asırlık ömr-ü mübareklerinizin geçirdiği hayat safhalarının her ânı mücadele, mücahede, işkence, eziyet, zulüm, menfâ dolu korkunç bir devrin çile ve ıztıraplarıyla geçmesine rağmen, azminizin, sadakatinizin, feragat ve cesaretinizin ve nihayet o çelikten daha kuvvetli iman ve şuurunuzun, hülâsa, İslâmiyeti anlayışta, insaniyeti kavrayışta, içte ve dışta örnek insan oluşunuzun ve bilhassa Risale-i Nur Külliyatınızın insanlık âlemi üzerine bıraktığı tesir, aksettirdiği mânâ ile daima izinizden, yolunuzdan gidecek olan, giden, gitmeye azmeden milyonlarca Nur talebeleri size meclûb, size müteşekkirdirler.

Muhterem Üstadımız, artık bütün yorgunluğunuza ve ihtiyarlığınıza rağmen çetin imtihanınızın muvaffakiyetle neticelenmesi sayesinde müsterih olunuz. Artık bu kudsî dâvâyı, bu iman ve Kur’ân dâvâsını devam ettirecek istikbalin genç Said’leri yetişmiştir. İman nuru ve şuuruyla, onlar bu kudsî ve ulvî dâvâyı yürütecekler ve inşaallah kıyamete kadar devam ettirecekler ve nesilden nesile intikal ettirecekler.

Muhterem Efendimiz, yarın tarihin altın sahifelerinde iftihar ve ihtişamla yâd edilecek olan yeni ve mufassal Tarihçe-i Hayat’ınızın Ankara’da tab edilip hitama ermesinin sevinci içinde bayram etmekteyiz. Zira bu Tarihçe-i Hayat, ömrünüz boyunca ille-i gaye edindiğiniz imanı kurtarmak dâvânız uğrundaki mücadele ve mücahede safhalarınızı, bin türlü mahrumiyetler içerisinde yorulmak bilmeyen bir azimle maksada vâsıl oluşunuzu ve âleme rahmet olan Risale-i Nur’ların telif, tanzim ve neşri hakkında tatminkâr malûmat vermesi bakımından büyük ehemmiyeti haizdir. Bugün milyonlarca insanı coşturup, selâmete götüren bu Nur deryası daima kükreyecek, küfrü boğacak, zulmeti yırtacak, insanlığa hâmi ve halâskâr olacaktır.

Size medyun-u şükranız. En derin sevgi ve muhabbetlerimizle selâm ve hürmetlerimizi arz eder, dua-i mübareklerinize intizaren ellerinizden öperiz aziz, sevgili Üstadımız.

İstanbul Nur talebeleri
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Lügatler :
âfâk-ı cihan : dünyanın etrafını saran ufuklar
aksetirme : yansıtma
arz etme : sunma, ifade etme
aziz : çok değerli, izzetli
azmetme : kararlı olma

bahşeden : ihsan eden, veren
bahtiyar : talihli, mutlu
berâ-yı malûmat : bilgi ve malûmat için, bilgi vermek için
bilhassa : özellikle

Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
derya : deniz
dua-i mübarek : mübarek dua

emel : arzu, istek
fethetme : açma
feragat : fedakarlık, özveri, kişisel hakkından vazgeçme

galebe : üstün gelme
haiz : sahip olma

Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah
halâskâr : kurtarıcı
hâmi : koruyucu
hitam : son

hizmetkâr : hizmetçi
hülâsa : kısaca, özet olarak
ıztırap : aşırı elem, sıkıntı, ıstırap

idrak : anlama, kavrama
iftihar : övünme

ihsan : bağış, ikram, lütuf
ihtişam : haşmetlilik, heybetlilik, görkem
ille-i gaye : esas gaye, temel amaç
insaniyet : insanlık
inşaallah : Allah’ın izniyle
intikal : taşıma, aktarma

intişar : yayılma
intizaren : bekleyerek, gözleyerek
istikbal : gelecek
kıyamet : dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
kudsî : kutsal, yüce
küfür : inkâr, inançsızlık
mahrumiyet : yoksun kalma
maksad : gaye, amaç
malûmat : bilgi
meclûb : tutkun, aşırı bağlı
medyun-u şükran : teşekkür borçlu

menfâ : sürgün yeri
minnet : kendini borçlu hissetme, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür etme
muazzam : azametli, çok büyük
muazzez : çok aziz, çok değerli ve şerefli
mufassal : ayrıntılı
muhabbet : sevgi
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
muvaffakiyet : başarı
mücahede : cihat etme, din uğrunda çaba harcama

mücahede-i mâneviye : mânevî mücahede, mücadele
mükâfaten : mükâfat olarak
müsterih olma : rahatlama, huzura kavuşma
müteşekkir : teşekkür eden
neşr : yayma, yayımlama

nimet : iyilik, lütuf, ihsan
ömr-ü mübarek : bereketli, hayırlı ömür
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan

saadet : mutluluk
sabr-ı cemil : güzel sabır; rıza göstererek katlanma
sadakat : bağlılık
safha : merhale, aşama
selâmet : esenlik, güven

serbestiyet : serbestlik
şuur : bilinç, anlayış

taarruz : saldırı, hücum
tab : matbaada basma

tahakkuk : gerçekleşme
taharri : arama, inceleme
tahtessıfır : sıfırın altında
takviye : güçlendirme, destekleme
tanzim : düzenleme
tatminkâr : doyurucu, ikna edici, memnun edici
telif : yazma
ulvî : yüce, büyük
vâsıl olma : varma, ulaşma
yâd edilme : anılma

zelzele : deprem, sarsıntı
ziya : ışık, aydınlık
zulmet : karanlık




--
 
Üst