TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.5.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.5.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.(Devamı)
Evet, Nur talebeleri ağırceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet, o münafıkların atomları dahi bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada, birimiz âhirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.” Üstadımız hiçbir mânevî makam iddia etmiyor. Başkaları tarafından kendine verilen büyük ve müstesna payeleri reddediyor. Fakat onun hal ve ahvali, fiiliyat ve harekâtı onun kim olduğunu anlamaya ve ispata kâfidir. Evet, Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un Kur’ân, iman ve İslâmiyet hizmetine mâni olabilmek için, dünyayı elinde tutup çevirecek bir kuvvet lâzımdır. Hazret-i Üstadımızın idam plânlarıyla sevk edildiği mahkemedeki müdafaatlarından, Büyük Müdafaat kitabından bazı cümleler: “Risale-i Nur talebeleri başkalarına benzemez, onlarla uğraşılmaz, onlar mağlûp olmazlar. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân-ı Hakîmden süzülmüştür. Kur’ân ise, Arşı ferşle bağlayan bir zincir-i nuranîdir. Kimin haddi var ki buna el uzatsın? Risale-i Nur, bu Anadolu’nun sinesine yerleşmiştir; hiçbir kuvvet onu söküp atamayacaktır.” Meşhur ve harikulâde bir eser olan Âyetü’l-Kübrâ risalesinden: “Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı ve bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyeyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette, böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve binler tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir. İşte bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber; imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medar olmuştur ve olmaktadır.” Aziz kardeşlerimiz, Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’ân hakikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenâb-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zâlimâne muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma namazına dahi gitmekten men edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat altına alınmıştır İşte, böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inayet-i İlâhiye ile telif edip, ekserisini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle—aynı zamanda—Kur’ân hattını da muhafaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır. Üstadımız, malik olduğu kuvvet-i iman ve ihlâs-ı tamme ile, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi avam ve havas talebelerinin umumunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yepyeni bir tarz-ı beyanla ifade ve izhar etmiştir. Böylece, Risale-i Nur gibi tap taze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’ânîyi inayet-i Hakla meydana getirmiştir. Bu hârikulâde eserlerdir ki, bu vatan ve milleti dinsizlik ve komünistlikten muhafaza etmiştir. Hem şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında, Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde, en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. | Lügatler : âciz : çaresiz, güçsüz âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat ahval : haller, durumlar âlem-i beka : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi âlem-i fena : gelip geçici olan dünya âlemi âlem-i nur : nur âlemi, aydınlık olan âlem, âhiret Arş : göğün en yüksek katı; Cenab-ı Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer avam : halk, sıradan insanlar avâm-ı mü’minîn : sıradan mü’minler Âyetü’l-Kübrâ : Şuâlar isimli eserde yer alan Yedinci Şuâ aziz : çok değerli, izzetli bahusus : özellikle Bediüzzaman : Bediüzzaman Said Nursî beşerî : insanla ilgili, insana ait beyan : açıklama bid’a : aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan ve dine zarar verici yeni âdet ve uygulamalar bilâkis : aksine, tersine ceberut : baskı, zulüm ve diktatörlük cebren : zorla Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah cenup : güney cereyan : akım, hareket ceset : beden cihad-ı dini : din uğrunda yapılan çaba, mücadele cüz’î : bireysel, ferdî dinî : din ile ilgili ebed : sonu olmayan, sonsuzluk ebediyet : sonsuzluk ecel : ölüm vakti edviye : devâlar, ilâçlar efkâr-ı âmme : kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri ekseri : çoğunluk eşedd-i zulüm : zulmün en şiddetlisi, en büyük bir zülüm ve baskı facia : musibet, çok acı veren olay farz-ı muhal : varsayalım ki ferş : yer, dünya fetva : bir mesele hakkında dince ehil olan kimse tarafından verilen dinî hüküm fiiliyat : fiiller, uygulamalar galip : üstün, başarılı garp : batı had : yetki hadsiz : sınırsız hakaik-i Kur’âniye ve imaniye : Kur’ân ve iman hakikatleri, esasları hakikat : esas, doğru, gerçek hakkalyakîn : bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme harekât : hareketler hârikulâde : olağanüstü, şaşırtıcı derecede hâsiyet : özellik havas : seçkinler sınıfı, âlimler, aydınlar Hazret-i Üstad : Saygıdeğer Üstad; Bediüzzaman Said Nursî hengâm : ân, zaman hüccet : delil, kanıt ıslah : düzeltme, iyileştirme i’câz : mu’cize oluş, aciz bırakma; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü i’câz-ı mânevi : mânevî mu’cizelik; Kur’ân ve iman hakikatlerini sarsılmaz ve güçlü delillerle ispat eden bir tefsir olduğu için Risale-i Nur hakkında bu ifade kullanılmıştır idam : yok etme ihlâs-ı tamme : tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme imha : yok etme, ortadan kaldırma inâyet-i Hak : varlığı hak olan, her şeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah’ın yardım, lütuf ve ihsanı inâyet-i İlâhiye : Allah’ın inâyeti, yardımı ve lütfu inkişafat : açılımlar, gelişmeler istibdad-ı mutlak : tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük istinadgâh : dayanak, sığınak izhar : açığa çıkarma, gösterme kâfi : yeterli kalb-i umumî : bütün insanların kalbi, toplumun ortak yüreği kudsî : kutsal Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân : açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân kuvvet-i iman : iman gücü küfr-ü mutlak : kesin ve tam bir inkâr; Allah’a ve Allah’ın kesin olarak bildirdiği hiçbir dinî değere inanmama küllî : bütün fertleri, insanları içine alan, kapsamlı lisan-ı hal : hâl dili, bir şeyi davranış ve hareketleriyle gösterme lisan-ı kal : söz ile anlatım, konuşma dili mağlûp etme : yenme mağlûp olma : yenilme mânevî : maddî olmayan, mânâ ile ilgili olan malik : sahip mecmua : kitap medar : sebep, vesile, dayanak men edilme : yasaklanma mertebe : derece, basamak misl : benzer, eş muamele : davranış muhafaza : koruma muhafız : koruyan muhalif : aykırı, karşıt muhit : kapsamlı mukabil : karşılık mukaddes : kutsal muvacehesinde : karşısında muvaffak : başarılı muvazzaf : vazifeli, görevli mücerreb : tecrübe edinmiş, denenmiş müdafaat : savunmalar müdafi : müdafaa eden, savunan müfsit : bozguncu münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen müstesna : seçkin, üstün, sıradışı nail olma : erişme neşretme : yazma, yayımlama neşriyat : yayınlar nimet : iyilik, lütuf, ihsan Nurlar : Risale-i Nur nümune : örnek, misal paye : makam, mertebe, rütbe payidar : sürekli, kalıcı, devamlı pervasız : korkusuz rahne : yara risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’da yer alan her bir bölüm saadet : mutluluk, huzur selâmet : esenlik, güven sevk : yöneltme, gönderme sine : göğüs, kalp şark : doğu şeâir : işaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler, ezan gibi şeâir-i İslâmiye : İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler, ezan gibi şeref : yükseklik, yücelik şimal : kuzey tagayyür : değişme tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar takyidat altına alınma : kontrol altına alınma, abluka edilme, sınırlandırılma tarz-ı beyan : açıklama şekli, anlatım üslûbu tatbik : uygulama tebliğ : bildirme, ulaştırma tedarik : birbirini izleme, birbirine katılma tefsir-i Kur’ânî : Kur’ân tefsiri; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap telif : yazma, kaleme alma terakkiyat : gelişmeler, yükselmeler teraküm : birikme, yığılma tiryak : derman, ilâç ulemâ : âlimler, ilim sahibi olanlar umum : bütün, genel vazife-i İlâhiye : Allah’ın emri, işi vicdan : kalbe ait hislerin mazharı ve aynası olan ve iyiyi kötüden ayırabilen his vicdan-ı umumi : bütün toplumun vicdanı, kamu vicdanı yegâne : tek, yalnız zâlimâne : zâlimce, zulmederek zincir-i nuranî : nurlu zincir, kopmaz mânevî bağ zulüm : haksızlık, eziyet, işkence |
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.5.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz. İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı [SUP]HAŞİYE[/SUP] boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm. DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola. Zira, hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım. Demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Bediüzzaman’a zurafâdan biri, birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur. | Lügatler : âdâb-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin koyduğu edep ve kurallar adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma ağraz : kinler, garazlar, kötü maksatlar âkılâne : akıllı, mantıklı olarak avâm-ı nas : halk tabakası boykot/boykotaj : ambargo uygulama; bir şahıs veya devletle alışveriş ve münasebetleri kesme cihad : mücadele, çalışma, çabalama dâvâ : iddia efrad : fertler esvap : elbiseler, giysiler fenalık : kötülük hakaik-i meşrutiyet : meşrutiyetin hakikat ve esasları harb-i iktisadî : ekonomik savaş hâşâ ve kellâ : asla ve asla, kesinlikle öyle değil hikmet-i hükûmet : yönetim ilmi; hükûmetin takip ettiği maksat ve hikmet hitaben : hitap ederek, seslenerek husumet : düşmanlık irfan : bilgi ve kültür irtibat : bağ, ilişki istibdad : baskı ve zulüm istihrac : hüküm çıkarma ittifak : birlik, birleşme, beraberlik iznen : şeriatın müsaade ettiği, izin verdiği ölçüde kalben : kalbî olarak lekedar etme : lekeleme mamulât : yapılmış ürünler, imâl edilmiş şeyler marifet : eğitim; ilim, bilim meb’usan : mebuslar, milletvekilleri mezhep : dinde tutulan yol; burada İslâm hukukunun uygulamaya dair hükümlerini şeriata uygun olarak yorumlayan Hanefî, Şâfiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri kastediliyor müşarün ileyh : kendisine işaret edilen (Üstad Bediüzzaman) müşevveş : karışık, düzensiz mütenasip : uyumlu nihayet : son derece sahih : doğru, kusursuz sarahaten : açıkça sebebiyet : sebep olma, neden olma sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olma, zararını ve yararını ayırt edemeyen sevk eden : yönlendiren, yönelten şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet taassup : aşırı derecede, körü körüne bağlılık tâdil : düzeltme, ıslah etme takyid etme : sınırlama, kayıt altına alma tasdik : doğrulama, onaylama tekzip : yalanlama telâkki : anlama, kabul etme telkin : fikir aşılama, fikren yönlendirme terakki : ilerleme, yükselme teyakkuz : uyanıklık unvan : isim, nam, ad zımnen : gizlice zurafâ : zarif kimseler |