Yirmi Altıncı Lem'a

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 394

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>şöyle aydınlattırdı ki, “Ahbabın gittikleri âlem karanlıklı değil. Yalnız yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz” diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi. Ve dünyada onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti.

Evet, lillâhilhamd, hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihyâ edip, oradaki ahbapları dahi, daha çok, daha kıymettar talebeler ve ahbaplarla mânen ihyâ etti. Hem bildirdi ki, dünya boş, hâlî olmadığını ve harap olmuş bir memleket suretini yanlış tasavvur ettiğimi, belki Mâlik-i Hakikî hikmetinin iktizasıyla, sun’î insanların levhasını değiştiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça yerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev-i beşerde bu zeval ve firak dahi bir teceddüddür, tazelenmektir. İman noktasında, ahbapsızlıktan gelen elîmâne bir hüzün değil, belki başka, güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen lezizâne bir hüzün veren bir tazelenmektir.

Hem o dehşetli vaziyetten, kâinatın mevcudatının karanlıklı görünen yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o hâlete şükretmek istedim. Arabî şu fıkra geldi, tam o hakikati tasvir etti. Şöyle ki, dedim:

اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَاۤءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ، اَوِدَّاۤءَ اِخْوَانًا اَحْيَاۤءً مُونِسيِنَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ

Yani, “O şiddetli hâletin tesirinden gelen gafletle, kâinatın mevcudatı, bir kısmı düşman ve ecnebî, HAŞİYE-1 bir kısmı müthiş cenazeler, diğer kısmı ise kimsesizlikten ağlayan yetimler suretinde, gafil nefsime tevehhümle gösterilen bu korkunç levhayı, nur-u imanla aynelyakin gördüm ki: O ecnebî, düşman görünenler



[NOT]Haşiye-1 Yani zelzele, fırtına, tufan, tâun, ateş gibi.
[/NOT]






Arabî
: Arapça





Isparta
: (bk. bilgiler)
Mâlik-i Hakikî: herşeyin gerçek sahibi olan AllahVan: (bk. bilgiler)
ahbap: dostlar, sevilenleraynelyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme
dehşetli: ürkütücü, korkunçecnebî: yabancı
elîmâne: acı çektiren, elem verenfirak: ayrılık
fıkra: ifade, cümlegafil: gaflet içinde, duyarsız hareket eden
gaflet: duyarsız olma, göz ardı etmehakikat: gerçek
harap olmak: yıkılmakhaşiye: dipnot
hikmet: fayda, gayehâlet: durum, hâl
hâlî: ıssızhüzün: üzüntü
ifham etmek: anlatmakihtar etmek: hatırlatmak
ihyâ etmek: hayat vermekiktiza eden: gerektiren
kâinat: evrenkıymettar: değerli
lezizâne: lezzet vericilillâhilhamd: Allah’a hamd olsun!
medrese: din eğitimi veren yüksek okulmevcudat: varlıklar
mânen: mânevî olarakmüthiş: dehşet veren
nefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden güçnev-i beşer: insanlar
nur-u iman: iman aydınlığısun’î: el yapımı
suret: biçim, görünüş talebe: öğrenci
tasavvur etmek: düşünmek, hayal etmek tasvir etmek: göz önünde canlandırmak
teceddüd: yenilenmetesir: etki
tevehhüm: vehimlenme, kuruntuya kapılmatufan: her tarafın sular altında kalması
tâun: veba, bulaşıcı ve ölümcül hastalıkvaziyet: durum
yetim: babası ölmüş olan çocuk, kimsesizzelzele: deprem
zeval: yok olma âlem: dünya
şükretmek: Allah’a karşı minnet duymak, teşekkür etmek

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 395

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>birer dost, kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise, kısmen hayattar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vâveylâları ise, zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u imanla gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâle hadsiz hamd ediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük, hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihât-ı İlâhiyede tasavvur ve niyetimle istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın herbirisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber, “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân deriz” demektir.

Hem o gafletkârâne hâlet-i müthişeden hiçe inen ezvâk-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan, belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler, birden—başka risalelerde kat’î bir surette ispat ettiğimiz gibi—nur-u imanla, kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden, hem bu ulvî hakikati ifade, hem o hadsiz nimete şükür için, o vakit böyle demiştim:

اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ، لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقاً يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْن ِخَالِقِهِ


Yani, “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u iman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin





Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân: iman nurunu nasip eden Allah’a hamd olsun Horhor: (bk. bilgiler – Van)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah cihazat-ı insaniye: insana ait cihazlar, organlar
dâr-ı dünya: dünya yurdudâr-ı âhiret: âhiret yurdu, öteki dünya
emel: arzu, istekezvâk-ı hayat: hayatın lezzetleri, zevkleri
gafletkârâne: umursamaz ve duyarsız bir şekilde hadsiz: sayısız
hakikat: esas, gerçek hakikî: asıl, gerçek
hamd: övgü ve şükür hasse: duyu, his
hayattar: canlı hususî: özel
hâlet-i müthişe: dehşet verici duruminbisat etmek: genişlemek, yayılmak
inkişaf etmek: açığa çıkmak istimal etmek: kullanmak
kat’î: kesinkâinat: evren
lisan-ı hal: hâl ve beden dilimenba: kaynak
mevcudat: varlıklar müthiş: dehşet veren
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan nimet: iyilik, lütuf
nisbetinde: ölçüsünde niyet: bir işi yapmayı önceden düşünme, maksat
nokta-i nazar: bakış açısı nur-u iman: iman nuru, aydınlığı
rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sofra-i Rahmân: dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah’ın sofrası sofra-i nimet: nimet sofrası
suret: biçim, görünüş tabla-i rahmet: rahmet tablası, tezgâhı
tasavvur etmek: düşünmek, hayal etmek terhis etmek: göreve son vermek, serbest bırakmak
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma tesbihât-ı İlâhiye: Allah’ı zikir ve tesbih etmek
ulvî: yüceumum: bütün, genel
vâveylâ: çığlık, feryatyetim: babası ölmüş olan çocuk, kimsesiz
zemzeme: nağme, hoş seszikir: Allah’ı anma
âhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat ünsiyetkâr: dostça, cana yakın bir şekilde
şükür: teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 396

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u iman nimetinin mukabiline, o imanı bana veren Hâlıkıma, bütün zerrât-ı vücudumla, dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir. Madem iman bu âlemde bu tesirât-ı azîmeyi yapar; elbette dâr-ı bekàda öyle semerat ve füyuzâtı olacak ki, bu dünyadaki akılla onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler! Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zâhiren benden yaşlı ise de, mânen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünkü fıtratımda rikkat-i cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka, binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak belâsını çekmişseniz, benim kadar o belâya mâruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hattâ mâsum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkatle hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla, hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.

İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belâlarından gelen teessürâtıma, bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümit, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümâta, iman kâfi ve vâfidir. Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müthiş firak, ehl-i dalâletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevk etmek ve tesirâtını




Hâlık: her şeyi yaratan Allah
alâkadar: alakalı, ilgili
belâ: büyük sıkıntı
dâr-ı bekà: sonsuzluk âlemi, âhiret
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar
elem: acı, keder
elîm: acı ve sıkıntı veren
evlât: çocuk
firak: ayrılık
füyuzât: feyizler, mânevî bolluk ve bereketler
fıtrat: yaratılış, mizaç
fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
hamd: övgü ve şükür
hamiyet-i İslâmiye: İslâmiyeti savunma gayreti
hane: ev
hasretmek: yöneltmek, özgü kılmak
hususî: özel
ihata etmek: kuşatmak kapsamak
ihtiyare: yaşlı kadın
istifade etmek: faydalanmak
kâfi: yeterli
kâfi ve vâfi: yeterli
kıt’a: dünyanın kara parçalarından her biri, bölge, kara parçası
mahzun: hüzünlü
muazzam: azametli, çok büyük
mukabil: karşılık
mânen: mânevî olarak
mâruz kalmak: bir şeyle yüzyüze gelmek
mâsum: suçsuz, günahsız
münasebetiyle: sebebiyle
müteellim: acı çeken
müthiş: dehşet veren
nimet: lütuf, iyilik
nur-u iman: iman nuru, aydınlığı
rica: ümit
rikkat: acıma, yufka yüreklilik
rikkat-i cinsiye: insanın kendi cinsinden olana acıması
semerat: meyveler, neticeler
sırr-ı şefkat: şefkatin içinde gizli olan sır
teellüm: acı çekme
teellümât: elemler, acılar
teessürât: üzüntüler
tesirât: tesirler, etkiler
tesirât-ı azîme: büyük etkiler
zerrât-ı vücud: bedenî oluşturan atomlar
zevk etmek: tatmak, zevk almak
ziya: ışık
ziyade: çok, fazla
zâhiren: dış görünüş itibariyle
âhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âlem: dünya, evren
âlem-i İslâm: İslâm dünyası
şefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 397

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârâne bir tavr-ı şuurdârâne takınmakla olur. Yoksa, gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ 1


(ev kemâ kàl) meâlindeki hadisi düşününüz. Yani, “Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir.”

Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! Hadis-i şerifte vardır ki, “Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min dergâh-ı İlâhiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlâhiye onun elini boş döndürmeye hicap ediyor.” 2 Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor; siz de rahmetin bu hürmetini, ubudiyetinizle ihtiram ediniz.

ON DÖRDÜNCÜ RİCA

Dördüncü Şua olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiyenin başının hülâsası diyor ki:

Bir zaman, ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve medet edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà ve şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müthiş bir fenâ, o bekàyı söndürüyor. O hâletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:

Dil bekàsı, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.



[NOT]Dipnot-1 Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 27; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 1:142; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:487.Dipnot-2 el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:244; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:149.[/NOT]





Hak
: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah




Lokman
: (bk. bilgiler – Lokman Hekim)
acz: güçsüzlük aşk-ı bekà: sonsuzluk aşkı
bekà: sonsuzluk bîhaber: habersiz
dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı devâ: ilâç, çare
dil: gönülehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
ev kemâ kâl: veya söylediği gibifakr: fakirlik
fenâ: gelip geçicilik gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
gurbet: yabancılık, vatanından uzak olma hâlihadis/hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadsiz: sayısız, sınırsızhemşire: kız kardeş
hicap etme: utanma, çekinmehâlet: durum, hâl
hükmetmek: hakim olmak hülâsa: özet
ihtiram etmek: saygı göstermek ihtiyare: yaşlı kadın
iştiyak-ı hayat: yaşama şevki, şiddetli yaşama arzusu meâl: açıklama, anlam
muhabbet-i vücut: var olma sevgisi muvafık: uygun
mülk-ü ten: beden mülkü müthiş: dehşet verici, ürkütücü
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan nihayetsiz: sınırsız
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti, merhameti
rica: ümitsefahet: yasak zevk ve eğlenceye düşkünlük
tavr-ı şuurdârâne: şuurlu hareket tecrid etmek: soyutlamak, insanlardan uzak tutmak
temkin: ağırbaşlılık, ihtiyatlı hareket etme ubudiyet: kulluk
ubudiyetkârâne: kulluk ederek Âyet-i Nuriye-i Hasbiye: “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)” âyetinin mertebeleri, nurları
şedit: şiddetlişua: ışık, parıltı

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 398

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Meyusâne başımı eğdim. Birden, 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku” dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakin ile değil, aynelyakin ile çok kıymettar envârından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.

BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bendeki aşk-ı bekà, bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemâl-i mutlak sahibi Zât-ı Zülkemâlin ve Zülcelâlin bir isminin bir cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın varlığına ve kemâline ve bekàsına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekàsına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakin zevk ettim ki, bekàmın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâkî-i Zülkemâlin bekàsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna tasdik ve imanımda ve iz’ânımda vardır. Bunun edillesi, zevi’l-ihsâsı hayrette bırakacak gayet derin ve dakik on iki hemhemler ve şuur-u imanlarla Risale-i Hasbiyede beyan edilmiştir.

İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde, ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbime dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o âyet bildirdi ki:


[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.[/NOT]





Bâkî-i Zülkemâl
: sonsuz olan ve sınırsız mükemmellik sahibi Allah





Kâmil-i Mutlak
: sınırsız mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah
Rab: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah Risale-i Hasbiye: “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter O ne güzel vekildir.)” âyetinin sırlarını ve mertebelerini anlatan risale
Zât-ı Zülkemâl ve Zülcelâl: sonsuz mükemmellik ve büyüklük ve haşmet sahibi Zât, Allah acz: güçsüzlük
aynelyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme aşk-ı bekà: sonsuzluk aşkı
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzluk beyan edilmek: açıklanmak
bizzat: doğrudancilve: görüntü, yansıma
dakik: incedesise: hile, aldatma
edille: deliller ehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
envâr: nurlar fıtrat: yaratılış, mizaç
gaflet: sorumsuzluk, duyarsızlık gurbet: yabancılık, vatanından uzak olma
hadsiz: sayısız, sınırsızhakkalyakîn: bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma
hemheme: rüzgârın ağaçların yapraklarında çıkardığı sesler, uğultuhengâm: zaman, dönem
ilmelyakîn: ilim yoluyla bir konuda kesin bilgi edinme imdada gelmek: yardıma gelmek
inkişaf etmek: açılmak, ortaya çıkmak iz’ân: kesin anlama, idrak
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik kıymettar: değerli
mahbub: sevgili mahiyet: esas nitelik, içyapı
mertebe-i nuriye-i hasbiye: “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)” âyetinin mertebesi, derecesimeyusâne: ümitsizce
muhabbet-i fıtriye: yaratılıştan var olan sevgi müracaat etmek: başvurmak
müteveccih olan: yönelennokta-i istinad: dayanak noktası
saadet: mutluluktaarruz etmek: saldırmak
tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama tecrid: soyutlanma, insanlardan uzaklaştırılma
zevi’l-ihsâs: his sahiplerizevk etmek: zevk almak
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleİlâh: kendisine ibadet edilen, Allah
şuur-u iman: iman şuuru, bilinci

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 399

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>İntisab-ı imanî vesikasıyla, kadîr-i mutlak öyle bir Sultana intisap edersin ki, zemin yüzünde, her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebâtat ve hayvânat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla vermekle beraber, başta insan olarak, hayvânâtın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil, medenî insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçaların icadı, كُنْ emrinde bulunan ك-ن fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki, Kur’ân der: “Hâlık emreder, meydana gelir.” Madem sen intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda, tahassür akıtan of, oftan vazgeçip, beşâşet izhar eden oh, oh dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak



[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.[/NOT]




Hâlık
: her şeyi yaratan Allah




Rahmânî
: Rahmân olan Allah’a ait
Sultan: her şeyin hâkimi olan Allah beşâşet: güler yüzlülük
bâki: sonsuz, devamlı ve kalıcı cihazat: cihazlar, organlar
daimî: devamlı, süreklidair: ilgili, ait
ebedî: sonsuz erzak: rızıklar, yenilecek ve içilecek şeyler
gaye-i hayal: hayal edilen gaye, hedef gurbet: vatanından uzak olma
hadsiz: sınırsızhayvânat: hayvanlar
hedef-i ruh: ruhun hedefi hengâm: zaman, dönem
hülâsa: öz olarak hazırlanmış besin maddesi icad: var etme, yaratma
iktidar-ı imanî: imandaki iktidar ve güç inbisat: genişleme, büyüme
intisab-ı imanî: iman ederek Allah’a bağlanma intisap etmek: bağlanmak
izhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmak kaderî: kaderle belirlenmiş
kadîr-i mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi kemâl-i intizam: mükemmel ve eksiksiz düzen
keşfetmek: gizli olan bir şeyi ortaya çıkarmak kudret: Allah’ın bütün âlemleri kuşatan güç ve iktidarı
kuvve-i mâneviye: mânevi güç, moral mazlumiyet: zulme uğramışlık
medenî: çağdaşmertebe-i nuriye-i hasbiye: “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)” âyetinin mertebesi, derecesi
muazzam: azametli, çok büyük muhafaza: koruma, saklama
mükemmel: eksiksiz mürekkep: oluşmuş
namzet olmak: aday olmaknebâtat: bitkiler
netice-i fıtrat: yaratılışın gaye ve neticesi nev’i: çeşit, tür
nokta-i istinad: dayanak noktası saadet: mutluluk
sair: diğer, başkasandukça: küçük sandık
taam: yiyecektahakkuk: gerçekleşme
tahassür: özlem, hasret çekmetarife: bir işlemin nasıl gerçekleştirileceğini gösteren belge
tazyik: baskıtelkin etmek: fikir aşılamak, öğüt vermek
tevdi etmek: vermektezkere: belge
vesika: belgezemin: yer
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 400

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ve ancak bütün mahlûkatının bütün harekâtlarını ve sekenatlarını ve ahvâl ve a’mallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev-i insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inâyet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünürken, bu iki noktada, yani, böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminânını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: “حَسْبُنَا’daki نَا’ya dikkat edip, seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile حَسْبُنَا’yı kimler söylüyorlar, dinle” emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesapsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal ile 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ mânâsını yad ediyorlar. Ve herkesin yâdına getiriyorlar ki, bütün şerâit-i hayatiyetlerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden, kuşların yüz bin çeşitlerini, hayvanların yüz bin tarzlarını, nebâtâtın yüz bin nev’ini ve ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı fârikalı bir surette, gözümüz önünde, hususan her baharda, gayet çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede, gayet çoklukla halk eder, yapar bir kudretin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mucizâtı ibraz eden bir fiil-i rububiyete, bir tasarruf-u hallâkıyete müdahale ve


[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.[/NOT]




Kadîr-i Mutlak
: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah



ahvâl
: hâller, davranışlar
azamet: büyüklük, yücelik a’mal: davranışlar, işler
ehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı görünmesi ehemmiyet: değer, önem
fiil-i rububiyet: Cenâb-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili fârikalı: birbirinden farklı
gayetsiz: sayısızhabbe: dane, tohum
hadsiz: sınırsız, sayısızhakikat: asıl, esas, gerçek
halk etmek: yaratmak harekât: hareketler
haşmet: görkemhususan: özellikle
ibraz eden: göstereniltibassız: birbirine karışmayan
inkişaf: gelişme, açılma intizamlı: düzenli, tertipli
inâyet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilik itminân: tatmin olma
izah: açıklamakatre: damla
kavlen ve fiilen: sözle ve davranışla kudret: Allah’ın bütün âlemleri kuşatan güç ve iktidarı
lisan-ı hal: hâl ve beden dililisan-ı kàl: söz ile anlatım
mahlûkat: varlıklar makam: derece, konum
misl: benzer mizanlı: ölçülü
muhatap: hitap edilen mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler
müdahale: karışmamüracaat etmek: başvurmak
müşabih: benzernebat: bitki
nebâtât: bitkilernev-i insan: insan türü, insanlık
nev’i: çeşit, türnihayetsiz: sınırsız
noksansız: eksiksizsekenat: sakinlik, hareketsiz oluş
suret: biçim, şekil tasarruf-u hallâkıyet: Allah’ın yaratıcılığını dilediği şekilde göstermesi
tekeffül eden: kefil olanvahdet: Allah’ın birliğinin bütün varlıklarda görülmesi
vekil: sözcü, temsilci yad etmek: anmak
yâdına getirmek: hatırına getirmekzâhiren: görünürde
âciz-i mutlak: son derece güçsüz âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
şerâit-i hayatiyet: hayat şartları

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 401

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>iştirak mümkün olmadığını bildirir diye anladım. Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler, حَسْبُنَا ’daki نَا cemiyetinde bulunan ene’nin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum—her mü’minin vücudu gibi—neymiş, hayat neymiş, insaniyet neymiş, İslâmiyet neymiş, iman-ı tahkikî neymiş, marifetullah neymiş, muhabbet nasıl olacakmış, anlasınlar, dersini alsınlar.

DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlûbiyet gibi vücudumu sarsan arızalar, bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetle alâkadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlûkatın vücutlarını ademe gidiyor diye elîm endişe verirken, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum, her mü’minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisatla hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, bâki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin ile bildim. Çünkü, şuur-u imanla bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup, mevcudata, hususan zîhayatlara taallûk eden ef’âl ve esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peydâ eylediğim, bütün sevdiğim mevcudata, muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. İşte, iman ile ve imandaki intisap ile, her mü’min gibi, bu





Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah adem: yokluk, hiçlik
alâkadar: alakalı, ilgilibâki: devamlı, kalıcı, sonsuz
cemiyet: çoğul olma anlamı cihet: yön
cilve: görüntü, yansıma daimî: devamlı, sürekli
ebedî: sonsuz ef’âl: fiiler, davranışlar
ehemmiyetsiz: önemsizelem: acı, keder
elîm: acı ve sıkıntı verenene: Arapça’da “ben” anlamına gelen kelime
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri evham: kuruntular, şüpheler
firak: ayrılık gaflet: umursamazlık, dalgınlık
gurbet: yabancılık, vatanından uzak olmahadsiz: sayısız, sınırsız
hakir: küçük, ehemmiyetsizhususan: özellikle
hüviyet-i şahsiye: kişinin şahsî hüviyeti, kimliğiilmelyakîn: ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma
iman-ı tahkikî: imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve burhan ile inanma inbisat: genişleme, yayılma
insaniyet: insanlıkintisap: bağlanma
iştirak: ortak olma, katılmakelime-i hikmet: hikmet ifade eden kelime
kıymettar: değerli mahiyet-i insaniye: insana ait özellikler, insanın içyapısı
mahlûkat: varlıklar marifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma
mağlûbiyet: yenilgimeftun: düşkün
mensubiyet: mensup olmak, bağlı ve ait olmak mertebe-i nuriye-i hasbiye: “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)” âyetinin mertebesi, derecesi
mevcudat: varlıklar mufarakat: ayrılık
muhabbet: sevgi muvakkat: geçici
münasebet peydâ etmek: bağlantı kurmak müracaat etmek: başvurmak
müteaddit: bir çok, çeşitli mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
nefs: kişinin kendisi nihayetsiz: sınırsız
rabıta: bağlantıtaallûk eden: ilgilendiren, ait olan
tefsir: açıklama, yorum uhuvvet: kardeşlik
vahşî: ilkel, korkutucuvesile: aracı
visal: kavuşmavücud: varlık
zerrecik: atom, maddenin en küçük parçasızîhayat: canlı
âyet-i hasbiye: “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” mânâsındaki “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekîl” âyetişuur-u iman: iman şuuru, bilinci

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 402

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız envârını kazanır. Kendi gitse de onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.Hülâsa, ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sümbül vermektir.

BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Yine bir vakit hayatım çok ağır şerâitle sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, âhirete yakınlaşmış; hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki, Hayy ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimâne düşündüm. Yine üstadım olan 1 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Hayy-ı Kayyûma göre hayata bak.”

Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma bakması yüzdür. Ve bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. Şu halde, marzî-i İlâhî dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini ve hakikî hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler. Hülâsası şudur ki:

Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça bekà bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.

ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Mufarakat-i umumiye hengâmında olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde mufarakat-i hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile


[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.[/NOT]




Hayy
: gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah





Hayy-ı Kayyûm
: her an diri olan ve herşeyi ayakta tutan Allah
Hâlık: her şeyi yaratan Allah Zât-ı Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Zât, Allah
bekà: sonsuzluk, devamlılık ve kalıcılık beyan etmek: açıklamak
bâki: devamlı, kalıcı, sonsuz cilve: görüntü, yansıma
dair: ilgili, aitenvâr: nurlar
firak: ayrılık hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, esas hakikî: gerçek
harab-ı dünya: dünyanın sonu, kıyametin kopmasıhassasiyet-i fevkalâde: olağanüstü hassasiyet, duyarlılık
hengâm: zaman, dönemhukuk: haklar
hâdisât: hadiseler, olaylar hülâsa: özet olarak
ihtar etmek: hatırlatmakizah etmek: açıklamak
kâfi: yeterlikıymettar: değerli
mahiyet: temel özellikmarzî-i İlâhî: Allah’ın rızasına uygun olan işler
mertebe-i nuriye-i hasbiye: “Hasbünallahu ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)” âyetinin mertebesi, derecesimeziyet: üstün özellik
mufarakat-i hususiye: özel ayrılık mufarakat-i umumi: geniş çaplı ayrılık
mühim: önemlimüracaat etmek: başvurmak
müteellimâne: elem duyarak, kederlenereknazar-ı dikkat: dikkatli bakış
netice: son, sonuçrisale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sermediyet: daimîlik, sürekliliktazyikat: baskılar, sıkıntılar
tebdil-i mekân: yer değiştirme visal: kavuşma
vücud: varlık âhir: son
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümleüstad: hoca, öğretmen
şerâit: şartlar

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 403

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemâlâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî tahribatçı olan zeval ve fenâ ve mütemadî tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu, fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle mânâma bak.”

Ben de Sûre-i Nur’daki 1 اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ (ilâ âhir) âyetinin rasathanesine girip, imanın dürbünüyle bu âyet-i hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebiniyle en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar, güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvân-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar; ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemal ve o güzellikleri tazeleştiriyorlar; ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvân-ı seb’asının gizli güzelliklerini güzel izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemîl-i Zülcelâlin cemâl-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel Esmâ-i Hüsnâsının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için, bu güzel masnular, bu tatlı mahlûklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin ve daimî tecellî eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve



[NOT]Dipnot-1 “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.[/NOT]



Cemîl-i Zülcelâl: heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri
Sûre-i Nur: Nur Sûresi, Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi
adem: yokluk, hiçlik
alâmet: belirti, işaret
ayinedarlık: bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan
aşk-ı mecazî: gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma
cemalperestlik: güzelliğe düşkünlük
cemâl: güzellik
cemâl-i kudsî: Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh güzelliği
cilve: görünme, yansıma
daimî: devamlı, sürekli
dehşetli: korkunç, ürkütücü
elvân-ı seb’a: yedi renk
esrar: sırlar
fena: gelip geçicilik, yok oluş
fevkalâde: olağanüstü
fıtrat: yaratılış, mizaç
galeyan: coşup taşma, öfkelenme
hurdebin: mikroskop
hüsün: güzellik
ilâ âhir: sonuna kadar
inkisarat: kırılmalar
inkişaf etmek: açılmak, ortaya çıkmak
izhar etmek: göstermek, açığa çıkarmak
kabiliyet: yetenek
kemâlât: mükemmel özellikler
lem’a: parıltı
mahlûk: varlık
mahlûkat: varlıklar
masnu: sanatla yapılmış, sanat değeri yüksek
medar-ı teselli: teselli kaynağı
meftuniyet: tutkunluk, düşkünlük
mevcudat: varlıklar
mevt: ölüm
mukaddes: kusur ve eksiklikten uzak
mücerret: soyutlanmış
münezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
müracaat etmek: başvurmak
mütemadî: sürekli bir şekilde
mütenevvi: çeşit çeşit
nihayetsiz: sınırsız
rasathane: gözlem evi
sermedî: daimi, sürekli
suret: biçim, şekil
taharrük: hareket etme
tahribatçı: her şeyi yıkan, dağıtan
teceddüd: yenilenme
tecellî etmek: görünmek, yansımak
teessür: üzüntü
tefrik edici: ayırıcı
tezahür etmek: görünmek
zeval: yok olma, gelip geçicilik
ziya: ışık
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
âyet-i hasbiye: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl” âyeti
Şems-i Ezel ve Ebed: Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır
şeffaf: saydam, parlak
şuur: bilinç
şuur-u imanî: iman şuuru, bilinci

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 404

cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş.

Burada o burhanlardan üç tanesi, kısaca, gayet mâkul bir surette zikredilmiştir diye beyana başlar. Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabı hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da istifadelerine çalışmayı lâzım buluyorlar. Hususan İkinci Burhanda beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan, herhalde takdir ve tahsin ve tasviple “Mâşaallah, fetebârekâllah” diyecek; fakir, hakir görünen vücudunu teâli ettirecek harika bir mucize olduğunu derk ve tasdik edecek.

ON BEŞİNCİ RİCA HAŞİYE-1

Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye imdada yetişti, kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’z-Zehrâ şakirtlerinin ellerine yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

Bir miktar sonra, Risale-i Nur’un gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler, hükûmeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i Rabbâniye tecellî etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar



[NOT]Haşiye-1 Nurun telif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından, bu On Beşinci Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem’asının tekmiline, telifine mehaz olmak üzere yazıldı.[/NOT]




Denizli Hapsi: (bk. bilgiler – Denizli)
Emirdağ: (bk. bilgiler)
Medresetü’z-Zehrâ: (bk. bilgiler)
Mâşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış
aleyhinde: karşısında
alâkadar: alakalı, ilgili
ashab: sahipler
beyan etmek: açıklamak, anlatmak
burhan: güçlü ve sarsılmaz delil
cilve: görünme, yansıma
derk etmek: anlamak, algılamak
evvel: önce
fetebârekâllah: şânı ne yücedir Allah’ın
fütuhat: fetihler, zaferler
fütuhat-ı Nuriye: Nur Risalelerinin yayılması
gayr: başkası
hadsiz: sonsuz
hakir: küçük, değersiz
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi
haşiye: dipnot
hususan: özellikle
hükûmet: idare, yönetim
ikamet: yerleşme
imdada yetişmek: yardım etmek
inâyet-i Rabbâniye: bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın inayeti, yardımı
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı ve gözetmesi
istifade: yararlanma, faydalanma
izah etmek: açıklamak
kıymettar: değerli
lem’a: parıltı
mecmua: benzer konularda yazılmış yazıların bir araya getirilmesiyle oluşan eser
mehaz: kaynak
menzil: ev, mekân
mu’cize: insanların benzeri yapmakta âciz oldukları Allah’ın olağanüstü eseri
mâkul: akla uygun
müreccah: tercih edilen
nüsha: kopya
rica: ümit
risale: Risale-i Nur’da yer alan bölümlerden her birisi
ruh u can: ruh ve can, büyük bir istek
sevk etmek: yönlendirmek
suret: biçim, şekil
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahakküm: zorbalık etmek, baskı yapmak
tahsin: beğenme, birşeyin güzelliğini ilân etme
takdir: birşeyin değerini anlama ve ilân etme
tarassut: gözetleme
tarz-ı hayat: hayat tarzı
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tasvip: uygun bulma
tecellî etmek: görünmek, yansımak
teessüf etmek: üzülmek
tekmil: tamamlama
teksir makinesi: yazıları çoğaltmak için kullanılan makine
telif etmek: kitap yazma, yazılı eser ortaya koyma
telif zamanı: bir kitabın yazılma zamanı
teâli ettirmek: yüceltmek
vücud: varlık
zevk-i selim: en kusursuz, en yüksek derecedeki zevk
zikredilmek: anılmak, belirtilmek
ziyade: çok, fazla
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 405

memurlar, vazifeleri itibarıyla, müsadere edilen Nur Risalelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi, maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi.

Sonra, gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işâaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen, “Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizli’de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin





Dahiliye Vekâleti: İçişleri BakanlığıDenizli: (bk. bilgiler)
Nurlar: Risale-i Nur Külliyatı acip: hayret verici, tuhaf
adliye: hukuk ve adalet işlerini gören devlet kuruluşu anarşist: anarşizm yanlısı, hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzene karşı
bâkileştirmek: sürekli kılmak, kalıcı hale getirmek cereyan: akım
evham: kuruntular, şüphelerevhamlandırmak: kuşkulandırmak
ferah: rahatfâni: gelip geçici, ölümlü
fütuhat: fetihler, yayılmalar hakikat: gerçek, sır
hiddet: öfkehükûmet: idare, yönetim
iftira: asılsız suçlamainkişaf etmek: ortaya çıkmak
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı ve gözetmesi inşaallah: Allah izin verirse
isnat: dayandırma, suçlama istifade: yararlanma
itibarıyla: bakımından işâa: bir haberi yayma, duyurma
kemâl-i merak: merakın son derecesi komünist: komünizm yanlısı
maarif dairesi: Millî Eğitim Bakanlığı mahpus: hapsedilen kişi
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân’a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishanemenfaat: fayda, yarar
musibetzede: musibete uğrayanmânen: mânevî olarak
mânevî: mânâya ait münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
müsadere: toplatma, elden almamütalâa etmek: okumak, incelemek
nam: ad, isimnazar-ı dikkat: dikkatli bakış
netice: son, sonuçrisale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
tahrikât: tahrikler, kışkırtmalartakdir: birşeyin değerini anlama ve ilân etme
tazyik: baskıtecrid-i mutlak: tam bir yalnızlık, yalnız başına bırakma
tenkit: eleştiritevakkuf: durgunluk
tevkif etmek: tutuklamakvaziyet: durum, hâl
zaafiyet: zayıflık, güçsüzlükzabıta: polis
zemherîr: 22 Aralık’tan 31 Ocak’a kadar olan şiddetli kış dönemiziyade: çok, fazla
âdi: basit, sıradanşakirt: öğrenci
şekvâ: şikâyetşükretmek: teşekkür etmek, Allah’a karşı minnet duymak

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 406

adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâsla yapmasını kazanıyorsun” diye ruhuma ihtar edildi.

Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdü lillâh” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, “Yâ Rabbi, onları ıslah eyle” diye dua ettim. Bu yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle, bir ay bizi tecessüs eden memurlar birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş,” o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne “Gel bunu imza et” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?” Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.

İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de, rahatsızlığım için, teneffüs kastıyla, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz vermiştim—tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, “O at kimindir?” diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve âsâyişe temas eden bir vakıadır! Hattâ, bu mânâsız soruşların kesilmesi için, iki zat, hamiyeten, biri “At benimdir,” diğeri “Araba





Dahili Vekâlet: İçişleri BakanlığıSaid: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
acip: tuhaf, şaşırtıcıbâki: devamlı olan, yok olmayan
cihet: yöndaimî: devamlı, sürekli
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkârcılık divanelik: akılsızlık
ehl-i insaf: insaflı olanlarekser: çok
elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun! ezcümle: örnek olarak
fâni: gelip geçici, ölümlü garaz: kötü kasıt
hadise-i siyasiye: siyasî olay hak: adalet
hakperest: doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma gayreti
haps-i münferid: hücre hapsi; tek başına hapsedilme hiddet: öfke
hizmetkâr: hizmet yapan kimseidam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme ihtar etmek: hatırlatmak
insaniyet: insanlıkkaide: kural
kastıyla: amacıyla mecbur etmek: zorunlu kılmak
minnet: iyilik karşısında kendini borçlu hissetme namına: adına
nümune: örnekpusula: küçük not kağıdı
tecessüs eden: gizlice araştıran, casusluk yapantehditkârâne: tehdit ederek
temas eden: dokunanteneffüs: dinlenme, temiz hava alma
vakıa: olayvazife-i ilmiye ve diniye: ilim ve din görevi
vecih: yönyabanî: yabancı
yâ Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım zalim: acımasız ve haksız davranan
zulüm: haksızlık âsâyiş: kanuna uygunluk
ıslah etmek: iyileştirmek, düzeltmek şakirt: öğrenci, talebe

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 407

benimdir” dedikleri için, ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale‑i Nur’a ve şakirtlerine ilişenler maskara olurlar.

O nümunelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebep “emniyeti ihlâl” suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, ‘Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemişsem-üç defa-Allah beni kahretsin’ dedim.”

Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kastı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inâyet, imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var.

“Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım.

“Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.

“Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine ‘Bu tokada müstehak oldun’ demelisin.

“Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i





ayn-ı adalet: adaletin ta kendisi ayn-ı zulüm: zulüm ve haksızlığın ta kendisi
cihet: yön, tarafdesise: hile, aldatma
emniyet: güven emniyet-i umumiye: genel güvenlik
emniyeti ihlâl: güvenliği bozma fevkalâde: olağanüstü
fevkinde: üstündegaraz: kötü kasıt
gıybet: arkadan çekiştirmek, hazır olmayan birisinin aleyhinde konuşmak hengâm: zaman, dönem
hikmet ve rahmet-i Rabbâniye: herbir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın rahmet ve hikmeti ihsas etmek: hissettirmek
ihtar edilmek: hatırlatılmakimdada yetişmek: yardım eli uzatmak
inâyet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilik istirahat: dinlenme, rahatlama
istiğfar: af dileme, tevbe etme iğbirar: gücenme, kırgınlık
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan bilip o şekilde belirlemesi
kahretmek: perişan etmekkast: amaç
lâtif: güzel, hoş maskara olmak: gülünç duruma düşmek
muhavere: karşılıklı konuşmamukabele: karşılık verme
mânen: mânevî olarak müddeiumumî: savcı
müstehak: hak etmiş, lâyık nefs: kişinin kendisi
nurlandırmak: aydınlatmak nümune: örnek
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler safdil: saf kalpli, kolay aldanan
sevk etmek: yönlendirmektahammül: dayanma, katlanma
tazyik: baskıtecrit: yalnız başına bırakma
tehcir: yurdundan çıkarma, sürgün etmeteslim: her şeyiyle Allah’a bağlanma
tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüştevkif etmek: tutuklamak
vehham: aşırı derecede vehimli, kuruntuluziyade: çok, fazla
zulüm: haksızlık şakirt: öğrenci, talebe
şükretmek: teşekkür etmek, Allah’a karşı minnet duymak

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 408

Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.

“En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı için,
1
وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla onları affetmek bir ulüvvücenaplıktır.”

Ben de bu hakikatli ihtardan kemâl-i ferah ve şükürle, bu yeni medrese-i Yusufiyede durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib‑i ceza, zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel binler dille hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşâne taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada, zaafiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde, bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemâl-i şefkat ve uhuvvetle, merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi:


[NOT]Dipnot-1 “Öfkelerini yutanlar ve insanları affedenler...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:134.[/NOT]





alâkadar
: alakalı, ilgili





alâkasız
: ilgisiz
bilfiil: fiilen, uygulamalı olarak binaen: dayanarak
bâki kalmak: geride kalmak, elde bulunmak cihet: yön, şekil
dehşetli: korkunç, ürkütücüdüstur: kural, prensip
fıtrat: yaratılış, mizaç hakikat: gerçek, sır
haricinde: dışındahiddet: öfke
hisse: payhizmet-i imaniye: iman hizmeti
hâkim: yargıç hürriyet: özgürlük
ihanetkârâne: haincesine ihtar: hatırlatma, uyarı
kardeşâne: kardeşçesinekemâl-i ferah: tam bir rahatlama
kemâl-i şefkat: tam ve mükemmel şefkat, acıma mahpus: tutuklu
maslahat: fayda, gaye medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân’a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
merhamete gelmek: acımak merhametkârâne: merhametli bir şekilde
merhametsiz: acımasız mucib-i ceza: ceza gerektiren
mukabil: karşılıkmünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
nüsha: kopyarahmet: İlâhî şefkat, merhamet
serbestiyet: serbestliktahakküm: baskı, zorbalık
taltif: iyilik ve güzellikle muamele etmek uhuvvet: kardeşlik
ulüvvücenaplık: büyüklükvasıta: aracı
vazife-i Nuriye: Risale-i Nur yoluyla Kur’ân hizmetinde bulunma vaziyet: durum
vâris: mirasçı zaafiyet: zayıflık, güçsüzlük
ziyade: çok, fazlaşükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 409

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmakla Nurun fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârâne böyle muameleye sevk etmişler. Buna karşı inâyet-i İlâhiye, Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o birtek adamın ihanetine bedel bu yüz adama bak, hizmetinizi takdirle şefkatkârâne, acıyarak, alâkadarâne sizi istikbal ve teşyî ediyorlar. Hattâ, ikinci gün, ben müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine cevap verirken, hükûmet avlusunda, mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemâl-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile “Bunları sıkmayınız” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i âtinin takdirkârâne alkışlamaları var diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.





ahali: halk alâkadar: alakalı, ilgili
alâkadarâne: ilgilenerekanarşist: hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzen karşıtı
bed muamele: kötü uygulamabedel: karşılık
dair: ilgili, aitehemmiyet: önem, değer
ehl-i hakikat: her şeyin hakikatini ve gerçeğini araştıran ve ulaşan kişiler emniyet: güven ortamı
emniyet-i umumiye: genel güvenlik fütuhat: fetihler, zaferler
fıtraten: yaratılış itibariyle had: seviye, derece
hadsiz: sayısızhakikat: gerçek, esas
hizmetkâr: hizmet yapan kimseifsad: bozulma
ihanet: hainlikihanetkârâne: hainlik ederek
ihlâl etmek: bozmak, karıştırmakihtar etmek: hatırlatmak
ikram: bağış, ihsan iltifat göstermek: ilgilenmek
iman hizmeti: iman hakikatlerini yayma hizmeti iman-ı tahkikî: imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve burhan ile inanma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu istikbal: karşılamak
kastıyla: amacıyla kemâl-i alâka: eksiksiz ilgi ve alâka
kesret: çokluk komünist: Komünizm akımını benimseyen kişi
lisan-ı hal: hâl ve beden dilimahdut: sınırlı
muamele: davranış, tavırmukabil: karşılık
müddeiumumî: savcı müstantık: mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi
müthiş: dehşet verennazar: bakış, görüş
nesl-i âti: gelecek nesilsaadet-i bâkiye: sonsuz mutluluk, âhiret hayatı
safdil: saf kalpli, kolay aldanan sed çekmek: engellemek
sevk etmek: yöneltmektahkirkârâne: hakaret ederek, küçük düşürerek
takdir etmek: bir şeye gerekli değeri göstermek takdirkârâne: takdir ederek
teveccüh-ü âmme: halkın yönelişi, ilgi göstermesiteşyî: uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi
vaziyet: durumvehim: kuruntu, varsayım
vilâyet: ilvukuat: meydana gelen olaylar
zabıta: polisziyade: çok, fazla
âsâyiş: emniyet ve güven ortamışakirt: öğrenci
şefkatkârâne: şefkat dolu

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 410

Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler bâki ve elîm elemlere dönecek.”

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıcıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete bazan tarikat namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur’âniyeye ve hakaik-i imaniyeye





Denizli Hapishanesi: (bk. bilgiler - Denizli)anarşist: anarşizm yanlısı, hiçbir kayıt ve kural tanımayan, kanun ve düzene karşı
bâki: devamlı ve kalıcı olan, sonsuz dindarâne: dinine bağlı, dindarca
ehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler elem: acı, keder
elîm: acı ve sıkıntı verenemniyet: güven
fevkalâde: olağanüstüfâni: geçici olan, ölümlü
hakaik-i imaniye: iman hakikatleri, esasları hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikati doğru gerçeği
hakikat-i İslâmiyet: İslâm’ın doğru gerçeği hüküm: karar
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak
iman-ı tahkikî: imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve burhan ile inanma insaflı: vicdanlı
itaatli: emirlere uyanittiham etmek: suçlamak
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma kafile: grup, topluluk
maatteessüf: ne yazık kimahiyet: nitelik, özellik
mahkûm etmek: hapis cezası vermek mahpus: tutuklu
makam: derecemazlum: suçsuz, zulme uğrayan
meşreb: hareket tarzı, metodmuhafaza etmek: korumak
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünennam: isim, ünvan
nâfi: faydalınümune: örnek
salâh-ı hâl: durumun düzelmesi suret: biçim, şekil
takdir: övgü tarikat: mânevî ilerlemeye götüren yol
terhis tezkeresi: görevin bittiğini gösteren belgetevehhüm-ü ebediyet: sonsuza kadar yaşayacağını sanmak
uzuv: organvelî: Allah dostu
vilâyet: ilzabıta: polis
ziyade: çok, fazlaâsâyiş: emniyet ve güven ortamı
ıslah etmek: düzeltmek şuâ: ışık, parıltı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 411

tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçi” ve “siyasî cemiyetçi” namını vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

İşte, ihtiyarlığımın sezgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, imandan ve Kur’ân’dan imdada yetişen kudsî tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.

ON ALTINCI RİCA

Bir zaman, ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir hapsinden, bir sene cezayı çekip çıktım. Beni Kastamonu’ya nefyettiler. Polis karakolunda iki üç ay misafir ettiler. Benim gibi, sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir münzevî ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azap çeker, anlaşılır.





Eskişehir Hapsi: (bk. bilgiler)
Kastamonu: (bk. bilgiler)
Rab: Her bir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan, onları terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah
azap: acı, sıkıntı
bâki: devamlı ve kalıcı olan, sonsuz
cemiyetçi: belli bir görüşe sahip olanların bir araya gelmelerini savunan
cihet: taraf, yön
elem: acı, keder
farz: Allah’ın kesinlikle yapılmasını emrettiği şey
ferah: rahatlık
fâni: geçici olan, ölümlü
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
hadsiz: sayısız
hakikat: doğru gerçek
hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikati, esası
hayır: iyilik
hususan: özellikle
hüküm: karar
ibadet: Allah’a kulluk etme
ihtar: hatırlatma
inşaallah: Allah’ın dilemesiyle
kefaret: günahlardan ve hatalardan arınma vasıtası
kudsî: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak
mahkeme-i âdile: adaletli mahkeme
mahpus: tutuklu
mazlumiyet: zulme uğramışlık
medar-ı şükran: teşekkürün, şükrün kaynağı, sebebi
meyusiyet: ümitsizlik
münzevî: bir köşeye çekilip vaktini ibadetle geçiren
nam: isim, ünvan
nefyetmek: sürmek, sürgüne göndermek
nevi: çeşit, tür
nokta-i nazar: bakış açısı
rica: ümit
sergüzeşt: bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar
sevk etmek: yöneltmek
suret: biçim, şekil
tahammül: dayanma, katlanma
tebdil: değiştirme
teessüf etmek: üzülmek
tesirli: etkili
teslim-i silâh etmek: yenilgiyi kabul edip silâhını teslim etmek
vazife-i kudsiye: kutsal vazife
zevâl: geçicilik, yokluk
zevâl-i elem: acının bitmesi
zındıka: dinsizlik
şükretmek: teşekkür etmek, Allah’a karşı minnet duymak
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 412

İşte ben bu meyusiyette iken, birden, inâyet-i İlâhiye ihtiyarlığımın imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber, sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi, benim hizmetçilerim misilli, istediğim zaman beni şehrin etrafında gezdiriyordular.

Sonra, o karakolun karşısında, Kastamonu’nun medrese-i Nuriyesine girdim, Nurların telifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salâhaddin gibi Nurun kahraman şakirtleri, Nurların neşri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymettar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.

Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi Denizli hapsine, beş altı vilâyetlerden gelen Nur talebelerini, o medrese-i Yusufiyede toplanmaya vesile oldular. Bu On Altıncı Ricanın tafsilâtı, Kastamonu’dan gönderip lâhikaya geçen ve Denizli hapsinde, oradaki kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektuplar ve mahkemesindeki Müdafaa Risalesidir ki, bu Ricanın hakikatini parlak gösteriyorlar. Tafsilâtını lâhikaya, müdafaama havale edip, gayet kısa işaret edeceğiz.

Ben, mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyâna ve Nurun kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım, tâ benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikati dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihâne dururken, birden taharrî memurları ve müddeiumumun muavini, menzilimi bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip Isparta Hapishanesine, sıhhatim muhtel bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inâyet-i İlâhiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i hükûmet





Denizli Hapsi: (bk. bilgiler – Denizli)Emin: (bk. bilgiler)
Feyzi: (bk. bilgiler – Mehmed Feyzi)Hilmi: (bk. bilgiler)
Isparta Hapishanesi: (bk. bilgiler – Isparta)Kastamonu: (bk. bilgiler)
Müdafaa Risalesi: Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebelerinin çeşitli mahkemelere sundukları savunmaların yer aldığı risaleNazif: (bk. bilgiler – Ahmed Nazif Çelebi)
Sadık: (bk. bilgiler – Sadık Demirelli)Salâhaddin: (bk. bilgiler)
Süfyân: âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahısdair: ilgili, ait
ehemmiyet: değer, önemehl-i hükûmet: yöneticiler, hükûmette olanlar
enaniyet: benlik, gururevhamlandırmak: şüphelendirmek
hakikat: doğru gerçek havale etmek: bir işi başka birine bırakmak, yönlendirmek
hususan: özellikleihtar etmek: uyarmak, hatırlatmak
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareket
kıymettar: değerli lâhika: ek, ilave
mahrem: gizliliği olan mecmua: belli bir konuda kaleme alınan yazıların toplandığı eser
medrese-i Nuriye: Risale-i Nur’ların okunduğu yerler medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân’a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
menzil: ev, mekân meyusiyet: ümitsizlik
misilli: benzeri, gibi muavin: yardımcı
muhtel: halel gelmiş, bozulmuşmüdafaa: savunma
müddeiumumî: iddia makamı, savcımühim: önemli
müsterihâne: içi rahat olarak, gönül rahatlığı ilemüteellim: acı çeken
müteessir: etkilenen, üzülenmüzakere-i ilmiye: ilmî tartışmalar
neşir: yaymaneşretmek: yaymak
rica: ümitrisale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sadık: bağlı suret: biçim, şekil
sıhhat: sağlıktafsilât: ayrıntılar
taharrî memurları: araştırma memurlarıtalebe: öğrenci
teksir: çoğaltma telif: kitap yazma, yazılı eser ortaya koyma
tevkif etmek: tutuklamakvesile: aracı
vilâyet: ilşakirt: öğrenci
şeyh: bir tarikatın kurucusu ve başı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 413

onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemâl-i merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l-Kübrâyı resmî ve gayr-ı resmî pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.

Sonra bizi Denizli hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli, soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden mâsum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların tatil ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbâniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip bir medrese-i Yusufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehrâ kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şerâit içinde Nurun kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesinden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi.

1 عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrını tekrar gösterdi.

Sonra birinci ehl-i vukufun yanlış ve sathî zabıtlara binaen aleyhimizde şiddetli tenkitleri ve Maarif Vekilinin dehşetli hücumuyla beraber, aleyhimizde bir beyanname neşretmesiyle, hattâ bazı haberlerle bir kısmımızın idamına çalışıldığı hengâmda, bir inâyet-i Rabbâniye imdadımıza yetişti. Başta Ankara ehl-i vukufunun şiddetli tenkitlerini beklerken, takdirkârâne raporları, hattâ beş sandık Nur Risalelerinde beş on sehiv buldukları halde, mahkemede onların sehiv ve yanlış gösterdikleri noktalar ayn-ı hakikat olduğunu ve onların sehiv ve yanlış dedikleri maddelerde kendileri sehiv ettiklerini ispat ettiğimiz gibi, beş yaprak raporlarında beş on sehiv ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiğimiz



[NOT]Dipnot-1 “Bakarsınız, sizin hoşlanmadığınız birşey, hakkınızda hayırlı olur.” Bakara Sûresi, 2:216.[/NOT]




Denizli
: (bk. bilgiler)




Denizli Hapsi
: (bk. bilgiler)
Maarif Vekili: Milli Eğitim BakanıMedresetü’z-Zehrâ: (bk. bilgiler)
Meyve Risalesi: On Birinci ŞuâMüdafaaname Risalesi: Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebelerinin çeşitli mahkemelere sundukları savunmaların yer aldığı risale
Nurlar: Risale-i Nur Nurun kahramanı: Risale-i Nur’a hizmette çok fedakârlıkta bulunan
ayn-ı hakikat: gerçeğin kendisi beyanname: açıklama belgesi
binaen: dayanarakdershane-i Nuriye: Risale-i Nur’ların okunduğu yer
ehemmiyetli: değerli, önemliehl-i vukuf: bilirkişi heyeti
fevkalâde: olağanüstüfütuhat: fetihler, yayılmalar
gayr-ı resmî: resmi olmayanhariçte: dışarıda
hengâm: zaman, dönemintişar: yayılma
inâyet-i Rabbâniye: Allah’ın inâyeti, yardımı kemâl-i merak ve dikkatle: oldukça meraklı ve dikkatli bir şekilde
makamat: makamlar, mertebelermatbu: basılmış
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân’a hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer; hapishanemenfaat: fayda, yarar
musibet: belâ, büyük sıkıntımüsadere: toplama
neşretmek: yayınlamakrisale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sathî: sığ, yüzeyselsehiv: hata, yanılgı
takdir etmek: bir şeye gerekli değeri göstermek takdirkârâne: takdir edercesine
tecrid-i mutlak: tam bir yalnızlık, yalnız başına bırakma teellüm: elem çekme
teessüf etme: üzülmetenkit etmek: eleştirmek
ufunetli: kötü ve pis kokuluzabıt: tutanak
zarfında: içindeziyade: çok, fazla
Âyetü’l-Kübrâ: en büyük delil; Risale-i Nur’da Yedinci Şuâ adlı eser şerâit: şartlar

<TBODY>
</TBODY>
 
Üst