Tefeül...

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.5.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Pakistan basınında Risale-i Nur ve Üstad Said Nursî Hazretleri hakkındaki neşriyattan örnekler

31 Ocak 1958 tarihli Students’ Voice (Talebelerin Sesi) Gazetesi, Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti tarafından 15 günde bir çıkarılan ve talebeleri istikbalin büyüklerini yüksek İslâmî esaslara göre hazırlamayı gaye edinmiş bir talebe cemiyetinin neşir organıdır. Bu gazetenin “Türk Gençliği Uyanıyor” başlıklı makalesinden:
Bütün İslâm memleketlerinde ittihad-ı İslâm için çalışan İslâmî teşkilâtlar tâdât edilip, Türkiye’de de Nur talebeleri bu meyanda zikrediliyor ve en sonra ittihad-ı İslâm için çalışan ve Pakistan’ın en iyi dostları olan Nur talebelerini tanıdık; Nur talebelerinin üstadı seksen beş yaşında büyük bir âlim olan Üstad Said Nursî’dir. Hakikat-i İslâmiye için yaptığı mücadele, kendi ana vatanında—yani Türkiye’de—otuz sene işkenceli bir hayat ve sık sık hapiste yatmasına sebep oldu ve 1952’de serbest bırakıldı. Fakat bu ihtiyarın bakışları hâlâ ateşlidir. Otuz yıllık hapis ve işkenceler onu mağlûp edemedi. Bu mücadelesiyle, birbirine çok sıkı bağlı olan Nur talebeleri kitlesini meydana getirdi. Üstad Said Nursî, Risale-i Nur eserleri vasıtasıyla Türk gençliğini İslâm ideolojisinin en büyük düşmanları olan siyonist ve komünistlerin hilekâr tuzaklarına düşmekten kurtarmıştır. Türkiye Başvekili Adnan Menderes Risale-i Nur Külliyatının neşrine müsaade ettiği zaman, Türkiye’nin Pakistan Elçisi sayın Selâhaddin Rıfat Erbil vasıtası ile bu büyük adama takdir ve tebriklerimizi bildirmiştik ve bu vesileyle, Üstad Said Nursî ve Nur talebelerini de selâmlamıştık ve bu mektubumuz Türkiye’de binlerle basılarak dağıtılmıştı. Bizim programımız Türkçeye çevrildi. Biz de, birkaç önemli Risaleleri, Urducaya çevirdik.

Pakistan İslâmî Talebe Cemiyetinin onuncu yıldönümünde, Türkiye’deki İslâmî hareketi göstermek için, Türklerin, İslâm edebiyatı sergisi de vardı. Bu sergide İlâhiyat Fakültesi, Diyanet İşleri Yayınları, bazı Türkçeye çevrilmiş İslâmî eserler ve on beş adet Risale-i Nur Külliyatından eserler vardı. Nur talebelerinin faaliyeti bu sergide harita ve fotoğraflarla ve grafikle izah edildi.

***
30 Nisan 1958 tarihli Students’ Voice gazetesi “İslâm Dünyasındaki Müsbet Uyanıklık” başlıklı makaleden.

Her İslâm memleketinde, İslâmiyetin hâkimiyeti için yapılan övülmeye lâyık şerefli mücadeleler anlatılıyor ve Türkiye’de yapılan mücadelelerin neticesi olarak hükûmet, din hürriyetini sıkan bağları gevşetmiştir. Mehmed Âkif materyalist milliyetçiliği takbih eden ve halk arasında taze bir heyecan verecek olan Safahat isimli eseri yazdı.

Hazret-i Said Nursî yılmadan, hakikat-i İslâmiye için mücadele etmektedir. Kendisi, Türkiye’de en büyük cinayet telâkki edilen Atatürk aleyhtarı olmakla ittiham ve aleyhinde neşriyat yapılmışsa da, bu zulümler, halkı onun etrafında toplamıştır. 130 parça eserin sahibi olan Üstad hapiste iken verilmiş olan zehirlerin tesiriyle ihtiyarlığını geçirmekte olup, bu hal—seksen yaşını geçtiği halde—hakikat-i İslâmiye ve İslâmların saadeti için mücadelesine mani olamamıştır.

Lügatler :
cemiyet : dernek
hakikat-i İslâmiye : İslâmiyetin hakikati, esası
hilekâr : hileci, hilebaz
ideoloji : toplumu etkileyen fikir ve düşünce sistemi
istikbal : gelecek
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği
izah : açıklama
mağlûp etme : yenme
meyan : arada
mücadele : uğraşma, çabalama
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayınlar
risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’dan her bir bölüm
Students Voice : “Talebelerin Sesi” anlamına gelen ve 1950 yıllarında Pakistan’da, Pakistan Talebe Cemiyeti tarafından 15 günde bir çıkarılan bir gazete
tâdât : sayma
teşkilât : yapı, kuruluş
zikredilme : anılma, belirtilme

 

uður1

Well-known member
Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

"Gerçek mücahid, nefsiyle cihad edendir."

(Tirmizi, Fedâilu'l-Cihad 2)



Hiç mümkün müdür ki: Şe'n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bahusus böyle bir kainatı, kemalatını göstermek için gayet ali gayeler ve yüksek maksadlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükafatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin?


(Bediüzzaman Said Nursi - 10. Söz'den)

Lügatler
Âlî :üstün, yüce , çok büyük
Bahusus :bu hususta, bundan dolayı
Ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapan inançsız kimseler
Gayat :gayeler, maksatlar
İcad :yaratma, var etme, vücuda getirmek
Kâinat : evren, yaratılanların hepsi
Kemalat :faziletler, iyilikler, mükemmellikler
Makasıd :maksatlar, gayeler
Maksat :istenilen şey, arzu, gaye
Mukabele : karşılık verme
Mü’min :imanın şartlarının tümüne, Allah’tan gelen her şeye inanan kabul eden kişi
Mücazat :cezalar, suçlara verilen karşılıklar
Saltanat-ı uluhiyet :Allah’ın hakimiyeti
Şe’n-i Rububiyet :Rab Allah’ın rızık ve terbiye gibi sürekli olan fiilleri
Tahkir :hakir görme, küçümseme, alçaltma
Ubudiyet: kulluk



-- Risale-i Nur ekibi olarak hayırlı cumalar diliyoruz.
 

uður1

Well-known member
Rabbimiz Kur'anda şöyle buyuruyor:
"Bedeviler "iman ettik" dediler. De ki: "Siz iman etmediniz, lâkin "İslâm olduk, size inkıyad ettik" deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz, sizin emeklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez. Yaptığınızı zayi etmez. Gerçekten Allah gafûr ve rahîmdir (mağfireti, merhamet ve ihsanı boldur)."
Hucurat Suresi 14. Ayetin Meali
 

uður1

Well-known member
Küfür insanı aciz bir canavar hayvan eder
21 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.
Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.
İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.
Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.
İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.
Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.
Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.
Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.
(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
âciz : güçsüz
acz : âcizlik, güçsüzlük
âlem : dünya
biçare : çaresiz, zavallı
burhan-ı kâtı : sağlam, keskin delil
divane : deli
dua : Allah’a yalvarma, yakarma
ehl-i dikkat : dikkat sahipleri
emniyetli : güvenli
hodfuruşkluk : kendini beğendirmeye çalışmak
istidad : kabiliyet, yetenek
istihzâ : alay etme
itham : suçlama
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kavânîn-i hayat : hayat yasaları, kanunları
küfür : inkâr, inançsızlık
mağrur : gururlu
maskara : gülünç, rezil
meleke : maharet, kabiliyet
muhafaza : koruma
müdhike : gülünç, komedi
münasebet : bağlantı, ilişki
nazar : bakış, dikkat
riya : gösteriş
sefine-i sultaniye : hükümdarlık gemisi
şekavet-i uhreviye : âhiretteki mutsuzluk
şerâit-i hayatiye : hayat şartları
takat : güç, kuvvet
tard : kovma
tasannu : yapmacık
tazyikat-ı dünyeviye : dünyadaki sıkıntılar
tekebbür : büyüklenme, gururlanma
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
tevekkül : Allah’a dayanma ve güvenme
vâzıh : açık, âşikar
vazife-i asliye : asıl vazife
zaaf : zayıflık
zayi : kayıp, ziyan
zillet : alçaklık, aşağılık
ziyade : çok, fazla
acz : âcizlik, güçsüzlük
âdâ : düşmanlar
âhir : son
âlem : dünya
beliyyât : belalar
celp : çekme
cenah : kanat
dua : Allah’a yalvarma
esas-ı ubûdiyet : kulluğun esası, özü
fakr : fakirlik, ihtiyaç hali
giriftar : tutulmuş, yakalanmış
hâcât : ihtiyaçlar
hakîmâne : hikmetli biçimde
hayat-ı beşeriye : insan hayatı
iktidar-ı hayatiye : yaşama gücü
iman-ı billâh : Allah’a iman
istidad : kabiliyet, yetenek
Kàdıu’l-Hâcât : bütün ihtiyaçları karşılayan Allah
kerem : iyilik, ikram, cömertlik
kesbetmek : kazanmak
lisan-ı acz ve fakr : fakirlik ve acizlik dili
makam-ı âlâ-yı ubûdiyet : Allah’a kulluğun yüce makamı
marifet : geniş bilgi ve beceri
marifetullah : Allah’ı bilme ve tanıma
maruz : tesiri altında olan
medet : yardım
meleke-i ameliye : iş yapma mahareti, kabiliyeti
menfaat : çıkar, yarar
metâlib : istekler
muavenet : yardım
müptelâ : bağımlı, tutulmuş
müşfikane : şefkatli bir şekilde
nazeninâne : nazikçesine
nihayetsiz : sonsuz
suret : şekil
şerâit-i hayat : hayat şartları
taallüm : öğrenme
taammül : amel etmek, hareket etmek
tahsil etmek : öğrenmek
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
terakki : ilerleme
ubûdiyet-i fiiliye : fiilî ibadetler
ulûm-u hakikiye : gerçek ilimler
üssü’l-esas : temel esas
vazife-i asliye : asıl vazife
vazife-i asliye-i fıtriye : yaratılıştan gelen asıl vazife
vazife-i fıtriye : yaratılıştan gelen görev
 

uður1

Well-known member
Milli Görüş-Nur geleneğinin kabaca farkı şu...
20 Ekim 2011 / 22:17
Köşe yazarları arasında başlayan "Nurcu-İslamcı" tartışmasına Mustafa Akyol'dan yeni yorum geldi

Risale Haber - Haber Merkezi
Bir süredir köşe yazarları arasında başlayan "Nurcu-İslamcı" tartışmasına Mustafa Akyol'dan yeni yorum geldi. Star'daki yazısında Yeni Şafak yazarları Hayrettin karaman ve Yasin Aktay'ın değerlendirmelerine yer veren Akyol, “İslamcılık” kavramından farklı şeyler anlaşıldığına dikkat çekti.
Kendisinin bu kavramı “İslam devleti kurma gayreti ve ideolojisi" olarak ifade ettiğini açıklayan Akyol, "Yok eğer, 'içinde yaşadığımız dünyaya İslam referanslı mesajlar verme ve çareler sunma'yı kast ediyorsanız, buna elbette hiçbir itirazım olamaz. Aksine, bunun nasıl yapılması gerektiğini tartışıyorum. 20. yüzyılda bu soruya verilen cevapların kabaca 'siyasal İslam' (yahut İslamcılık) ve 'kültürel İslam' diye ikiye ayrıldığı ise, bana ait bir tez değil, Nilüfer Göle gibi bu konuya emek vermiş sosyologlarca yapılmış bir tespit. Birinci modelde 'devleti kontrol etme ve toplumu devlet eliyle İslamileştirme' fikri var. İkinci modelde ise toplumu sivil yollarla irşad etme, bireylerin iman ve ahlakını güçlendirme hedefi. (Milli Görüş ile Nur geleneği arasındaki fark da kabaca buna oturuyor.)" dedi.
Müslümanların belirli “asgari müşterekler” üzerinde uzlaşı sağlayabileceklerini vurgulayan Akyol, aynı sistemin seküler veya gayrımüslim vatandaşları da kapsaması için “asgari müşterek”in genişletilmesi gerektiğini belirterek "Bu da 'demokratik devlet' demektir" şeklinde yazdı.
Akyol, yazısında Bediüzzaman'ın uyarısını da aktardı: "Demokratik devletin tek alternatifi de otoriter devlettir. Adına 'İslamî' demekle, ancak İslam’ı otoriter göstermiş, Bediüzzaman’ın yüz yıl önceki isabetli uyarısıyla, 'şeriatı istibdada müsait zannetme' hatasına düşmüş oluruz."
Mustafa Akyol'un "İslamcılık ve sistemcilik" başlıklı yazısının tamamını okumak için TIKLAYINIZ
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.2.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Yeni hükûmet-i meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşaallah bir seneye kadar, [SUP]1[/SUP]تَكَلَّمَفِىالْمَهْدِصَبِيّاً sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î hâzin-i cennet gibi bizi duhule davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil olalım. Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet vâciptir.

Bu inkılâb-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılâp, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidâd-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzâde olarak kâbe-i kemâlâta doğru gönderdiği gibi, hatimesi de, yani otuz sene kadar rengârenk sefahet ve isrâfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden umurlar maddeten zararını ihsas edeceğinden, o muzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i şeriat ve mâkesi olan kamer-i medeniyet, berrak ve saf ve esâsatta Asya’yı ve Rumelini tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ bularak rengârenk elvan ile tezyin edeceğini, bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP]: Beşikte çocuk iken konuştu.
Lügatler :
arzu-yu umumî : genel arzu; herkesin istediği
âzâde : bağlardan kurtulmuş, serbest, kayıtsız, özgür
beraat-i istihlâl : güzel başlangıç, iyi alâmet
cennet-i terakki : yükselme, kalkınma cenneti
cevahir-i insaniyet : insanlığın cevherleri, yetenekleri
devlet-i medeniyet : medeniyet devleti; medeniyet nimeti
duhul : girme, dahil olma
esâsat : esaslar, temeller
fâl-i hayır : iyi alâmet ve işaret
fikr-i beşer : insanlığın düşüncesi
hâkimiyet-i milliye : millî egemenlik (İslâm dini, şeriatı ve inancının egemenliği)
hâtime : son, sonuç
havale etmek : bırakma, ısmarlama
hâzin-i cennet : Cennet bekçisi
hevesat : gelip geçici, nefsin hoşuna giden istek ve arzular
hükûmet-i müstebid : baskıcı, diktatör hükûmet
icabet : cevap verme
ihsas etmek : hissettirmek
ihvan-ı vatan : vatan kardeşleri, vatandaşlar
inkılâb-ı azîm : büyük köklü değişim, devrim
inkılâp : köklü değişim, devrim
inkıraz : dağılıp yok olma, son bulma
isrâfat : israflar, savurganlıklar
istidad-ı kemâl : mükemmellik ve olgunluk yeteneği
istidâd-ı terakki : ilerleme, kalkınma yeteneği
ittihad-ı kulub : kalplerin birleşmesi, kalp birliği
izhar : açığa çıkarma
kâbe-i kemâlât : mükemmelliklerin kâbesi, olgunlukların merkezi
kamer-i medeniyet : medeniyet ayı
kanun-u şer'î : şer’î kanun, İslâm dinine ait kanun
kesif : katı, yoğun
lezaiz-i nâmeşrua : İslâmın izin vermediği lezzetler
maarif : ilim, bilgi, eğitim
maddeten : maddî olarak
mâkes : ayna
mazhar olmak : erişmek, nail olmak
millet-i mazlume : mazlum millet
mu’cize : insanların benzerini yapmakta âciz kaldıkları olağanüstü olay
muhabbet-i milliye : millî muhabbet; İslâm dinine, şeriatına ve inancına ait sevgi
mutazammın : içine alan, kapsayan
muzlim : karanlıklı
münkeşif : açılmış, meydana çıkarılmış
mütevekkilâne : Allah’a güvenerek; elimizden geleni yapıp sonucu Ona bırakarak
Ramazan-ı sükût : sessizlik ramazanı, sessizlik orucu
sabûrâne : çok sabredici olarak
sa'y-i insanî : insanın çalışması
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, budalalık
sehab : bulut
sevk eden : yönlendiren, gönderen
seyyiat-ı medeniyet : medeniyetin kötülükleri
şems-i şeriat : şeriat güneşi
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet
tahlis : kurtarmak
tenvir : aydınlatma
terk-i sefahet : gayrı meşru zevk ve eğlenceleri bırakma
umur : işler
vâcip : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan şey
varta-yı mevt : ölüm tehlikesi
zîr ü zeber etmek : alt üst etmek



--
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.7.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Medine-i Münevvere’de bulunan ve Nur’un hakikatini tam anlayan ve İslâmiyete hizmet eden bir zâtın mektubudur.
Gönüller fâtihi, pek muhterem ve mükerrem Üstadımız Hazretleri,
Mübarek ellerinizden öper, bütün aziz ve sadakatli talebelerinizle beraber sıhhat ve selâmette daim olmanızı bârigâh-ı Kibriyâdan niyaz eylerim.
Müslümanlar için en büyük bir bayram diye ancak vasıflandırılabilen beraatiniz, bütün Nurcuları şâd ve handan eylediği gibi, bendenizi de dünyalar kadar memnun ve mesrur eylemiştir. Nasıl memnun etmesin ki, sizin eserlerinizle birlikte beraatiniz demek, ruhun maddiyata, nurun zulmete, imânın küfre, hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın cehle galip gelmesi demektir.
Yıllardan beri önüne sıradağlar gibi engeller, korkunç uçurumlar gibi mâniler konulan “Nur çağlayanı”, en sonunda mu’cizevî bir şekilde bütün sedleri yıkmış, mânileri aşmış, nur ile bütün zulmetleri târümar eylemiştir.
“Mu’cizevî harikalarla doğan İlâhî tecellîlerin vasfında kalemler kırılır, fikirler gürülder, ilhamlar yanar, kül olur” derlerdi. Hakikaten bendeniz, şimdi bu müstesna zaferin karşısında aynı aczi bütün varlığımla hissediyorum. Zira tefekkür ve ilhamıma nihayetsiz bir ufuk açılıyor. Cihan, muhteşem bir “Nur mâbedini” andırıyor. Civarımdaki herşey, her yer derin vecd ve istiğraklarla gaşyolmuş bir halde... Her zerrede, [SUP]1[/SUP]
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırr-ı Sübhânîsi tecelli ediyor...
Binaenaleyh bilmiyorum, bu mes’ut hadiseyi şanlı bir zafer, şahane bir fetih, İlâhî bir kurtuluş, cihanşümul bir bayram diye mi vasıflandırayım? Zira kudsî
dâvânın kazanmış olduğu bu İlâhî zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahitlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imânlarına hız ve heyecan vermiştir.
Evet, azim ve imanları, aşk ve emelleri henüz kemale ermemiş olan birçok Müslümanlar, maalesef acıklı bir yeis içinde idiler. Böyle bir zaferin tahakkukunu, hayal ve muhal görüyorlardı. Fakat bütün feyiz ve nurunu insanlığı tenvir ve irşad için İlâhî bir güneş halinde Arş-ı Âzamın pürnur ufuklarından inen Kur’ân-ı Kerîmden alan Nur neşriyatı, durgun gölleri andıran gönülleri deryalar gibi coşturmuş, kasvet ve hicran yıllarının ümit ve emellere vurduğu müthiş zincirleri kırmıştır. O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler, hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi, onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, ter temiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır.
Yıllarca devam eden uzun bir sükût, derin bir gaflet ve boğucu bir zulmetten sonra İlâhî bir güneş halinde parlayan bu kudsî zafer, nur için yol aramakta olan perişan beşeriyetin yakın bir gelecekte uyanacağını müjdelemektedir. Çünkü, din ihtiyacı sırf Müslümanların değil, bil’umum insanların ezelî ve ebedî ihtiyacıdır.
Bugün bedbaht insanlık, din nimetinden mahrum olmanın sürekli hicran ve felâketlerini bağrı yanarak çekmektedir. Bu acıklı buhranın korkunç neticesidir ki, çeyrek asır zarfında iki büyük harbe girmiş ve üçüncüsünün de kapısını çalmak çılgınlığını göstermektedir.
Artık bütün insanları kardeş yaparak yemyeşil cennetlerin nurlu ufuklarından esen refah ve saadet, huzur ve âsâyiş rüzgârıyla dalgalanan âlem-şümûl bir bayrak altında toplayacak olan yegâne kuvvet, İslâmdır. Zira beşeriyetin bugünkü hali, tıpkı İslâmdan evvelki insan cemiyetlerinin acıklı halidir. Bunun için insanlığı o günkü ebedî felâketten kurtaran İslâm, bugün de kurtarabilir…
Evet, milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el, İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da, müstakbel, bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzat Rabbü’l-Âlemînden alan ezelî ve ebedî yıldızındır. O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.

Cihan-kıymet Üstadım,
Malûm-u fâzılâneleridir ki, son günlerde mukaddes dâvâya hizmet eden bazı tenvir ve irşad hareketleri doğmuş, fakat maalesef hiçbirisi Risale-i Nur Külliyatının gördüğü mühim işi görememiş ve ihraz ettiği İlâhî zaferi kazanamamıştır. Zira bu yol, peygamberlerin, velilerin, âriflerin, salihlerin ve bilhassa cânını cânana seve seve fedâ eden ve sayısı milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Artık bu çetin yolda yürümek isteyenler, her an karşılarına dikilecek olan müthiş mâniaları daima göz önünde tutmaları lâzımdır. Evet, bu yolda yürüyecek olanların, sizdeki sarsılmak bilmeyen imanla, yüksek ve İlâhî irfanla ve bilhassa harikulâde ihlâs ve feragatle mücehhez olmaları gerektir. Çünkü, bu mühim vâdide Nur dâvâsının takip ettiği tebliğ, tenvir ve irşad usulü bambaşka hususiyetler taşımaktadır. Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da, müstakil ve mufassal bir eserde aziz ve gönüldaşlarımıza arz etmek şerefine nâil olayım. Çünkü, bu nurlu bahis o kadar derin ve o derece mühimdir ki, böyle birkaç sahifelik mektup ve makalelerle asla ifade edilemez.
İman ve Kur’ân nuru ile ter temiz gönlünü fethettiğiniz gençlik, İlâhî zaferinizin en parlak delilini teşkil eden en mühim varlık ve en kıymetli cevherdir. “Nurdan Sesler”in hemen her mısraında, asîl ve şuurlu ruhuna hitap ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatın bağrı yanık âşığı olan gençliktir.
Nurlu dâvânın kazanmış olduğu bu son zaferin verdiği bütün vecdle dolu bir ilhamla yazdığım şu manzumeyi (*) takdim ediyorum. Kabulünü rica ve istirham eylerim.
Tekrar tekrar ellerinizden öper, kıymetli dualarınızı beklerim, pek muhterem Üstadım Hazretleri.

Mânevi evlâtlarınızdan
Ali Ulvi

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
(*) : (*) “Gönüller Fatihi Büyük Üstada” başlıklı olan bu manzume, Mektubat’ın ve İhlâs Risalelerinin âhirindedir.

Lügatler :
acz : acizlik, güçsüzlük
âlem-şümûl : dünya çapında, evrensel
ârif : ilim ve irfan sahibi, bilgide ileri olan
Arş-ı Âzam : Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin en geniş, en azam şekilde tecelli ettiği yer

arz etmek : söylemek, ifade etmek
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, düzenlilik, güvenlik
asır : yüzyıl
azim : gayret, kararlı olma
aziz : çok değerli, izzetli

bahis : konu
bârigâh-ı Kibriyâ : Cenâb-ı Hakkın sonsuz büyüklüğünün tecellî ettiği yüceler yücesi makam
bâtıl : İslâmiyete göre doğru olmayan, hak olmayan

bedbaht : kötü bahtlı, talihsiz
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması

beşeriyet : insanlık
bil’umum : bütün, genel olarak
bilhassa : özellikle
binaenaleyh : bundan dolayı

buhran : bunalım, zor durum
cânan : sevgili
cehl : cahillik, bilgisizlik

cemiyet : topluluk
cevher : maden; öz
cihan : dünya

cihan-kıymet : dünya değerinde
cihanşümul : dünya çapında, evrensel

derya : deniz
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
emel : arzu, istek
ezelî : başlangıcı olmayan, sonsuz

feragat : fedakarlık, hakkından vazgeçme
fethetme : bir yeri veya bölgeyi ele geçirme
fetih : açma; bir beldeyi fethetme

feyiz : bolluk, bereket, lütuf
gaflet : âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
galip gelmek : üstün gelmek
gaşyolunmak : kendinden geçmek

hak : doğru, gerçek
hakikat : asıl, esas, gerçek
hakikaten : gerçekten

hicran : keder, büyük üzüntü
hikmet : fayda, yarar
hususiyet : özellik
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
ihraz etmek : hedeflenen bir şeyi kazanmak, elde etmek
ilham : Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
irfan : bilgi, kültür; anlayış

irşad : doğru yolu gösterme
istiğrak : Allah aşkıyla kendinden geçme hâli

istirham eylemek : rica etmek
kasvet : sıkıntı
kemâl : kusursuzluk, mükemmellik
kudsî : yüce, kutsal
küfür : inkâr, hakkı kabul etmeme
mâbed : ibadet edilen yer
maddiyat : maddi şeyler

malûm-u fâzılâneleri : “faziletli şahsiyetlerinizce bilinen” anlamında Üstada yönelik bir saygı ifadesi
manzume : vezinli ve kafiyeli söz, şiir
mes’ut : mutlu
mesrur eylemek : sevinçli, mutlu etmek
mu’cizevî : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz ve hayrette bırakır şekilde

mufassal : ayrıntılı
muhal : imkânsız
muhit : çevre, bölge
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer

mukaddes : kutsal, yüce
mücahit : cihad eden, din uğrunda çaba harcayan kimse

mücehhez : donanmış
mükerrem : ikram edilen, saygı gösterilen

müstakbel : gelecek
müstakil : bağımsız, başlı başına
müstesna : benzeri olmayan, sıradışı

müşfik : şefkatli
nâil olmak : ulaşmak, erişmek
neşriyat : yayın, yayma
nihayetsiz : sınırsız, sonsuz
niyaz eylemek : dua etmek, yalvarıp yakarmak

Nurdan Sesler : Ali Ulvi Kurucu tarafından yazılan bir şiirin başlığı
pürnur : nur dolu, nurlu
Rabbü’l-Âlemîn : âlemlerin Rabbi olan Allah
saadet : mutluluk
sadakat : bağlılık, doğruluk

salih : dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu
sed : engel
selâmet : esenlik, güven

serapa : tepeden tırnağa, baştan başa
sıhhat : sağlık
sırr-ı Sübhânî : her türlü eksiklikten, kusur ve çirkinlikten yüce olan Allah’a ait sır

sükût : sessiz kalma, susma
şâd ve handan eylemek : memnun ve mutlu etmek
şirk : Allah’a ortak koşma

şuurlu : bilinçli
tahakkuk : gerçekleşme

takdim etmek : sunmak
târümar eylemek : dağınık, perişan etmek

tebliğ : bildirme, ulaştırma
tecellî : görünme, yansıma
tefekkür : Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme

tenvir : aydınlatma, nurlandırma
teşkil eden : oluşturan
tevhid : birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olması
vasfetme : bir şeyin özelliklerini ifade etme
vasıflandırmak : nitelendirmek
vecd : kendini kaybedercesine İlâhî aşka dalma, coşku hâli

veli : Allah dostu
yegâne : tek, eşsiz
yeis : ümitsizlik
zarfında : içinde
zerre : atom, maddenin en küçük parçası
zulmet : karanlık



Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dun-himmetliktir.

(Bediüzzaman Said Nursi - Hakikat Çekirdekleri'nden 95)

Lügatler
Dûn himmetlik :gayretsizlik, himmetsizlik
Hakikat: gerçek
İktifa :yetinme
Kanaat :helalle yetinmek, kısmetine razı olmak, aç gözlü olmamak, tatmin olmak, inanmak
kısmet :pay, bahşiş, nasip, taksim edilen kısım
Mevcud :var olan
Meyl-i sa’y :çalışma eğilimi, isteği
Rıza :hoşnut olmak, memnun olmak
Semere-i sa’y :çalışmanın meyvesi, neticesi
Tefviz :yetki ve sorumluluğu başkasına veya Allah’a havale etme
Terettüb-ü netice :sonuç olarak ortaya çıkma
Tertib-i mukaddemat :bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası
Tevekkül :sebebleri işledikten sonra işi başkasına bırakmak, Allah’a güvenme ve Onu vekil kabul etme



--
 

uður1

Well-known member
Zelzele gibi vakıalar tesadüf oyuncağı değiller
25 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Hem kendini başıboş zannetme.
Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin.
Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?
Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.
Meselâ, zemine nebatat ve hayvanat envâından giydirilen, birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âli gayeler içinde kemâl-i intizamla meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi [SUP]HAŞİYE-1 [/SUP]mevtâlûd hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek, bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebâen mensur gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hadiseler, bir Hakîm-i Rahîmin emriyle, ehl-i imanın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkà etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara kefarettir. [On Dördüncü Söz]
Bediüzzaman Said Nursi


Haşiye-1 - İzmir‘in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.
Sözlük:
nazar-ı hikmet: hikmet bakışı
hadisat-ı kevniye:hadisat-ı kevniye: kâinat ve yaratılışla ilgili olaylar
envâ: çeşitler, türler
münakkaş: nakışlı
müzeyyen: süslenmiş
mücehhez: cihazlanmış, donanmış
kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik
etvâr-ı gaflet: gaflet davranışları
sıklet-i mâneviye: mânevî ağırlık
mevtâlûd: ölümcül
hadisat-ı hayatiye: hayata ait olaylar
mülhid: dinsiz
Hakîm-i Rahîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve çok şefkatli ve merhametli olan Allah
ibka etmek:devamlı ve kalıcı hale getirmek
küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.8.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi’nin İstanbul Mahkemesinde beraati münasebetiyle Bağdat’tan gelen tebrik telgrafı

Sebilürreşad mecmuasına,
İstanbul
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin beraat kararı, bizleri sonsuz bir sevinç içerisinde bıraktı. Bu sevincimize vesile olan bu âdil hükme istinaden, Türk Mahkemesine ve fahrî avukatlarına teşekkürlerimizi, Üstad ve kardeşlerimize tebriklerimizi mecmuanız vasıtasıya bildiririz.

Irak
Emced Zuhavi

***
Pakistan’daki Nur talebelerinin Üstad Said Nursî’den istedikleri mesaj münasebetiyle, Irak’taki bir Nur talebesinin gönderdiği mektup
Bundan birkaç gün evvel, Pakistan’da talebeler konferansı vardı. Hazret-i Üstaddan bir mesaj istemişlerdi ve bunun tarihî bir tesiri olacaktı. Haber aldık ki, Salih, Nur talebeleri namına bir mesaj göndermiş. Sizlere de yazmışlar ki, acele Hazret-i Üstada bildirirsiniz. Konferansta, Hazret-i Üstad ve Nurlar çok methedilmiş. Komünistler tarafından itirazlar yapılmış. Fakat reis hepsini reddetmiş. Hazret-i Üstadın fotoğrafları teşhir edilmiş. Yakında Nur ve Nura ait uzun ve resimli bir yazı ile bir mecmua çıkaracaklarmış. Sonsuz selâm ve dualar.
Ahmet Ramazan
***
(Bağdat’ta çıkan “Ed-Difa gazetesi”nin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.)
Bağdat’ta çıkan Arabî Ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:
Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:
Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:
Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.
İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.
İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.
Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz [SUP]1[/SUP] veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket bir medrese hükmünde oluyor.
İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerinde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde
de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.
Hem umumî merkezlerinde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.
Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirlerini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.
Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.
Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.
Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fâidelerinden çekiniyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir

 

uður1

Well-known member
ON DÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ(1)
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا - وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا - وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا - يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْباَرَهَا - بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا .. الخ
[SUP]1[/SUP]
ŞU SÛRE kat’iyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.

Mânevî ve ehemmiyetli bir canipten, şimdiki zelzele münasebetiyle, altı yedi cüz’î suale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.

Birinci sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” Zilzal Sûresi, 99:1-5.

[h=2]Lügatler : [/h] biçare : çaresiz
binaen : dayanarak
canip : yön, taraf
cazibedârâne : çekici, baştan çıkarıcı bir şekilde
cüz’î : küçük
ekser : pekçok
elîm : acı veren, üzücü
emir tahtında : emir altında
heveskârâne : hevesli bir şekilde, nefsin arzu ve isteklerine uyarak
hikmet : sebep, gaye, fayda
icmalen : kısaca, özetle
ihtar : hatırlatma
kat’iyen : kesinlikle
kemâl-i neş’e ve sürur : tam bir neşe ve sevinç
küre-i arz : yerküre, dünya
mazhar : yansıma ve görünme yeri
merkez-i İslâmiyet : İslâm merkezi
meyusiyet : ümitsizlik
musibet : felaket, belâ
mübarek : bereketli, uğurlu
mühim : önemli
selb etme : ortadan kaldırma
semavî : vahiyle gelen
tâcil : çabuklaştırma
tafsilen : ayrıntılı olarak
tehir : erteleme, sonraya bırakma
vahiy/ilham : Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu; yaratılışa ait kalbe doğuş
zelzele : deprem, sarsıntı
zeyl : ilâve, ek


Lügatler :

aktar-ı âlem : âlemin dört bir tarafı
âli : yüce

Arabî : Arapça
âzamî : en fazla, en büyük
bilâd-ı Arap : Arap beldeleri, ülkeleri
bilâd-ı İslâmiye : İslâm beldeleri, ülkeleri
cemiyet : topluluk
ceride : gazete

cihet : taraf, yön
darülfünun : üniversite
dessas : hilebaz, aldatıcı

ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapanlar
ekser : pek çok
esas : temel

esbap : sebepler
fakirü’l-hal : muhtaç durumda olma
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri

hakaik-i Kur’âniye ve imaniye : Kur’ân ve iman hakikatleri, gerçekleri
hakikat : doğru ve gerçek
hakikaten : gerçekten
hakikî : asıl, gerçek
hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat
hidayet : doğru yola erdirme

hizmet-i kudsiye : kutsal hizmet
hizmet-i Kur’âniye : Kur’ân hakikatlerini yayma görevi
hükmüne geçmek : benzer bir şeyle aynı hükmü almak
icazet : izin

içtima : bir araya gelme, toplanma
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
iktisat : tutumluluk
iktiza : gereklilik
iktizasıyla : gereğiyle
ilmî : ilimle ilgili
intişar : yayılma
irfan : bilgi, anlayış

istiğna : ihtiyaç duymama, kaçınma
istinsah etmek : el ile yazarak çoğaltmak
iştigal etmek : meşgul olmak

itibarıyla : bakımından
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği ülkeleri

kanaat : yetinme
kemiyet : sayıca çokluk, nicelik
kesret : çokluk
kudsî : kutsal

kudsiyet : kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
Kur’ân-ı Mecîd : her şeyin üstünde şeref sahibi olan ve takdis ve senâlara lâyık olan Kur’ân

mahiyet : temel nitelik, özellik
malûmat : bilgiler
marifet-i İslâmiye : İslâmiyeti bilme ve tanıma
mecburiyet : zorunluluk
mecelle : dergi

menfaat-i maddiye : maddî fayda
meslek : takip edilen yol, yöntem
muarız : karşı gelen, karşıt
muhabere : haberleşme

muharrir : yazar, gazete yazarı
muhtelif : çeşitli

mukabelesiz : karşılıksız
münasebet : bağlantı, ilişki
mürşid : doğru yol gösteren
müstakil : bağımsız, başlı başına
naib : vekil, birinin yerine geçen
nefer : asker, er

neşir : yayılma
neşretmek : yaymak
nurlanmak : aydınlanmak

rızâ-yı İlâhî : Allah’ın rızası
risale : küçük kitapçık; Risale-i Nur’da yer alan herbir bölüm
ruhsat : izin

saadet-i dünyeviye ve uhreviye : dünya ve âhiret hayatı mutluluğu
Said : Bediüzzaman Said Nursî

sevk etmek : göndermek, yönlendirmek
taife : grup, topluluk
tecemmu’ etme : birikme, toplanma

temas : dokunma, bahsetme
temessük etmek : sıkıca sarılmak
teşkil : oluşturma, meydana getirme

teşvik etmek : şevklendirmek, isteklendirmek
ulûm-u İslâmiye : İslâm ilimleri
umumen : bütünüyle
umumî : genele ait
vaziyet : durum, hâl
vekil : Bakan


 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.4.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Bu vahşet-engiz sahrâ-yı kebiri zaman-ı kàsırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin fermân-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. [SUP]HAŞİYE[/SUP]Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünemâ bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda, âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeâya bir burhan-ı bâhirdir. Yoksa, hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse ittibâda serbestiyet ile tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyâkatini gösterir. Zira sefih mahcurdur.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.

Lügatler :
âdâb-ı şeriat : şeriatın koyduğu edepler, terbiyeler
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
adem-i liyâkat : liyâkatsizlik, lâyık olmama
ahlâk-ı hasene : güzel ahlâk
amel etmek : iş görmek
burhan-ı bâhir : apaçık güçlü delil
câmi-i ahlâk-ı hasene : bütün güzel ahlâkı içine alan, kapsayan
cebr-i istibdat : baskı ve zulmün zorbalığı
cihet : yön
ebnâ-yı vatan : vatan evlâtları
esaret : esirlik
esaret-i rezile : aşağılık esirlik
fermân-ı mezuniyet : mezuniyet belgesi
fersah fersah : beş kilometre beş kilometre, çok hızlı (Fersah, yaklaşık 5 kilometrelik bir uzunluk ölçüsüdür.)
feyz-i iman : iman bereketi, imanın verdiği bolluk
fikren : düşünce olarak
hakikat-i İslâmiye : İslâmiyetin hakikatleri, gerçekleri
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
hevâ-i nefis : nefsin geçici, lüzumsuz istek ve arzuları; kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme
hükümfermâ : hüküm süren
hürriyet-i şer’iye : şeriatın belirlediği hürriyet
ihtar etmek : hatırlatmak, ikaz etmek
israfat : israflar, savurganlıklar
istibdat : baskı, zulüm
istidad : yetenek
istidad-ı fıtrî : yaratılıştan gelen istidat, doğal yetenek
ittibâ : tâbi olma, uyma
lezaiz-i nâmeşrûâ : İslâmın izin vermediği lezzetler, haram lezzetler
mahcur : malını kullanmaktan men edilmiş, mal üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınmış kimse
mebâdi : ilkeler, temeller, temel bilgiler
milel-i mütemeddine : medenileşmiş milletler
muşa’şa’ : parlayan
müddeâ : iddia edilen şey
mürâât-ı ahkâm : hükümlere riayet etme, uyma
müsabaka etmek : yarışmak
müsavat : eşitlik
müteaffin : kokuşmuş
neşvünemâ : gelişip büyüme, yetişme
sadr-ı evvel : İslâmın başlangıç devrindekiler, sahabeler
Sahabe-i Kiram : Şerefli Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, ahmaklık
sefih : ahmak, beyinsiz; yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün
serbestiyet : serbestlik
sû-i tefsir : kötü yorumlama
şiddet-i cû' : açlığın şiddeti
şimendifer : tren
tahakkuk : gerçekleşme
tayyetmek : atlamak; uzun mesafeleri kısa zamanda geçip gitmek
tecavüzat : tecavüzler, saldırılar
tefsir : yorumlamak, açıklamak
tekemmül-ü mebâdi : gelişip mükemmelleşmenin ilkeleri, temelleri, temel bilgileri
teshil : kolaylaştırma
vahşet : ilkellik
vahşet-engiz : korkunç, ürkütücü
zaman-ı kàsıra : kısa zaman


 

uður1

Well-known member
Sizin dünyaca bazı müşkilatınız, senin hesabına beni bir parça müteessir etti. Fakat madem dünya baki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline "Yahu bu da geçer" kalbime geldi. (Lâ ayşe illâ ayşül âhirah=Gerçek hayat ancak ahiret hayatıdır.(Buhari)) düşündüm, (İnnallâhe maassâbirîn=Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.(Bakara-153)) okudum, (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn=Muhakkak ki biz Allah’ın kullarıyız ve ona döneceğiz.(Bakara-156)) dedim. Senin yerine teselli buldum. Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın. "Sözler"in neşrine manilerin çoğalması sizi müteessir etmesin. İnşaallah neşrettiğin miktar bir rahmete mazhar olduğu zaman, pek bereketli bir surette o nurlu çekirdekler, kesretli çiçekler açacaklar.

(Bediüzzaman Said Nursi – 23. Mektubdan)

Lügatler
Abd: kul
Âhiret : öteki dünya, öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
Bâki : devamlı, kalıcı, ölümsüz
Bedel: karşılık
Bereket :bolluk, çokluk, ihsan
Cenâb-ı Hakk :Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Hayır :iyilik, güzellik
İnşaallah :Allah izin verirse, Allah nasip ederse
Kesret: çokluk
Kul : emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle
Mani :engel, özür, men etme, engelleme
Mazhar :sahip olma, nâil olma, erişme

Mikdar :parça, kısım, bölük, kıymet, değer, derece
Musibet :bela, felaket, afet, dert
Müşkilat: zorluklar
Müteessir :etkilenen, etkilenmiş
Neşir :yayılma, dağılma
Neşretmek :yaymak, dağıtmak, yayınlamak
Nev’ :çeşit, sınıf, cins, tür
Nur : ışık,aydınlık, parlaklık
Rahmet :merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek
Sabır :acıya ve zorluğa katlanmak
Suret : biçim, şekil
Teselli :avunmak, kederli bir kimseyi ferahlandırmak

 

uður1

Well-known member
[h=1]DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ[/h]8.5.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Geniş ve muşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyâkat—zira çocuğa geniş olmaz—şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takvâ ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kâmet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

[SUP]1[/SUP]
خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kâidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub-u medeniyet kesb ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Ta ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekàsı olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Duru olanı al; bulanık olanı bırak!

Lügatler :
âdât : âdetler, alışkanlıklar
âdât-ı milliye : millî adetler
adem-i liyâkat : liyakatsizlik, lâyık olmama
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
âl-i himmet : gayreti yüksek
binaenaleyh : bundan dolayı
düsturu’l-amel : işin prensibi, kuralı
ecnebî : yabancı
ehl-i takva ve vicdan : Allah’tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri
elhasıl : kısaca, özetle
fena : kötü
fünun : fenler, bilimler
hâlât : durumlar, hâller
hevâ : nefsin hoşuna giden faydasız arzular; yetenekleri, duygu ve düşünceleri nefsin emrine verme
heves : nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
hevesat : gelip geçici, nefsin hoşuna giden istek ve arzular
hudud-u hürriyet : hürriyetin sınırı
iktida : uyma
israfat : israflar, savurganlıklar
ittihad-ı millî : millî birlik
kâide : kural, prensip
kâmet-i merdane-i istidad-ı milliye : millî yeteneğin mert görünüşlü endamı, boyu
kavim : millet; aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan insan topluluğu
kesb etmek : kazanmak
kesb-i medeniyet : medeniyet kazanma
libas : elbise
maalmemnuniye : memnuniyetle
mâye-i bekà : devamlılığın mayası, temeli
mehasin-i medeniye-i kesire : çok sayıdaki medeniyet güzellikleri
mehasin-i medeniyet : medeniyetin güzellikleri
mesavî : kötülükler, zararlar
mezhep : takip edilen yol; anlayış, görüş
millet-i Osmaniye : Osmanlı milleti
muhafaza etmek : korumak
muhalif : aykırı
muhannes : kadınlaşmış erkek
muhanneslik : kadınlaşma işi
muhat olma : çevrilme, kuşatılma
muvafık : uygun
muzahraf : sahte, yalancı, kof
müşkilü’t-tahsil : elde edilmesi zor
müteaffin : kokuşmuş
mütereccile : erkekleşmiş kadın
sanayi : san’at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri
sefahet : ahmaklık, beyinsizlik; yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük
seyf-i şeriat : şeriat kılıcı
sû-i intihap : kötü seçim
sû-i tâlih : kötü talih, baht
şebabet : gençlik
tarikiyle : yoluyla
tefsir : açıklama, yorum
terakkiyat-ı medeniye : medenî ilerlemeler, kalkınmalar
zîb ü zîver : süs ve ziynet, altın-gümüş
zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriat : şeriatın hayat pınarının tatlı suyu
zünub ve mesâvî-i medeniyet : medeniyetin günahları ve kötülükleri
zünub : günahlar
zünub-u medeniyet : medeniyetin günahları


[h=1]ZELZELE YANİ DEPREMİN MANEVİ SEBEBLERİ VE HİKMETLERİ 14. SÖZÜN ZEYLİ -2[/h]
ON DÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ(2)
İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?

Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen, ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir. (HAŞİYE)

Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقوُا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً
[SUP]1[/SUP]
Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
(HAŞİYE) : Hem Rus gibi olanlar (Bu tâbir SSCB dönemi Rusya’sına aittir), mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp bunlara hiddet ediyor.
[SUP]1[/SUP] : Enfâl Sûresi, 8:25.


[h=2]Lügatler : [/h] adaletullah : Allah’ın adaleti
âlâ-yı illiyyîn : yücelerin en yücesi
biçare : çaresiz
canip : taraf, yön
cihet : yön, taraf
dar-ı teklif ve mücahede : sorumluluk ve mücadele yeri
ebedî : sonsuz
ehl-i iman : iman edenler, mü’minler
ehl-i küfür : küfür ehli, inanmayanlar
ekseriyet : çoğunluk
esfel-i sâfilin : aşağıların en aşağısı
eşhâs : şahıslar, kişiler
fiilen : davranışla
gayretullah : Allah’ın hak dinini koruma sıfatı
hak : doğru, gerçek
hakikat : gerçek, doğru
harekât : hareketler, davranışlar
hikmet-i İlâhî : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması
iktiza : gerektirme
iltihaken : katılarak
iltizamen : taraftar olarak
iştirak : ortak olma, katılma
kabil-i nesh olmayan : hükmü kaldırılamayan
keffâretü’z-zünub : günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile
kısm-ı âzam : büyük kısım
Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşr : öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme
mazlum : zulme uğrayan
mensuh : hükmü yürürlükten kalkmış olan
meydan-ı tecrübe ve imtihan : deneme ve imtihan meydanı
musibet-i âmme : büyük ve genel musibet
mücahede : nefisle mücadele, cihad
müsabaka : yarışma
nâs : insanlar
rahmet : şefkat, merhamet
Risale-i Kader : Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)
sır : gizli gerçek, gizem
sırr-ı kader : kader sırrı
sırr-ı teklif : kulluk sırrı, insanların Allah tarafından görevlendirilerek dünyaya gönderilmesinin anlamı
taallûk etmek : ilgili olmak
tahrif edilmek : değiştirilmek, bozulmak
tehir : erteleme, sonraya bırakma
teklif : görev yükleme, sorumluluk
terakki : ilerleme
zelzele : deprem, sarsıntı



 

uður1

Well-known member
Her olay ya bizzat ya neticesi ile güzeldir
26 Ekim 2011 / 00:01
Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ (1 âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.
Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, “kar“ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder. Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir. (Sözler, On Sekizinci Söz)
(1) “O [Allah] herşeyi en güzel şekilde yarattı.” Secde Sûresi, 32:7.
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
alet-i tenasül-ü insan : insanın üreme organı
ayn-ı edep : edebin tâ kendisi
bârid : soğuk
bâridâne : soğukça
esmâ : isimler
eşya : şeyler, varlıklar
gayât-ı fıtrat : yaratılış gayeleri
hacâlet : utanç
hacâlet-âver : utanç verici
hararetli : sıcak
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hilâf-ı edep : edebe aykırı
hilkat : yaratılış
hodgâm : kendi keyfini düşünen, bencil
ihzar : hazırlama
inkılâp : değişim, dönüşüm
inkişaf : açılma, gelişme
intizamsızlık : düzensizlik
istidat : kabiliyet, yetenek
kitabet-i kudsiye : kutsal yazılımlar, yazılar
kudret-i fâtıra : yaratıcı kudret
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küllî : büyük, genel
mahlûk : yaratık
mahz-ı edebî : edebin tâ kendisi
mânâsız : anlamsız
mazhar : görünme yeri
menba-ı edep : edep kaynağı
muhakeme : değerlendirme
muntazam : düzenli
muzır : zararlı
mücehhez : cihazlanmış, donanmış
nazar : bakış, düşünce
nazdar : nazlı, cilveli
nazenin : ince, nazik, nazlı
neşvünema : büyüyüp gelişme
perde-i hacâlet : utanç perdesi
rahmet : şefkat, merhamet
Sâni : herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
şer : kötü
tâbirât : tabirler, ifadeler
tahavvül : değişim, başkalaşma
taslit : musallat olma, sataşma
tâzib : azap, eziyet
tazyik : baskı
telâkki etmek : kabul etmek
terhis : vazifeye son verme
vazife-i hayat : hayat vazifesi
zahir : dış görünüş
zahiren : görünüş itibariyle
zahiri : görünürde
zahirperest : dış görünüşe önem veren
zahirperestlik : dış görünüşe önem verme
zelzele : deprem, sarsıntı
 

uður1

Well-known member
Duâlarınız Kabul Olsun
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal, 9)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50/1980)
Allâh Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bir müslümanın, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı duâ kabûl olunur. Bir kimse din kardeşine hayır duâ ettikçe, yanında bulunan vazîfeli bir melek ona, “Allâh duânı kabûl etsin, aynı şeyleri sana da versin!” diye duâ eder.” (Müslim, Zikir 87, 88; İbn-i Mâce, Menâsik, 5)
Şu hâlde biz, hem müslüman kardeşlerimiz için duâ etmeli, hem de onlardan duâ talebinde bulunmalıyız. (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Muktedir: Tam bir kudret sahibi olup hiçbir konuda zerre kadar zorlanmayacak şekilde gücü yeten demektir.
Kısa Günün Kârı
Bu soğuk günlerde depremzede kardeşlerimize, vatanımızın asayişini sağlayan güvenlik güçlerimize dualarda bulunalım.
Lügatçe
peşpeşe: Birbiri ardından.
gıyâbında: Kendi yokken, arkasından.
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.5.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Geniş ve muşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyâkat—zira çocuğa geniş olmaz—şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takvâ ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kâmet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

[SUP]1[/SUP]
خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kâidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub-u medeniyet kesb ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Ta ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekàsı olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Duru olanı al; bulanık olanı bırak!

Lügatler :
âdât : âdetler, alışkanlıklar
âdât-ı milliye : millî adetler
adem-i liyâkat : liyakatsizlik, lâyık olmama
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
âl-i himmet : gayreti yüksek
binaenaleyh : bundan dolayı
düsturu’l-amel : işin prensibi, kuralı
ecnebî : yabancı
ehl-i takva ve vicdan : Allah’tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri
elhasıl : kısaca, özetle
fena : kötü
fünun : fenler, bilimler
hâlât : durumlar, hâller
hevâ : nefsin hoşuna giden faydasız arzular; yetenekleri, duygu ve düşünceleri nefsin emrine verme
heves : nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
hevesat : gelip geçici, nefsin hoşuna giden istek ve arzular
hudud-u hürriyet : hürriyetin sınırı
iktida : uyma
israfat : israflar, savurganlıklar
ittihad-ı millî : millî birlik
kâide : kural, prensip
kâmet-i merdane-i istidad-ı milliye : millî yeteneğin mert görünüşlü endamı, boyu
kavim : millet; aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan insan topluluğu
kesb etmek : kazanmak
kesb-i medeniyet : medeniyet kazanma
libas : elbise
maalmemnuniye : memnuniyetle
mâye-i bekà : devamlılığın mayası, temeli
mehasin-i medeniye-i kesire : çok sayıdaki medeniyet güzellikleri
mehasin-i medeniyet : medeniyetin güzellikleri
mesavî : kötülükler, zararlar
mezhep : takip edilen yol; anlayış, görüş
millet-i Osmaniye : Osmanlı milleti
muhafaza etmek : korumak
muhalif : aykırı
muhannes : kadınlaşmış erkek
muhanneslik : kadınlaşma işi
muhat olma : çevrilme, kuşatılma
muvafık : uygun
muzahraf : sahte, yalancı, kof
müşkilü’t-tahsil : elde edilmesi zor
müteaffin : kokuşmuş
mütereccile : erkekleşmiş kadın
sanayi : san’at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri
sefahet : ahmaklık, beyinsizlik; yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük
seyf-i şeriat : şeriat kılıcı
sû-i intihap : kötü seçim
sû-i tâlih : kötü talih, baht
şebabet : gençlik
tarikiyle : yoluyla
tefsir : açıklama, yorum
terakkiyat-ı medeniye : medenî ilerlemeler, kalkınmalar
zîb ü zîver : süs ve ziynet, altın-gümüş
zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriat : şeriatın hayat pınarının tatlı suyu
zünub ve mesâvî-i medeniyet : medeniyetin günahları ve kötülükleri
zünub : günahlar
zünub-u medeniyet : medeniyetin günahları


 

uður1

Well-known member
Duâlarınız Kabul Olsun
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal, 9)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50/1980)
Allâh Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bir müslümanın, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı duâ kabûl olunur. Bir kimse din kardeşine hayır duâ ettikçe, yanında bulunan vazîfeli bir melek ona, “Allâh duânı kabûl etsin, aynı şeyleri sana da versin!” diye duâ eder.” (Müslim, Zikir 87, 88; İbn-i Mâce, Menâsik, 5)
Şu hâlde biz, hem müslüman kardeşlerimiz için duâ etmeli, hem de onlardan duâ talebinde bulunmalıyız. (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Muktedir: Tam bir kudret sahibi olup hiçbir konuda zerre kadar zorlanmayacak şekilde gücü yeten demektir.
Kısa Günün Kârı
Bu soğuk günlerde depremzede kardeşlerimize, vatanımızın asayişini sağlayan güvenlik güçlerimize dualarda bulunalım.
Lügatçe
peşpeşe: Birbiri ardından.
gıyâbında: Kendi yokken, arkasından.
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.5.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Geniş ve muşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyâkat—zira çocuğa geniş olmaz—şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takvâ ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kâmet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

[SUP]1[/SUP]
خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kâidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub-u medeniyet kesb ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Ta ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekàsı olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Duru olanı al; bulanık olanı bırak!

Lügatler :
âdât : âdetler, alışkanlıklar
âdât-ı milliye : millî adetler
adem-i liyâkat : liyakatsizlik, lâyık olmama
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
âl-i himmet : gayreti yüksek
binaenaleyh : bundan dolayı
düsturu’l-amel : işin prensibi, kuralı
ecnebî : yabancı
ehl-i takva ve vicdan : Allah’tan korkan, emirlerine bağlı olan dindar kimseler ve vicdan sahipleri
elhasıl : kısaca, özetle
fena : kötü
fünun : fenler, bilimler
hâlât : durumlar, hâller
hevâ : nefsin hoşuna giden faydasız arzular; yetenekleri, duygu ve düşünceleri nefsin emrine verme
heves : nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
hevesat : gelip geçici, nefsin hoşuna giden istek ve arzular
hudud-u hürriyet : hürriyetin sınırı
iktida : uyma
israfat : israflar, savurganlıklar
ittihad-ı millî : millî birlik
kâide : kural, prensip
kâmet-i merdane-i istidad-ı milliye : millî yeteneğin mert görünüşlü endamı, boyu
kavim : millet; aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan insan topluluğu
kesb etmek : kazanmak
kesb-i medeniyet : medeniyet kazanma
libas : elbise
maalmemnuniye : memnuniyetle
mâye-i bekà : devamlılığın mayası, temeli
mehasin-i medeniye-i kesire : çok sayıdaki medeniyet güzellikleri
mehasin-i medeniyet : medeniyetin güzellikleri
mesavî : kötülükler, zararlar
mezhep : takip edilen yol; anlayış, görüş
millet-i Osmaniye : Osmanlı milleti
muhafaza etmek : korumak
muhalif : aykırı
muhannes : kadınlaşmış erkek
muhanneslik : kadınlaşma işi
muhat olma : çevrilme, kuşatılma
muvafık : uygun
muzahraf : sahte, yalancı, kof
müşkilü’t-tahsil : elde edilmesi zor
müteaffin : kokuşmuş
mütereccile : erkekleşmiş kadın
sanayi : san’at, zanaat, beceri, hüner; ham maddeleri işleyerek mamul madde haline sokmak için uygulanan işlem ve araçların bütünü; endüstri
sefahet : ahmaklık, beyinsizlik; yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük
seyf-i şeriat : şeriat kılıcı
sû-i intihap : kötü seçim
sû-i tâlih : kötü talih, baht
şebabet : gençlik
tarikiyle : yoluyla
tefsir : açıklama, yorum
terakkiyat-ı medeniye : medenî ilerlemeler, kalkınmalar
zîb ü zîver : süs ve ziynet, altın-gümüş
zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriat : şeriatın hayat pınarının tatlı suyu
zünub ve mesâvî-i medeniyet : medeniyetin günahları ve kötülükleri
zünub : günahlar
zünub-u medeniyet : medeniyetin günahları


 

uður1

Well-known member
Ebu Said el-Hudri Radiyallahu Anh anlatıyor: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

"Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vereyim mi?

İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak, ölünceye kadar ALLAH yolunda çalışır.

İnsanların en şerlisine gelince, o da, ALLAH'ın Kitabı'nı okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir."

(Nesai, Cihad 8)
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.6.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.

Ey hamiyetli ebnâ-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi, yani hürriyet altında istibdadı ve mezâlimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mâzinin çukurunda medfun olan istibdâdâtı veyahut seyl-i hurûşân-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezâlimi, bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mâzi ve hâl meyanında delinmez bir sedd-i âhenin çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti, eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir. Eğer vebâ-yı âğraz-ı şahsiyeye müsadif olsa, istibdâd-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil; ta ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle meyusiyet ve mahvolmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı mâderde tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihâde-i saha-i vücut olduğu anda hükümfermâlığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeye uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi beş hakaik-i sabite üzerine teessüs edecek.

Birinci hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz: bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi... Veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi. Ey millet, biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut hodserane ile bunu zayıf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.


Lügatler :
âdât-ı milliye : millî âdetler
ahval : hâller, durumlar
cemiyet-i millî : millî cemiyet, topluluk (İttihad Terakki)
ebnâ-yı vatan : vatan evlâtları
ecza : cüzler, parçalar
efkâr-ı fâside : bozulmuş fikirler
efkâr-ı umumiye : halkın genel düşüncesi, kamuoyu
galeyana gelmek : coşup taşmak
hakaik-i sabite : değişmez gerçekler, esaslar
hakikat : esas, gerçek
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyeti savunma, koruma gayreti
hamiyetli : din, vatan, aile, millet, hak, hukuk gibi değerleri koruma duygusu ve gayreti olan
hodserane : serkeşçesine, dik başlılıkla
hükümfermâlık : egemenlik, hüküm sürmek
ihtiyarî : isteğe bağlı, iradeyle yapılan
ihyâ etmek : hayat vermek, canlandırmak
ilcaat-ı zaman : zamanın zorlamaları
inkılâp : değişim, dönüşüm
istibdad : baskı ve zulüm
istibdâdât : istibdatlar, diktatörlükler
istibdâd-ı mutlak : her bakımdan sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük
kadem-nihâde-i saha-i vücut : varlık âlemine ayak basma
külfet : zorluk
lezaiz : lezzetler
mâlik olmak : sahip olmak
mazhar olan : erişen, nail olan
mâzi : geçmiş
mecmu : bütün, hep
medfun olan : defnedilmiş, gömülmüş olan
meşveret-i şer’iye : şeriata uygun istişare, fikir alış verişi
mevt-i ebedî : sonsuz ölüm
meyan : orta, ara
meyusiyet : ümitsizlik
mezâlim : zulümler, haksızlıklar
muhalefet : karşıt olma, aykırılık
mutazammın : içine alıcı, kapsayıcı
müsademat : çarpışmalar, çatışmalar
müsadif olmak : tesadüf etmek, rastlamak
neşvünema : büyüyüp gelişme
rahm-ı mâder : ana rahmi
saadet : mutluluk
satvet : güç
sedd-i âhen : demir sed
seyl-i hurûşân-ı zaman : zamanın çağlayarak akan seli
sofra-yı nimet : nimet sofrası
sun’î : yapmacık, sahte
şerit : dar, uzun dokuma parçası
taht-ı Belkısî : Belkıs’ın tahtı
tarih-i hayat-ı hürriyet : hürriyet hayatının tarihi, tarihi geçmişi
tazyikat : baskılar, sıkıştırmalar
teessüs edecek : kurulacak
tekmil : mükemmelleşme
temaşa etmek : bakmak, seyretmek
tezelzül : sarsıntı
umum : herkes
vebâ-yı âğraz-ı şahsiye : şahsî kinlerin vebası; kişisel kin mikrobu
zaman-ı mâzi : geçmiş zaman
zaruri : zorunlu


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.10.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
İran’lı bir Nur talebesinin Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bir mektubu

“Türkiye Cumhuriyetine tâbi Isparta’nın Barla nahiyesinde mukim pek muhterem, faziletmeab Bediüzzaman Hazretlerine takdim olunur.”

Pek muhterem, faziletmeap, Üstad-ı muhterem Bediüzzaman Hazretlerine,

Herşeyden evvel selâm ve hürmet-i mahsusumu takdim, sıhhat ve afiyette devamınızı Cenab-ı Kadîr-i Mutlak Hazretlerinden temenni ve niyaz eylerim. Lütfen ahvâl-i âcizânem istifsar buyurulursa, lehülhamd velminne, vücud-u fânim, baki İran’da, Rizaiye vilâyetine tâbi Mergivar mahallinde Dize karyesinde imrar-ı hayat etmekte olduğumu arz eylerim.

Bu geçen kırk yıl zarfındaki inkılâb-ı zaman dolayısıyla müstağrak olarak uzaklara düşmüş bulunmaklığım hasebiyle, sıhhat ve afiyetinizden bîhaber kalmış, daima vücud-u muhtereminizi soruşturmak, birinci emel ve arzularımdan idi. Cenâb-ı Hak Hazretlerine çok şükür, bugünlerde muhterem kardeşimiz Subay Tayyip İranlı vasıtasıyla sıhhat haberlerinizi aldığımdan son derece memnun ve mütehassis oldum. Kadîr-i Zülcelâl din-i Mübin-i İslâmın hizmet ve saadeti için sizi pek çok zaman lütuf ve himayesinde masun ve mahfuz buyursun. Âmin.

Kıymettar telifatınızdan Nur’un İlk Kapısı, Asâ-yı Mûsa, Rehberü’ş-Şebab ve diğer kitaplarınızın birçoğu, muhterem kardeşimiz vasıtasıyla elime geçti ve son derece memnun oldum. İnşaallah, bunlardan behreyab oluruz. Bu ilk mektubum olmak dolayısıyla fazla tasdî’den içtinapla hatime verir, sıhhat ve afiyetinize mübeşşer, sıhhat ve vücud-u muhtereminizin devamını Hâlık-ı Mutlaktan niyaz eylerim.

Lütufnamenizi alacağıma ümitvar, hazretlerinden temenni ve niyaz eylerim efendim.

Merhum Seyyid Abdülkadirzâde, muhibbiniz

Seyyid Abdullah

***
Suriyeli küçük bir Nur talebesinin Üstad Bediüzzaman Hazretlerine gönderdiği mektup

22 Şevval 1373

Fahrü’l-İslâm Üstad-ı Âzam Bediüzzaman Hazretlerine,

Kemal-i ihtiramla hâk-i pâ-yi zât-ı âlilerinize yüzümü ve gözümü sürerek öperim. Altı yaşındayım, Ramazan-ı Şerifin yirmi altıncı gününde Kur’ân-ı Kerîmi hatmettim. Suriye’de en küçük bir Nur talebesiyim. Arkadaşlarımdan on bir talebe daha Kur’ân-ı Kerîmi hatmettiler. Hepimiz namaz kılıyoruz. Bu mektupla fotoğrafımı Urfa Nur talebeleri vasıtasıyla zât-ı maâl-i sıfat-ı âlilerinize gönderiyorum. Çok rica ederim, mübarek hatt-ı şerîfinizle fotoğrafın arka tarafına bana bir-iki cümle dua yazınız, tekrar fotoğrafımı iade buyurmanızı rica ederim. Pederim Abdülhâdi, hak-i pâ-yi âlilerinizden öper, dualarınızı talep eder.

Suriye Derbasiye nahiyesine tâbi

Âliye köyünde Nur talebelerinden

Hüseyin Abdülhadi

***
Risale-i Nur âlem-i İslâmda olduğu gibi, Avrupa’da da hüsn-ü kabule mazhar olmuştur. Risale-i Nur’un hüsn-ü kabule mazhariyetine nümune olarak Finlandiya’daki “Tampereen İslâmilaisen Sevrakume İmamı Habiburrahman Şakir”in iki mektubunu derc ediyoruz.
İmam Habibur Rahman Shakir
الامام حبيب الرحمن شاكر،
(Tampereen İslamilaisen seurakunnan imaami)
امام المحلة الاسلامية في تامبري،
Adres: Tampere – Finland
Vellamonkatu 21

القائم بتبليغ الدعوة الاسلامية بفيلانده.

Pek muhterem kardeşim,
وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحَمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتَهُ

Hediye olarak gönderdiğiniz pek kıymetli eser, yani el-Mesneviyyü’l-Arabî min Risaleti’n-Nur isimli kitabı aldım. Bu münasebetle, cenabınıza teşekkürlerimi bildiriyorum. Allah-ı Kerîm, her dileğinizi atâ eylesin diye dua ediyorum.

Benim için bu kıymetli hediyeniz çok müfid olacak ve benim tebliğ işlerimde daha yardım edecektir, inşaallah. Size de daima ecir ve sevabı erişip duracağında, sadaka-i câriye kabilinden olacağında elbette şüphe yoktur.

Kitabın müellifi Said Nursî Hazretlerini de bize tanıtmanızı rica ederim. Hürmet ve selâmlarımla.

Habiburrahman Şakir

Lügatler :
ahvâl-i âcizâne : bir tevazu ifadesi olarak “Allah’ın âciz ve zavallı bir kulu olarak sağlık durumum, halim” mânâsında bir ifade
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
Allah-ı Kerîm : sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah
âmin : “Allah’ım kabul eyle”
arz etme : söyleme, ifade etme
Asâ-yı Mûsa : Mûsâ’nın (a.s.) Asâsı anlamına gelen Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bir eser

atâ eyleme : bağışlama, ihsan etme
baki : kalan, devam eden
behreyab olma : pay sahibi olma, hisse alma
bîhaber : habersiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Cenâb-ı Kadîr-i Mutlak : nihayetsiz kuvvet ve kudret sahibi, şeref ve azamet sahibi olan Cenâb-ı Allah cenap
: taraf, yön; büyüklük ve hürmet maksadıyla söylenen saygı ifadesi
derc etme : yerleştirme
din-i Mübin-i İslâm : hak ve hakikati açıklayan İslâm dini

ecir : sevap, iyilik
el-Mesneviyyü’l-Arabî min Risaleti’n-Nur : Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan Arapça olarak kaleme alınan Mesnevî-i Nuriye adlı eser
emel : arzu, istek

Fahrü’l-İslâm : İslâm dünyasının iftihar vesilesi, övünç kaynağı
faziletmeab : çok faziletli, erdemli, üstün özelliklere sahip

hâk-i pâ-yi âlileriniz : mübarek ve yüce zatınızın ayağının tozu, toprağı
hâk-i pâ-yi zât-ı âlileriniz : mübarek ve yüce zâtınızın ayağının tozu, toprağı
Hâlık-ı Mutlak : bütün kâinatın sınırsız güç ve kudretiyle mutlak yaratıcısı olan Allah
hasebiyle : dolayısıyla, itibariyle

hâtime : sonuç
hatmetme : tamamlama, bitirme
hatt-ı şerîfiniz : şerefli yazınız, kendi mübarek hattınız, el yazınız
hazret : saygıdeğer (saygı ve yüceltme maksadıyla kullanılan bir ifade)
himaye : koruma
hürmet-i mahsus : özel saygı ve hürmet

hüsn-ü kabul : güzel bulunma, iyi şekilde kabul edilme; güzel karşılanma
içtinab : kaçınma, çekinme
imrar-ı hayat etme : hayat sürme, yaşama
inkılâb-ı zaman : zamanın değişimi; yönetimdeki değişim süreci
inşaallah : Allah izin verirse

İslâmilaisen Sevrakume : Müslüman mahallesi, Müslümanların oturduğu bölge, yer
istifsar buyurulma : sorulma, bir durum hakkında açıklama istenme

kabil : tür, benzer, gibi
Kadîr-i Zülcelâl : sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve kudreti her şeyi kuşatan Allah
karye : köy

kemâl-i ihtiram : kusursuz ve mükemmel saygı, hürmet
kıymettar : kıymetli, değerli
lehülhamd ve’l-minne : ezelden ebede her türlü hamd ve minnet Allah’a mahsustur
lütuf : iyilik, ihsan

lütufname : hoş, güzel yazı, mektup; bir saygı ve hürmet ifadesi olarak saygın bir zatın cevap olarak yazmış olduğu yazıya verilen isim
mahal : yer, mekân
masun ve mahfuz buyursun : sağlam bir şekilde korusun ve muhafaza etsin

mazhar : erişme, nail olma
mazhariyet : bir nimete nail olma, erişme
muhib : seven, dost
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukim : ikamet eden, oturan

mübeşşer : müjdelenmiş, kendisine müjdeli haber verilmiş
müellif : telif eden, kitap yazan
müfid : faydalı, yararlı
müstağrak : dalmış, bir şeyle meşgul olup dalma
mütehassis olma : duygulanma, hislenme
nahiye : bucak
niyaz : dua, yalvarıp yakarma
Nur’un İlk Kapısı : Üstad Bediüzzaman tarafından “Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve bir çekirdeği” olarak isimlendirilen ve 1925 yılında sürgün edildiği Burdur’da yazılan bir eser

nümune : örnek, misal
peder : baba
Ramazan-ı Şerif : şerefli Ramazan ayı
Rehberü’ş-Şebab : Gençlik Rehberi; gençlere hak ve doğru yolu göstermek ve onları inançsızlık tehlikelerinden korumak için Risale-i Nur’dan derlenen bir eser
saadet : mutluluk

sadaka-i câriye : sürekli hayra sebep olan ve sevabı öldükten sonra da yazılmaya devam eden sadaka
Şevval : Hicrî ayların onuncusu
şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
tâbi : bağlı
takdim : sunma

tasdî : baş ağrıtma, rahatsız etme
tebliğ : bildirme, ulaştırma
telifat : telifler; yazılmış eserler
temenni : dileme, isteme

ümitvar : ümitli
Üstad-ı Âzam : en büyük Üstad
Üstad-ı muhterem : muhterem, saygıdeğer Üstad; Bediüzzaman Said Nursî
vilâyet : il
vücud-u fâni : geçici, ölümlü varlık, beden
vücud-u muhterem : saygıdeğer ve hürmete lâyık varlık; değerli şahsiyet
zarfında : içinde

zât-ı maâl-i sıfat-ı âli : yüksek vasıf ve niteliklerin sahibi olan şerefli, yüce zât

 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

ON DÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ(4)
Altıncı sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, adeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hadise nazarıyla bakarlar. Bu hadisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kast ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali, belki hiçbir şeyi cüz’î olsun küllî olsun irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezasıyla, zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip ateşlendiriyor.

Haydi, madenî inkılâbat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur, başka olamaz. Meselâ bir adam bir tüfekle birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip biçare maktulün büs bütün hukukunu zayi etmek ne derece belâhet ve divaneliktir.

Aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, “Ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için ateşlendir” diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamâkatin en eşneidir.


Lügatler :
ahval : haller, vaziyetler
anâsır-ı külliye : büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş
belâhet : aptallık
cilve : görünüm, yansıma
cüz’î : az, küçük
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ef’al : fiiller, işler
efrad : fertler, bireyler
ehl-i dalâlet ve ilhad : sapıklık ve inkâr ehli, dinsizler
ehl-i gaflet ve tuğyan : gaflete dalanlar ve zulüm ve taşkınlıkta çok ileri gidenler
ehl-i iman : iman edenler, mü’minler
emr-i Rabbânî : herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın emri
envâ : çeşitler, türler
eşne : en çirkin ve fena, iğrenç
Hâlık-ı Arz ve Semavat : gökleri ve yeri yaratan Allah
hamâkat : ahmaklık
hâmi : koruyucu
hasr-ı nazar etmek : bakışı tek bir yere yöneltmek
hikmet-i İlâhî : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması
iddihar edilmek : biriktirilmek, depolanmak
ihtiyar : irade, istek, tercih
inkılâbat : inkılaplar, büyük değişimler
intibah : uyanış
irade : istek, tercih, dileme
Kadîr-i Mutlak : sınırsız güç ve kudret sahibi, herşeye gücü yeten Allah
Kadîr-i Zülcelâl : sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah
kâinat : evren, yaratılmış her şey
kasd-ı İlâhî : Allah’ın kasdı, isteği, hedefi
mazhariyet : sahip olma, üzerinde gösterme
meşiet : dileme, irade, istek
mukteza : gerektirme
muntazam : düzenli
musahhar : emir altına girmiş, boyun eğmiş
mümanaat etmek : engel olmak
münakkaş : nakışlı
tasarrufat : faaliyetler, uygulamalar
temerrüd : inat etme
tetimme : ek, tamamlayıcı not
zîşuur : şuur sahibi, bilinçli
zulümatlı : karanlıklı

 
Üst