Tefeül...

uður1

Well-known member
Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve duran saat benzetmesi

Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve duran saat benzetmesi
18 Ekim 2011 Salı 07:39
Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve duran saat benzetmesi
“Arap Baharı” adı verilen Tunus’ta başlayan, Mısır, Libya ve Suriye’de devam hürriyet talepleri dalgası Türkiye’de sistem tartışmalarını da tetikledi. Bu tartışmaya vesile olan Star Gazetesi Yazarı Mustafa Akyol’un “Gayr-i Resmi Yakın Tarih” adlı kitabındaki bir bölümde bahsi geçen; Milli Görüş hareketinin anlayış olarak “küfür rejimi” dedikleri demokratik sistemi içselleştirmesi anlamındaki değişmelerinde Risale-i Nur hareketinin etkisinden bahsetmesiydi.
Daha sonra RisaleHaber olarak Mustafa Akyol’la yaptığımız röportajda aynı konuyu tekrar sorduk. Kitabındaki görüşüne ilave olarak İslâmi Sistem vurgusunun iktidarı ele geçirme kavgası zemininde yürütülüp iktidar olunduğu zaman “Bundan sonra ne olacak?” sorusunun cevapsız kaldığını söyledi. “Eğer insanlar samimi olarak inanmıyorsa polis zoruyla namaz mı kıldıracaksınız? Zorla başörtüsü mü taktıracaksınız? İhlas nerede kalır?” gibi karşılığı olmayan suallere cevap bulunamıyor demişlerdi. Halbuki, Bediüzzaman hareketini imanı kurtarmak üzerine başlatmış, “Zaman imanı kurtarmak zamanı” demişti. Sistemin adına İslâm konulduğu zaman mesele bitmiyor. Konu iktidar savaşı düzleminde sürdürüldüğünde, “Laikler yerine biraz da biz iktidar olalım” gibi sadece dünyevi bir maksat kutsi bir kavram olan cihadın amacı gibi anlaşılmaya neden olmaz mı?
Röportaj sonrası “off the record” sonrası da sohbetimiz bu minval üzerineydi. Sayın Akyol yazılarında bu konuyu ele aldı. Şimdi bu tespitini gerek röportajları ile gerek gazetedeki yazıları gündeme getiren Mustafa Akyol’a Yeni Şafak yazarı aynı zamanda SDE (Stratejik Düşünce Enstitisü) Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay birkaç makalesi ile değerlendirmelerde bulundu. Bir cümlesi bir paragraf uzunluğundaki yazılarında Akyol’a cevap verirken dolaylı olarak Nurcularla ilgili bir itham yer alıyordu. Risale Haber de bu değerlendirmelerin bazı bölümlerini iktibas etti. Yazıların tamamını değil de “Nurcularla Milli Görüş çizgisinin sistem tartışmaları o kadar basit değil” cümlesini de içinde yer alan yazının bütününü merak saiki ile bir iki defa doğru anlamak maksadıyla okudum.
Yasin Aktay, hem düşünce hem bilim adamı kişiliği yanında dini bilgisi ve yaşayışı ile takdiri hak eden entelektüel birikimli bir isim. Başında bulunduğu düşünce kuruluşunun (SDE) Türkiye’nin karar vericilerine ufuk açacak mutfak çalışmalarında “Aşçıbaşı” konumunda olduğu biliniyor. İktidara da politika üretiminde karar vermelerinde önerilerde bulunuyorlar. Düşüncelerini münhasıran hazırladıkları raporlarla, gazetelerdeki makaleleriyle ve tv programlarındaki konuşmalarından tanıyoruz. Düşünen, sorumluluk hisseden her kişi ve kuruluşun görüşlerini, önerilerini yönetenlere bildirmesi gayet tabi olumlu bir faaliyet.
Yalnız Nurcular ve Milli Görüş hareketi arasındaki sistem algısını değerlendirmek “o kadar basit değil derken” sayın Aktay’ın çok yüzeyden bir değerlendirme ile ustaca bir ithamdan da geri kalmadığı görülüyor. Nurcuların davası, fikri yapısı ve tezlerini sadece AB’ye taraf olması noktasına indirgemesi, meseleyi ne kadar basit yaklaştığının göstergesiydi. Cihanşumül boyut kazanmış, “Arap Baharı” hareketlerinde ihvan-ı Müslümin grubunun şiddetten uzak ve temkinli duruşunda Risale-i Nur un etkisini bölgeyi iyi tanıyan gazeteci–yazar ve ulema kabul ediyor.
Milli Görüş hareketi ile Nurcuların davasını sistemler yaklaşımında mukayese etmek olaya yanlış yerden bakmaktır. Hizmet önceliklerinde belki binde bir ağırlığı olmayan AB meselesi ile Nurcuları duran saatin günde iki kere doğru göstermesine benzetmesi Yasin Aktay’a yakışmamıştır. Bediüzzaman Said Nursi’nin 100 yıl önce telif edilen eserlerindeki fikirlerinin seviyesi ve standartlarına dünyanın henüz gelemediği gibi bir kelimesine de itiraz vuku bulmamıştır. Ülke tarihinde en büyük sosyal değişime vesile olan Risale-i Nur’lara ön yargılı ve uzak durması başında bulunduğu düşünce kuruluşunun amacının ne kadar vizyoner olduğunun sorgulanmasına sebep olur.
Burada sırası gelmişken Risale-i Nur hareketinden bir hatırayı nakletmek isterim.
• “Bediüzzaman ve talebeleri sürgün yeri olan Kastamonu’dan Denizli hapsine gönderilir. Yıl 1944. Bediüzzaman talebeleri ile görüştürülmez. Mahpuslar muhtelif ihtiyaçlarını hapishaneye yakın bir bakkaldan kontrollü olarak kendileri alırlar. Bakkal nur talebelerine her alış verişe gittiklerinde hakaret eder. Yani müşterilerine hakaret ediyor. Ne tuhaf bir durum. Kader bu ya… Bakkal nasıl bir suç işledi ise gün gelir aynı hapishaneye düşer. Bediüzzaman hemen bir pusula ile talebelerine haber gönderir. “Sakın ola o adama (bakkala) hiçbir şey söylemeyin” der. Yani “oh oldu” anlamına gelecek bir davranıştan men eder.
• Üstad Bediüzzman Cumhuriyet dönemimde en şiddetli baskıya maruz kalmış, ama cumhuriyeti Eskişehir mahkemesinde savunduğuna tarihçe-i hayatından referans göstermiştir.
• İkinci Dünya savaşında başta İnönü vardır. Tek parti tek şef döneminin zulümleri malum. İnönü Türkiye’nin savaşa girmesini istemiyor Bediüzzaman da istemez. Talebeleri sorar “Niye harbe karşı çıktın?” Suali soranlar İnönü’nün mağlubiyetini zimnen istedikleri anlaşılıyor. Bediüzzaman, “Kardeşim biz bir ferec isteriz ancak kâfirin kılıncıyla değil” der. Önemli olan prensip ve ülke için kişsel değil yüksek siyasi vizyon.
İktidar olmak meseleyi halletmiyor. Değerler inşası olmadan iktidar olmak dalgalı denizdeki hafif gemiye benzer. Ehli dünyaya olan özen, lüks ve çağın fantaziyeleri insanların imana ihtiyaçlarının şiddetini daha da artırıyor.
İktidar, sağlam beşeri inşa üzerine oturmazsa raiyet riyakâr olur. Sistem mistem meselesi teferruattır. Hüsnü Mübarek döneminde Anayasasında “şeriata aykırı kanun yapılamaz hükmü varmış. Şimdi bu hüküm kaldırılacakmış. Laiklik sistemi getirilecekmiş” tezlerine en şedit tepki yine milli görüş hareketi içinden gelen bir sivil toplum kuruluşu yöneticisinden dinledim. Hayret ettim. Ya madem bu anayasanın hükümleri değişmemesi gerekiyor da niye Hüsnü Mübarek gitsin diye milyonlar Tahrir meydanına çıktı? Olayı sadece yasalardaki bir hükme endekslemek ne kadar sağlıklı bir düşünce.
Sayın Yasin Aktay, Başbakan’ın Mısır’da dile getirdiği “laiklik” meselesine en sert tepkiyi kendileri göstermişlerdi. Mustafa Akyol da Başbakanı doğru bulduğunu yazdı. Sayın Aktay Kemalizmin despot uygulamaları ile laikliği eşdeğer değerlendirdiği için tezinin arkasını getirmedi. Bediüzzaman bu konuda da ilkeli bir tanım yapıyor. “Laiklik odur ki, dinsizlere ilişilmediği gibi dindarlara da ilişilmemeli” diyor. Kemalizmin totaliter uygulamasından tarifi ayırıyor.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve duran saat benzetmesi

Haşir Risalesi niçin yazılmıştır?
16 Ekim 2011 Pazar 07:40
Kur’ân âyetlerinin mühim bir kısmını teşkil eden Haşre dâir âyet-i kerimelerin önemini kavrayabilmek için, Üstad Bedîüzaman Hazretlerinin o günün atmosferinde sarsıntıya maruz kalan Haşir meselesinin, öldükten sonra hesap vermek üzere dirilişin ‘Kadîr’ isminin mazharı olarak ne derece beşer hayatında ve mü’minlerin akideleri üzerinde mühim bir yer tuttuğunu, bu meşhur Risalenin te’lifiyle ortaya koymuştur.
Allah, insanı iki şeyle mükellef kılmıştır:
Biri: Şahsî farzlar
Diğeri: Şahsî sünnetler Fıkhî terimiyle, farz-ı ayn ve sünnet-i ayn diye adlandırılır.
Bunların dışında bir de ‘Şeâir-i İslâmiyye’ denilen farz-ı kifayeler ve sünnet-i kifayeler mühim bir yer tutmaktadır.
Bunlar, şahsî farzlardan daha önemlidir.
İlmî, edebî ve amelî sâhadaki uygulamalara baktığımızda söz konusu şeâirin uygulanmadığını görmekteyiz.
Bu yazımızda bahse konu hususların detayına girmeyeceğim. Bağımsız bir konu olarak ele alınmasında yarar var. Ancak şunu hemen ifade etmeliyim ki, % 95’lik bir oranı teşkil eden farz-ı ayn ve sünnet-i ayna nisbetle sadece % 5’i teşkil eden ve uygulaması devlete ait olan bu şeâir-i İslâmiyye ( Faizin kapısını kapatmak, kumar, zina ve içki meselesini halletmek, kadınların tesettürü, v.s….) , kifâye farz ve kifâye sünnetlerdir. Her ne kadar % 5 lik bir oaranı teşkil etse de, şahsî farz-ı ayn ve sünnet-i aynlerden daha ehemmiyetlidir. Dîn-i mübîn-i İslâm’ın ana temelini teşkil etmektedir. Ana temel olan bu şeâirin sarsılmasıdır ki, Üstad Bediüzzaman’ı böyle mühim bir konuyu işlemeye sevk etmiştir.
Meselâ, Ezân-ı Muhammedîyi okumak sünnettir. Bu sünnetin ihyâsı, bin şahsî farzdan daha mühimdir.
Böyle bir sünnetin kesintiye uğraması ve yasaklanması, gazab-ı İlâhîyi celbettiği gibi, uygulayıcıları ve boyun eğenleri de mes’ul duruma düşürmektedir. Bu yüzdendir ki, Bediüzzaman Hazretleri yasak sürecinde orijinal aslı dışında ezan okumamış ve okutmamıştır.
Şahsî sorumluluk başkadır, ümerânın sorumluluğu daha başkadır.
Ümmetin bütün fertleri, Haşirdeki mahkeme-i kübrâda, farz-ı ayn, farz-ı kifâye, sünnet-i ayn ve sünnet-i kifayelerden, özellikle de şeâir-i İslâmiyeden hesaba çekilecektir. Hiçbir insan, hiçbir amelinde serbest değildir. Özgür olması, eyleminin sonucunu ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Gözünün neyi gördüğünden, kulağının neyi işittiğinden, dilinin neyi konuştuğundan, kısaca küçük-büyük tüm ef’âlinden, ahvâlinden ve akvâlinden sorumludur.
Ümerâ; şeâir-i İslâmiyeyi uygulama alanına sokmazsa, ulemâ; ehemmiyetini ve ifade ettiği mânaları halka anlatmazsa, avâm-ı mü’minîn de icrâ ve tatbikine taraftar olmazsa, sorumluluğu ve vebali büyüktür.
Şu kâinatı tekvînî olarak binbir ismine mazhar eden Zât-ı Akdes, teklîfî olarak da ef’âl, akvâl ve ahvâlimizi, ilmî, edebî ve amelî bağlamda binbir isminin tecellisinden gelen ahkâm-ı İlâhiyyeye ve özellikle de bu ahkâm içinde önemli bir yer tutan şeâire bağlamıştır.
Öyle ise, her mü’min fert bilmeli ve asla unutmamalıdır ki, Haşir meydanında bir muhasebe ve sorguya tâbi tutulacaktır. Kur’ân ve Sünnet-i Nebeviyye hepimizin yakasına sarılacaktır. Amellerimiz, Kitap ve sünnet kriterlerine göre tartılacaktır.
Zalim-mazlum, âsi-itaatkâr, mü’min-kâfir, şirk-hidâyet v.s her şey ve her fiil, en hassas terazi ile ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilecek, sonuçlar; Âdil-i mutlak olan Kadîr-i Zülcelâl tarafından ortaya konacaktır.
İşte Haşir Risalesi, söz konusu muhasebe ve muhâkemeyi insanlara, özellikle de ehl-i îmâna izah ve isbat etmektedir.
Bu eserin te’lif edilmesinin asıl gayesi, böyle bir muhasebe ve muhakemeye insanların hazırlanmasını sağlamak için ikaz ve irşâd etmektir. Böyle bir hazırlık ise, kâinat tılsımını açmakla birlikte, insanın tercihine bırakılmış eylemlerinde Kur’ân ve Hadisi hâkim kılmakla mümkündür.
Çünkü insanın sorumlu olduğu haklar iki kısımdır:
1.Hukûkullah
2.Hukûku’l-ibâddır.
Bu iki hukuka da riâyet etmeyen mahkeme-i kübrâda büyük ceza çeker. İşte Haşrin ispat gayesi budur.
Yani kâinat sistemini kuran Allah (c.c), beşere her kademe ve alanda hayata dâir bir sistem önermiş, ona uymaya da dâvet etmiştir. İşte insan oğlu, Kurân ve Sünnetle çerçevesi çizilen bu sisteme uymadığı zaman, hukûkullah’a ve hukûk-u ibâda tecâvüz etmiş olur. Cezası ise, hem dünyada, hem de ukbâda verilecektir.
Kendini idare edemeyen bir beyinciğe sahip olan insan, küllî akla teslim olmalı, kâinat Hâlıkının koyduğu sisteme boyun eğmelidir. Şirkin her çeşidinden kaçınmalı, fürûzât-ı İlâhiyeyi yerine getirmelidir. İnsanlar arasında da adaleti temin etmelidir.
Risale-i Nurun mesleği; sadece Zât-ı İlâhiyeyi isbat değildir. Belki öncelikle, eline eserleri alır, eserden fiili,fiilden ismi, isimden sıfatı, sıfattan ta Zât-ı Akdes-i İlâhiyyenin vücûb-u vücûd ve vahdetini isbat eder. Daha sonra da, imanın altı rüknünü ve beş esâsat-ı İslâmiyeyi bunun üzerine bina ederek şirkin her çeşidini reddeder. İmânî rükünlerin bir tek cüz’ünü inkâr etmeyi bütünü inkâr etmek olarak gösterir. İlâhî bir hükmü inkâr etmenin, ahkâm-ı İlâyyenin bütününü inkâr etmek hükmünde olduğunu isbat eder. Çünkü iman, Resûl-i Ekrem (ASM)’ın Allah’tan getirdiği hükümlerin tümünü kalben tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibarettir. İmân küllîdir, tecezzî ve inkisam kabul etmez.
Bu Risalede işlenen konu, cismânî haşir olup, aynı zamanda cismen değil de, sadece ruhen dirilişi savunan bâtıl anlayış ve algılamaları da hiç bir tereddüt ve şüpheye meydan bırakmayacak netlikte izah ve isbat eder. Meselâ, Hıristiyanlar genellikle âhirette yalnız ruhların haşredileceğini, insanların bedenleri ile değil, sadece ruhları ile cennet veya cehenneme gidecekleri yönünde bir inanca sahiptirler. Bu inancın çürütülmesi de, özellikle günümüz konjoktüründe önem arz etmektedir.
Diğer Risalelerde olduğu gibi;Hak ve hakikatı teferruatıyla izah, Kur’ânî delillerle isbat ve açıklamalarla insanlığı şirk, tereddüt, evham ve boş saplantılar çıkmazından kurtarıp imanın güzelliklerini ve mânevî lezzetini yaşatan bu eserden Rabbim istifademizi ziyade eylesin inşâallah…
NOT: İnşâallah kısmet olur ve Rabbim muvaffak kılarsa, Haşir Risalesi üzerine denemelerime devam etmek arzusunda olduğumu ifade etmek isterim.
 

uður1

Well-known member
Cevap: Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve duran saat benzetmesi

Denizli’den Isparta’ya Mevlid heyecanı
12 Ekim 2011 Çarşamba 12:28
9 Ekim 2011 saat sabahın sekiz buçuğu. Denizli Yeni Asya Temsilciliğinin önünde tatlı bir telaş. Denizlili ağabeyler, dershanede kalan kardeşler ve yapacağımız piknik için malzemeler… Hepsi yolculuk için hazır. Bir iki ufak tefek aksaklıktan dolayı yaşanan kısa bir gecikmeyle de olsa yola çıkıyoruz. Denizli-Isparta arası yaklaşık iki saat sürüyor. Hep beraber yapılan tatlı sohbetlerin ve ilahilerin eşliğinde Isparta’ya doğru yola çıkıyoruz.
Üstad’ımızın memleketi olarak kabul ettiği, bağrına bastığı ve Üstad’ı bağrına basan, en ağır şartlarda sahip çıkan mübarek bir beldeye doğru yola çıkmanın tatlı heyecanı hepimizin yüreğini sarıyor.
Şoförümüz Cafer ağabey hız limitini aşmamaya azami özen gösteriyor. Yol üzerinde Afyon’un güzel bir ilçesi olan Dinar’dan geçiyoruz. Kendisi de Dinar’lı olan Emin ağabey Dinar’ın mübarek bir belde olduğunu ve nurların neşrinde önemli hizmetlerde bulunmuş bir ilçemiz olduğunu söylüyor. Fakat Dinar’ın geri kalmış olduğunu da üzülerek belirtiyor Emin ağabey. Bunu da Dinar’lıların memleketlerine yatırım yapmamasına bağlıyor.
Sonunda taşıyla toprağıyla mübarek belde olan Isparta’ya varıyoruz. Isparta’nın dört bir yanını süslemiş olan Bediüzzaman mevlidi afişleri dikkatimizi çekiyor. Nurun bayramı olarak değerlendirdiğimiz böyle gelişmelerin artarak devam etmesi için hep beraber dualar ediyoruz. Şimdi programımızın en önemli bölümlerinden birine başlıyoruz. Üstad’ın uzun yıllar ikamet ettiği ve şimdi ‘’Bediüzzaman Müzesi’’ olarak misafirleri ağırlayan mübarek eve doğru revan oluyoruz.
Üstadın evinde yüzlerce nur talebesi… Türkiye’nin dört bir yanından mevlit amacıyla gelmiş olan nur talebeleri üstadın evini ziyaret etmeyi de ihmal etmiyor. Birçok insan heyecan içinde, bazılarının gözleri yaşlı. Burada çok nurani ve mübarek bir hava hissediliyor. Birkaç hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra hafifçe çiseleyen yağmurun eşliğinde mevlidin yapılacağı Isparta Ulu Camii’ne doğru hareket ediyoruz.
Üstad ve Nur Talebeleri adına okutulan mevlid-i şerifin ardından farklı diyarlardan gelen dostlarla buluşmak için camii bahçesine çıkıyoruz. Ulu camii avlusunda şiddetini arttıran yağmura inat büyük bir kalabalık… Ankara, İstanbul, İzmir, Denizli, Adana, Malatya, Kocaeli, Muğla ve daha birçok ilden gelen Nur gönüllüleri. Her ilden gülümseyen simalar… Muhabbete doyum olmaz, ama bir daha ki sefere tekrar buluşabilmek umuduyla Isparta’dan ayrılıyoruz.
Ayrılırken kardeşlerimizi 20 Kasım yapılacak Denizli Mevlidine davet etmeyi de ihmal etmiyoruz. Denizli’ye dönüş yolunda yağan yağmur şiddetini arttırıyor. Piknik yapmayı planladığımız yerde bizi sağanak yağmur karşılıyor. Ama otobüsteki herkes kararlı… Bu pikniği ne olursa olsun yapacağız diyor Emin ağabey… Yemekler yeniyor ve sırılsıklam bir şekilde otobüse doğru hareket ediyoruz. Böyle bir pikniği hiçbir yerde yapamayacağımızı da düşünerek Denizli’ye varıyoruz.
Dudaklarımızda nurlu marşlar ve gönlümüzde tazelenen Nur ve Üstad muhabbeti ile…

Kürt meselesinin çözümünde Bediüzzaman’dan projeler
15 Ekim 2011 Cumartesi 07:17
Kürt meselesinin çözümünde Bediüzzaman’dan projeler
(Risale Akademi’nin Kızılcahamam konferansına sunduğum tebliğimden 2. kesit)

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.

O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.
2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.
3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.
4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.
5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.
6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.
7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.
8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.
9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.
10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.
11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.
b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.
c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet'in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:
Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir. (3)

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)
Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.
Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.
Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.
Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.

d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar.“Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)

g-Kanun-u adalet ve te'dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ'dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhiyle i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)

(Devam edecek)

ÖNEMLİ İKİ NOT:
1-Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan beyefendinin annesi muhtereme Tenzile Erdoğan hanımefendiye Cenab-ı Erhamürrahimin’den sonsuz rahmet, sayın Başbakan’ımıza ve Erdoğan ailesine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.
2-Nadir yetişen ilim adamlarımızdan değerli kardeşim Prof. Dr. Ahmet Akgündüz beyin yine çok ses getireceğine inandığım, yeni çıkan üç ciltlik eserinden birincisi dünyaya gelmiş bulunuyor. Adı: İslâm ve Osmanlı Hukûku Külliyatı Kamu Hukuku. İkizlerinin de inşallah sağ-salim arkadan geleceğine inanıyorum.
Osmanlı Araştırmaları Vakfı yayınları arasında çıkan bu kitap, gördüğüm ve incelediğim kadarıyla sadece hukukçuların değil, ilahiyat ve diyanet teşkilatının, araştırmacıların, yazarların, müftü, vaiz, ve vaizelerin, kurumlarımızın, kütüphanelerimizin, İslâm ve Osmanlı hukukunu görmek, okumak isteyen herkesin el kitabı ve muracaat kaynağı olmaya namzed bir kitaptır. Hocamızı tebrik ediyor, başarılarının devamını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. V.K

DİPNOTLAR:
1-Tevbe, 9 / 31
2-Nursi, aynı yer.
3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat
4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.
5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58
6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55
7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14

Rüya ile ‘dışarıdan bakmak’
16 Ekim 2011 Pazar 08:01
Bir şeyi bütünüyle görebilmek için dışından bakmak gerekir.
Kendine bakmak için de bu yüzden dışına çıkmak olan, bir şekilde seyri sülük, bu anlamı da içerir.
Örneğin; Bediüzzaman'ın öykülediği benzer bir kendine bakma süreci ardından, mezar taşındaki ‘Said’ yazısını gördüğü durum, kendine dışarıdan bakmanın tamamlanmış bir şeklidir.
Şüphesiz bu süreç rüyanın bütüncül (bütüne sadık kalarak yapılan) bir kurgusundan ibarettir; görülen hakikattir, dışarıdan hayata bakmanın ve hakikatini bütün olarak görebilmenin bir yolu böyle bir rüya ortamına katılmaktan geçmektedir.
Rüya, dünyanın dışına çıkmanın neticesinde, ki uyku ya da yakaza hali de bunu sağlayacaktır, yeniden gözlerinin açılıp dışarıdan seyredilmesidir.
Sembollerin çokluğu ve gizli anlamların belirmesi bütünü kavramakta zorlanmamızdan dolayı, bize görünecek olan (dünyanın) karmaşık (imajiner) yüzüdür.
Rüya parçaları, deyim yerindeyse ham görüntülerdir; özel anlamları belli şekillerle ‘kesit’lenmiştir; kişiye düşen bu görüntülerden anlamlara uygun kurgulamayı yapmasıdır.
Hakikat açısından bir güven sorunu yaşamaz insan, irade dışı, (hayal gibi iradi değil) ve imkan dahilinde bizzat yaşanmış ve sonuçları görünmüş, aslında devam eden gerçek evren sürecinin kısa bir kesiti olması sebebiyle mesaj yüklü ve hariçten gelen bir bütünü ifade edecektir.
Ayrıca, rüya içindeki mesajlar ve görüntüler kısmen uyandıktan sonra da kişinin zihninde bırakılır.
Bu demektir ki, düşler zihnî bir süreci de taşıyacaktır.
Bu noktada rüyanın içinde de dışında da kullanılabilecek veriler bulunacaktır.
Bazen düş içinde zihni sürecin işlemesiyle bizzat içinde yoruma katılabilinir; kimi zaman da rüyadan uyanıp dünyaya geri döndüğünde reel karşılıkları tabiattan ya da hadisattan eşleştirilebilinir.
Kişisel hayatı bir tür ‘rüya içinde rüya’ olarak yorumlayarak, ham, soyut görüntüleri işleyerek, kurgulayarak bir rüyadan bir rüyaya (uykudan, günlük yaşama) taşıyabilinir.
Diğer taraftan, kişi gördüğü rüyadan sorumlu tutulamaz, çıkaracağı sonuçlarla amel etmek durumunda da değildir; tıpkı seyirci gibi seyrettiklerinden devşirdikleri, kendinin günlük yaşamında bir akis yapabilir ve burada bir irade söz konusu ise sorumluluğu da oluşur.
Kişisel dünyasında oluşturduğu ‘düşsel gerçeklik’ günlük yaşamındaki hadisata nasıl aksederse uyku sonrası rüya öylece başlamış demektir.
Bu noktada tekrar bir yoruma giriş yapılır; bu da hak ile batıl, yalan ile gerçek arasında bir tercihi içerir.
 

uður1

Well-known member
'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'
18 Ekim 2011 Salı 06:47
Slovenyalı solcı filozof Slavoj Zizek (Slavoy Jijek) diye okunur, Radikal gazetesine verdiği mülakatta çok önemli şeyler söyledi.
En önemlisi belki şu:
"İslam her zaman hoşgörülü bir din oldu; 18. ve 19. yy'da İstanbul'a gelen Avrupalı gezginler, buradaki dini hoşgörüden şaşkına dönmüşlerdi. İslam'ın ve özellikle de Osmanlı'nın özgün anlamıyla hoşgörüye sahip olmak anlamında çok gerilere giden bir tarihi var. Eğer çokkültürlülük konusunda bir şey öğrenmek istiyorsak, bu yüzden sizin tarihinize bakmamız gerektiğinin çok açık olduğunu söylüyorum. Şimdi ikinci meseleye geliyorum: Türkiye nasıl böyle hoşgörüsüz bir toplum haline geldi? 20. yüzyılın başında Avrupa'ya baktınız! Mustafa Kemal Atatürk ve Jön Türkler Batı'yı taklit edip modern bir ulus devlet olmayı istediklerinde, Türkiye hoşgörüsüzlükle tanıştı. Burada Ermenilere yapılanlardan da bahsediyorum..."
***
Bu vesile ile, bir daha:
Elhak, gayrimüslimlerin gayrimüslim olarak hayatiyetlerini sürdürme hakları bir 'dogma' olarak Osmanlı Devleti'nin güvencesi altındaydı. Osmanlı Devleti kimseye din dayatmadı. Dil bile dayatmadı. Osmanlı'nın yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğü Kuzey Afrika'da, Ortadoğu'da, Güneydoğu Avrupa'da yerli halkların dilleri değiştirilmedi. Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Romenler, Macarlar, Hırvatlar, Boşnaklar, Arnavutlar Türkçe konuşmazlar. Ama İngilizlerin, Fransızların, Portekizlilerin sadece 100 sene kaldıkları memleketlerde bile onların dilleri konuşulur.
Farklı din ve kültürlere saygı konusunda ders verecek medeniyet İslam medeniyeti, ders alması gereken medeniyet Batı medeniyetidir. Batı medeniyetinin İslam dünyasına öğrettikleri, her şeyden ırkçılık, etnik bozgunculuk, soykırımcılık, asimilasyonculuk ve 'ulus devlet'çilik olmuştur.
Esenlik içinde yaşadıkları Osmanlı ülkesini parçalamaya kalkışan Hıristiyan unsurlar da, onlara zulmeden Müslüman kadrolar yahut Müslüman evladı kadrolar da Batı'nın rahle-i tedrisinden geçmiştiler.
Osmanlı'nın son yıllarına tanık olan İngiliz diplomat-casus Aubrey Herbert der ki: "Osmanlı İmparatorluğu('nun) ... idare mekanizması baştan savmaydı ama bu mekanizma fazla zulüm yapmadan çalışıyordu. Yunan, Bulgar veya Sırp devletlerinden daha sabırlıydı... 1896'da Türk-Yunan savaşında İstanbul'daki Rumlara ait işyerlerinden bütün Rum kâtip ve işçiler Helen ideali için çarpışmaya gittiler ve geri döndüler. Onlara kimse bir şey yapmadı... Anadolu'da yaşayan Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirlerini anlar; aralarında sevgi yoksa bile ilişkileri çok kötü değildir. İnançlar ve ırklar arasında her bir farklılığı şuurlu veya şuursuzca vurgulayan Avrupa'dır. Asya'daki zavallı Hıristiyan azınlığın başına gelen her felâketin bilerek veya bilmeyerek sorumlusu Avrupa'dır. (...) Türkçe konuşan, Hıristiyan dininin emrettiği ibadetleri Türkçe yapan Karamanlı Rumlar hallerinden hoşnut insanlardı. Fakat propaganda veya MEGALO İDEA diye bilinen Asya'nın yeniden fethi düşüncesi, Atinalıların huzursuzluğunu, sakin bir hayat süren Anadolu'daki kardeşlerine ulaştırdı. (...) Eski günlerde Ermenilere "Millet-i Sadık" denirdi... Türkiyenin ilerlemesinde ve gelişmesinde Ermeniler kendileri için iyi bir gelecek bulacakken, Avrupalılar tarafından ayartıldılar ve intihara sürüklendiler." (Aubrey Herbert, Ben Kendim - Osmanlı Ülkesine Son Seyahatler, Çev. Yılmaz Tezkan, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara 1999)
Ayrılıkçı Ermeni örgütlerine önce yakınlık gösteren, sonra da suçlu-masum ayrımı yapmadan bütün Ermenilerin üstüne yürüyen Jön Türkler(den bazıları) da ne yaptılarsa Batılılardan öğrendikleri gibi yaptılar. Sultan Abdülhamid'e karşı mücadelelerinde Ermenilerin desteğini alabilmek için onların etnik hassasiyetlerini kaşımaları nasıl Frenk tarzı bir siyaset idiyse, kurmaya çalıştıkları "ulus devlet"in selameti için Ermenilere –ve cumhuriyetin tek parti döneminde bütün gayrimüslim topluluklara- neredeyse topyekûn düşman muamelesi yapmaları da Frenk tarzı bir siyasetti. Batı medeniyetini benimseyen –ve benimsemeyenlere "mürteci" damgası vurup baskı uygulayan- kadroların dinî azınlıklara karşı işledikleri suçlar asla İslam medeniyetine mal edilemez.
Farklı dinlerin mensuplarına İslamiyet namına zulmedenler olmamış mıdır? Elbette olmuştur ve halen de vardır. Fakat, "öteki" ile münasebetlerde ana yolun Papa 2. Urbanus'tan beri zulüm yolu olduğu ve adalet yolunu tercih edenlerin hep marjinal kaldığı Batı'nın aksine, İslam dünyasında ana yol hep adalet yolu olmuş ve zulüm yoluna sapanlar marjinal kalmıştır. Yani Frenklerin "öteki" ile münasebetlerinde zulüm kaide, adalet istisna iken, Müslümanların "öteki" ile münasebetlerinde adalet kaide, zulüm istisnadır.
Yeni Şafak
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

Tarih yeniden başlıyor
18 Ekim 2011 Salı 05:01
Wall Street işgalcileri ve Roma'da, Madrid'de süren ve dünyaya hızla yayılan protestolar, derinlerde güçlü bir sarsıntının dışa yansıyan işaretleri.
Yeni bir tarih başlıyor. Bu sözü, Fukuyama'nın 'tarihin sonu' tezine karşı söylüyorum. 1991'de Sovyetler Birliği ipi kopan tesbih taneleri gibi dağılınca liberal kapitalizm nihaî zaferini ilan etmişti. Artık tarih, kapitalist düzenin sonsuza kadar devam edeceği, bu yüzden kendini tekrarlayacağı bir otomata bağlanacaktı. Bugünkü tablo tarihin sona ermediğini, liberal kapitalizmin sonunun yaklaştığını haber veriyor. Basit, geçici ve atlatılabilecek bir kriz değil, önümüzde duran tablo. Eski düzeni sürdürerek bulunabilecek bir çıkış yok.
Yunanistan'da 19-20 Ekim'de 48 saatlik bir genel grev yapılacak. Sistemin kendini düzeltme imkânı kalmadığını, komşumuzda büyüyen kriz gösteriyor. Taşıdığı yolcular ve yüklerle senede 100 milyon Euro geliri olan demiryolları idaresinin, sadece çalışanlara ödediği ücret 400 milyon Euro'yu buluyor. Yunan hükümeti, işin içinden nasıl çıksın? Yunanistan'a borç veren Avrupa bankalarını kurtarmak için Yunanistan'ın borçlarının yüzde 50'si silinecek. Tamamı silinse ve Yunanistan'a sıfır faizle yeni borçlar verilse, Yunan vatandaşlarının kabaran öfkesini dindirmek mümkün görünmüyor.
Liberal kapitalizmin yüzde 1'lik mutlu azınlık ile yüzde 99'luk geri kalan kitle arasında sağladığı uzlaşmanın sona ermesi asıl sorunu teşkil ediyor. Uzlaşma demokratik sistemler marifetiyle sağlanmıştı. Sona ermesi sadece ekonomi ile sınırlı kalmayacak bir genel çöküşün habercisi. Uzlaşmayı sürdüren ana unsur devletin üstlendiği sosyal görevler ve bunun için yaptığı kamusal harcamalardı. ABD'de yolların bakımsızlıktan delik deşik olması, gündelik hayatın içinde görebileceğiniz bir sorunun işareti. Cari açık sadece bizim değil, bütün dünyanın problemi. İktidardakiler veya iktidara gelmek isteyenler oy kaybetmemek için kamu harcamalarını kısmak istemiyorlar. Ali Babacan gibi bir ekonomi patronları olmadığı için, vergileri artırmaya da cesaret edemiyorlar. Harcamalarla kaynaklar arasındaki fark borçlanarak kapatılıyor. O zaman da devlet ekonominin üzerinde giderek büyüyen bir kambura dönüşüyor.
İktidarı belirleyen halk olduğuna göre harcamaları kısıp gelirleri artırarak bu açığı kapatmak mümkün değil. Çünkü herkes devlet daha fazla sosyal harcama yapsın, ama daha az vergi toplasın istiyor. Liberal kapitalizmin karşılaştığı bu derin yapısal krizi demokratik karar mekanizmaları ile çözmek bu yüzden mümkün değil. Az üretip çok tüketmeye alışmış ve bunu hayat biçiminin ötesinde kültüre dönüştürmüş toplumların kendi iradeleri ile değişmelerini beklemek neredeyse imkânsız. Atina, Madrid, Roma ve tabii Wall Street bu durumun kanıtı. Sorun basit değil. Yunanistan eninde sonunda iflasını ilan edecek. Peşinden, Portekiz başta, diğerleri gelecek. Devletlerin ekonomik olarak iflas ettiği bir dünyayı şimdiden gözünüzde canlandırmaya başlayabilirsiniz.
Yeni Orta Vadeli Program'ın Ali Babacan tarafından zamların eşliğinde ilan edilmesi Türkiye'nin bu felakete doğru ilerleyen ana akımın dışında kalmak için gösterdiği irade olarak anlaşılmalı. Güçlü ve istikrarlı bir hükümet, üstelik yüzde 50'lik halk desteği ile güven duyulan bir iktidar geniş kitlelere sevimsiz gelecek politikalara cesaret edebiliyor. Büyüme hızının önümüzdeki iki yıl için oldukça mütevazı sınırlara çekilmesi, hemen yanı başımızda yaşanacak depremin sarsıntılarını azaltmaya yönelik bir tedbir olarak görülmeli. Cari açık korkutuyor.
Soruyu tekrarlayalım. Liberal kapitalizmin ve onun mütemmim cüzü olan rekabetçi demokrasinin sınırları içinde kalarak, giderek derinleşen bu ekonomik krizlere ve bu krizlerden neşet eden toplumsal çalkantılara çare bulmak mümkün mü? Sürekli borçla çarkları döndüren ve artık bu borçların temerrüdünde zorluklar çeken ekonomilerden bahsediyoruz. Siyaset bu çalkantılardan hissesine düşeni alıyor ve onlar da çare bulmak yerine toplumdaki protestoların temsilini üstleniyor.
Yeni bir tarihin başındayız. Liberal kapitalizm çöküyor. Devlete yüklenen ekonomik görevler ve sorumluluklar değişecek. Uzunca bir süre yeni sistem arayışları ile geçecek. Bir dünya yıkılacak ve yepyeni bir dünya kurulacak. Hazır olmalıyız.
Zaman

Yeni anayasa asıl kime gerek?

18 Ekim 2011 Salı 05:34
Tabii ki yeni bir anayasa herkese gerek.
Ama herkesten çok CHP'ye, beyaz Türklere, Kemalistlere gerek. Nedenini izah edeceğim. Eminim kendileri de bunun farkında. Benimkisi bir hatırlatma, yüzleşmeye davet.
CHP ve müttefikleri hiçbir serbest seçimi kazanamadılar. Aslında umurlarında da değildi. Evet, halk onları iktidar yapmıyordu, ama devlet iktidarı zaten onlarındı. Devleti kendileri kurmuş, bütün iktidarı da kendilerinde toplamışlardı. Seçimler önceleri birer formaliteydi. Sonradan bu iş ciddiye binip seçimle iktidar el değiştirince 1960'ta askerî darbeyle geri gelmişler, bundan sonra seçimleri kaybetseler dahi iktidarı kaybetmeyecekleri bir 'vesayet rejimi' kurmuşlardı.
Yıllar geçti, araya yeni darbeler girdi ve vesayet rejimi daha da güçlendi. Halkın seçtiği siyasal iktidar günlük işlerle meşgul oldu, CHP ise 'devleti yönetti'. Çünkü CHP yüksek bürokrasiye hâkimdi, yüksek bürokrasi de devlete... Siyaset yol, su, elektrik, iş, aşla meşgul olacak, bunları gerektiği gibi yapamadığı için de halktan 'dayak yiyecekti'.
Ancak bu düzen 1980'lerde Turgut Özal'la bozulmaya başladı. Piyasa ekonomisi, yükselen yeni orta sınıflar, Anadolu burjuvazisi bir yandan, Türkiye'nin dışa açılımının yarattığı dinamikler öte yandan 'bürokratik devleti' ve bu devletin sahibi olan CHP'yi devre dışı bırakmaya başladı. 28 Şubat, vesayeti yırtmaya başlayan siyaseti ve toplumu disiplin altına alma girişimiydi. Olmadı, sivil hayat direndi. AB süreci de bu dirence güç kattı. Rüştünü ispat etmek isteyen kitleler bu defa 'vesayet rejimiyle' iş tutan bir 'merkez sağ' partiyi değil, AK Parti'yi iktidara getirdi. Buna karşılık 'bürokratik devlet'in karanlık uzantıları sayısız darbe girişiminde bulundular. Yine de tedrici bir şekilde 'bürokratik devlet'in kalelerinin birer birer 'düşmesine' engel olamadılar. Cumhurbaşkanlığı'nı 'kaybettiler' önce, sonra YÖK ve üniversiteleri, yavaş yavaş orduyu ve 12 Eylül referandumuyla da yüksek yargıyı.
Artık 'bürokratik devlet' başka ellerde. Bunu iyice anlamış olmalı CHP ve müttefikleri. Cumhuriyet tarihinde ilk defa 'çırılçıplak', iktidarsız, güçsüz, 'devletsiz' ortadalar. Bırakın tahrik edip muhaliflerini ezmek için kullanacakları bir devlet gücünü, sığınacakları bir devlet katı bile kalmadı.
Şimdi anlıyor musunuz, yeni bir anayasaya neden en çok CHP'nin ve onun müttefiklerinin ihtiyacı olduğunu?
Anayasalar zayıfın, güçsüzün, marjinalin, garibanın tek sığınağıdır. Tam da bu nedenle 'devlet iktidarı'na, 'bürokratik oligarşi'ye karşı 'demokratik, hukukun üstünlüğüne dayanan özgürlükçü bir anayasa'yı hep istedi bu ülkenin demokratları. Şimdi bu kervana bence CHP'liler de katılmalı. Çünkü 'devlet iktidarı'nı kaybettiler. O iktidar şimdi 'başkaları'nın elinde ve onlar şimdi demokratik, çoğulcu bir anayasanın korumasına muhtaçlar. İmtiyazsız herkes gibi Kemalistler ve beyaz Türkler de bugün anayasal güvencelere ihtiyaç duyuyorlar.
Bakın, çok açık söyleyeyim; bugün AK Parti için 'yeni bir anayasa' çok acil bir mesele değil. Yüzde elli oyla iktidardalar. Bu ülkeyi on yıldır yönetiyorlar. Devlete de hâkim hale geldiler. Devlet otoritesini esas alan 1982 Anayasası AK Parti için bir nimet olarak bile görülebilir. Hele 12 Eylül değişikliklerinden sonra... Eminim, mevcut anayasayla Türkiye'yi rahatlıkla yönetebileceklerini düşünüyorlardır AK Partililer.
O yüzden AK Parti için 'hava hoş'. Tamam, millete söz verdiler. Millet de bu sözün peşinde 'sivil ve demokratik bir anayasa' için talepkâr. Ama AK Parti'nin Meclis çoğunluğu yeni anayasaya yetmiyor. Muhalefet kaçarsa bu işten, AK Parti'yi kimse mesul tutmaz 'neden yeni anayasa yapmadın' diye.
Kısaca yeni, çoğulcu, demokratik ve sivil anayasa için muhalefetin ve özellikle de CHP'nin bastırması, AK Parti'yi zorlaması lazım. Bunun için de öncelikle 1982 Anayasası'nın 'değişmez maddeleri' gibi konulara takılmayı bıraksınlar.
Ey Kemalistler, beyaz Türkler, CHP'liler! Çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa asıl size lazım. Artık siz de 'sade birer vatandaş'sınız. Temel haklarınızı ve özgürlüklerinizi güvence altına alacak bir anayasa her vatandaş gibi size de lazım. Benden söylemesi...
Zaman


Hükümet'in başörtüsü problemini çözmesi gerekiyor

18 Ekim 2011 Salı 05:48
Hükümet'in başörtüsü problemini çözmesi gerekiyor
Üzerinden çok geçti, ama bu konuda yazmamazlık etmek olmazdı. Hem bunun, politik bir tavır ya da "üstünden atlamak suretiyle mayınlı alandan kaçma" olarak değerlendirileceği kesindi. Bu değerlendirme yanlış olacağı için ve bünye zaten yazmak istediği için "bayat" da olsa, Meclis'teki başörtüsü-kravat mevzuna değinmek şahsıma vacip oldu.
Biliyorsunuz, AK Parti önce Şafak Pavey'in özel durumu nedeniyle kadınların Meclis'te etek giyme zorunluluğunu kaldırmaya yeltenmişken, BDP'nin "başörtüsü de serbest olsun, kravat da takılmayıversin" anafikirli değişiklik önergesi vermesiyle geri adım attı.
Elbette, başta Mustafa Şentop olmak üzere AK partili yetkililerin, Meclis İç tüzüğünde başörtüsüyle ilgili bir madde olmadığını, isteyenin örtüsüyle Meclis'e gelebileceğini hatırlatması güzeldi. Nitekim, "mazi kalbimde bir yaradır" misali kalplerimizde duran Merve Kavakçı hadisesinin yasal dayanağı olmayan, tamamen ideolojik gerekçelere eklemlenmiş, refleksif bir hoyratlığa tekabül ettiğinin altı bir kez daha çizilmiş, o rezaletin gerçek bir 'rezalet' olduğu, bir kez daha ifade edilmiş oldu.
Ancak muhafazakar kitlenin talebi tam da, hukuki bir temeli de, insani bir zemini de olmayan bu ideolojiyle hesaplaşmak değil miydi? Ve hesaplaşmak başörtülü kadınların kısıtlamalarını sonsuza dek kaldırmak yoluyla olmayacaksa, nasıl olacaktı?
Tamam, 2008 yılında AK Parti başörtüsü düzenlemesi nedeniyle kapatılmanın eşiğine gelmiş ve o süreçte kendisine destek vermiş olan MHP, "laikliğe aykırı eylemlerin odağı" ilan edilmemişken, zaten sistem bekçileri nezdinde olağan şüpheli olan AK Parti bu sebeple ceza almıştı. MHP'li Deniz Bölükbaşı'nın daha sonra "başörtüsü meselesinde AKP'yi oyuna getirdik" şeklinde açıklamalar yapması ise, MHP'nin bu konudaki samimiyetini ortaya koymuştu.
Dolayısıyla AK Parti'nin, BDP, CHP ve MHP'nin üçünün birden (dahi olsa) Meclis'e başörtülü ve kravatsız vekillerin girebilmesine olanak sağlayacak önergesini desteklememesi, teklifi geri çekmesi; "tecrübe, yenilmiş kazıkların toplamıdır" şeklindeki o halk deyişini haklı çıkarmakla kalmıyor, AK Parti'nin çekinceli haline de bal gibi haklılık zemini temin ediyor.
Hükümetin, genel seçimlerde başörtülü aday göstermemesinin ve Meclis'teki kılık kıyafeti düzenleyen iç tüzük maddesindeki değişiklik önerisinden geri adım atışının sebeplerinin başında da kanaatimce bu geliyor.
Belli ki, AK Parti ilk başta destek verir gibi gözükerek hükümeti sistemin sinir uçlarına dokunmaya teşvik eden, sonra da geri çekilip manzarayı seyreden "muhalefet" tarzını tecrübe ettiği için artık yoğurdu üfleyerek yiyor.
Yiyor da, bu yoğurdun dibinin ne zaman görüneceği ya da hangi olayla son kullanma tarihinin geldiğinin anlaşılacağı meçhul. Yıllardan bu yana sırf AK Parti'ye zarar vermemek adına başörtüsü talepleri hususunda seslerinin volümünü düşürdükçe düşüren başörtüsü mağdurları, Başbakan Erdoğan'a duyduğu derin sevgiyle sabrediyor. Ancak olayın, insanların "sabreden derviş, açlığından ölmüş" hissiyatına garkolmaya başlamasından önce çözülmesi gerekiyor. Bizzat gözlemlerim sayesinde söyleyebilirim ki, bu toplumun ciddi bir yekunu, hakikaten Başbakan'ı kalpten bir sevgiyle, derin bir yakınlık duygusuyla seviyor, dualarında asla unutmuyor. Ancak bu geniş kredinin sınırları gözükmeden önce, bu sorunun bir hal yolunun da bulunması gerekiyor.
Hayır, yeryüzünde hiç kimse bana Başbakan ve –hatta- çevresinin başörtüsünü dert etmediği, bu meseleyi siyaseten kullandığı yolundaki komplolara inandıramaz. Bu sorunun derdini çekmiş, acısını yaşamış, çocuklarını sırf bu nedenle yurtdışında okutmak zorunda kalmış bir eş, bir baba, Başbakan. Ara ara haberlerine gazetelerde rastlıyorsunuz, O'nun çok yakınları bugün ve hala başlarındaki örtü yüzünden ayrımcılığa uğruyor, uğrayabiliyor.
Ancak Hakk'ı söylemek vazifemizse –ki öyle- bu meselenin gündeme geldiği her bir seferde Başbakan'ın kendine sakladığı ama hepimizin pekala bildiği "başörtüsü sorununu çözememe gerekçeleri" zemin ve irtifa kaybediyor. Artık bu sebeple AK Parti'ye kapatma davası açılabileceğine inanan insanların sayısı ise, giderek düşüyor.
Başbakan'ın bu konuda samimiyetsiz olduğunu hiçbir şekilde ve hiçbir zaman düşünmediğimize göre, O'nun bizim bilmediğimiz çeşitli gerekçelerle hareket serbestisi bulunmayabilir veya mevcut serbestiyet bu konuyu kökünden çözmek için yeterli olmayabilir, bilemiyorum.
Ancak bildiğim ve Hakk adına söylemek zorunluluğu hissettiğim şu; insanlar bekliyor, Başbakan'ı severek, bu sevginin genişliğine sığınarak, felaha çıkacağına inanarak bekliyor. İnsanlar, "şimdi değilse ne zaman?" diye soruyor. Haksızlar mı?
Yeni Şafak
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

Gusülden önce mi, sonra mı?
18 Ekim 2011 Salı 06:01
Soru: Biz emeklilerin çok uğradığı emekli kahvesinde dinî konuları çok konuşur, birçok meselede de kararsız kalırız.
Çünkü aramızda son sözü söyleyecek bilgide biri bulunmadığından konu hep ortada kalır. Bu defa da öyle oldu. Ancak kahvede hep okuduğumuz Zaman'da sizin sorulara verdiğiniz cevapları da okuduğumuzdan konuyu bu defa size sorma gereği duyduk. Karar veremediğimiz mesele şöyle:
-Banyoya girip de gusledecek olan bir kimse, beden tıraşı yapmaya da ihtiyaç duysa, bu tıraş temizliğini önce yapıp sonra mı gusletmeli, yoksa önce guslünü yapıp sonra mı tıraş temizliğine geçmeli? Bazıları önce tıraş temizliğini yapmalı, sonra gusletmeli, dediler. Bazıları da, cünüpken tıraş temizliği yapılmaz, önce guslünü yapmalı, sonra tıraş temizliğine geçmeli, diye iddia ettiler. Gerçekten de cünüpken tıraş olunmaz mı, önce gusül yapılıp sonra mı tıraş temizliğine geçilmeli?
Cevap: Evet, önce gusül yapılıp cünüplükten çıkılmalı, ihtiyaç duyuluyorsa sonra tıraş temizliğine geçilmeli, saç ve tüyler beden temizken kesilmelidir. Çünkü cünüpken tırnak ve saç kesip, beden tüylerini tıraş etmek mekruhtur denilmiş, kerahetle caiz olduğu ifade edilmiştir!.
Nitekim Gazali hazretleri bu konuyu İhya'sında anlatırken tıraş temizliğinin gusülden sonra yapılmasına işarette bulanarak:
- Cünüp kimsenin tırnak kesmesi, tıraş olması, etek ve koltuk altını temizlemesi, kan aldırması veya vücuttan herhangi bir parça kopartması uygun değildir, dedikten sonra çünkü demiş, mahşerde beden dirilirken bu parçalar tümüyle bedene geri döneceğinden temizken tıraş olmalı ki temiz olarak geri dönmüş olsunlar bedene!..
Ayrıca, insan bedeni tümüyle mübarek ve muhteremdir. Bedenden ayrılan parçalar da bu mübarekliğe uygun düşecek şekilde temiz olarak ayrılmalı, kirli halde bedenden atılmamalıdır.
Burada esas açıklanmaya ihtiyaç olan önemli konu şu olmalıdır:
- Ömür boyu bedenden ayrılan bu parçaların tümü de dirilirken bedene iade edileceğine göre, bu parçalar toplandığı bedeni kocaman bir hilkat ucubesi insan halinde büyütmüş olmaz mı? Ömür boyu atılmış olan parçaların tümü de birleşerek bedende toplanmış oluyorlar çünkü... Bu konuyu akla yaklaştıran bir izah olmalıdır, diye düşünürken, Bediüzzaman Hazretleri'nin İşarat-ü'l-İcaz tefsirindeki Haşr-i Cismani bahsinde, diriliş konusunu akla yaklaştıran açıklaması dikkatimizi çekiyor. Bu orijinal izahı sizlerle paylaşarak konuyu bağlamış olayım isterseniz. Haşirdeki dirilişin iki türlü yorumunu şöyle anlatıyor:
-Arkadaş! Zahire nazaran haşirde ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. (Yani bedenin asli parçaları ile, kesilerek atılmış olan öteki parçaları birlikte dirilirler.)
Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan her cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu da ona işarettir. (Yani ilk bakışa göre yorum böyledir.)
Fakat Tahkik'e göre ise bitkilerin tohumları gibi "acb'üz-zeneb" tabir edilen bedendeki bir kısım çürümeyen zerreler, insanın tohumu hükmünde olup haşirde o zerrelerin üzerine insanın tüm bedeni inşa edilerek kolayca şekillenecektir!"
Demek ki, toprağa düşen çekirdeğin içinden nasıl bir ağaç çıkarsa, insanın bedenindeki çürümeyen "acb'üz-zeneb" çekirdeğinden de öyle bir insan bedeni tüm parçalarıyla normal şekilde doğacaktır.
Yoksa, hayat boyu bedenden ayrılmış parçaların hepside en sonunda bedende toplanarak kocaman bir hilkat ucubesi insan görüntüsü meydana gelmiş olmayacaktır.
Bundan dolayı bedenin tıraş temizliği cünüpken değil de beden temizken yapılmalı, ayrılan parçalar da temiz olarak ayrılmalı ki, sonunda bedenin "acb'üz-zeneb" çekirdeğine temiz olarak girsin, vücut temiz parçalar üzerine inşa edilerek doğmuş olsun, "acb'üz-zeneb" çekirdeğinden.
Evet, hadiste, insanın kuyruk sokumundaki "acb'üz-zeneb" tabir edilen bir kemiğin çürümeyeceğine, insan dirilirken tohum durumundaki bu çürümeyen zerrelerin içinde gelişerek doğacağına işaret olunmuştur.
Zaman

Kalkış noktası neresi, varış noktası nereye düşer?

17 Ekim 2011 Pazartesi 08:20
Bizim Müslümanlıkla kurduğumuz ilişki, epistemolojik, sadece bilgilenmeye dayalı bir ilişkidir; üstelik de kuru bilgilere ve ruhsuz bilgilenme biçimlerine... Çağrımızın kurmadığı bir çağda mahkûm olduğumuz zihnî kaymanın, savrulmanın çokça belirleyici olduğu; çağın hâkim duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerinin şekillendirdiği; her şeyi/mizi tersyüz edici; her türlü kullanıma elverişli, sadece kullanım değerine sahip; dolayısıyla, aslî değil, arızî bir ilişki bu.
O yüzden sahici değil. O yüzden sorunlu. O yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz sürekli olarak: Arızî bir ilişki olduğu için de, sürgit arıza üretiyor, önleyemediğimiz arızaların taarruzlarına maruz bırakıyor bizi.
O yüzden heyecanlandırmıyor. O yüzden hayatî bir önem arzetmiyor. O yüzden, kolaylıkla vazgeçilebilir'dir.
Çünkü esaslı bir oluş, varoluş ve fikir çilesine dayanmıyor Müslümanlıkla kurduğumuz ilişki. Bedeli ödenmiş, hak edilmiş muhkem bir irtibat değil. O yüzden bu kurduğumuz "olsa da olur, olmasa da" türünden ilişki biçimi, bizi de, İslâm'ın kendisini ve İslâm algımızı da zapturapt altına alıyor; teslim alıyor.
* * *
Çağrımızın çağrısının çağımızı olmasa bile, bizim algımızı, idrak biçimlerimizi belirleyemediği bir zaman diliminde, biz, istediğimiz kadar Kur'ân ve Sünnet'e gidelim diye çırpınalım; aslâ muvaffak olamayacağımızı bile idrak edebilmiş değiliz hâlâ.
Önümüzde devâsa bariyerler var oysa: Zihnî bariyerler öncelikle. Aşmamız gereken ama aşamadığımız için üzerimizden silindir gibi geçen yok edici bariyerler bunlar.
Kur'ân'a ve Sünnet'e bihakkın gidebilmemiz için, bu bariyerleri aşmak zorundayız. Bunun ilk ve temel adımı, bir kalkış noktası fikri ile bir varış noktası fikrine sahip olabilmektir.
Kalkış noktası, "burası"dır; içinde yaşadığımız çağ. Varış noktası ise "orası" yani Kur'ân ve Sünnet. Biz zihnimizi tarumar eden, İslâm algımızı şekillendiren çağ körleşmesinden ötürü, kalkış noktası ve varış noktası fikrine sarahatle sahip olamıyoruz bir türlü. Çünkü içinde yaşadığımız çağ, sadece Batı uygarlığının çağrısının (zaman-mekân algısının; Tanrı'yı, eşyayı, insanı ve dünyayı kavrayış biçimlerinin) belirlediği ve kendisi dışındaki bütün çağrıları devre dışı bırakarak, hepsine kısa devre yaptırdığı bir çağdır.
* * *
İşte semantik intihar olarak adlandırdığım fenomeni doğuran şey bu: Biz mevcut algılama biçimlerini, duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini terk edemediğimiz sürece, varış noktasına sağlıklı bir şekilde gidebilmemiz imkânsızdır; zordur değil, imkânsızdır.
Ayaklarımızı bulunduğumuz yere bizim algılama biçimlerimizle, duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerimizle sağlam bir şekilde basamadığımız bir yerden çıktığımız yolculuk, bizi kendisine benzetmeden, kendi rengine boyamadan varış noktasına götürebilir mi?
Eğer kalkış noktasından, yani buradan, bu çağın ağlarından ve bağlarından, idrak biçimlerinden yola çıkarak Kur'ân'a ve Sünnet'e gitmeye kalkışırsak, burayı, buranın duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini ve kalıplarını Kur'ân ve Sünnet algımıza giydirmekten başka bir şey yapmış olmayız.
* * *
O hâlde, varış noktasının (yani çağrımızın) kalkış noktamızı (yani burayı, çağı) şekillendirebilmesi gerekir. Bunu ancak Efendimiz'le yapabiliriz. Efendimiz'in yaptığı gibi yapabiliriz: Ümmîleşmek olarak tarif ettiğim, önce, çağın ağlarından ve bağlarından, bağlamlarından ve kavramlarından kurtulma; ondan sonra, çağa girme ameliyesine soyunduğumuz zaman, kalkış noktası'nın önümüze çıkardığı bariyerleri aşabilmemiz mümkün olabilir.
Başka bir deyişle, İslâm'la, Kur'ân'la, dolayısıyla Efendimiz'le kurduğumuz epistemolojik ilişkiyi, -çağımızda yalnızca Bediüzzaman'ın sahabe risalesinde enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi- ontolojik irtibata dönüştürebildiğimiz; yani "peygamberimizle" çağdaşlaşabildiğimiz ve "peygamberimizi" çağdaşımız kılabildiğimiz zaman, çağ körleşmesinden kurtulabilir, varış noktasıyla kalkış noktasını buluşturabiliriz. İşte o zaman, çağrımızın çağını kurma sürecinde bir mesafe katedebiliriz.
Yeni Şafak


Tarih yeniden başlıyor

18 Ekim 2011 Salı 05:01
Wall Street işgalcileri ve Roma'da, Madrid'de süren ve dünyaya hızla yayılan protestolar, derinlerde güçlü bir sarsıntının dışa yansıyan işaretleri.
Yeni bir tarih başlıyor. Bu sözü, Fukuyama'nın 'tarihin sonu' tezine karşı söylüyorum. 1991'de Sovyetler Birliği ipi kopan tesbih taneleri gibi dağılınca liberal kapitalizm nihaî zaferini ilan etmişti. Artık tarih, kapitalist düzenin sonsuza kadar devam edeceği, bu yüzden kendini tekrarlayacağı bir otomata bağlanacaktı. Bugünkü tablo tarihin sona ermediğini, liberal kapitalizmin sonunun yaklaştığını haber veriyor. Basit, geçici ve atlatılabilecek bir kriz değil, önümüzde duran tablo. Eski düzeni sürdürerek bulunabilecek bir çıkış yok.
Yunanistan'da 19-20 Ekim'de 48 saatlik bir genel grev yapılacak. Sistemin kendini düzeltme imkânı kalmadığını, komşumuzda büyüyen kriz gösteriyor. Taşıdığı yolcular ve yüklerle senede 100 milyon Euro geliri olan demiryolları idaresinin, sadece çalışanlara ödediği ücret 400 milyon Euro'yu buluyor. Yunan hükümeti, işin içinden nasıl çıksın? Yunanistan'a borç veren Avrupa bankalarını kurtarmak için Yunanistan'ın borçlarının yüzde 50'si silinecek. Tamamı silinse ve Yunanistan'a sıfır faizle yeni borçlar verilse, Yunan vatandaşlarının kabaran öfkesini dindirmek mümkün görünmüyor.
Liberal kapitalizmin yüzde 1'lik mutlu azınlık ile yüzde 99'luk geri kalan kitle arasında sağladığı uzlaşmanın sona ermesi asıl sorunu teşkil ediyor. Uzlaşma demokratik sistemler marifetiyle sağlanmıştı. Sona ermesi sadece ekonomi ile sınırlı kalmayacak bir genel çöküşün habercisi. Uzlaşmayı sürdüren ana unsur devletin üstlendiği sosyal görevler ve bunun için yaptığı kamusal harcamalardı. ABD'de yolların bakımsızlıktan delik deşik olması, gündelik hayatın içinde görebileceğiniz bir sorunun işareti. Cari açık sadece bizim değil, bütün dünyanın problemi. İktidardakiler veya iktidara gelmek isteyenler oy kaybetmemek için kamu harcamalarını kısmak istemiyorlar. Ali Babacan gibi bir ekonomi patronları olmadığı için, vergileri artırmaya da cesaret edemiyorlar. Harcamalarla kaynaklar arasındaki fark borçlanarak kapatılıyor. O zaman da devlet ekonominin üzerinde giderek büyüyen bir kambura dönüşüyor.
İktidarı belirleyen halk olduğuna göre harcamaları kısıp gelirleri artırarak bu açığı kapatmak mümkün değil. Çünkü herkes devlet daha fazla sosyal harcama yapsın, ama daha az vergi toplasın istiyor. Liberal kapitalizmin karşılaştığı bu derin yapısal krizi demokratik karar mekanizmaları ile çözmek bu yüzden mümkün değil. Az üretip çok tüketmeye alışmış ve bunu hayat biçiminin ötesinde kültüre dönüştürmüş toplumların kendi iradeleri ile değişmelerini beklemek neredeyse imkânsız. Atina, Madrid, Roma ve tabii Wall Street bu durumun kanıtı. Sorun basit değil. Yunanistan eninde sonunda iflasını ilan edecek. Peşinden, Portekiz başta, diğerleri gelecek. Devletlerin ekonomik olarak iflas ettiği bir dünyayı şimdiden gözünüzde canlandırmaya başlayabilirsiniz.
Yeni Orta Vadeli Program'ın Ali Babacan tarafından zamların eşliğinde ilan edilmesi Türkiye'nin bu felakete doğru ilerleyen ana akımın dışında kalmak için gösterdiği irade olarak anlaşılmalı. Güçlü ve istikrarlı bir hükümet, üstelik yüzde 50'lik halk desteği ile güven duyulan bir iktidar geniş kitlelere sevimsiz gelecek politikalara cesaret edebiliyor. Büyüme hızının önümüzdeki iki yıl için oldukça mütevazı sınırlara çekilmesi, hemen yanı başımızda yaşanacak depremin sarsıntılarını azaltmaya yönelik bir tedbir olarak görülmeli. Cari açık korkutuyor.
Soruyu tekrarlayalım. Liberal kapitalizmin ve onun mütemmim cüzü olan rekabetçi demokrasinin sınırları içinde kalarak, giderek derinleşen bu ekonomik krizlere ve bu krizlerden neşet eden toplumsal çalkantılara çare bulmak mümkün mü? Sürekli borçla çarkları döndüren ve artık bu borçların temerrüdünde zorluklar çeken ekonomilerden bahsediyoruz. Siyaset bu çalkantılardan hissesine düşeni alıyor ve onlar da çare bulmak yerine toplumdaki protestoların temsilini üstleniyor.
Yeni bir tarihin başındayız. Liberal kapitalizm çöküyor. Devlete yüklenen ekonomik görevler ve sorumluluklar değişecek. Uzunca bir süre yeni sistem arayışları ile geçecek. Bir dünya yıkılacak ve yepyeni bir dünya kurulacak. Hazır olmalıyız.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

Kürtlerle empati
18 Ekim 2011 Salı 05:37
Radikal'de Cemal Uşşak'la yapılan mülakat 'Müslümanlar, Kürtlerin ıstırabını hissetmedi mi?' tartışması başlattı.
'Biz hissettik' diyenlerin yanında 'jeton yeni mi düştü?' fırsatçıları seslerini yükseltti. Cemal Bey'in söyledikleri mümince bir hayıflanma; daha iyisini yapabilmeliydim arayışının sonucu. Söz açılmışken ben de düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Vesayet düzeni, toplumsal sınıfları zapturapt altında tutmak için iki silahı kullanıyor. Birincisi kendi sopası, ikincisi ise toplum kesimlerini birbiri aleyhine kışkırtmak. Alevilere kulak kabarttığınızda Dersim'de bomba yağdıranlardan ziyade Diyanet'teki Sünni yapılanmadan dert yanıyor. Zannedersiniz ki Sünniler hiç mağduriyet yaşamıyor. Sünniler, devlet babanın tokatlarına niye ses çıkartmıyor? "Olsun Alevileri de tokatlıyor ya! Devlet olmasa Aleviler gözümüzü oyar. Varsın arada bir iki tokat bize de atıversin". Kürtler, bazen Alevi, bazen dindar kontenjanından paylarına düşeni alıyor. Aksülameli de aynı şekilde bazen Alevilere bazen dindarlara yöneliyor. Dersim'de Aleviler kırılırken, Erzurum'da Yozgat'ta şapka takmayanlar ağaçlara asılıyordu. Aynı günlerde Van'da ise Kürt olmak ölüm ve sürgün için yeterli sebepti. Musibette ortaklığın dayanışma ve birbirinin acısını paylaşma sonucu doğurmaması da ince psikolojik harp taktikleriyle başarıldı.
Geldiğimiz noktada şöyle bir hava oluştu: Dindarlar girdaptan kurtuldu; hatta devletin sahibi oldular. Dönüp geriye bakmıyor, tekerleri düze çıktıktan sonra diğer mağduriyetleri umursamıyorlar. Bu tezin delili ise dindar başbakan ve cumhurbaşkanı. Yıllarca Kürtlere de aynı teselliyi vermişlerdi: Kürt cumhurbaşkanı bile olabiliyor, daha ne olsun! Oysaki dindarların sadece başı dışarıda gövdenin büyük kısmı hâlâ girdabın içinde. Cemal Bey'in eleştiri/özeleştirisi daha çok Kürtçenin önündeki engellerle ilgili. Biz de oradan başlayalım. Türkçe üzerindeki yasaklar kalktı da haberimiz mi olmadı? Cemil Meriç'in "Anadolu'ya yerleşen İslamiyet'i benimseyen Türklerin dili, halis Türkçe, batı Türkçesi" dediği Osmanlıcayı 'seçmeli ders olarak okutma' talebini dillendirin bakın kıyamet nasıl kopuyor. AK Parti kapatılmaktan bir oyla kurtulalı sadece üç yıl oldu. Ülkeyi bekleyen ekonomik buhranı göze alabilseler kapatacaklardı. Merhum Necmettin Erbakan'ın 28 Şubat'tan kalan mahkûmiyetini hükümet ev hapsine çevirdi, Cumhurbaşkanı Gül de affetti. Bunlar yapılmasa 84 yaşındaki eski başbakan belki hapishanede hayata veda edecekti. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1999'da 'İdam! İdam!' çığlıklarıyla başlayan mahkemesi de 2008'de beraatla sonuçlandı. Kararın daha mürekkebi kurumadı. Esad Coşan Hocaefendi, Avustralya'da vefat ettiğinde turistik gezide bulunmuyordu. Başörtülü kızlarımız üniversiteye 'aradan sıvışarak' giriyor. Hükümet değişse ne olacağını tahmin etmek bile istemiyorum. Kur'an kurslarını engelleyen düzenleme bir ay önce yürürlükten kaldırılabildi. Bunları şunun için yazıyorum: Dindarların hiç de öyle bir eli yağda bir eli balda değil.
Kürtlerin dindarlardan fazlası, faili meçhul cinayetler. Ape Musa'larımız yok bizim. Ama ilginçtir, bu konunun üzerine biz, Kürtlerden daha fazla gidiyoruz. Cemal Temizöz hakkında benim yazdığım yazıları maalesef o cenahta göremiyoruz. Dindarları silahlı çatışma ortamına çekemeyişleri tahriklere kapılmamalarından. 'İslamî terör lazımsa onu da biz yaparız' deyip bazı meşhur laikleri infaz etmeleri bile o anlamda işe yaramadı; sokağa dökemediler. Söz konusu cinayetleri bahane ederek başımıza 28 Şubat çorabını ördüler; bu açıdan işe yaradı.
Biz hâlâ Kürt, Alevi, dindar gibi sınıflara ayrılarak kendi hukukunu oluşturan vesayetçi düzene suni teneffüs imkânı sağlıyoruz. Aslında onlar ve biz varız. Onlar devletin tek sahibi ve yerine göre derine inme hakkı olan bürokratik oligarşi... Biz ise dini, dili, ırkı ne olursa olsun halk. Hepimizin ekinlerini sulayacak yağmur mümkün ama her birimiz tarlamıza kanal yapmakla vakit geçiriyoruz.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

İsyan çağına girdik, bu öfkeden korkun..
18 Ekim 2011 Salı 05:16
İlk günden bu yana şuna inandık: Küresel kriz, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana gördüklerimizle aynı değil. Dünya sistemini temelden sarsacak, yeryüzünün eksenini değiştirecek, müthiş güç kaymalarına yol açacak, "merkez güçlerin" gerilemesine hatta çöküşüne yol açacak bir kriz.
Bu, sadece ekonomik kriz değil, sosyal ve siyasal krizdir, dedik. Dolayısıyla sarsıntıları çok şiddetli olacaktır. Öyle banka kurtarmayla, şirket kurtarmayla, devlet kurtarmayla çözüme ulaşılacak gibi değil. Halkı batırıp krizin gerçek sorumlularını ödüllendirenler fena halde bedel ödeyecek.
Bunu bildikleri için, birkaç yıldır olağanüstü hal yasaları çıkardılar, sıkıyönetim şartlarını değiştirdiler. Artık başkentler krizden değil, kendi halklarından, sokaklarından korkuyor. Artık güvenlik önlemleri, dış düşmana karşı değil, içerideki halka karşı alınıyor.
Tehdit içeriden geliyor... ABD başkenti, Avrupa başkentleri, merkez şehirler, bankalar, finans baronları korku içinde. Kitlesel, yaygın ve nerede duracağı asla kestirilemeyen bir dip dalga geliyor ve hiçbir silah, askeri güç, siyasi ikna yöntemleri bu dalganın büyümesini, yayılmasını, varolan sistemi tepetaklak götürmesini önleyebilecek gibi değil.
Tunus'ta, Mısır'da ve diğer Ortadoğu başkentlerinde liderleri deviren ruh, belki de en esaslı değişimi Batı'da gösterecek. Tahrir ruhu Arap Baharı ise, İslam Orta Kuşak'ta derin değişim ise, Avrupa'da, Amerika'da Sonbahar hatta Kış'tır.
Her şeyi küçümseyenlerin bunu anlamasına imkan yoktur. Onlar ilk günlerde krizi de küçümsüyordu, bir tür nezle gibi sunuyordu, Batı'nın sınırsız ekonomik gücünün bunun üstesinden geleceğini söylüyordu. 2006'dan bu yana, tarihi bir kırılma yaşandığını, güç kaymalarının, eksen değişimlerinin insanlık tarihini değiştireceğini, krizin siyasal ve sosyal sonuçlarının bugün dünyayı yönetenler için yıkıcı olacağını haykırıp durduk.
Kahire'de, Bingazi'de, Sana'da ya da Şam'daki öfkenin örneklerine Paris'te, Barselona'da, Londra'da, ABD'nin bir çok eyaletlerinde de tanık olacağımızı, Batı'daki Tahrir meydanlarının dolup taşacağını, Arap Baharı dediğimiz kitlesel taleplerin Asya'dan ABD'ye kadar bütün iklimleri etkileyeceğini, 21. yüzyılın asıl böyle şekilleneceğini söyledik ve buna inandık.
Çünkü, Ortadoğu'da, İslam-Arap kuşağındaki rahatsızlığın sebebi zorbalıksa, Avrupa'daki sebebi refah çökmesi, Asya'daki sebebi refah ve özgürlük arayışıydı. Kaddafi'nin devrilmesi, Mübarek'in, Salih'in, Bin Ali'nin ya da Baas rejiminin devrilmesi yerel sarsıntılar oluşturacakken, kitlesel öfke ve talepler yeni bir siyasal dil oluşturacak, kıtalararası etki uyandıracaktı.
Öngörülerimiz şöyleydi: Kaynaklara yönelik müthiş bir güç mücadelesi başlayacak. İttifaklar ve çatışmalar kaynak eksenli olacak. Teknoloji değil doğal kaynaklar öne çıkacak, tarım ve gıda ürünleri üzerinde şiddetli gerilimlere tanık olunacak. Benzer sebeplerden ülke ve bölge haritaları değişecek. Fakirlerin, refah kaybı yaşayanların öfkesi yönetimleri devirecek, yeni yönetim şekilleri gelişecek.
Bugün Ortadoğu'da baskıcı rejimlere yönelik öfke, kimlik ve refah kaybı üzerinden Avrupa'yı vuracak. Avrupa Barışı, Birleşik Avrupa düşüncesi ve gelecek perspektifi yerini ayrışmaya, belki çatışmaya terk edecek. Atlantik İttifakı, kendi iç hesaplaşmalarına yoğunlaşacak. Ülkelerin emperyal hırsları, kendini kurtarma telaşı ortak gelecek hayallerini vuracak. Okyanusun iki yakası ırkçı dalgalarla yüzleşecek, çok kültürlülük ve ortak yaşam düşüncesinin yerini ulusların kaynaklar üzerindeki mücadelesi alacak. Krizin vurduğu ülkeler hızla kendi zaaflarına teslim olacak. Dünyanın bir çok bölgesinde yaşanan, projelendirilip uygulanan ayrıştırma projeleri, bugünün refah ülkelerinde görülecek. Etnik çatışmalar, mezhep eksenli saflaşmalar kendini gösterecek.
Aslında 20 yüzyıl boyunca oluşmuş tortulara karşı küresel bir devrime, derin değişime, yeni iktidar yapılanmasına, yeni ekonomik düzene duyulan ihtiyaç, refah toplumlarında hissedilmiyordu. Asya'da ve bizim bölgemizde ise huzursuzluk baskıyla, hileyle denetlenebiliyordu. Ama artık Batı'nın refah düzeni sarsılıyor, toplumsal çıkar ortaklığı bozuluyor. Kimlik üzerinden yeni bir itiraz dili kendini hissettiriyor. İşte şimdi bu Avrupa, batı başkentlerine yansıyor.
New York'ta başlayan ve seksen iki ülkeye yayılan, daha da yayılması, kitleselleşmesi öngörülen isyan dalgasını küçümsemeyin derim. Küçümserseniz yanılırsınız... Bir tarihsel dönüşüm eşiğindeyiz. Sınırsız güce tapınanların bunu anlaması mümkün görünmüyor. Aç insanların, fakirlerin, adalet arayanların öfkesinden çekinin.. Gerçekten hiçbir silah ya da askeri güç bu öfkenin üstesinden gelemez.
Buraya kadar yazdığım cümlelerin hepsi defalarca bu köşede tekrarlandı. Bir kez daha tekrarlanmasında sakınca görmüyorum. Çünkü ciddi bir durum var ortada. Krizin yol açtığı öfke bütün iklimlere yayılacak. Çok kez tekrarladığım bir öngörü daha var, bir kez daha hatırlatmayı zorunlu buluyorum.
"Avrupalılar için 20. yüzyılın sonları 2. Dünya Savaşı ile yakın zamanda çıkacak kimlik savaşının arasındaki dönem olacak. Bu savaş, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu olan bölgeyi tamamıyla yutup Avrupa'ya yayılacak. Devletler veya süper güç blokları ya da imparatorluklar arası bir savaş olmayacak. Bir iç savaşa benzeyecek. Yaklaşan çatışma çerçevesinde ordular, kıtalar veya ülkeler arasındaki jeo-stratejik fay hatlarında mevzilenmeyecek, savaşanlar siviller, siyasetçiler, polisler olacak. Kentler mahallelere, devletler internet ve örgütlü suç üzerinden başka yerlerdeki müttefiklerine bağlı etnik ve mezhepsel gruplara bölünecek. İhtilaflar kimlik üzerinden yaşanacak. Leeds, Kopenhag, Marsilya, Halepçe, El Halil, Kerkük ve İskenderiye varoşlarında çatışma belli zamanlarda kanlı bir hal alacak. Avrupa devletleri ayakta kalacak ama liberal demokrasi pahasına. Ortadoğu'da bazı devletler çözülecek ve savaşın başladığı nokta bu olacak...."
Evet, isyan çağı bu. Çok şey değiştirecek bir isyan...
Yeni Şafak
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

Çocuklarımıza karşı fedakârlık, başkalarına karşı hoyratlık!
17 Ekim 2011 Pazartesi 08:22
[h=1]Çocuklarımıza karşı fedakârlık, başkalarına karşı hoyratlık![/h]
Bir arkadaşım kızını özel bir anaokuluna yazdırmaya kalktı.
Hem kendisinin hem de kocasının aylık gelirleri gayet iyi olmasına karşın istenenücretleri görünce şaşkınlıktan küçük dilini yuttu.Çünkü bazı okullar bir otomobil parası istiyorlardı. En ucuzları bile hiç "ucuz" değildi.
Hemen hepsine ön kayıt yaptırmak için dahibinlerce lira yatırmak gerekiyordu.
Hani özel mözel, nihayetinde bildiğimiz kreş ortamına "vallahi, billahi burada eğitim yapılıyor" havası katılmış yerlerden söz ediyoruz!

***

Başka bir arkadaşımın da oğlu geçen yıl devlet okulunda ilköğretime başlamıştı.
Fakat o okuldaki öğretmenler "Çocuğunuzun öğrenme problemleri var; ne yalan söyleyeyim, bir özel okulda onunla daha iyi ilgilenirler!"deyince işin rengi değişiverdi.
Anne baba gerekirse taş yer, para pul evlada harcanırdı ya, bizimki de derhal özel okula kayıt yaptırdı.
Çok "sıradan"bir okul için 15 bin TL ödeyecek her yıl. Geceleri uykusu kaçıyor arkadaşımın. Öyle ya, bunun gelecek yılları, lisesi, şusu, busu var daha...

***

Bazılarınız diyecek ki, "Bu çocuklar analarının karnından özel okullu mu doğuyor? Devlet okullarına gitsinler!"
Doğru ama...
Zurnanın zırt dediği yer de tam orada!
Çocuklar özel okullu doğmuyor elbette. Ama her çocuk anne babasının gözünde "özel!"
Gayet mütevazı gelirleri olan anne babaları
hem popüler kültür hem de sistem özel okullara yönlendiriyor.
"İyi eğitim" kisvesi altında girilen yoldan çıkan sonuç ne peki?
Bu yazıyı işte o yalın ve çırılçıplak gerçek üzerine küçük bir not düşmekiçin yazıyorum.

***

Yeter ki, çocuklar iyi olsun!
Tamam ama...
Bunun bedeli şu mu? Artık taksite bağlanmış ve mali kriz endişesine kurban gitmiş bir hayatınaktörleri olarak anne baba!
Çocuklarına karşı müşfikler! Ama artık başka herkese ve her şeye karşı hoyratlar!Korkuyorlar çünkü...
Ya "onca darlık içinde yatırım yaptığımız hedefe ulaşamazsak" diye korkuyorlar!
Benciller artık.
Kendi çocuklarını "Einstein", öteki çocukları ya "aptal", ya "numaracı" sanıyorlar.
Diğer anne babalarla çocukları üzerinden rekabet ediyorlar; başarılı yoksul çocuklara duydukları öfkeyisahte gülümsemelerinin ardında zor saklıyorlar.
Yani...
Hepsi iyi anne baba ama "iyi insan" olmaları gitgide güçleşiyor!
Son sözüm şu...
Bu korkunç çemberi bir yerinden kırmalıyız!Nasıl?
Bilen var mı?
 

uður1

Well-known member
Cevap: 'Jön Türklük ve kemalizm hoşgörüyü bitirdi'

Liberaller ya tekrar komünist olacaklar ya da...
17 Ekim 2011 Pazartesi 08:18
Bu sütunun takipçileri, ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgalle başlayan İslâm dünyasını yeniden dizayn etme hamlesinin Osmanlı Devleti'nin İkinci Viyana Kuşatması'na benzetildiğini; 2007'de AB'ye kabûl işareti aldığımızda da "AB Türkiye'yi almadan Türkiye AB'yi istiab edecek" diye yazıldığını hatırlarlar.
Çünkü ABD ve Avrupa'nın temsil ettiği bir medeniyet, bir dünya görüşü, bir hayat tarzı, bir sistem, kaçınılmaz bir sona doğru çoktan adım atmış bulunuyordu.
Küresel kapitalist sistem, birkaç yıldır krizlerle sarsılıyor. Nihayet, bu sistemin merkez üssü Wall Street de, haftalardır protesto ediliyor. İnsanlar, savaşa, ülkelerin işgaline, adaletsizliğe, haksızlığa, haksız zenginleşmeye isyan ediyorlar. Evet, modern medeniyet, ya Alman sosyolog Oswald Spengler'in dediği gibi, "Bir gün etnografik bir müze haline gelecek" veya İslâm'a tarziye eli vererek tasaffî edecek, onu metbû ve rehber tanıyacaktır.
Bazı haklı noktalarda İslâmcıları eleştirirken İslâm'ı sadece dünya hayatı açısından değerlendirme gafletine de düşen Mustafa Akyol, İslâm fıkhının beşerin dünya hayatı adına gerçekleştirme gayesi güttüğü dini, akıl ve beden sıhhatini, aileyi ve üremeyi, canı ve malı koruma hedeflerini modern medeniyetin gerçekleştirdiğini iddia etse de, bu medeniyet, her şeyden önce adalet değil, zulüm üzerine kurulmuş; insanlığın en fazla yüzde 20'sinin maddî refahı adına insanlığın ve bütün insanlığa ait kaynakların yüzde 80'ini sömürerek semirmiş ve ayakta kalmıştır. Ayrıca, İslâm'ın yasakladığı, "Serveti belli ellerde dolaşan bir devlet" yaparak ve derin tüketim ve gelir dağılımı eşitsizliği eşliğinde refah sağladığı yüzde 20 adına da akıl sağlığını, dini, aile yapısını ve üremeyi koruduğunu söylemek de zordur. Bu medeniyet, Bediüzzaman'ın oldukça özlü, o ölçüde de kapsamlı değerlendirmesiyle, beş menfî esas üzerine kurulmuştur: Dayanağı kuvvettir; kuvvetin esası, tevacüzdür. Hedefi, menfaattir; menfaatin esası, çatışma ve birbirini yok etmeye çalışmadır. Hayatta düsturu, cidaldir; cidalin özü, sürekli çekişmedir. Kitleler arasında öngördüğü bağ, başkalarını yutmakla beslenen ırkçılıktır; ırkçılık, dehşetli vuruşmalara sebeptir. İnsanlığa hizmeti, heva ve hevesi kamçılama, nefsin arzularını sınırsızca tatmin, daha çok kazanma adına daha çok tüketme ve dolayısıyla ihtiyaçları sürekli artırmadır. Bu ise, insanın mânen meshine, insanlıktan çıkmasına sebeptir. İslâm ise, dayanak olarak kuvvete bedel hakkı kabûl eder; hakkın özelliği, adalettir, dengedir. Hedefi menfaat yerine fazilettir; fazilet, muhabbet ve yakınlaşmayı getirir. Kitleler arasında emrettiği bağ, ırkçılık yerine dinde veya insanlıkta kardeşliktir. Bu ise, yardımlaşmayı, dayanışmayı ve barışı sağlar. Fertler adına heva, heves ve nefsin arzularını kamçılama yerine, mânen, ahlâken ve ruhen terakkî ve tekâmülü ister.
Bediüzzaman'ın şu tesbiti de, bu medeniyette eksik olmayan ve her defasında dünya savaşlarıyla neticelenen krizleri özetler mahiyettedir:
Beşerin içtimaî hayatındaki ihtilâl, bozgunculuk ve ahlâksızlıkların iki önemli sebebi vardır: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!" tavrı ve "Sen çalış, ben yiyeyim!" tavrı. Birinci tavrı kökünden kesecek olan zekâttır; ikinci tavrın devası ise faizin yasak olmasıdır. Beşer, bu iki düsturu dinlemedi; büyük silleler yedi; daha müthişini yemeden dinlemeli.
Beşer, daha müthişini yemeye doğru gidiyor. Türkiye'de dün kapitalist emperyalizm karşısında dıştan ithal sosyalizm, komünizm davası verenlerin çoğu, bugün liberalleşip, küresel kapitalist emperyalizme teslim oldular. Daima gündemde kalabilmek için yakında yeniden ya sosyalist-komünist olacaklar veya... Belki her daim onlarla birlikte bazen devrimci, bazen liberal görünmeyi ispat-i vücud sebebi sayan İslâmcı veya değil bazı Müslüman aydınlarla birlikte İslâm'ı gerçekten keşfedecekler. Çünkü "İstikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm'ın sadâsı olacaktır."
Zaman
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 6.1.SADÂ-YI HAKİKAT
27 Mart 1909
Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îmâ eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peymân ve yemini de imandır. Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevâyâdır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). Kanunu, evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.

İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknâdır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan İttihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

جُمْلَه شِيرَانِ جِهَانْ بَسْتَئِه اِينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْحِيلَه جِه سَانْ بِكُسَلَدْ اِينْ سِلْسِلَه رَا[SUP]1[/SUP]

Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:

Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrâsı da bir kısım ehl i medrese olmalı. Ta gıll ü gıştan tasaffi etsin.

Zira, bulanıklığıyla başka mecrâdan taaffün ile gelmiş. Ve atâlet bataklığından neş’et ve istibdat sümumu ile teneffüs eden ve zulüm tazyikiyle ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksü’l-âmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.
(Vesselâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ)

Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Cihanın bütün arslanlarının bağlandıkları bir zinciri hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?

Lügatler :
abdullah : Allah’ın kulu
aksü’l-âmel : tepki, tepkime, reaksiyon
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
arz etme : saygıyla bildirme, sunma
atâlet : hareketsizlik, tembellik

azîm : büyük, yüce
bahr-i umman : Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin
bahusus : özellikle
bu zaman ehli : bu zamanda yaşayanlar; çağdaşlar
cehalet : cahillik

cihet-i vahdet : birlik yönü
desti : testi
dûş-u himmet : himmet omuzu, güçlü himmet
ecnebî : yabancı
efkâr : fikirler, düşünceler
efkâr-ı umumiye : genel halka ait görüşler, düşünceler; kamuoyu
ehl-i medrese : medresede ilim tahsil edenler
emr-i vicdanî : vicdanî emir

encümen : meclis
evâmir ve nevâhî-i şer'iye : şeriatın bildirdiği emir ve yasaklar
farz : Allah’ın kesin emirleri
fihriste-i makasıd : maksatların anlatıldığı liste
gayr-ı müslim : Müslüman olmayan
gıll ü gış : düşmanlık ve aldatma, kin ve hile
hâhiş : istek, arzu

hakikat : asıl, gerçek
hariç : dış

havale etme : gönderme
havf : korku
hevâ : faydasız ve gelip geçici arzular
husumet : düşmanlık

hüdâ : hidayet, doğru yol
ihfâ : gizleme
ihtizaza getirmek : titretmek, harekete geçirmek
iknâ : razı etme, inandırma

îmâ : işaret
istibdad : baskı ve zulüm
ittifak : birleşme, birlik
ittihad : birleşme, birlik
İttihâd-ı İslâm : İslâm birliği
İttihad-ı Muhammedî : “Muhammedî birlik” anlamına gelen ve 5 Nisan 1909’da İstanbul’da kurulan bir cemiyet
lâubali : saygısız, pervasız
maarif-i cedide : yeni bilimler

mabeyn : ara, araları
mahbup : sevilen

mâni-i herkemâl : her türlü mükemmelliğe, gelişmeye engel
meabid-i İslâmiye : İslâm mabetleri
mecrâ : kaynak

medaris : medreseler, din eğitimi ve öğretimi yapan okullar
merakiz : merkezler
merbut : bağlı

mesacid : mescitler
mesail-i şeriat : şeriata ait meseleler
mesleksizlik : belli bir fikri, tarzı olmama
meşreb : hareket tarzı, metod

meşrutiyet : başında hükümdar bulunmakla birlikte, yasama yetkisi kısmen meclis tarafından kullanılan, kısmen de olsa kuvvetler ayrılığına dayanan idare şekli
misfat-ı şeriat : şeriatın süzgeci
muhavvel : havale edilmiş, yüklenmiş

muhit : çevre, etraf
mukaddemat : öncüller; mukaddimeler, önsözler
munsif : insaf eden, insaflı

münezzeh : arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
münşaib : kollara, şubelere ayrılan
müntesibîn : intisap edenler, bağlı olanlar
müstağni : tenezzül etmeyen, gerekli bulmayan
mütaliîn : okuyucular, mütalâa edenler
müteaffin : kokuşmuş
neş'et : doğma, kaynaklanma
neşretmek : yayımlamak
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük

nizamname : tüzük; herhangi bir müessesenin tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri gösteren maddelerin hepsi
peymân : yemin, and, kasem
rabt : bağlamak, bitiştirmek, birşeye bağlamak, nizam vermek
riya : gösteriş

sadâ-yı hakikat : hakikatın sesi
silsile-i nuranî : nurlu halka, zincir
sümum : zehirler

Sünen-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, ahlâkı ve yaşayış tarzı
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
taaffün : bozulma, çürüme
tahkik : doğruluğunu araştırma

tarîk-i Muhammedî : Peygamber yolu, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yolu, sünneti
tarîk-i terakki : ilerleme yolu
tasaffi : arınma, temizlenme
tazyik : baskı
teneffüs : nefes alma, rahatlama

tevhid-i İlâhî : Allah’ın birliği
ulvî : yüce, büyük

umum : bütün, genel
vesselâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ : selâm Hüdâ’ya tâbi olanlar üzerine olsun

yadigâr : hediye, armağan
yeis : ümitsizlik
zahiren : dış görünüş itibariyle
zaruret : ihtiyaç, fakirlik, son derece yoksulluk, çaresizlik

zevâyâ : zaviyeler; İslâm kültüründe tekkelerin şubeleri gibi çalışmalar sürdüren zikir ve ibadet mekânları
zira : çünkü


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.3.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Karaşi Nur talebeleri adına yazılan bir mektup

Karaşi Nur Talebeleri
PAKİSTAN
M. Sabir İhsanoğlu, M.A. (Prev)
Department of Islamic History and Culture
University of Karachi
Islamic Republic of Pakistan


Muhterem efendim,
Aziz ve büyük Üstadımız olan Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî’nin mühim eserlerini aldım. Başka eserlerini görmemiştim. Siz bana ilk defa olarak gönderdiniz. İmtihanım çok yakın. Mayıs’tan sonra Hazret-i Üstad hakkında ve onun imanî ve Kur’ânî hizmetlerine ait makaleler yazacağım. İnşaallah, sizlere burada neşrolunan nüshalardan da göndereceğim. Maddeten sizi tanımıyorsam da, mânen tanırım. Kur’ân-ı Kerîme göre bütün Müslümanlar hakikî bir kardeş gibi... Ben size, sizin İslâmî birader ve bahusus Türkiyeli Müslüman ve Nurcu olmanız haysiyetiyle yazıyorum. Ben bir Pakistanlıyım; Türkiyeli değilim. Ana dilim Türkçe değil, fakat Nur talebesiyim. Bediüzzaman Said Nursî’yi en büyük din ve fikir adamı bilirim ve kendimi bir Nur talebesi ilân ederim. Said Nursî Hazretleri değil sizlerin, bütün İslâm gençliğinin üstadıdır. Maalesef memleketimizde Türkçe bilen yoktur; bunun için Üstadın hizmetlerine nâvâkıftırlar.

Pakistan’dan Risale-i Nur hakkında size malûmat veriyorum:
Üstad ve Türkiye hakkında malûmat çok azdır. İki yıldır biraz çalışıyorum… Pakistan, Buhara ve Birma gazetelerinde makaleler yazdım. Çok takdir edilip, benden, Türkler ve Risale-i Nur hakkında yazılar rica ettiler. Benim, evvelâ Üstad hakkında malûmatım yoktu. Bu meyanda Salih Özcan adlı bir gence, Türkiye’ye dair kitaplar göndermesi için yazdım, bana gönderdiler. Bunlardan birisi Serdengeçti idi. Bunda, Risale-i Nur hakkında bir makale gördüm. Okudum, istifade ettim ve Nur hakkında malûmat toplamaya başladım. Ben onun eserlerini okuyup yazmayı çok isterdim. O zamandan beri onun yazılarını okudum, düşündüm; o nedir? Bana malûm oldu ki: Ona karşı İslâm düşmanları dışarıda propaganda yapmışlar. Onun hakkında bugüne kadar on iki makale yazdım. Davet (Delhi), İstiklâl (Rangoon), Tasnim (Lahore), El-Münir (Layelpur), Asia (Lahore), Muslim (Dakka), İnkılâp (Karachi), Anjam ve Ceng (Karachi) ve diğer bazı gazetelerde yazmıştım.

Üstad hakkında yazılan bu makaleler, diğer dillere de tercüme edilmiştir. Bugün onu, binlerce belki milyonlarca müslim ve gayrımüslim biliyor, benden onun hakkında malûmat istiyorlar. Her gazete onun hakkında yazmak istiyor. İnşaallah, üç ay sonra bu konuda bütün enerjimle çalışacağım. Düşman-ı İslâmdan korkmuyorum. Karaşi’de Üstadın kitaplarını ve başka Türkçe kitapları topladım ve bir küçük kütüphane tesis ettim. Türkiye’den gelen bütün kitaplar buradadır.
Bu yıl “Türk-Pakistan Talebeler Birliği” adlı bir cemiyet kurmak niyetindeyiz. Nur dostlarımızdan rica ederim ki, Türk-Pakistan dostluğunun bağlarını müstahkem eylesinler; Urdu lisanı da okusunlar. Bu yarımadada yüz otuz milyon Müslümanın millî lisanı yalnız Urducadır. Bizler, burada Türkçe için çalışırız. Türkçe bilen, Sibirya’dan Arnavutluk’a kadar altmış milyon Müslüman ve Türkiye’deki yirmi beş milyon Türktür.
Nur talebesi kardeşlerime söyüyorum: “Nerede olursa olsun, siyonizme karşı mücadele etsinler.” Komünizmin icatçıları yalnız Yahudilerdir. Bugüne kadar bu komünistler, İdil-Ural, Kafkasya, Almanya, Kırım, Azerbaycan, Garbî Türkistan ve komşumuz Doğu Türkistan’ı istilâ ettiler. Altmış milyon kardeşimizin hukuku pâyimal oldu. Hindistan dahi bir emperyalisttir. Nehru ve başka Hindular, İslâmiyetin düşmanıdırlar. Maalesef, Müslüman devletler bunu bilmiyorlar. Nehru, Keşmirli Müslümanları öldürtüyor. Said Nursî’ye gidip Hintli Müslümanlar hakkında söyle ki, kendi memleketinde buna karşı yazılsın. Said Nursî Hazretlerine burada çok hürmet vardır. Onu severiz, onun sıhhat ve uzun hayatı için dua ederiz. İslâm dünyasında Said Nursî’nin eşi yoktur. Mısır’da bir Hasanü’l-Benna vardı (şehit edilmiştir); Yutmizde İkbal var idi (vefat etmiştir); hâlen bir Mevdudî var. Başka büyük adamlar da vardır; lâkin Üstadımız gibi yoktur. Üstad, İslâm dünyasının cevheridir. Onun hakkında malûmat azdır. Onun eserleri Farsça, İngilizce ve Urducaya tercüme edilmemiştir. Lâkin istikbalde olacaktır. (HAŞİYE)
Üstadın kıymetli hayatı hapishanede geçmiştir. Halkçılar ona çok mezalim reva gördü. Elhamdü lillâh, bunların devr-i istibdadı gitmiş, Demokratlar gelmiştir. Biz Pakistanlılar, bunun için Menderes hükûmetinin hâmisiyiz. Eğer Demokratlar olmasaydı, ne Türk-Pakistan dostluğu olurdu, ne de Bağdat Paktı ve sizlerle taallûkat-ı imaniye...
Kusura bakma, Üstadım Hazretlerine çok çok selâmlar ve hürmetlerimi söyle, Nur dostlarıma da selâm. Üstadın büyük ve iyi fotoğrafını gönder.
Yaşasın İslâm kardeşliği ve Türk-Pakistan dostluğu.
Ev adresim: Room No. 8 Üniversity Hostel Mission Rd. Karachi
Elbâki Hüve’l-Bâki Pakistanlı Nur Şakirdi Errabadlı M. Sabir İhsanoğlu 30.3.1957

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
(HAŞİYE) : HAŞİYE Bu temenni tahakkuk etmiş ve kısa bir zaman sonra eserler tercümeye başlanmıştır.

Lügatler :
cemiyet : dernek
cevher : maden
devr-i istibdad : istibdat devri, baskı ve zulüm dönemi
düşman-ı İslâm : İslâm düşmanı
elhamdü lillâh : “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”
emperyalist : sömürgeci
gayrımüslim : Müslüman olmayan
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
icat etme : meydana getirme, ortaya çıkarma
inşaallah : Allah izin verirse
istikbal : gelecek
istilâ : işgal etme, kuşatma
lâkin : ama, fakat
lisan : dil
malûmat : bilgi
mezalim : zulümler
müslim : Müslüman
müstahkem eyleme : güçlendirme, pekiştirme
pâyimal olma : ayak altına alınma, çiğnenme
reva görme : uygun ve lâyık görme
tahakkuk : gerçekleşme
temenni : istek, dua
tesis : kurma, yerleştirme


 

uður1

Well-known member
Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir. Mesela; vahid-i kıyasi gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de: Cüz'i şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, külli hayırlar ve külli menfaatler ve külli nimetler ve külli güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoğu güzeldir. Evet yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.

(Bediüzzaman Said Nursi - 2. Şua'dan)

Lügatler
Cüz’î: azıcık
Hakikat: gerçek
Hararet: sıcaklık
Hayır :iyilik, güzellik
Hüküm :karar, emir, kuvvet
Hüsün: güzellik
İcad :yaratma, var etme, vücuda getirmek
İnkişaf :açılmak, meydana çıkmak, yetişmek, açığa çıkmak, gelişmek, manen ilerlemek
İntac :neticelenme, meydana getirme, doğurma
İskat :susturmak, razı etmek
İskat :susturmak, razı etmek
İzhar :açığa vurmak, meydana çıkarmak, göstermek
Kubh: çirkinlik
Küllî :bütüne ait, tamamen
Menfaat :fayda, kâr, gelir

Mertebe :derece, kademe
Musibet :bela, felaket, afet, dert
Müteaddid: birçok, birden fazla, çeşitli
Nam :isim, ad, lakap
Nev’ :çeşit, sınıf, cins
Nimet :iyilik, lütuf, ihsan, yiyecek içecek faydalı şeyler
Rahmet :merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek
Şer :kötü,kötülük, fenalık, Allah’a isyan
Şua :ışık, parıltı
Tedahül :karışmak, müdahale etmek, iç içe olmak, içine girmek
Tezahür :meydana çıkmak, belirmek, görünmek
Vahid-i kıyasi :kıyaslama ölçüsü
Vücud : var olmak, varlık
Zahmet :sıkıntı, eziyet, yorgunluk
Ziya :ışık, aydınlık


 

uður1

Well-known member
Laikliği tanımlayın ki dindarlar dayak yemesin
19 Ekim 2011 / 10:16
Destici, "Benim yeni anayasayla ilgili olmazsa olmaz şartlarımdan biri laiklik tanımının net bir biçimde ifade edilmesidir." dedi.

BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, "Benim yeni anayasayla ilgili olmazsa olmaz şartlarımdan biri laiklik tanımının net bir biçimde ifade edilmesidir." dedi.
Destici, Memur-Sen Ankara İl Başkanı Mustafa Kır ile konfederasyona bağlı sendikaların Ankara'daki şube başkanlarını, parti genel merkezinde kabul etti. Gündemdeki konulara ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulundu.
Yeni anayasa konusunda sivil ve demokratik bir içerikten yana olduklarını söyleyen BBP lideri, bireysel hak ve özgürlüklerin önünün açılması gerektiğini vurguladı. "Bu anayasada benim olmazsa olmaz şartlarımdan biri laiklik tanımının net olarak yapılması. Çünkü mevcut anayasadaki tanımdan dolayı maalesef yıllardır Türkiye'de özellikle dini hassasiyeti yüksek olan kesimler dayak yiyor. Başörtüsü zulmü, katsayı adaletsizliği çekiliyor. İnsanlar, dini inançlarından dolayı meslekten atılıyorlar. Öbür taraftan çocuklarımız askeri okullara giremedi, imam hatip lisesi mezunları polis olamadılar, üniversitelere dönem dönem sokulmadılar, memuriyet ve iş hayatında büyük mağduriyetler yaşadılar.'' diye konuştu.
Destici, konuşmasında, uzlaşma komisyonunda partiler arası anlaşmazlık konuları olabileceğinin, ancak bunların demokratik kurallar çerçevesinde çözülebileceğinin de altını çizdi. Son referandumda "hayır'' oyu veren yüzde 42'lik kesimin de dikkate alınması gerektiğini söyledi.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman’a çayhanede bir soru sormuştu
18 Ekim 2011 / 22:11
Şeyh Bahid Hazretlerini ölümünün 76. Yılına rahmet dualarıyla anıyoruz…

Ömer Özcan’ın haberi:
Şeyh Bâhid Efendi, 1854 yılında Mısır'ın Asyut eyaletinde doğmuş olup, İslâm dünyasının tanınmış âlimlerindendir, Ezher Üniversitesi hocalardandır. Mısır Başmüftülüğünde de bulunmuştur. Asıl adı Muhammed Bahid’tir.
Büyük bir İslâm âlimi olan Muhammed Bahit, Risale-i Nur'da kendisinden söz edilen önemli şahsiyetlerden birisidir. Risale-i Nur’un Emirdağ Lâhikasında, “Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (r.a.)” şeklinde ismi geçmektedir.
Yirminci asrın Hak ve hakikat adamı, hakperest âlim Muhammed Bahid Efendi, 18 Ekim 1935 tarihinde 81 yaşında iken Kahire'de vefat etmiştir.
Şeyh Bahid Hazretlerini ölümünün 76. Yılına rahmet dualarıyla anıyoruz…
BEDİÜZZAMAN İLE ŞEYH BAHİD ARASINDA ÇAYHANEDE GEÇEN KONUŞMA
İkinci Meşrutiyetin ilânından hemen sonra İstanbul’a gelen Şeyh Bahid Efendi, Ayasofya civarında, henüz genç yaştaki Bediüzzaman ile karşılaşır ve orada, Şeyh Bahid Hazretlerini hayrette bırakan kısa bir sohbetleri olur. Aslında bu buluşmanın zemini İstanbul uleması tarafından hazırlanmıştır. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat kitabında, Bediüzzaman ile Şeyh Bahid arasında geçen bu konuşma şu şekilde anlatılmaktadır:
“Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül-Ez'her Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbula bir seyahat için geldiğinde; kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:
Yâni: –Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.
Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
Yâni "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."
Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri:
– Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hasdır demiştir.”
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman’a çayhanede bir soru sormuştu
18 Ekim 2011 / 22:11
Şeyh Bahid Hazretlerini ölümünün 76. Yılına rahmet dualarıyla anıyoruz…

Ömer Özcan’ın haberi:
Şeyh Bâhid Efendi, 1854 yılında Mısır'ın Asyut eyaletinde doğmuş olup, İslâm dünyasının tanınmış âlimlerindendir, Ezher Üniversitesi hocalardandır. Mısır Başmüftülüğünde de bulunmuştur. Asıl adı Muhammed Bahid’tir.
Büyük bir İslâm âlimi olan Muhammed Bahit, Risale-i Nur'da kendisinden söz edilen önemli şahsiyetlerden birisidir. Risale-i Nur’un Emirdağ Lâhikasında, “Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (r.a.)” şeklinde ismi geçmektedir.
Yirminci asrın Hak ve hakikat adamı, hakperest âlim Muhammed Bahid Efendi, 18 Ekim 1935 tarihinde 81 yaşında iken Kahire'de vefat etmiştir.
Şeyh Bahid Hazretlerini ölümünün 76. Yılına rahmet dualarıyla anıyoruz…
BEDİÜZZAMAN İLE ŞEYH BAHİD ARASINDA ÇAYHANEDE GEÇEN KONUŞMA
İkinci Meşrutiyetin ilânından hemen sonra İstanbul’a gelen Şeyh Bahid Efendi, Ayasofya civarında, henüz genç yaştaki Bediüzzaman ile karşılaşır ve orada, Şeyh Bahid Hazretlerini hayrette bırakan kısa bir sohbetleri olur. Aslında bu buluşmanın zemini İstanbul uleması tarafından hazırlanmıştır. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat kitabında, Bediüzzaman ile Şeyh Bahid arasında geçen bu konuşma şu şekilde anlatılmaktadır:
“Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül-Ez'her Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbula bir seyahat için geldiğinde; kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:
Yâni: –Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.
Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
Yâni "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."
Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri:
– Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hasdır demiştir.”


Nur camiası milliyetçilikle sınırını belirlemedi

18 Ekim 2011 / 16:35
Çandar, “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar”ın ‘milliyetçilik’le bağlantısını böyle yorumladı

Risale Haber-Haber Merkezi
Radikal yazarı Cengiz Çandar, “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar”ın ‘milliyetçilik’le arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemediğini ileri sürdü.
Cemal Uşşak'ın sözlerini yorumlayan Çandar, "Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar" dediği kesimin önemli bir bölümünün neden ‘Kürtlerin ıstırabına duyarsız kaldığı"nı iki nedene dayandığını vurguladı.
Çandar iki nedeni şöyle sıraladı:
"İki neden gözüküyor:
1. İdeolojik
2. Siyasi
İdeolojik olarak Türkiye’de “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar” üçlüsünden genel anlamda oluşan İslami hareket, ‘milliyetçilik’le arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemedi. Kürt sorunu, söz konusu bu ‘sınır belirsizliği’ni gün ışığına çıkaran ‘turnusol Kâğıdı’ ya da ‘sınav sorusu’dur.

Nur camiası milliyetçilikle sınırını belirlemedi

18 Ekim 2011 / 16:35
Çandar, “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar”ın ‘milliyetçilik’le bağlantısını böyle yorumladı

Risale Haber-Haber Merkezi
Radikal yazarı Cengiz Çandar, “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar”ın ‘milliyetçilik’le arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemediğini ileri sürdü.
Cemal Uşşak'ın sözlerini yorumlayan Çandar, "Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar" dediği kesimin önemli bir bölümünün neden ‘Kürtlerin ıstırabına duyarsız kaldığı"nı iki nedene dayandığını vurguladı.
Çandar iki nedeni şöyle sıraladı:
"İki neden gözüküyor:
1. İdeolojik
2. Siyasi
İdeolojik olarak Türkiye’de “Milli Görüş çizgisi, Nur camiası ve tasavvuf eksenli yapılar” üçlüsünden genel anlamda oluşan İslami hareket, ‘milliyetçilik’le arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemedi. Kürt sorunu, söz konusu bu ‘sınır belirsizliği’ni gün ışığına çıkaran ‘turnusol Kâğıdı’ ya da ‘sınav sorusu’dur.
 

uður1

Well-known member
Bayrakla Doğanlar, Bayraksız Ölemez!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allâh yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler! Allâh’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara nâil olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allâh’tan olan bir nîmeti, bolluğu ve Allâh’ın, mü’minlerin ecrini zâyî etmeyeceğini müjdelerler.” (Âl-i İmrân, 169-171)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allâh yolunda şehîd olmak, sonra diriltilmek tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman, 26; Müslim, İmâre, 103, 107)
Allâh Rasûlü (sav) bir gün ashâbına şöyle buyurdu:
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve kıymette idi. Sonra o iki kişi bana:
“–Bu eşsiz ev, şehîdler sarayıdır.” dedi.” (Buhârî, Cihâd, 4; Cenâiz, 93)
Peygamber Efendimiz, ashâbından şehîd olanlarla çok yakından alâkadar olmuş, onlara husûsî bir ihtimam göstermiş, onların cennette olduklarını müjdelemiş, hem yakınlarını tesellî etmiş hem de sahâbe-i kirâmı şehâdet makâmına özendirmiştir. (Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed (sav), Erkam Yay.)
Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Vâcid: Zengin olan, her muradına erişen, dilediğini, dilediği zaman bulabilen, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyi vücuda getiren demektir.
Kısa Günün Kârı
Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde vatan savunması esnasında şehit düşen güvenlik görevlilerimiz için Cenâb-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyoruz. Şehitlerimizin yakınlarına ve aziz milletimize baş sağlığı diliyoruz. Yaralı vatan evlatlarımıza acil şifalar dileriz.
Aziz Şehitlerimizin Ruhlarına Bir Fatiha Okuyalım!
Lügatçe
ecr: Karşılık.
 

uður1

Well-known member
Geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lazım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fani ömrü, musibet vasıtasıyla baki ve mes'ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki alamı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. "Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım" diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.
Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir.

(Bediüzzaman Said Nursi - 2. Lem'adan)

Lügatler
Adem : yokluk, yok olma
Ahmak :akılsız, aptal
Âlâm : elemler, üzüntüler, acılar
bâki : devamlı, kalıcı, ölümsüz
Belahet :ahmaklık, düşüncesizlik, ne yaptığını bilmemek
Bilakis :aksine, aslında
Divane :deli, aklı başında olmayan
Elem :keder, üzüntü, acı
Elhasıl :özetle, sonuç olarak
Fâni :ölümlü, gelip geçici, yok olan
Hüküm :karar, emir, kuvvet
Lem’a :parıltı, parlamak
Liyakat :layık olmak
Merhamet :acımak, şefkat göstermek
Mes’ud :saadetli, bahtiyar, memnun
Muhabbet : sevgi,sevmek
Musibet :bela, felaket, afet, dert
Müteellim :elemlenmiş, üzülmüş, kederlenmiş
Mütelezzizane :lezzet alarak
mütemadiyen: devamlı
Nimet :iyilik, lütuf, ihsan, yiyecek içecek faydalı şeyler
Sabır :acıya ve zorluğa katlanmak
Selbetmek :inkâr etmek, zorla almak, kaybetmek
Şefkat :acıyarak sevmek, karşılıksız yardım ve sevgi
Şekva :şikayet
Şükür :Allah’a teşekkür
Vasıta :aracı, iki şeyi birbirine ulaştıran
Vehim :manasız korku, aslında olmayan şeyi var zannetmek
Zahmet :sıkıntı, eziyet, yorgunluk
zeval :yok olmak, son bulmak, geçip gitme, yerinden ayrılıp gitmek
Ziyade : fazla, daha çok, fazlasıyla
Zulmetmek :haksızlık etmek, eziyet etmek
 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.4.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
M. Sabir İhsanoğlu’nun, Türkiye’de İslamî inkişaf münasebetiyle memnuniyetini izhar eden bir mektubu
[SUP]2[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, muhterem kardeşlerimiz,
Dört adet mühim mektubunuzu, fotoğrafları ve Hazret-i Üstadın Sözler adlı eserini aldım. O kadar memnun oldum ki, beyan edemem. Mektubunuzda okudum ki, Türkiye’de Risale-i Nur ve İslâmiyet inkişaf ediyormuş; buna çok memnun oldum. Maalesef, eski hükûmet Üstada karşı muarız idi ve ona çok zulümler etti. Lâkin hakiki Müslüman olan bu Menderes, İslâmiyeti baskıdan kurtardı. Var olsun. İnşaallah Türkiye, yakında eski yüksek makamını alacaktır. Üstad ve Risale-i Nur’u neşredenler gibi mühim din adamları Türkiye’de vardır; hükûmetiniz niçin bunları İslâmî toplantıya göndermiyor? Salâhiyetli adamlar Türkiye’de çoktur. Kanaatim şudur ki, Üstad gibi âlim dünyada yoktur. Memleketimizden, Hazret-i Üstad gibi bir âlim çıkmadı. Maalesef ki, Kızıl Rusya ve kâfir Çin’den çok âlimler geliyorlar ve konferanslar vererek, gençleri yavaş yavaş fikren zehirlemektedirler. Eğer Türk milleti büyük Türk âlimleri gönderirse, Pakistan’da ve bütün İslâm dünyasında büyük tesirleri olacaktır.
Biz Pakistanlılar, Türkiye’yi İslâm dünyasının lideri olarak görmekteyiz.
Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz, ittihad-ı İslâm mümkün değildir. Size, Üstada dair makalelerimi gönderdim. Üstada dair makalemi ve “Şarkî Türkistan’da Çin Emperyalizmi” adlı makalemi neşrettim.
Pakistan’da ne Türkçe okulu, ne kütüphanesi, ne çalışkan adamları ve sefaretinizde de Urduca bilen adam yoktur. Onlar Pakistan’ın gençleriyle temasta değildirler; Urduca neşriyatları da yoktur. Eğer bazıları onları davet etseler, iştirak etmiyorlar. Pres Ateşeliğinizde dine dair malûmat ve kitap da yoktur.
Geçen günlerde, Lâhor’da bir İslâmî müzakere oldu. Türkiye’den meşhur zatlar gelmedi. Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Dr. Rehber (Pakistanlıdır) İslâmiyetin aleyhinde konuştu. Bütün İslâmî dünya onu lânetlediler…

Lâkin avam gazetelerde okuyup onu Türk bildiler ve çok hayret ettiler. Bu adam, dini ve Türkleri tahkir etti. Sebilürreşad’a yazıyorum.
Hazret-i Üstadın müstakil adresi nedir? Hazret-i Üstada bir adet Kur’ân-ı Kerîm ve onun hakkında makaleler neşrolunan mecmuaları takdim etmek istiyorum. Hakkınızda çok makaleler yazdım. Onları toplayıp kitap şeklinde basacağım.
Her zaman Pakistan’ın mühim zatları Hazret-i Üstada ve sıhhatine dair malûmat sormaktadırlar. Bizler, buradaki Nur talebeleriyle, Hazret-i Üstadı buraya davet ederiz.

Elbâki Hüve’l-Bâki
Kardeşiniz
M. Sabir İhsanoğlu


Pakistan’ın en büyük mecmuası “Students’ Voice”da İslâm Kongresi Reisi “Zafer Afaq Ansar”ın “İslâmın Büyük Rönesansı” adlı makalesinde Risale-i Nur’un muhterem ve muazzez müellifinden şöyle bahsediyor:
Bu hareketlerin asıl merkezini, Said Nursî’nin fazla miktarda talebesi bulunan üniversite ve kültür yerleri teşkil eder. Bu talebeler, Risale-i Nur talebeleri adını alır. “Bu gençler: Biz Kur’ân’ı kendimize düstur seçtik. Bizim gayemiz, zevki Allah’ın yolunda aramak ve İslâmiyeti bütün dünyaya yaymaktır.
Siyonizm, komünizm, Allahsızlık gibi İslâmiyete zıt olan cereyanlara karşı mücadele etmektir.
İslâmiyeti, bütün Türk gençliğinin tam mânâsıyla benimsemesine çalışmaktır.
Türkiye’yi, her türlü tehlikeye karşı müdafaa etmektir.
Irkî ve kavmî ayrılıkları bertaraf ederek, İslâm birliğini meydana getirmektir.”
Hazret-i Üstad Nursî tarafından yazılan ve 130 kitap ve risaleden ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı bu talebeler tarafından yayılmaktadır.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Lügatler
âlim : ilim sahibi
aziz : çok değerli, izzetli
fikren : düşünce olarak
Garbî : Batıya ait
hakiki : gerçek, doğru
inkişaf : açılma, gelişme
inşaallah : Allah izin verirse
iştirak : katılma
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği
izhar : gösterme
kâfir : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse
lâkin : ama, fakat
lânetleme : bedduâ etme
malûmat : bilgi
muarız : karşı, karşıt, muhalif
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
müzakere : karşılıklı fikir söyleme, danışıp görüşme
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayın
Pres Ateşeliği : bir ülkenin yabancı ülkede kendini temsil için açtığı büyükelçilik bünyesinde bulunan Basın Ateşeliği
salâhiyet : yetki
sefaret : elçilik
sıddık : çok doğru ve gönülden bağlı




 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.1.HÜRRİYETE HİTAP
EY HÜRRİYET-İ ŞER’Î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşvünemâ bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nispeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse [SUP]1[/SUP]اَلْعَظَمَةُ ِللهِ وَالْمِنَّةُ لَهُ ki bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti.

Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, [SUP]2[/SUP]
وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ hakikatinin küçük bir misâlini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler, [SUP]3[/SUP]
يَالَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Azamet ve büyüklük Allah’a mahsustur. Ve yalnız Ona boyun eğilir.
[SUP]2[/SUP] : Ölümden sonra diriliş haktır.
[SUP]3[/SUP] : “Ne olurdu, keşke toprak olaydım!” Nebe’ Sûresi, 78:40.


Lügatler :
ağrâz-ı şahsî : kişisel garazlar, kinler
aynü'l-hayat şeriatı : şeriatın hayat çeşmesi
azamet : büyüklük
cennet-i ittihad : birlik, beraberlik cenneti
fikr-i intikam : intikam düşüncesi
hakikat : gerçek
haşir : âhirette yeniden diriliş ve Allah’ın huzurunda hesap vermek için toplanma
hükûmet-i meşrutâ : meşrutiyet sistemine dayalı hükûmet, yönetim
hürriyet-i şer'î : şeriatın, yani İslâmiyetin tarif ettiği hürriyet, özgürlük
ihraç : çıkartmak
istibdâd : baskı, despotluk
kabr-i vahşet : vahşet kabri; yabanilik, vahşilik mezarı
kıyamet : dünyanın ölümü ve varlığın bozulup dağılması
lekedar etmek : lekelemek
mazarrat-ı umumiye : halkın geneli üzerine gelen zararlar, umuma gelen zararlar
medeniyet-i kadîme : eski medeniyet
medfun : defnedilmiş, gömülmüş
menba-ı hayat : hayat kaynağı
menfaat : fayda
millet-i mazlume : zulme uğramış millet
misâl : örnek
mu’cize : insanların benzerini yapmakta âciz kaldıkları olağanüstü şey
muhabbet-i milliye : millî muhabbet (yani din ve millet sevgisi)
müthiş : dehşet veren, korkutan
neşvünemâ : büyüme ve gelişme
nispeten : kıyasla, oranla
ömr-ü ebedî : sonsuz ömür
saadetli : mutlu
sadâ : ses
şarklı : doğulu
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet
tabakat-ı gaflet : gaflet seviyeleri; umursamazlık tabakaları
tasvir etmek : anlatmak, göz önünde canlandırarak anlatmak
tebşir etmek : müjdelemek
terakki : ilerleme, yükselme
umum : bütün
ya Rab : ey varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah’ım
zindan-ı esaret : esirlik zindanı


 
Üst