Tefeül...

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.7.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
İkinci hakikat: Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümfermâ, vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deverân-ı demmi yerine girmişse, öyle devletlerin sahâif-i tarihiyeleri baykuşların âşiyâneleri gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar.

Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve marifettir. Müvellidi medeniyet; ve şânı tezayüd; ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. Kitab-ı Avrupa sahâifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaifeyi âdi adamlar idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyen emel ettiğimiz yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak harika ve dâhi adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılâplar başa gelmezse, evet.

Ve üçüncü hakikate dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mâzide insan istidad-ı gayr-ı mütenâhîye mâlik iken, o kadar dar ve mahdut daire içinde hareket ediyordu ki, güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nispetinde tedennî etmiş ve mahsur kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilâne eğer yaşasa ve bozulmazsa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri hercümerc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir. Hatta benim gibi bir köylü adam, Süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak, âmâl ve müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak. Ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmet Süreyya kadar teâlî ve ahlâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden, Eflâtun’ları, İbn-i Sina’ları ve Bismarck’ları, Dekart’ları ve Taftazanî’leri inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyen ümitvarız.


Lügatler :
âdi : basit, sıradan
alenen : açıktan
âmâl : emeller, istekler
aşiyane : yuva
cebr : zorlama, zorbalık
deverân-ı dem : kan dolaşımı
ebedî : sonsuz
ecel-i inkıraz : dağılıp yok olma vakti, çökme zamanı
efkâr : fikirler
emel etmek : ümit etmek, ümit bağlamak
fikr-i beşer : insan fikri
galebe-i vahşet : vahşetin üstünlüğü, ilkelliğin üstünlüğü
hakikat : esas, gerçek
hercümerc etmek : alt üst etmek; karma karışık etmek
himmet : ciddi gayret
hükûmet-i zaife : zayıf hükûmet
hükümfermâ : egemen, hüküm süren
hükümran : hükmü geçen, hükmeden, egemen olan
hürriyet-i âdilâne : adaletli hürriyet
idare-i umumî : genel idare
ihtizaz : sarsıntı
inkılâp : değişim, dönüşüm
inkıraz : yıkılma, dağılıp yok olma, son bulma
istidad-ı gayr-ı mütenâhî : sonsuz yetenek
istidad-ı terakki : ilerleme ve kalkınma yeteneği
istidat : kabiliyet, yetenek
kaviyen : kuvvetli bir şekilde
kayd-ı ömr-ü tabiî : doğal ömür sınırı
kitab-ı Avrupa sahaifi : Avrupa kitabının sayfaları; Avrupa tarihinin yaprakları
küre-i arz : yerküre, dünya
mahdut : sınırlı
mahsul : ürün
mahsulât : ürünler
mâlik : sahip
marifet : bilgi, eğitim
metin : sağlam, kuvvetli
müdebbir : idareci; idare eden, çekip çeviren
müvellid : doğurtan; ebe
müyûlât : meyiller, eğilimler
nazara almak : dikkate almak
nispetinde : ölçüsünde
sahâif : sayfalar, tarih sayfaları
sahâif-i tarihiye : tarihî sayfalar
Süreyya : Ülker yıldızı, pervin
şer'î : dine uygun
tahlis : kurtarmak
tasallut-u medeniyet : medeniyetin musallat olması, hâkimiyeti
teâlî : yükselme, yücelme
tedennî : alçalma, gerileme
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
tevsi etmek : genişletmek
tezayüd : ziyadeleşme, artma
ulvî : yüce, büyük
vahşet : ilkellik (medeniyetin zıttı)
zaman-ı mâzi : geçmiş zaman
zaman-ı sâlif : geçmiş zaman
zîmedhal : giriş yeri, menfez; karışma yeteneği


TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.11.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)

Risale-i Nur’un Avrupa’daki intişarı ve hüsn-ü kabule mazhariyetine nümune olarak Findandiya’daki Nur talebesi Habiburrahman Şakir’den gelen diğer bir mektup.
Vellamonkatu 21

12/2/1958


Çok muhterem kardeşlerim,
وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحَمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتَهُ

Göndermiş olduğunuz inayetnamenizi ve dört tane risale İhlâs, Zeylü’l-Hubab, “Risale-i Nur hakkında Müellifine gönderilen bir mektup”, “Risale-i Nur Hakkında Verilen Konferans”ları aldım. Teşekkürlerimi takdim ederim efendim.

Evet, büyük Üstad Said Nursî Hazretleri, zamanımızın büyük dâhilerinden ve Allah’ın en büyük sevgili bendelerinden olduğunda asla şüphemiz yoktur. Belki, bu zata 14. asrın müceddidlerinden deyip itikad etsek bile mübalâğa etmiş olmayacağız. Hamdler olsun Allah Hazretlerine ki, Türk Milleti hazinelerinden zuhur etmiş bu cevheri, inkılâp dolaganlarında gark olup zayi olmasından zamanımıza kadar sakladı; asrımızı, bu zatın vücudu ile ziynetledi. Mûsâ Peygamberi Firavunun eteğinde beslediği gibi, bu zat-ı mübareki de dinsiz zalimler meyanında cefalar içinde besledi. Geleceklerde de selâmetlikle uzun seneler yaşamasını bir Allah’tan temenni ederiz. Üstad Bediüzzaman hakkında bizim akidemiz budur.

Mümkün olursa, bizim tarafımızdan huzurlarına arz-ı ihlâsımızı, gaibane muhabbetimizi bildirseniz ve özünden bizim için hayır dualarını vekâleten rica etseniz diye ricada kalıyoruz. Hürmet ve selâmlarla.

Muhlis dinî, millî kardeşiniz

Habiburrahman Şakir

***
Sorbon Üniversitesi İslâm ve Roma Mukayeseli Hukuk Kürsüsü Profesörü ve Paris İslâm Kültür Merkezi Fahrî Başkanının Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Yazdığı Mektup
21 Cemaziyelahir 1377

İslâmbol


Allah Yolunda Mücahid Muhterem Hazret-i Üstad,

Allah size uzun ömür ihsan eylesin. Göndermiş olduğunuz kıymetli hediyeniz olan kitabınızı ve selâmınızı alarak teşekkür ettim. Allah size selâmet versin. Kıymetli yüksek eserlerinizden istifadeye muvaffak kılsın.

Eskiden beri sizin yüksek vasıflarınızı ve büyük mücahedenizi işitirdim ve daima da işitmekteyim. Allah, birbirinden uzak olanları kavuşturucudur. Bizleri, sevgi ve rızasını kazanmakta muvaffak kılsın. Bu fakir ve zelil kul, yüksek ve aziz olan siz Kur’ân hâdimine teşekkürlerini arz eder.

Dr. Muhammed Hamidullah

Washington’daki İslâm Cemiyetinin ve İslâm Kültür Merkezinin Genel Sekreteri Dr. Muhammed Habilullah’tan, Irak’taki Nur talebesi Ahmed Ramazan’a gelen mektup.

Washington İslâm Kültür Merkezine hediye etmek lûtfunda bulunduğunuz Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbetü’ş-Şamiye ve Risale-i Nur Mizanları adlı kitaplara mukabil halis teşekkürlerimin kabulünü rica ederim.

Tekrar tekrar teşekkürlerimi arz eder, iyi ve saadetli günler dilerim.

İslâm Kültür Merkezi Genel Sekreteri el-Muhlis

Dr. Muhammed Habilullah


Lügatler :
akide : inanç
arz etme : söyleme, ifade etme
arz-ı ihlâs : samimiyeti ve içtenliğini sunma

aziz : çok değerli, izzetli, saygın
bende : hizmetkâr, hizmetçi, kul
cefa : eziyet, sıkıntı

Cemaziyelahir : Hicrî takvime göre altıncı aya verilen isim
cevher : maden, kıymetli taş
dâhi : dehâ sahibi, üstün zekâ ve hikmet sahibi
dolagan : dolap, dehliz

fakir : muhtaç, yoksul anlamına gelen ve tevazu için kullanılan bir ifade
gaibane : görmeyerek, gaybî olarak
gark olma : boğulma

hâdim : hizmetçi, hizmet eden
halis : katıksız, saf
hamd : minnet, övgü ve şükür

Hazret-i Üstad : Bediüzzaman Said Nursî
Hutbetü’ş-Şamiye : Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin 1909 yılında Şâm Emevi Camii’nde irad ettiği, İslâm dünyasının maddî ve manevî hastalık, geri kalma gibi sebep ve çarelerini anlattığı bir hutbeyi içeren kitap
hüsn-ü kabul : güzel bulunma, iyi şekilde karşılanıp kabul edilme
İhlâs Risalesi : Lem’alar isimli eserde yer alan Yirmi Birinci Lem’a

ihsan eyleme : ikram etme, bağışlama
inâyetname : Allah’ın yardım ve inayetine mazhar olmaya, Kur’ân ve iman hakikatlerini anlamaya vesile olacak mektup, yazı
inkılâp : değişim, dönüşüm
intişar : yayılma
itikad etme : kabul edip inanma

lûtf : iyilik, bağış
mazhariyet : bir nimete nail olma, erişme
meyan : ara
muhabbet : sevgi
muhlis : samimi, ihlâslı, içten
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer

mukabil : karşılık
muvaffak kılmak : yardım ederek başarılı olmayı sağlamak
mübalâğa etme : abartma, aşırı gitme

mücahede : cihad etme, din uğrunda çaba harcama
mücahid : cihad eden, din uğrunda çaba harcayan
müceddid : yenileyici; sahih hadis ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi olan büyük âlim ve velî zât
müellif : telif eden, kitap yazan
nümune : örnek, misal
risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’dan her bir bölüm

Risale-i Nur Mizanları : Risale-i Nur ölçüleri; Risale-i Nur içinde iman ve küfür meselelerine dair karşılaştırma ve değerlendirmelerin yapıldığı konulardan derlenen İman ve Küfür Muvazeneleri isimli eser
saadetli : mutlu
selâmet : esenlik, güven
takdim : sunma
temenni : dileme, isteme
vekâleten : vekil olarak
vücud : varlık, beden
zât-ı mübarek : mübarek, hayırlı zât
zayi olma : kaybolup gitme

zelil : aşağı, seviyesi düşük anlamına gelen ve tevazu için kullanılan bir söz
Zeylü’l-Hubab : Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm
ziynet : süs
zuhur : ortaya çıkma, görünme


 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Medrese-i Nuriye gençleri
26 Ekim 2011 Çarşamba 07:18
Büyük hayali, Medresetüzzehra projesini gerçekleştirmek için ömrü boyunca çırpınan, her devirde ve ortamda bunu dillendirmekten ve tüm ayrıntılarına kadar; okutulacak dillerden, ders programlarına, gelir kaynaklarına, fiziksel şartlarına, merkezinden şubelerine yerleşim planlarını tasarlayan ve hazır bir iş haline getiren Bediüzzaman Said Nursi, hayalinin kırıldığı yerleri tekrardan düzenlemeyi ise daha hizmetin bitmediğini düşünen talebelerine ve zamanın hükümetlerine bırakmıştır.
Her geri dönüşünde yeniden bilenen bir hayaldir Medresetüzzehra..
Üstad’ın hayatında vücud bulamasa da, kardeşleri olan Medrese-i Nuriyeler zaman içinde bu hayali taze tutmuştur.
Medrese-i Nuriyelerden, Nur dersanelerinden, ders alan binlercesi Üstad'ın büyük idealinin bir parçası olmuşlardır.
Çoğu genç, memleket insanını buralarda tanımıştır; kültürler burada paylaşılmıştır... Diller, lehçeler, ağızlar buralarda kaynaşmıştır... ‘Büyük millet’ buralarda tazelenmiştir.
Hiç bir mecburiyet, zorlama olmadan, yalnızca imanını kazanmak ve dinini öğrenmek için toplanan bu gençler, kardeşi bildiği her bir genci kendisinden ayrı tutmamıştır.
İşte bu gençler ve ömrünün bir döneminde Medrese-i Nuriye’de Üstad’larından ders almış olanlardan, ‘şehadetnamelerini alıp her bir kıt’anın başına’ geçmeleri bekleniyor.
İnsanlara 'risaleler ortada' demek bir çözüm değildir; Akif'in Kur'an için söylediği asrın idrakine söyletmek anlayışı günümüzde risaleler için de geçerlidir. Bu büyük hizmet Medrese-i Nuriye gençlerinindir.
Anlaşılmayan bir kitap durumundan kurtarmak için, günlük dilde konuşan Nur talebelerine, görünür olmak düşüyor.
Metin üzerinden değil güncel üzerinden metnin açılımı gereklidir. (Metnin güncellenmesi değil, güncelin metne taşınması zorunluluğu...)
Bunun için ‘bugünün adamı’ nurculara her yerde ihtiyaç vardır.
‘Hatıra nurculuğu’ ‘güncel nurculuğa’ dönüşebilmelidir.
Elindeki risaleleri kimsenin manevi gücüne ihtiyaç duymadan okuyabilecek, anlayabilecek ve anlatabilecek özgür dimağlar aranmaktadır.
Bunlar yeni Türkiye'nin ve büyük İslam milletinin fecri sadıkını, meşhur baharını güne taşıyacak Said'ler olacaktır.
Ellerinde kırmızı kitapları, başları öne eğik gördüğümüz o gençlerin artık toplumun içine akması, insanların arasında her şekilde görünür olması bekleniyor.
Gettolaşma, koruma kalkanlarıyla yaşama dönemi bitmelidir.
Kendini ‘idealize’ etme devri sona ermelidir.

Sahada konuşmak gerekir ki; ‘okuduğumuz sözler, dillendirdiğimiz prensipler toplumda çalışıyor mu çalışmıyor mu’ bunu görmek gerekiyor.
Uygulanma performansı görülmeyen her teori çürümeye mahkumdur. Pratikte bunun ispatı gerekiyor.
‘Sen de buraya gel, bu güzelliklerden faydalan’ anlayışı Risale-i Nur mesleğini kapsamaz, Risale mesleği her yerde her ortamda görünür olmayı gerektirir. (Hapishaneler örneği...)
Her ortamda somut bir karşılığı vardır...
Güncel dinin tüm kapsamını yansıtır...
Medeniyetin her bir unsurunu içerir...
Fazileti çarşı'ya taşır...
Büyük Medresetüzzehra projesi, Medrese-i Nuriyelerin bu altyapısı üzerinden yükselmelidir.
 

uður1

Well-known member
Said Nursi:Depremzedelere şu müjdeyi verin
27 Ekim 2011 / 06:18
1956 Eskişehir depreminden sonra Üstad Bediüzzaman, Akoğlan Camiine geldi

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitlerden Muhiddin Yürüten anlatıyor:
(1956 Eskişehir depreminden sonra) Üstad Bediüzzaman Said Nursi geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. Üstad, "Büyük bir sıkıntı atlattık. Bu hadise bütün Türkiye üzerine idi. Eskişehir cevap verdi. Bu zelzelede zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin" dedi. Biz Üstadın bu müjdesini etrafa bildirdik.
(Son Şahitler)
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Allah depreme niye müsaade ediyor?
27 Ekim 2011 / 07:44
Van ile birlikte bir kez daha gündemimize gelen deprem hadisesiyle ilgili bir çok soru gündeme geliyor

Risale Haber-Haber Merkezi

Van ile birlikte bir kez daha gündemimize gelen deprem hadisesiyle ilgili bir çok soru gündeme geliyor. Suffa Vakfı tarafından Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor. İşte o çalışmanın giriş yazısı ve sorularının birinci bölümü:

TAKDİM
İnsan; mahiyeti itibari ile kâinatla ve çevresi ile bir şekilde irtibatlıdır. Evini ve bahçesini sevdiği gibi, koca dünyayı da sever. Sıtmadan ve mikroptan müteessir olduğu gibi, kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Bahçesini sevip arzu ettiği gibi, ebedi cenneti dahi iştiyakla sever ve ister.

Bu yapı ve fıtratta olan insan; akıl alakadarlığı ile hayvanların tamamen aksine olarak, yaşadığı âlemin her şeyi ile münasebeti vardır.

İşte bu sebepten dolayı; dünyanın imtihan meydanı olması hesabiyle, tüm ıstırap, çile ve sıkıntıları, her insanı kültür ve anlayış seviyesine göre, etkilemektedir.

Depremler de bunlardan biridir. Deprem kuşağında olan ülkemizde bu gibi olay ve hadiseler, artık hayatımızın ve yaşantımızın bir parçası haline gelmiştir. Dünyanın sonunun yaklaştığını ve evrenin artık ihtiyarlayarak yükünü taşıyamaz hale geldiğini de düşünürsek; bu gibi afetler kaçınılmaz olup belki de artarak devam edecektir.

Bu noktada alınacak maddi tedbirler gayet sınırlı olup, manevi dert ve ıstıraplarımıza cevap verecek mahiyette değildir. Çünkü maddi tedbirler, işin teknik boyutunu ikmal ederken; manevi tedbirler ise, meselenin ruhi, fikri ve hikmet boyutunu ortaya koymaktadır. Bu düşünce ve bakış tarzından farklı bir yaklaşım; âlemin özü ve özeti olan insanı fikren, huzuren ve manen tatmin etmiyor. Bilakis, tabiatın acımasız çarkları arasında ezilen ve perişan olan bir mahluk durumuna düşürüyor. Bu ise; depremin ve zelzelenin maddi hasarından daha ziyade, manevi hasar ve tahribat olarak kalplerimizde ve gönüllerimizde telafisi mümkün olmayan kalıcı yaralar açıyor.

Bizler; Suffa Vakfı camiası olarak, hayatımızın bir parçası ve gerçeği haline gelen, bu gibi arzî ve semavi afetlere karşı manevi bir hazırlık, bir tedbir, sebep ve sonuçları itibarı ile, akla gelecek muhtemel suallere cevap anlamında çalışma yaparak bir broşür hazırladık.

Bu hizmetle az da olsa, musibete maruz kalanların moral gücünü takviye, sabır ve metanet duygularını yükseltmede faydalı olmayı arzu ettik.

Bu vesile ile bu anlamda afetlere maruz kalarak vefat edenlere Allah (c.c.)’tan rahmet diler, hayatta kalanlara ve yakınlarına sabırlar temenni eder, hastalara Şafi-i Hakiki’den acil şifalar bekler, zayi olan mallarının ise sadaka hükmünde olmasını Cenab-ı Kadiü’l-Hacat’tan isteriz.

Ayrıca; bu broşürün hazırlanmasında emeği geçen, ihtiyaç duyulan yerlere ulaştırmada gayret gösteren herkese teşekkür eder, say ve çalışmalarının Allah (c.c.) indinde kabul olmasını temenni ederiz. Allah (c.c.)’a emanet olunuz.

Suffa Vakfı

SORU VE CEVAPLAR

1) Depremlerin bilimsel olarak, nasıl meydana geldiğini kısaca anlatır mısınız?

Cevap: Yerkürenin dış kısmında yaklaşık 70-100 km. kalınlığında, litosfer adı verilen bir taş küre vardır. Yerin merkezinde biriken enerji dışa doğru çıkmaya çalışırken bu taşküre dediğimiz tabakayı zorlar. Bu zorlama sonucunda en zayıf olan yerler kırılır ve enerji açığa çıkar. İşte bu esnada şiddetli titreşimler meydana gelir. Bu titreşim ise sarsıntıya dönüşür ki, buna ilim dilinde “deprem” adı verilir.

2) Depremlerin Allah (c.c.) tarafından yaratıldığını söyleyenlere ne diyeceksiniz?

Cevap: Depremin bilimsel izahının olması, bu işin tesadüfen ve kendiliğinden gerçekleştiği anlamına gelmediği gibi, depremi izah etmek için de yeterli bir açıklama değildir.

Bir tüfeğin nasıl ateşlediğinin veya patladığının bilimsel izahını yaparak konuyu açmaya çalışalım.

İzahı şudur:
Mermi, bir kovanın içine konmuş olarak silahın haznesine yerleştirilmiştir. Merminin hemen arkasında ise bir kapsülün içinde barut bulunmaktadır. Tetiğin çekilmesi sonucu iğne sert bir şekilde kapsüle çarpar ve barut tutuşturulur. Barutun patlaması ile birlikte aşırı oranda enerji ortaya çıkar ve kovanı sıkıştırır. Bu sıkışma sonucu mermi yerinden hızlıca fırlar ve hedefe doğru yol alır.

Üniversitede çalışan bir profesör, okuluna giderken, bir köşe başında, silahla vurulmuş ve kanlar içinde yatan bir cenaze ile karşılaşıyor. Ölümüne sebep olan silah ise cenazenin iki metre ilerisinde bulunmaktadır. Hemen polise haber verir. Gelen polisler hocaya olayın nasıl geliştiğini soruyorlar. Profesör ise silahın nasıl patladığını gösteren, yukarıdaki bilimsel açıklamayı yapar.

Şimdi soruyoruz: Acaba profesörün bu ifadesi polisler tarafından nasıl karşılanacaktır? “Bizimle dalga mı geçiyorsun kardeşim.” deyip aklından şüphe etmezler mi? Hâlbuki anlattığı şeyler çok da doğru ve bilimsel açıklamalardı.

Az sonra, okuma yazması dahi olmayan bir inşaat işçisi olay mahalline gelir ve olaya şahit olduğunu söyler. “Uzun saçlı, kalın bıyıklı, kısa boylu ve esmer bir adam bu silahla ateş ederek, adamcağızı vurduktan sonra silahı buraya attı ve şuradan kaçtı gitti.” derse, acaba polis, kimin ifadesine itibar eder?
Acaba profesörün bilimsel açıklaması mı, yoksa inşaat işçisinin ifadesi mi akla ve mantığa daha yakındır?

Elbette ki, inşaat işçisinin ifadesi daha makul ve mantıklıdır. Çünkü yapılan bilimsel açıklama, olayı izahı etmek için tek başına yeterli değildir. Olayın kim tarafından yapıldığı önemlidir.

Diğer yandan patlama olayının bilimsel izahının olması, silahın kendi kendine ve tesadüfen patladığı anlamına gelmemektedir. Tetiği çeken, mekanizmayı harekete geçiren birisi olmalıdır.
Profesörün ifadesine itibar edilirse, suçlu hiçbir zaman bulunamaz. Ayrıca hem ölen kişinin hem de akrabalarının bütün hukukları zayi olur.

İşte deprem de büyük bir silahın patlaması gibidir. Burada olayın bilimsel izahının olması, depremi yaratan Yaratıcıyı görmezden gelmeye sebep olamayacağı gibi, depremi anlamak için de yeterli bir izah değildir. Depremi Yaratanı görmeyip, sadece bilimsel izahı ile yetinmek profesörün anlamsız açıklamasından öteye geçmez.

3)Depremlerdeki tahribat ve yıkıma baktığımızda, olayın tesadüfen ve gelişi güzel olduğu anlaşılıyor. Ne dersiniz?

Cevap: Görünüşte gelişigüzel bir manzara ortaya çıkıyor olabilir. Ancak o karışıklık içinde titiz bir düzen ve ince bir hesap vardır.

Mesela, çiftçi, elindeki tohumları gelişigüzel bir şekilde toprağa atar ve tohumlar toprağın altında başıboşmuş gibi çürümeye, bozulmaya başlarlar. Sahipsiz ve gelişigüzel bir olay gibi görünür. Ancak ilkbahar mevsiminde ince bir hesap, büyük bir dikkatin eseri olan sümbüller ortaya çıkar ve bize görünürdeki karışıklığın içinde nasıl sonsuz bir ilmin ve kudretin olduğunu ispat eder.

Veya bir doktor, ameliyat masasına yatırdığı hastanın karnını yarar. İçindeki organları çıkarır. Onların bazılarını keser, bazılarını diker, bazılarını da çöpe atar. Görünürde tahribat yapmış ve her şey karışmış gibi... Ama doktorun ilmi olduğu için her şey onun kontrolü altında cereyan ediyor ve en ince ayrıntıya kadar dikkat ediliyor. Nitekim karışık ve tahribat gibi görünen ameliyatın içinden ince hesaplara dayalı olarak sağlık ve sıhhat çıkıyor.

Kâinatın Yaratıcısının sonsuz ilmi olduğu için, her şey onun ilmi dâhilinde hareket etmektedir. Yağan yağmur ve kar taneleri bunun en açık örneğidir. Sonsuz sayıda yağmur ve kar tanesi yağar. Şiddetli fırtınalara rağmen bir kar veya yağmur tanesi diğeriyle birleşmez ve tane tane yağarlar. Demek ki, bir yağmur tanesi bile onun ilminin dışında hareket etmiyor. Nasıl oluyor da varlığın en şereflisi olarak yaratılan insanın evi olan dünyadaki hareketler ve depremler Allah’ın ilminin ve haberinin dışında olsun ve onları kontrol etmesin. Yaratan, yarattığı varlığı idare edemez olur mu, ondan habersiz kalır mı?

4) Yüzlerce insanın canını ve malını kaybettiği depremlerin ve afetlerin arkasında ne gibi bir hikmet olabilir?

Cevap: Olaylara bir bütün değil de, parça parça baktığımız, başını sonunu görmediğimiz için yargılarımız da yanlış oluyor. Bin kareden oluşan bir film düşünelim; sadece bir karesine bakarak film hakkında bir hükme varmak ne kadar doğru olabilir.

Hazreti Yusuf (as)’ın hayat filmini çoğumuz biliyoruz. Bir karesinde kardeşleri tarafından ihanete uğramış ve kuyuya atılmış. Başka bir karede köle olarak satılmış. Bir diğer karede ise Zeliha’nın iftirasına uğrayarak yedi seneliğine zindana konmuş. Sadece bu karelere bakarak bir hüküm versek, yanlış yaparız. Ama sonundaki karelerde onun Mısır’a sultan olduğunu, Zeliha ile evlendiğini, kardeşlerinin kendisine muhtaç olarak gelip özür dilediğini, babasına kavuştuğunu görmekteyiz.
Ancak bütün bu kareleri yan yana koyup baktığımızda, filmdeki güzellik ve fayda ortaya çıkar.

Tıpkı bunun gibi, deprem olayına da bir bütün olarak bakmak lazımdır. Dünya hayatı filmin bazı karelerinin göründüğü yerdir. Diğer kareler, özellikle sonuç karelerinin olduğu yer ise ahiret hayatıdır.

Ahiretten koparılmış bir dünya hayatını anlamlandırmak çok zordur. Hastalıklar, musibetler, kazalar, zulümler, elemler, kederler vs. bütün bunları sadece dünya hayatıyla izah edemeyiz.
Zalim ile mazlum birlikte ölüp gidiyorlar. Eğer ahirette bir hesaplaşma olmayacaksa, buradaki adaletsizliği nasıl izah edeceğiz?

Demek ki, herkesin hayat filmi burada bitmiyor, ahiret ile tamamlanacak ve anlam kazanacaktır. Gaflet içinde geçen bir hayatın ibresi cehennemi gösterirken, yaşanan bir deprem, hastalık veya başka bir felaketle kendini toparlayıp cennete yönelen bir adamın kazancı elbette ki kaybından daha fazladır.

5) Mademki depremleri ve afetleri Allah (c.c.) yaratıyor. Peki, onun sonsuz şefkati ve merhameti böyle dehşetli bir hadiseye nasıl müsaade ediyor?

Cevap: Bu sorunuzu yukarıda verdiğimiz ameliyat örneğini biraz daha açarak cevaplayalım. Bir anne düşünün. Elinde avucunda ne kadar parası varsa hepsini alıyor ve iki yaşındaki hasta yavrusu ile birlikte hastaneye gidiyor. Para ile birlikte çocuğu beyaz önlüklü adamlara teslim ediyor. Beyaz önlüklü adamlar çocuğu bir masaya yatırıyorlar. Ellerini ve ayaklarını bağladıktan ve onu bayılttıktan sonra, ellerine aldıkları bıçaklarla birer kasap gibi masum çocuğa saldırıp karnını yarıyorlar.

Ciğerlerini çıkarıp onunla adeta oynuyorlar. Uzun süren bu muameleden sonra tekrar ciğerlerini yerine koyup karnını dikiyorlar. Ardından getirip annesine teslim ediyorlar. Beyaz önlüklü adamlara para vermesi yetmiyormuş gibi, tekrar tekrar teşekkür ederek ayrılan bir annenin bu hali zahiren şefkatle bağdaşabilir mi? Bu olsa olsa bir cinayettir, caniliktir demez miyiz?
Neden? Çünkü olaya tam vakıf değiliz ve kesip biçmenin bütün karelerini; öncesini ve sonuçlarını göremedik.

Hâlbuki çocuk kanser hastası idi. Ameliyat olmazsa -muhtemelen- birkaç ay sonra ölecekti. Beyaz önlüklü adamlar kasap değil, operatör ve uzman doktorlardı. Yaptıkları iş, adam doğrama değil, ameliyattı. Bu ameliyatla çocuk sağlığına kavuşmuş oldu ve ölümden kurtuldu. Annenin yaptığı canilik değil, meğer tam da bir anneye yakışan yüksek bir şefkat örneği imiş.

Depremler ve musibetler de böyledir. İşlediğimiz günahlar, yaptığımız yanlışlar, maruz kaldığımız haramlar, şükürsüzlükler, bizde adeta manevi hastalıklar oluşturuyor. Bu halimizle ölsek, dehşetli olan cehenneme gideceğiz. Ama sonsuz şefkat sahibi olan Allah’ın merhameti buna müsaade etmiyor; depremler veya başka musibetlerle bizleri adeta ameliyat ediyor ve günahlardan temizleyerek cennetine gönderiyor. Ameliyatlar ise; ağrısız sızısız olmuyor.

6) Depremlerde bir yandan insanlar ölüp, telef olurken, diğer taraftan da evleri, iş yerleri ve servetleri de zarar görüyor. Bunun sebepleri ve hikmetleri ne olabilir?

Cevap: Depremde ölenler, peygamberlikten sonraki makam olan şehitlik makamına liyakat kesbediyorlar. Giden malları ise, sadaka hükmüne geçiyor. Bu az bir mükâfat değildir. Böyle bir sonuç için, her şey feda edilir ve her musibete sabırla yaklaşılabilir.

Depremde ölen insanlar hiç ölmeyecek ve ebedi dünyada kalacak değillerdir. Eninde sonunda, bir şekilde öleceklerdi. Hiç ölmeyecek insanlar olsalardı itirazın bir anlamı olabilirdi.

Mademki öleceğiz, öyleyse şehit olarak ölmeyi kim istemez. Sağ iken iki kuruşunu vermekten sakınan bazı insanların, bütün mallarının sadaka olması ve büyük sevaplar kazandırması gibi büyük mükâfatlar nasıl küçümsenebilir.

Evi, arabası ve serveti ile gururlanan, âdeta dünyayı ebedi gibi görerek gaflete dalan bir insan için, depremler bir uyarı görevi yapıyor ve her şeyin fani olduğunu, ebedi olan ahirete yönelmesi gerektiğini haber veriyor.

(Devam edecek)

www.feyyaz.org
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

Bir alperen ve bir murabıt olarak Bediüzzaman
27 Ekim 2011 Perşembe 07:04
Hem fiziki yani fiili cihad hem de metafiziki yani manevi cihadı kendinde barındıran şahsiyetlere Türkçe olarak alperen diyoruz. Lakin Arapçada alperen anlamını karşılayan murabıt ifadesi kullanılmaktadır. Murabıt serhatte nöbet tutanlara da verilen isimdir. Peygamberimiz İsra ve Mirac yurdu için ‘ardu rıbat’ yani murabıtlar diyarı demiştir. Alperen ve murabıt uç beyi anlamına geldiği gibi manevi cihad yapan ehlullah da demektir. ‘Murabıtlar-Alperenler’ başlıklı yazımda (2007-11-22 Yeni Asya http://www. yeniasya.com.tr) Türkiye’nin alp erenleri manasında Risale-i Nur şakirtlerinden bahsettiğim gibi onların Fas’taki izdüşümü olan murabıtlara da temas ettim.
Risale-i Nur ekseninde Fas murabıtları ile Türkiye alp erenleri buluşmuştu. Fas’ta Murabıtlar adında bir de devlet kurulmuştur. Fas’ın tarihteki en önemli devletlerinden birisi Muvahhitler diğeri de Murabıtlardır. Gazali’nin talebesi olduğu rivayet edilen lakin Gazali ile ilişkisi inişli çıkışlı veya karmaşık olan Murabıtların reislerinden Yusuf Taşfin kendisini Mehdi ilan eder ve kendisini kabul etmeyenlere de eziyet eder. Bununla birlikte, Endülüs’te büyük yararlılıklar gösterir ve tabir caizse Endülüs’te Müslümanların bağımsızlığının ömrünü uzatır. Fas ve Kuzey Afrika üzerinden giden yardımcı güçler iki defa Endülüs ve Endülüslüleri yok olmaktan kurtarmışlardır. Lakin Endülüs halkı birbirlerine düşmeleri nedeniyle bu yardımların kıymetini tam olarak bilememişlerdir.
Murabıtların en önemli liderlerinden birisi Abdullah İbni Yasin’dir ve Fas’ın tanıdığı büyük alperenlerden birisidir. Yusuf Taşfin ise Endülüs’ü tevaif-i mülük belasından kurtarmıştır. Bununla birlikte Murabıtların en önemli manevi şahsiyetlerinden birisi Yusuf Taşfin’in amcası sufi ve murabıt Ebubekir İbni Ömer el Lemtuni’dir. Özelliği Batı, Orta ve Doğu Afrika’da binden fazla rıbat inşa etmesi ve bu suretle Afrika içlerindeki en büyük manevi cihadlardan birisini ifa etmiş olmasıdır. 19’uncu yüzyılda da Sunusiler Afrika içlerinde böyle büyük bir iman-İslam hamlesi gerçekleştirmişlerdir. Her rıbatta, murabıtlar yani gece rahipleri ve gündüz süvarileri barınmaktadır. Bu serdengeçti murabıtlar dini ilimleri yayıyor ve insanları İslam’a davet ediyorlardı. Yeğeni Yusuf Taşfin’e devlet işlerini bırakan bu yüce gönüllü zat yani Ebubekir İbni Ömer el Lemtuni saltanattan ve sürekli bir yerde ikametten feragat ederek kendisini imana ve İslam’a adamıştır. 18 yıl boyunca manevi cihat anlamında kitleleri terbiye etmiş ve eğitmiştir (1).
*
Bediüzzaman da birinci veya eski Said döneminde adeta bir uç beyi gibi mücadele etmiş ve milis komutanlığı yapmıştır. Lakin Rus esaretinden ve Anadolu’ya dönüşünden sonra münzevi bir yapıya bürünmüş ve ikinci Said döneminin hazırlayıcı dönemini yaşamıştır. Birinci dönemi belki alplik ikinci dönemi ise erenlik dönemi olmalıdır. Bediüzzaman esaretle birlikte büyük tahavvulat geçirmiş ve adeta hadis diliyle küçük cihaddan büyük cihad dönemine geçmiş ve alperen ve murabıt haline gelmiştir.
Bu konu ‘Tarihçe-i Hayat’ adlı eserinde şöyle ifade edilmektedir: ‘O eski zamanda, eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alakaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silahlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki (orgeneral) geldi, gördü dedi: ‘Bu medrese değil, kışladır.’ Bitlis hadisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: ‘Onun silahlarını alınız.’ Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise… “ Yani Bediüzzaman tam manasıyla milis komutanlığı yapmış ve savunma hatlarında hizmet vermiştir.
Devamında o günlerini şöyle anlatıyor: ”Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: ‘Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki; siz Van’da Erek Dağı’na çıktığınız zaman, fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?’ ‘Ben de cevaben diyordum: ‘Madem fani dünya hayatı, küçücük ve menfi milliyetin muvakkat menfaati ve selameti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bakiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müspet menfaatlerine çalışan ve ‘Ecel birdir’ itikat eden talebeler, o fedailerden geri kalmazlar. Lüzum olsa o kati ecelini ve zahiri birkaç sene mevhum ömrünü, milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selametine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirane feda ederler (2).’
Fas Murabıtları hem fiili cihadla hem de manevi cihadla tavaif-i mülükü tabir caizse yok olmaktan kurtarırken Osmanlı’nın yıkılması ve yeni bir tavaif-i mülük dönemine girilmesi arifesinde Bediüzzaman milis komutanı olarak fiili cihada katılmış ve ardından da müspet hareketi esas alarak manevi cihadla yıkılan cihan devleti üzerine kurulan yeni tavaif-i mülük düzenini tamir etmeye ve dökülen parçaları yeniden bir araya getirmeye ve toparlamaya çalışmıştır. Birlik varken fiili cihadla onu korumaya çalıştığı gibi birlik yıkıldıktan sonra da manevi cihad onu ihya etmeye gayret etmiştir.
1-Reculu’l Kur’an ve sinaatü’l insan, Dr. Abdulhalim Avis, Daru7l Nil, s: 107-108
2-http://www.risaleinur.com.tr/kulliyat/1091.html
 

uður1

Well-known member
Cevap: Dua Ufku

TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.12.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Yunanistan’da Risale-i Nur’un neşriyatını yapan ve yüzlerce Nur talebesi yetiştiren bir zatın Türkiye’deki Nurcu kardeşlerine yazdığı mektup.

Din ve imana hâdim (hizmet edici), şirk ve küfrü hâdim (yıkıcı) pek aziz kardeşlerim Abdullah, Hüsnü, Abdülkadir, Mehmed ve Süleyman Nurdaşlarım,

Evvelâ: Pek samimî ve hâlisane yazılan mektubunuzu alarak derecesiz memnun oldum. Muhlis beyanlarınız ve derunî tebrikleriniz, hep coşkun dinî aşkınızdan ve has nura müstağrak ruhunuzdan doğma olduğundan, o Nurun elektrizasyonuyla münevver kalbleri tehyic ve temevvüce düşürmemek mümkün değildir. Onun için, selâm ve muhabbetlerinize mukabil selâm ve meveddetlerimiz bîpâyan olduğu gibi, bu rabıta ve iştiyakla da sizleri kucaklar ve İslâmî hasret ve saffetle gözlerinizden öperim.

Saniyen: Gönderilmesine lûtfettiğiniz Hutbe-i Şamiye, Şekvâ ve sair mahkeme kararı ile mektuplar melfufatını alarak fevkalhad memnun oldum. Bunun cevabını vermek üzere iken, Kerkük’ten Ahmed Ramazan kardeşimizden gönderilen Sözler mecmuasını aldım. Onun içinde bînihaye tahassüslerle meşhun-u mesâr oldum. Ona da şimdi sizinle beraber teşekkür babında mektup yazıyorum. Bu memnuniyet ve teşekkürlere dahi cemaatimizin bütün efradı iştirak ederek hepinizi selâmlar ve aziz Nurdaşlarıyla kardaşlanırlar…

Gerek ben ve gerekse bütün ihvanımız Üstad Hazretlerine bağlılığı şöyle telâkki ediyoruz: Âfak ve enfüsten müstedlel âyât-ı bînihâyeyi en iyi tefsir edecek bir insan-ı kâmile her asır muhtaçtır. Asrımızda şark ve garpta fâzıl ve muktedir çok ulema yok değildir; fakat fâni menfaatlerden mütecerrid, sırf nur-u Bâkî ile
mütenevvir ve mütelezziz gavs-ı ferid makamında en ziyade bir mutemede ihtiyaç vardır. Bu evsaf-ı mebhuse ile Üstad-ı Kebir muttasıf olduğundan zamanımızın kutbu mesabesindedir. Ona tebaiyet, tam uyulmaya lâyık bir muktedâbihe iktida mânâsındadır. Zamanın müceddidi imam-ı kübrâsı fetrete uğradığına göre, böyle bir mürşid-i âzama merbutiyet vâcip derecesine varmıştır. İşte bu sâika, bizi ve onları düşünmeye bile sevk etmeden Üstad-ı Kebire raptediyor. Bunu yapan, onlardaki iman bağının, kedisinde mevcut bulunan nur-u aslînin, nur kaynağının merkez sıkletindeki cazibe kuvvetine incizap ve incilâbıdır. Bunlar, bu eserleri şimdi mütalâa ve müzakere etmekle, tahsilleri az zamanda bazısının derhal husuliye münkalib olmaktadır. Yani, derhal Nur mevzuunu idrak kabiliyetiyle mütefeyyiz oluyorlar.
[SUP]2[/SUP]هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبِّى
[SUP]1[/SUP]هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى


Onun için, fazl ve rahmetine karşı ne kadar hamd ü senâ edilse azdır…

Bu hizmette muvaffak olmak için, sizin bin bir müşkülâtla ikazkâr ve irşadkâr hareketleriniz gibi yıkılmaz ve sarsılmaz azim ve metanetler lâzımdır. İnşaallah, her ufukta, her kuturda böyle çalışması İslâmiyetin halâs-ı umumisini mucip ve müntic olacaktır.

Hafız Ali
[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Bu Rabbimin bir ihsanıdır.
[SUP]2[/SUP] : Bu Rabbimden gelen bir rahmettir.


Lügatler :
afak : ufuklar; dış dünya, gözle görülen âlemler
âyât-ı bînihâye : nihayetsiz âyetler, sonsuz deliller
aziz : çok değerli, izzetli
bînihaye : nihâyetsiz, sonsuz
bîpâyan : sonsuz, tükenmez

cazibe : çekim gücü
derunî : içle ilgili, içten
efrad : fertler, bireyler
elektrizasyon : elektrik vererek aydınlatma
enfüs : nefisler, ruhlar; kişinin kendi iç âlemleri, kalp ve ruh dünyaları

evsaf-ı mebhuse : sözü edilen, bahsi geçen vasıflar, nitelik ve özellikler
fâni : geçici olan, ölümlü
fâzıl : faziletli, değerli

fazl : ihsan, lütuf, yardım
fetret : ara, duraklama
fevkalhad : haddin, sınırın üstünde
Garp : Batı

gavs-ı ferid : eşsiz, eşi olmayan gavs; velilerin başında bulunan en büyük veli
hâdim : hizmetçi, hizmetkâr

halâs-ı umumi : umumî, genel kurtuluş
hâlisane : samimî, içten bir şekilde

hamd ü senâ : şükretme ve övme
has : özel

husul : meydana gelme, olma
Hutbetü’ş-Şamiye : Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin 1909 yılında Şâm Emevi Camii’nde verdiği İslâm dünyasının maddî ve manevî hastalığı, geri kalması gibi meselelerin sebep ve çarelerini anlattığı bir hutbeyi içeren kitap

idrak : anlayış, kavrayış
ihvan : kardeşler

ikâzkâr : uyarıcı, dikkat çeken
iktida : uyma
imam-ı kübrâ : büyük imam
incilâb : celb edilme, çekilme
incizap : bir şeyin çekiciliğine kapılma
insan-ı kâmil : mükemmel, faziletli ve olgun insan

inşaallah : Allah izin verirse
irşadkâr : irşad eden, doğru ve hak yolu gösteren
iştirak : katılma
iştiyak : çok kuvvetli arzu ve istek

kabiliyet : yetenek
kutup : önder, rehber
kutur : çap
küfr : inançsızlık, inkâr
lûtfetme : ikram etme, sunma
mecmua : kitap
melfufat : ilişik yazılar; kağıt, mektup ve sair evrak
menfaat : yarar, fayda

merbutiyet : bağlı olma, bağlılık
mesabe : derece, konum
meşhun-u mesâr olma : sevinçle dolma, mutlu olma

metanet : sağlamlık, kararlılık
meveddet : sevgi, muhabbet

mevzu : bahis, konu
mucip : birşeyi gerekli kılan, gerektiren
muhabbet : sevgi
muhlis : samimi, ihlâslı, içten
mukabil : karşılık

muktedâbih : kendisine uyulan, örnek alınan imam, önder
muktedir : ehliyet sahibi, ilmî açıdan güç ve iktidar sahibi

mutemed : güvenilir
muttasıf : vasıflanmış, nitelenmiş
muvaffak : başarılı
müceddid : yenileyici; sahih hadis ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi olan büyük âlim ve velî zât
münevver : aydın, aydınlanmış

münkalib : tersine dönen, değişen
müntic olma : netice verme, sebep olma
mürşid-i âzam : hak ve doğru yolu gösteren en büyük mürşit, rehber
müstağrak : dalmış, kendinden geçmiş
müstedlel : bir delil ile ispat edilmiş, delilli

müşkülât : zorluklar
mütalâa : dikkatle okuma, inceleme
mütecerrid : tecerrüt eden, sıyrılan; dünya işlerinden vazgeçip Allah’a yönelmiş

mütefeyyiz : feyizlenen, feyiz alan, ilim ışığıyla aydınlanan
mütelezziz : lezzet alan, lezzetlenen
mütenevvir : nurlanan, parlayan
müzakere : karşılıklı fikir alışverişi yapma
neşriyat : yayma, yayım

nur-u aslî : asıl nur, gerçek aydınlatıcı nur ve ışık
nur-u Bâkî : Kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekâ veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Allah’ın nuru
rabıta : bağ, alâka

raptetmek : bağlamak
saffet : safilik, halislik

sâika : sevk edici, sebep, gerekçe
sair : diğer, başka
saniyen : ikinci olarak

sevk etme : yöneltme
sıklet : ağırlık
Şark : Doğu
şirk : Allah’a ortak koşma
tahassüs : hislenme, duygulanma

tahsil : ilim öğrenme
tebaiyet : tabi olma, uyma
tefsir : açıklama, yorumlama
tehyic : heyecanlandırma, harekete geçirme
telâkki : anlama, kabul etme
temevvüc : dalgalanma
ulema : âlimler

Üstad-ı Kebir : Büyük Üstad; Bediüzzaman Said Nursî
vâcip : zorunlu




 

uður1

Well-known member
Selamün Aleyküm ve Rahmetullah...
Muhterem grup üyesi kardeşlerimiz.
Tam 643 gündür günlük dersler halinde paylaşımını sürdürdüğümüz Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hz. ve talebelerinin hayatı-mücahedeleri-mücadeleleri-çileleri-risale-i nurun zuhuru-neşri-telifi-dünyaya tesiri vb.konular hakkında tarihi vesikalar içeren Risale-i Nurun 13 büyük kitabından olan Tarihçe-i Hayat eserini de tamamlamaya Rabbimin lutfuyla eriştik Elhamdülillah.Kolay değil yaklaşık 800 sayfalık bir eserdi ama başlayınca bitiyormuş demek ki.
Tarihçe-i Hayat eserinin lugatli günlük dersler halindeki 643 adet word belgelerinin tamamına ve ayrıca kısımlar halindeki (İlk Hayatı-Barla Hayatı-Kastamonu Hayatı vs. gibi) tamamına aşağıdaki linkten sahip olabilirsiniz=
https://skydrive.live.com/?cid=c21eaf44793b76b7&sc=documents&uc=1&id=C21EAF44793B76B7%21989
Yine bu eseri web üzerinde lugatli olarak okumak=
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules/kulliyat&risale=20
adresinden mümkün.

Kitap hakkında izahlı anlatımlarla derin inceleme yapmak için de=
http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=cat_open&cid=81
linkinden istifade edebilirsiniz.

Kitabın tamamının sesli olarak İhsan Atasoy hocamızın okuyuşuyla indirmek=
http://www.nurpenceresi.com/index.php?risale_indir
adresinde "herkese serbest" olarak yayınlanmış...
Tarihçe-i Hayat eseriyle alakalı görüntülü ve sesli diğer anlatımlar için de
http://www.nurpe nceresi.com/index.php?oku=284
linkindeki ses-görüntü dosyalarını tavsiye ederiz...
Allah Nur yolu kahramanlarının davalarını anlamayı-yaşamayı ve kıyamete kadar bihakkın sürdürmeyi cümlemize nasip etsin inşaallah...
Mekânları cennet,ruhları şâd olsun inşaallah...
Selam ve dua ile...




--
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 8.10.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Üçüncü Hakikatin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin fermân-ı mezuniyetiyle, üç şey ihtar ediyorum.

Birincisi: Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ ve yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslâh olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa, umumu aleyhinde itâle-i lisân ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti–bozulmuş bazı efkâr ve ahlâklarına binaen–bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben şarkın dağlarında büyümüş idim. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, medenî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim.

Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet sû-i ahlâkımızdan darılmış, mâzi tarafına dönüp gidiyor. Zaman-ı Saadete bizi şikâyet edecektir.


Lügatler :
arz-ı dîdâr : kendini gösterme
binaen : dayanarak
binaenaleyh : bundan dolayı
cism-i devlet : devletin cismi, bedeni
cümle : herkes
def-i tabiî : doğal şekilde çıkarma, başından atma
divanelik : delilik
efkâr : fikirler
fermân-ı mezuniyet : mezuniyet belgesi
garp : batı
hakikat : gerçek
ifraz etmek : irinin vücuttan atılması gibi dışarı atma
ihtar etmek : hatırlatmak, ikaz etmek
ikame eylemek : yerleştirmek
istibdat : baskı, zulüm, diktatörlük
istidad-ı habis : kötü yetenekli, ruhsal özelliği bozuk
itâle-i lisân : dil uzatma, kötü şeyler söyleme, sövüp sayma
ittihad-ı millet : milletin birliği, halkın birlik ve beraberliği
ittihad-ı millî : millî birlik
kabil-i ıslâh olmayan : düzelmesi mümkün olmayan
libas : elbise
maksud : kastedilen şey
medenî : şehirli, uygar
medeniyet-i hakikiye : gerçek medeniyet
medeniyet-i hâzıra : şimdiki medeniyet
memurîn : memurlar, görevliler
Merkez-i Hilâfet : hilâfet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer; İstanbul
muhal : imkânsız
muhtelif : farklı, çeşit çeşit
mukaddem : değerli, üstün
mürşid-i umumî : herkese doğru yolu gösteren
müteazzir : özürlü, zararlı, yerine getirilmesi zor
ref’ : ortadan kaldırmak
rivayet : duyulan şeylerin nakledilmesi
sirayet etmek : bulaşmak, yayılmak
sû-i ahlâk : kötü ahlâk
şark : doğu
tahallül : çözülme, ayrışma
tahayyül etmek : hayal etmek
taltif edilmek : ödüllendirilmek
tenafur-u kulûb : kalplerin birbirinden nefret etmesi
terzil etmek : aşağılamak, rezil ve alçak göstermek
teşekkül : oluşma
teşkil eyleyen : oluşturan, meydana getiren
teşrih etmek : bir meseleyi iyice araştırıp ortaya çıkarmak, muayene edip hastalığı teşhis etmek
tevahhuş : yabanîleşme, birbirine yabaniler gibi davranma
tulû etmek : doğmak
umum : herkes
uzuv : organ
vahşi : yabanî, medeni olmayan
vaktâ ki : ne vakit ki, ne zaman ki
Zaman-ı Saadet : Asr-ı Saadet zamanı; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
zerrat : zerreler, atomlar


 

uður1

Well-known member
[h=1]Mesnevi-i Nuriye DERSLERİ...1.Risale-i Nur'un fidanlığı hükmünde olan Mesnevi-i Nuriye kitabını, bugünden itibaren lügatlı olarak paylaşmaya başlıyoruz inşaallah[/h]
 

uður1

Well-known member
Selamun aleyküm muhterem kardeşlerim,

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ifadesiyle Risale-i Nur'un bir fidanlığı hükmünde olan ve çok ulvi hakikatleri ihtiva eden Mesnevi-i Nuriye kitabını lügatlı olarak bugünden itibaren sizlerle paylaşmaya başlıyoruz.
İnşaallah 301 gün devam edecek olan bu paylaşımımızdan, azami derecede istifade edebilmemizi Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyoruz. SELAM VE DUA İLE.....

MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ 1.İ’TİZAR
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
İ’tizar
Risale-i Nur Külliyatından el-Mesneviyyü’l-Arabî ile muanven büyük Üstad’ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini de Allah’ın avn ve inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfız bulamadım. Tercüme lisanı da fikrim gibi nâkıs ve kasır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur’ânî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-i dımağiyemin bozukluğundan, bu kadarını da, müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın mânevî yardımlarıyla dokuyabildim.

Evet, bir tavuk, kendi uçuşuyla şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş). Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaiki evlâd-ı vatana gösteren küçük bir ayinedir.

Risale-i Nur Müellifinin neseben küçük

kardeşi ve on beş sene ondan ders alan

Abdülmecid Nursî


Lügatler :
Arabî : Arapça
avn : yardım
azîm : büyük, yüce
bahtiyar addedmek : talihli, mutlu saymak
cesîm : çok büyük
cevher-baha : mücevher gibi değerli
cezalet : güçlü ve akıcı ifade
cihanbaha : dünyalar kıymetinde
el-Mesneviyyü'l-Arabî : Arapça Mesnevî-i Nuriye
evlâd-ı vatan : vatan evlatları
fabrika-i dımağiye : akıl fabrikası
hakaik : gerçekler, esaslar
imanî : imanla ilgili, imana dair
inayet : lütuf, yardım, bağış
itizar : özür dileme
kıymettar : kıymetli, değerli
kisve : örtü, kıyafet
Kur’ânî : Kur’ân’a ait; Kur'ân'da bulunan
lâfız : söylenen ifade, kelime
lisan : dil
meal : kısa açıklamalı tercüme
muanven : isimli; namlı
muvaffak olmak : başarmak
müellif : telif eden, yazan
müellif-i muhterem : hürmetli müellif; saygıdeğer yazar
nâkıs ve kasır : eksik ve kısa
neseben : soyca, sülâle bakımından
tayyedilmek : atlanmak, çıkarılmak
tayyetmek : çıkarmak
tedarik etmek : elde etmek
ulviyet : yücelik
zarf olmak : kılıf olmak, sarmak




--
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
8.11.HÜRRİYETE HİTAP(DEVAMI)
Bunun en büyük sebebi, istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin ki, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif,” veyahut
[SUP]1[/SUP]عِبَارَاتُناَ شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلىٰ ذَكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mektep ve eh-i tekkenin, tebayün ü efkâr ve tehâlüf-ü meşâribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış. Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor; öteki tefrit ile onu teçhil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalâhadır. Ta itidal noktasında musafaha ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

Üçüncüsü: Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.

İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, güzelliğin birdir. Hepsi de o güzelliğe işaret ediyorlar.

Lügatler :
addetmek : saymak, kabul etmek
âheng-i terakkî : ilerleme ve gelişmenin ahengi, uyumu
ahlâk-ı İslâmiye : İslâm ahlâkı
belâgat : maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme
beyt : mısra, şiir satırı
efkâr : fikirler
ehl-i medrese : dinî eğitim ve öğretim yapan yüksek okullarda ilim tahsil edenler veya oraya mensup ilim adamları
ehl-i mektep : okula ve üniversiteye mensup kimseler, oradaki öğrenciler ve ilim adamları
ehl-i tekke : tekkede tarikat yolunu tutanlar; tarikat ve tasavvuf mesleğinde olanlar
esas : temel
gayr-ı mutemed : güvenilir olmayan
hale mutabık : hâl ve duruma uygun
ifrat : aşırılık
ihlâl etmek : bozmak, karıştırmak
ilcaat-ı zaman : zamanın getirdiği mecburiyetler, çaresiz durumda bırakmalar
ispat-ı müddeâ : iddia edilen şeyin ispatı
itidal : her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama
ittihad-ı millet : milletin birliği; aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aralarında din, dil, duygu, ortak tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun birlik ve beraberliği
kasâvet-i kalb : kalp sertliği, kalp katılığı
mabeyninde : aralarında
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı örnek
muhafaza etmek : korumak
mukteza : birşeyin gereği
musafaha : tokalaşma; kucaklaşma
musalâha : karşılıklı barışma
muvafık : uygun
muvazene-i şeriat : şeriatın dengesi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin dengesi
mübalâğalı : abartılı
münasebet : bağlantı, ilgi
münasip : uygun
müteharrî-i hakikat : gerçeği araştıran, inceleyen
tadlil etmek : birinin veya bir topluluğun delâlette olduğunu iddia etmek
tasvir-i müddeâ : iddia edilen şeyin delilsiz tasviri, san’atlı bir biçimde anlatımı
tebâyün-ü efkâr : fikirlerin birbirinden farklı oluşu
teçhil : birinin veya bir topluluğun cahil olduğunu iddia etmek
tefrit : tersine aşırılık, normalden daha geri seviyede olma
tehâlüf-ü meşârib : meşreplerin, metotların birbirinden farklı oluşu
tekfir : küfürle itham etme, suçlama
tenzil etmek : indirmek, alt seviyelere düşürmek
terakkiyat-ı medeniye : medeniyetteki ilerlemeler, kalkınmalar
tergib : rağbet uyandırma, isteklendirme
terhib etmek : korkutmak
teşhis-i illet : hastalığın teşhisi
tevhid : birleştirme
teyid : destekleme, doğrulama
zaman-ı hâzıra : şimdiki zaman
zaman-ı sâlife : geçmiş zaman





--
 

uður1

Well-known member
HUTUVÂT-I SİTTE 2.1.HUTUVÂT-I SİTTE
[SUP]1[/SUP]اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ

Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.

Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.

BİRİNCİ HATVESİ:

Der veya dedirir:

“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zâlim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”

Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızadâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Şeytanın izini takip etmeyin.” Bakara Sûresi, 2:168, 208; En’âm Sûresi, 6:142.
Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
beşer : insan
binaen : -dayanarak
cihan : dünya
düşman-ı İslâm : İslâm düşmanı
el-hannas : şeytan
fiilî : hareketlerle
fitnekârane : bozgunculuk yaparak, ara bozarak
habis : pis, kötü
hatve : basamak, mertebe
hırs-ı câh : makam hırsı
hırs-ı intikam : intikam hırsı
humk : ahmaklık, aklı az olmak
hutuvât : adımlar, şeytanın adımları
icra etmek : tatbik etmek, uygulamak
ifsad : bozma, bozgunculuk yapma
ihtiyar : dileme, istek, irade
inkıyad etmek : boyun eğmek, itaat etmek
insî : insan cinsinden olan
kader/Kader-i İlâhi : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
mel'un : lânetlenmiş
menba : kaynak
muamele : davranış
musibet : belâ, büyük sıkıntı
muzır : zararlı
müstehak : hak eden, lâyık
nedamet : pişmanlık
neûzü billâh : Allah korusun
rıza : memnuniyet
rızadâde : kabul eden
ruh-u gaddar : acımasız, çok zulmeden
sûret : biçim, görünüş
şer : kötülük, fenalık
taassub : aşırı derecede, körükörüne bağlılık
tabiat : yaratılış
tamah : açgözlülük, hırsla isteme
tevbe : pişmanlık duyarak günahtan dönüş
vesvese : kuruntu, şüphe
zecren : sakındırma, yasaklama
zulmet : karanlık
zulmetmek : haksız yere kötülük etmek

 

uður1

Well-known member
MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ 3.5.LEM’ALAR(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ LEM’A
Cenâb-ı Hakkın canlı mahlûkata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenâhî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi herşeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik, Şems-i Ezelînin de bütün canlı mahlûkatta “ihya ve nefh-i hayat” cihetiyle bir tecellî-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyara sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan acizdirler. Buna binaen, şeffaf şeylerde görünen o timsaller şemsin timsali olup, şemsten o şeffaf şeylere in’ikâs etmiş olduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerde ve zerrelerde, herbirisinde hakikî bir şemsin maddesiyle mevcut bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.
Kezalik, Şems-i Ezelînin şualar menzilesinde olan tecellî-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-i Ezelîye isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe varıncaya kadar herbir zîhayatta nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi, Vacibü’l-Vücuddan maada hiçbirşeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatların mevcut olmasına cahilâne, ahmakane, gülünç bir batıl hüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu batıl hükümle, herbir zerreye ve herbir sebebe bir ulûhiyet-i mutlakayı isnad etmekle sayısız şerikleri ispat etmek mecburiyeti hasıl olur.
Maahaza, tohum olacak bir habbe veya bir çekirdekteki garip, acip, muntazam vaziyete bakınız ki, o habbe, tohumu olacak cismin bütün eczasıyla münasebettar olduğu gibi, nev’iyle, yani ebnâ-yı cinsiyle de ve bütün mevcudatla da münasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin Kadir-i Mutlaktan nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, herbir tohumda, herşeyi görecek bir gözün ve herşeye muhit bir ilmin bulunmasını itikad etmek lâzım gelir. Bu ise, sabık temsilde, herbir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattir.


Lügatler :
acip : hayret verici, şaşırtıcı
acz : acizlik, güçsüzlük
ahmakane : ahmakça, akılsızca
binaen : dayanarak
cahilâne : cahilce, bilgisizce

Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cihet : yön, taraf
cilve : görüntü, akis
cism : varlık, beden
ebnâ-yı cins : kendi cinsinden olanlar
ecza : bütünü oluşturan parçalar

esbab : sebebler
farz edilmek : varsayılmak
garip : tuhaf

gayr-ı mütenâhî : nihayetsiz, sonsuz
habbe : dane, tohum
hakikî : gerçek
hamakat : ahmaklık
hasıl olmak : meydana gelmek

hâtem : mühür
hükmedilmek : karar verilmek
hükmetmek : hüküm ve karar vermek
hüküm : yargı, karar
ihtiyar : seçme gücü, irade

ihya : hayat verme, diriltme
iktidar : güç, kudret
in'ikâs etmek : yansımak
irade : dileme sıfatı
isnad etmek : dayandırmak
itikad etmek : inanmak
Kadir-i Mutlak : herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah
katre : damla

keyfiyet : hal, özellik, nitelik
kezalik : bunun gibi
kudret : güç, iktidar
maada : başka, dışında, ötesinde
maahaza : bununla beraber, bununla birlikte

mahlûk : yaratılmış, varlık
mahlûkat : yaratılmışlar, varlıklar

mahsus : has, özel
mecburiyet : zorunlu olma, mecbur olma
menzil : yer, konum
mevcudat : varlıklar
mevcut : var
misil : benzer, eş değer
muhit : her tarafı kuşatan
muntazam : düzenli
mutlak : kayıtsız, sınırsız
müçtemian : topluca, hepsi birden
münasebet : ilişki, bağ
münasebettar : alâkalı, ilgili
münferiden : tek olarak

nakış : işleme, süsleme
nefh-i hayat : hayat üfleme; cansızlara can verme
nefs : kendisi
nev' : çeşit, tür
nihayetsiz : sınırsız
nisbet : bağlantı; oran
nisbetinde : ölçüsünde
nokta-i merkeziye : merkezî nokta

nümune : örnek, misal
sabık : geçen, önceki
sair : diğer, başka

seyyar : hareketli, yerinde sabit durmayan
sikke : işaret, damga
şeffaf : saydam, parlak
şems : güneş
Şems-i Ezelî : Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir unvan olarak kullanılır
şerik : Allah’a ortak koşulan şey
şua : ışık, parıltı
takdirde : durumda

tecellî-i ehadiyet : Allah’ın birliğinin her bir varlıkta görünmesi
tecellî-i esma : Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar
temsil : analoji, kıyaslama tarzında benzetme
timsal : görüntü

turra : padişaha özel mühür, nişan
ulûhiyet-i mutlaka : hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ve sınırsız bir ilâhlık
Vacibü'l-Vücud : varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
vazife : görev
vaziyet : durum, hal
vücud : varlık
zerre : atom, maddenin en küçük parçası
zîhayat : canlı


 

uður1

Well-known member
MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ
3.6.LEM’ALAR(DEVAMI)
DÖRDÜNCÜ LEM’A
Bir kitap el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettipler gibi çok şeylere ihtiyaç olur. Kezalik, şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

Ve keza, toprağın, suyun, havanın herbir cüz’ünde, nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar ziynet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hassalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünkü, bu üç unsurun herbir cüz’ü, herbir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet, bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh, ikinci yola zehab edenlerce, o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

BEŞİNCİ LEM’A:

Bir kitapta yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delâlet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delâlet eder ve nakkaşını târif eder.

Kezalik, kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir.


Lügatler :
âlât : aletler
binaen : dayanarak
binaenaleyh : bundan dolayı
cihaz : organ, duyu
cihet : yön, taraf
cüz’ : kısım, parça
delâlet etmek : delil olmak, işaret etmek
edevat : bir iş için gerekli olan malzemeler, parçalar
ekser : pek çok
esbab : sebebler
esmâ : Allah’ın isimleri
eşkâl : şekiller, biçimler
evsaf : nitelikler, özellikler
hassa : nitelik, özellik

Hebenneka : tarihte ahmaklığıyla meşhur bir şahsiyet
hurafe : gerçek dışı, saçma inanış
hükmeden : bir karara varan
imtina : bir şeyin imkânsızlığı
intizam : düzen
isnad eden : dayandıran
izhar etmek : göstermek, ortaya çıkarmak
kabiliyet : yetenek
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kalem-i kudret : Allah’ın kudret kalemi
kâtib : yazan
keza : aynı, aynı biçimde
kezalik : bunun gibi
kitab-ı kâinat : kâinat kitabı
kudret : güç, kudret, iktidar
mahiyet : esas nitelik, içyapı
mâkul : akla uygun, aklın kabul ettiği
medar : dayanak noktası, kaynak
menşe olmak : öz, kaynak
mizan : ölçü, tartı
muhal : imkânsız
muhalif : aykırı, zıt
mücessem : cisimleşmiş, maddî yapısı olan
müçtemian : toplu, topluca, bir araya gelmiş olarak, hepsi birden
münferiden : tek başına
mürettip : matbaada çalışan ve harfleri sıralayan kişi
mütehalif : birbirine uymayan
nakkaş : nakış ustası
nebat : bitki
nebatat : bitkiler
sair : diğer, başka
Sâni : her şeyi san’atla yaratan Allah

Sâni-i Zülcelâl : büyüklük ve yücelik sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yapan Allah
sıfat : özellik, vasıf
suubet : zorluk
sülûk etmek : yönelmek, yola girmek
tab' : baskı, basma
târif etmek : anlatmak, tanıtmak
teçhizat : cihazlar, âletler
teşkil : şekillendirme, yapılma
teşkilât : yapı
unsur : madde
Vahid-i Ehad : bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden Allah
vehm : kuruntu, zan
vücud : varlık
zehab eden : giden
zehab etmek : gitmek
zîhayat : canlı
ziynet : süs
âlât : aletler
binaenaleyh : bundan dolayı
cihaz : organ, duyu
cihet : yön, taraf
cüz’ : kısım, parça
delâlet etmek : delil olmak, işaret etmek
edevat : bir iş için gerekli olan malzemeler, parçalar
ekser : pek çok
esbab : sebebler
esmâ : Allah’ın isimleri
eşkâl : şekiller, biçimler
evsaf : nitelikler, özellikler
hassa : nitelik, özellik
hurafe : gerçek dışı, saçma inanış
hükmeden : bir karara varan
imtina : bir şeyin imkânsızlığı
intizam : düzen
isnad eden : dayandıran
izhar etmek : göstermek, ortaya çıkarmak
kabiliyet : yetenek
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kalem-i kudret : Allah’ın kudret kalemi

kaside : övgü şiiri
kâtib : yazan
keza : aynı, aynı biçimde
kezalik : bunun gibi
kitab-ı kâinat : kâinat kitabı
kudret : güç, kudret, iktidar
mahiyet : esas nitelik, içyapı
mâkul : akla uygun, aklın kabul ettiği
medar : dayanak noktası, kaynak

medih : övgü, şükür
menşe olmak : öz, kaynak
mizan : ölçü, tartı
muhal : imkânsız
muhalif : aykırı, zıt
mücessem : cisimleşmiş, maddî yapısı olan
müçtemian : toplu, topluca, bir araya gelmiş olarak, hepsi birden
münferiden : tek başına
mürettip : matbaada çalışan ve harfleri sıralayan kişi
mütehalif : birbirine uymayan
nakkaş : nakış ustası
nebat : bitki
nebatat : bitkiler
sair : diğer, başka
Sâni : her şeyi san’atla yaratan Allah
sıfat : özellik, vasıf
suubet : zorluk
sülûk etmek : yönelmek, yola girmek
tab' : baskı, basma
târif etmek : anlatmak, tanıtmak
teçhizat : cihazlar, âletler
teşkil : şekillendirme, yapılma
teşkilât : yapı
unsur : madde
Vahid-i Ehad : bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden Allah
vehm : kuruntu, zan
vücud : varlık
zehab eden : giden
zehab etmek : gitmek
zîhayat : canlı
ziynet : süs




 

uður1

Well-known member
HUTUVÂT-I SİTTE 2.2.HUTUVÂT-I SİTTE(DEVAMI)
İKİNCİ HATVESİ:
Der (ve dedirtir):
“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”
Şu vesveseye karşı deriz:
Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adavet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.
Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adavet etmek demektir.
ÜÇÜNCÜ HATVESİ:

Der (veya dedirtir):
“Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”
Bu vesveseye karşı deriz:
Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!
DÖRDÜNCÜ HATVESİ:

Der (veya dedirtir):
“Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeler(i)dir—maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz.
Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez.


Lügatler :
adavet : düşmanlık
âlem : dünya
bedel : karşılık
bevl : idrar
damar-ı hayat : hayat damarı
def' : ortadan kaldırma, savma
defnetmek : gömmek
el-hannas : gizli şeytan
evlâd-ı nâmeşru : helâl olmayan, İslâmın izin vermediği evlâd
hakikat : gerçek, asıl, esas
hatve : basamak, mertebe
hayat-ı sefilâne : alçak bir haldeki hayat
hınzır : domuz
husumet : düşmanlık
kâfir : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimse
kâfir-i mel’un : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden lânetlenmiş kimse
küfür : inkâr, inançsızlık
libas : elbise
maksat : amaç, gaye
maksut : istek, arzu
muavenet : yardım
muhâsım : düşman olan taraftan biri, hasım
muvakkat : gelip geçici
muzahrafat : süprüntüler, atıklar
mütecaviz : saldırgan, haddi aşan
müteneccis : pislenmiş, kullanılmaz hale gelmiş
necis : pis
neş’et etmek : meydana gelmek, kaynaklanmak
rağmına : zıddına, inadına
razı olmak : hoşnut olmak
sergerde : elebaşı, reis
sevk etmek : tahrik etmek, yönlendirmek
sıfat : nitelik, vasıf
tağyir etmek : değiştirmek
terettüp etmek : sonuç olarak ortaya çıkmak
tesir : etki
teskin : yatıştırma, sakinleştirme
vaziyet : durum, hal
vesile : sebep
vesvese : kuruntu, şüphe
vücud : varlık, var oluş


 

uður1

Well-known member
HUTUVÂT-I SİTTE 2.3.HUTUVÂT-I SİTTE(DEVAMI)
BEŞİNCİ HATVESİ:
Der:
“İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i mâneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’(yu) da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zât, hatta en fâcir bir adam da, yalnız ism-i hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.
ALTINCI HATVESİ:

Der ki:
“Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”
Şu vesveseye karşı deriz:
En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor.
Evvelâ: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne(n) hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı...... gibi...
Lügatler :
adem-i itaat : itaatsizlik
akim kalmak : sonuçsuz, verimsiz kalmak
akis : yansıma
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
arzu-yu zâtî : şahsî arzusu, isteği
azametli : büyük
bedel : karşılık
beyhude : boşu boşuna
deruhte etmek : yerine getirmek
emanet-i Hilâfet : Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık emaneti
emr-i hususî : özel emir
evvelâ : öncelikle, ilk olarak
fâcir : günahkâr
faide-i uzmâ : en büyük fayda
fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
hakikat : gerçek
hânedân-ı Saltanat : Saltanat soyu
hasıl olan : meydana gelen
hatve : basamak, mertebe
hezeyan : boş söz, saçmalama
hod-endişâne : yalnız kendini düşünerek
husumet : düşmanlık
ihtiyar : dileme, istek, irade
inkılâp etmek : dönüşmek
irade : dileme, istek, kast etme
irade-i Hilâfet : halifelik makamının kararı, hükmü
ism-i hilâfet : hâlifelik ismi
istinad etmek : dayanmak
itaat : emre uyma
maksat : amaç, gaye
maskaralık : gülünç olma
maslahat : fayda, gaye
menba : kaynak
muhit : çevre, etraf
mukavemet : direnç, karşı koyma
mükreh : zorlanan
müsellâh : silâhlanmış, silâhlı
mütedeyyin : dindar
müttefik : ittifak etmiş, birleşmiş
namına : adına
nazar etmek : bakmak
şahsiyet-i mâneviye : belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen tüzel kişilik, mânevî kişilik
şûrâ-yı ümmet : milletin şûrâsı, Müslüman kanaat önderlerinin görüşü
tağyir etmek : değiştirmek
tearuz : çatışma, birbirine zıt düşme
tesir etmek : etki etmek
ümmet : millet, topluluk
vesvese : kuruntu, şüphe
ye’se düşürmek : ümitsizliğe düşürmek
zâhir : açık









[h=1]Çağın büyük müfessiri Bediüzzaman[/h] Yazılar | barlanur | 21 Ekim 2010 14:21




(Bediüzzaman Said Nursi, 1876 – 1960 yılları arasında yaşadı. Ülkemizde ve ülkemiz dışında milyonlarca insan Onun Risale-i Nur isimli tefsirinden istifade etti. O, hep “Nurlar Vadisinde” gezdi. Karanlık vadilerde gezenler, yarasanın ışıktan hoşlanmaması misali bu nurdan rahatsızlık duydu. Ama O, aldırmadı. “Elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar” dedi ve yoluna devam etti… Bu araştırmamızda, kendisinin hayatına, fikirlerine ve mücadelesine kuşbakışı bir bakışla bakmaya çalışacak, doğrudan eserlerinden alınan cümlelerle bazı değerlendirmelerde bulunacağız.) Kur’an Müfessiri Bediüzzamanın en belirgin vasfı, Kur’an müfessiri olmasıdır. Bu konuda şöyle der: “Kur’an-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim.” “Derd benimdir, deva Kur’anındır.” Yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatı, ayetlerin ve hadislerin yorumundan ibarettir. Risaleler müstakil bir dava olmayıp, İslam davasının izah ve isbatından ibarettir. Çağın Önünde Bir Âlim Bediüzzaman, çağın gereklerini anlamış ve ona göre hizmetini yapmış bir İslam âlimidir. Bazıları bu zamanın şartlarıyla eski zamanın şartlarını birbirinden ayırt edememişler, adeta zamanımıza gelememişlerdir. O, bu konuda şu veciz ölçüyü ortaya koyar: “Eski hal muhal… Ya yeni hal veya izmihlal!” Yani, zaman değişmiştir. Zamanın çarklarını geriye doğru çeviremeyiz. Ya yeni hale uyum sağlanacak veya durum çok vahim olacaktır. Eski devirlerde bileği kuvvetli olan galip gelirmiş. Ama artık günümüzde bilim ve fen ön plana çıkmış. Kaliteli aydın bir insan, sıradan binlerce kişiye bedel olabilir. Kim daha ziyade bilim ve fenne dayanırsa, o galip gelir. Yabancılar bununla bize galip geldiler. Artık sadece kalbin cesur olması yetmemektedir. Geleceğe yatırım Ahirzaman, manen kış bir mevsimdir. Pek çok âlim bu kışın şiddetinden feryad eder, ama nedense kıştan sonra gelecek bahara bir hazırlık yapmazlar. Bediüzzaman ise şöyle der: “Çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.” Hizmet insanı Bazı âlimler vardır, kendi köşelerinde kalmış, ilmini başkalarıyla pek paylaş(a)mamıştır. Bediüzzaman ise bir “hizmet adamı”dır. O, şöyle der: “Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” İnsan, sosyal bir varlıktır. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, toplum halinde yaşamaya mecburdur. Toplum halinde yaşamanın da, kolaylıklarıyla beraber, bir takım sorumlulukları vardır. Her insan kendi çapında başkalarını da düşünmekle mükelleftir. Bediüzzaman, “Âlim olan mazur değildir.” der. Kendisi âlim biri olarak şunu söyler: “İlim itibariyle insanlara bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim.” O, hizmet etmeyi doğal bir görev olarak görür. Arı için bal vermek ne kadar doğalsa Bediüzzaman için de Kur’ana hizmet etmek, insanları aydınlatmaya çalışmak o derece doğaldır. Etrafı aydınlatmak isteyen nice insan yangın çıkarmakla suçlandığı gibi, bazıları da Bediüzzamana nedense ön yargıyla bakmışlardır. O, bunlara şöyle cevap verir: “Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.” “Ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.” İçimizden Biri Bir batılı “yolu sormuyorum, arkadaş arıyorum” der. Bediüzzaman da benzeri bir şekilde kendine mürid değil dava arkadaşı arar. O, çevresindekileri her söylediğini düşünmeden onaylayan kimseler olarak değil, araştırmacı muhakkikler olarak yetiştirmek ister. Bu meyanda şöyle der: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zîrâ çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” Bir kısım toplum önderleri kendilerini adeta kusursuz göstermek için gayret sarfederken, O şöyle der: “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.” Ayrıca, kendisini hatasız zannetmenin hatalarına şöyle dikkat çeker: “Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî (hatasız) değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.” “Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, ‘Allah razı olsun’ diyeceğim. Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz.” Karizmatik bir lider Lider bir insan, beraber yürüdüğü insanları onure etmeyi bilir, bir problem olduğunda en tatlı bir şekilde halleder, hatta gerekirse etrafta suçlu aramak yerine kendini suçlu olarak görür. Bediüzzamanın etrafında bulunan bazı kimseler kendi aralarında bir problem yaşadıklarında O, şu ibretli mektubu gönderir: “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve “haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.” Zühd insanı Zühd, kalben dünyayı terk etmektir. Bediüzzaman, şayet istese dünyada saltanat sürebileceği halde, sade bir hayatı tercih etmiştir. Hediye kabul etmemesi buna güzel bir örnektir. Aslında hediyeleşmek sünnettir. Ama bazı özel durumlarda hediye almamak daha isabetli olur. Mesela, adaletiyle meşhur Ömer bin Abdülaziz, Emevi hükümdarı olduktan sonra hediye almadı. Kendisine “sünnete muhalif olarak niçin hediye almıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevabı verirdi: “Hz. Peygamber zamanında hediye gerçekten hediye idi. Ama günümüzde rüşvet haline geldi.” Bediüzzaman hediye almama sebebini şöyle anlatır: “Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim. Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?” Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.” Şefkat insanı O, bahar çiçeklerinin solmasından ızdırap duyacak kadar engin bir şefkate sahiptir. İhtiyarlara yönelik yazdığı “İhtiyarlar Risalesinde” geçen şu ifadelerinde, bu engin şefkatin yansımalarını açıkça görmekteyiz: “Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak (ayrılık) belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!” Bir aile reisinin kendi ev ve evladıyla alakadar olması gibi, Bediüzzaman bütün vatan evladını kendi çocukları ve tüm İslam Dünyasını kendi evi olarak kabul etmiştir. 1952 de Eşref Edib’in kendisiyle yaptığı bir röportajda ifade ettiği şu cümleler O’nun iç dünyasını tahlilde bize mühim ipuçları sunar: “Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir… Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa! Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum.” Dâhili ve Harici Cihad Farkı Bazıları “cihad” denildiğinde “savaş” anlasalar da, cihad savaş demek değildir. Cihad kelimesi, cehdetmek, gayret göstermek anlamındadır. Çevremize baktığımızda, büyük bir faaliyet ve hareketlilik gözümüze çarpar. Kavram olarak cihad, bu faaliyet ve hareketliliğin Allah yolunda yönlendirilmiş şeklidir. Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihad ile, dış düşmanlara karşı yapılacak cihadı çok net ifadelerle birbirinden ayırır. Sözgelimi, dıştan bir ülke saldırdığında silahla karşılık verilir ve savaşılır. Ama ülke dâhilinde yapılacak olan cihad, manevi bir mücadeledir. Kendisinin ifadesiyle: “Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. …Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir… Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir… Vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. …Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. …Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz.” Müsbet Hareket: Ülke dâhilinde yapılacak cihadda en mühim bir esas müsbet hareket etmektir. Bediüzzamanın ifadesiyle: “Aziz kardeşlerim, Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.” “Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.” (Yani din ülke içinde menfi olaylara alet edilemez.) Yapılması gereken, · insanları dine meylettirmek · onları teşvik etmek · dinî görevlerini hatırlatmaktır. Yoksa “dinsizsiniz!” dese onları tecavüze sevkeder. Din aslında hiçbir zümrenin tekelinde değildir. Herkesin hak dinden istifade etmek, hem hakkı, hem görevidir. Müsbet hareket, “kahrolsun karanlık!” demek yerine bir mum yakmayı öğretir. Batıl ilahlara sövmek yerine Allah’ın adını anmayı ders verir. Müsbet hareket, yıkmayı değil yapmayı, tahribi değil tamiri esas alır. Müsbet hareket, başkalarının kusur ve noksanlarını ortaya koymak yerine, İslamın güzelliğini ilan etmeyi öğretir. Müsbet hareket, mutedil hareketi netice verir, insanı taşkınlık ve şaşkınlıktan kurtarır, fevrî davranışlara sed çeker. Müsbet hareket, görünüşte pasif, ama gerçekte en etkili bir metottur. Meşhur örnek ile anlatmak gerekirse, rüzgar ve güneş yolda giden bir adamın sırtındaki paltoyu çıkartmak için bahse girmişler. Önce rüzgar denemiş, gittikçe sür’atini artırarak adamın paltosunu çıkarmaya çalışmış. O şiddetini artırdıkça adam paltosuna daha şiddetle sarılmış. Ardından güneş devreye girmiş, hararetini azıcık artırması adamın paltoyu çıkarmasına yetmiş. İşte müsbet hareket, temsildeki güneşin hareketine benzer. İlk bakışta ortalıkta bir şey yok gibidir. Ama sonuca baktığımızda muhteşem bir sonuç bizi beklemektedir. Cahilliğe-Fakirliğe-Ayrılığa Karşı Cihad: 20. yüzyılın başlarında, Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihadla ilgili olarak şu hedefi gösterir: “Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilaftır.’ Bu üç düşmana karşı ‘san’at, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz.” Aradan geçen bir asırlık zaman biriminde bu üç düşmanla yapılan cihad henüz kazanılmış değildir. Cahillik, ekonomik geri kalmışlık ve Müslümanlar arasında ayrılık hâlâ devam etmektedir. Yaşadığımız çağa “bilgi ve teknoloji çağı” adı verilmektedir. İlk emri “oku!” olan bir dinin mensupları bu meselede çağa ayak uydurmada zorlanmamaları gerekir. Öte yandan, ekonomik alanda nice gayr-ı Müslim ülke Müslümanlardan daha ileri vaziyettedir. Böyle bir durum ise, İslamın evrensel intişarına ciddi bir engeldir. Ayrıca, aynı dine mensup olan, aynı gaye için çalışan, aynı değerleri paylaşan Müslümanların adeta “ittifak etmeme hususunda ittifak etmeleri” acı bir gerçektir. İşte, bu üç düşmana karşı verilecek mücadele, Müslümanları canlandıracak, evrensel barışa muazzam bir katkıda bulunacaktır. Sivil itaatsizlik: Bediüzzaman 1926-1950 yılları arasında sürgün hayatı yaşadı, bu arada üç defa hapsedildi. Vefat ettiği yıl olan 1960’a kadar da gözetlemeler devam etti. Fakat O, hiçbir zaman devlete isyan eden biri olmadı ve talebelerini de öyle hareketlerden alıkoydu. Şüphesiz O’nun bu tarz tavrı, o dönemlerde yapılan bir takım yanlışları kabul etmek anlamına gelmiyordu. Kendisinin mahkemede kullandığı şu ifadelerinde bu noktayı açıkça görebiliriz: “Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.” Bediüzzamanın savunduğu bu ince noktalar, artık günümüzde evrensel hukuk çerçevesinde gittikçe yükselen kıymetler halini almaktadır. Din ve vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti gibi değerler dünyanın her tarafında genel kabul görmeğe başlamıştır. Bediüzzaman yanlış uygulamalara “fikren ve kalben taraftar olmadıklarını” açıkça beyan etmekten çekinmez. Fakat bu yanlış uygulamalardan hareketle isyan cihetine de gitmez. Böyle bir hareketin çok acı sonuçlar doğurabileceğini nazara verir. İdarede olanlara şöyle seslenir: “Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “kalp de bizi sevsin” demeye?” Bediüzzamanın nazara verdiği “bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır” manası günümüz dünyasında geniş revaç bulmaktadır. Özellikle sivil toplum kuruluşları mevcut hükümetlerin yanlışları olduğunda harekete geçip bu yanlışların önünü almaya çalışmaktadırlar. Bu bir isyan değildir, ama aynen kabul de değildir. Hata hata olarak görülmekte, bünyede zarar vermeksizin tedavisi cihetine gidilmektedir. Asayiş muhafızı: Bediüzzaman asayişi “her türlü dünyevi saadetin esası” olarak görür. “Yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum” der. Talebelerini de asayişin manevi muhafızları olarak yetiştirir. Uhuvvet Risalesinde verdiği şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır: “Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.” Terör eylemlerinde ise böyle bir ince ölçü, böylesine insaflı bir yaklaşım asla söz konusu değildir. Terörün hâkim olduğu toplumlar mayınlı arazi gibi güvenden uzak olur. Her an bir bomba patlayabilir, her an serseri bir kurşun hedefe veya bir masuma isabet edebilir. Bir Müslüman, eğer dini gerçek şekliyle biliyorsa asla terörist olamaz. Ancak “dinde hassas, aklî muhakemede noksan” bazıları hemen her toplumda görüldüğü gibi, İslam toplumlarında da bulunabilir. Böylelerinin yanlışlarıyla İslamı ve Müslümanları karalamaya çalışmak akla- mantığa ve insafa sığan bir tavır olamaz. Siyasetüstü Bir Kur’an Hizmeti: Siyaset, yönetime talip olmaktır. Şüphesiz bazıları siyaseti esas alıp hizmet etmeye çalışabilirler ve hizmet de edebilirler. Bediüzzaman ise siyasetüstü bir hizmet metoduyla insanlara faydalı olmaya çalışır. Bediüzzaman “Kur’ân ve iman hizmetinin kendisini siyasetten men ettiğini söyler ve bunu şöyle açıklar: “Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, kandırılabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir siyaset propagandası değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.” İşte böyle ciddi sebeplerden dolayı siyasetin içine girmeden vatan evladına faydalı olmaya çalışan Bediüzzaman, siyasilere de zaman zaman mektuplar göndererek Kur’an- iman hesabına tavsiyelerde bulunur. Bu siyasetüstü metodun sonucu olarak, çeşitli partilere mensup kimseler günümüzde de O’nun eserlerinden istifade etmektedirler. Medenilere Galebe: 14 asırlık İslam tarihine baktığımızda gayr-ı Müslimlerle yapılan pek çok kanlı savaşlar görürüz. Günümüzde dıştan bir saldırı olduğunda “sıcak savaş” bir hak, hatta bir görev olmakla beraber, Bediüzzaman normal şartlar altında barış ve diyaloğa taraftardır. Bunu şöyle ifade eder: “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.” İslamın güzelliğini fiilen göstermek onu en güzel bir şekilde temsil ve tebliğ etmek anlamına gelir. Bu layıkıyla yapıldığında dünyanın her tarafından nice insanlar gruplar halinde İslama koşacaklardır. Kendisinin şu cümleleriyle konuyu noktalayalım: “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz… Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacaktır.” Prof. Dr. Şadi Eren
 

uður1

Well-known member
MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ 3.7.LEM’ALAR(DEVAMI)
ALTINCI LEM’A
Cenâb-ı Hak, bütün cüz ve cüz’îlerde sikke-i mahsusasını ve bütün küll ve küllîlerde has hâtemini vaz’ ettiği gibi, aktar-ı semâvat ve arzı, hâtem-i vahidiyetle ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetle mühürlemiştir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ,
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۤ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
[SUP]1[/SUP]
âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlâhîye bakınız ki, pek çok garip garip haşirleri, acip acip neşirleri göresiniz!
Evet, bilhassa arzın ihyasında, her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda getirilen mahlûkatın nevilerinde haşir ve neşirler vardır Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şu haşir ve neşirlerin ekserîsinde, iade edilen emsal aralarındaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, hemen hemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır denilebilir. Her ne ise, misliyet, ayniyet mevzuu bahis değildir. Her nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin suhulet-i haşrine delâlet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birer örnek olabilirler.
İşte, birbirine muhalif, nihayet derecede karışık olan o envâ-ı kesireyi kemâl-i imtiyazla ihya etmek ve hatasız, haltsız, galatsız olarak mümtazâne iade etmek,
nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahip olan Zât-ı Zülcelâlin hâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır.
Ve keza, sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz, kemâl-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, herşeyin içyüzü, herşeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbirşey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez.
Hülâsa: Sath-ı arzda, altı ay zarfında, beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlûkatın icadında görünen şu intizamlar, suhuletler, sür’atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet, her bahar mevsiminde pek hakîmâne, basîrâne, kerîmâne faaliyetler başlar ve harikulâde san’atlar yapılır. Ve bütün bu ameliyat, kemâl-i sür’atle, suhuletle, muntazaman cereyan etmekte olduğu görünür.
İşte, bu harikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırdır.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50.

[h=2]Lügatler : [/h] acip : hayret verici
aktar-ı semâvat ve arz : gökyüzünün ve yeryüzünün dört bir yanı, her tarafı
arz : dünya
ayniyet : aynı oluş
bahis : konu

basîrâne : görerek, bilerek
beşer : insanlık
bilhassa : özellikle
binaen : dayanarak
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah

cereyan etmek : olmak, geçmek, yapılmak
cüz : bir bütünü oluşturan bölümler-den herbiri, parça
cüz’î : tikel, bir sınıfın bireyi, fert
delâlet etmek : delil olmak, işaret etmek
ekserî : çoğunluk
emsal : denk, benzer
envâ-ı kesire : pek çok türler, çeşitler
galatsız : hatasız, yanlışsız
gayr : diğer, başkası

hakîmâne : çok hikmetli bir şekilde
haltsız : yanlışsız, karıştırmadan

harikulâde : olağanüstü, hayranlık verici
has : özel

hasretmek : özgü kılmak
haşir : toplanma; diriliş; mevsimlerle birlikte yaşanan ve haşri andıran gelişmeler

haşir ve neşir : öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanılması ve bütün gerçeklerin sergilenmesi
hâtem : mühür

hâtem-i has : özel mühür
hâtem-i İlâhî : İlâhî mühür, damga
hâtem-i vahidiyet : her şeyi kaplayan birlik mührü

hâzır ve nâzır : her an her yerde olan ve gören
Hebenneka : tarihte ahmaklığıyla meşhur bir şahsiyet
hikmet : bir gaye ve faydaya yönelik olma

hülâsa : özet olarak
iade etmek : tekrar yapmak

icad : var etme, yaratma
ihya : hayat verme, diriltme

imtiyaz : birbirinden farklı olan varlıkları kolaylıkla birbirinden ayırma
karib : yakın
kaside : övgü şiiri
kemâl-i imtiyaz : varlıkları birbirinden eksiksiz bir şekilde ayırt etme

kemâl-i intizam : eksiksiz bir mükemmellikte olan düzen
kemâl-i sür'at : eksiksiz, mükemmel bir hızla
kerîmâne : çok lütufkâr ve cömert bir şekilde
keyfiyet : hal, özellik

keza : aynı, aynı biçimde
kudret : güç, iktidar
küll : bütün, bir şeyin tamamı
küllî : belli bir sınıfın fertlerini içine alan; tür, cins; tümel
lâkin : ama, fakat
mahlûkat : yaratılmışlar, varlıklar
mecmu-u kâinat : kâinatın tamamı
medih : övgü, şükür
mevzu : konu, bahis
mezkûr : anılan, ifade edilen
misal : örnek
misliyet : benzerlik
muhalif : zıt, ters

muhit : herşeyi içine alan, kuşatan
muntazaman : düzenli olarak
mümtazâne : birbirinden farklı bir şekilde

nakışlı : işlemeli, süslü
nefh-i ruh : ruhun üflenmesi
neşir : yayılma; bahar mevsiminde sayısız canlı varlıkların hayat bulup ortaya çıkmaları
nevi : tür
nihayet : son

nihayetsiz : sonsuz
risale : mektup; küçük bir kitabı andıran ve Allah'ı tanıtan varlık
rububiyet : Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
saha-i vücud : vücut sahası, varlık alanı
Sâni : her şeyi san’atla yaratan Allah
Sâni-i Zülcelâl : büyüklük ve yücelik sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yapan Allah

sath-ı arz : yeryüzü
sehivsiz : hatâsız
sikke : damga, mühür
sikke-i ehadiyet : Allah’ın herbir varlık üzerinde birliğini gösteren mühür
sikke-i mahsusa : özel mühür

suhulet : kolaylık
suhulet-i haşir : haşrin kolaylığı

tasarruf-u azîm : büyük tasarruf, icraat
temsil eden : benzer bir örnekle mühim bir hakikati ortaya koyan
teveccüh : ilgi, yönelme
vaz’ etmek : koymak, yerleştirmek

Zât : Allah
Zât-ı Zülcelâl : sonsuz büyüklük sahibi ve şanı yüce Allah


 

uður1

Well-known member
Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükafat ve mücazatın ekseri ahirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Mesela: Sabrın mükafatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir, sebatın mükafatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

(Bediüzzaman Said Nursi - Hakikat Çekirdekleri'nden 96)

Lügatler
Ağleb :en çok, daha çok, ekseriya, çoğunluk, genellik
Âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
Atalet :tembellik, işsizlik, boş durmak, hareketsizlik
Ekser :pek fazla, daha çok, çoğunluk
Evamir-i şer’iye :şeriatın emirleri
Evamir-i tekviniye : Cenâb-ı Hakkın yaratmaya yönelik emirleri ve kanunları
Galebe :üstün gelme
Hakikat: gerçek
İtaat :söz dinlemek, alınan emre uymak, boyun eğmek
Mücazat :cezalar, suçlara verilen karşılıklar, mükâfat veya ceza şeklinde verilen karşılıklar
Müsavat :eşitlik, denklik
Sa’y :çalışma, gayret etme, emek
Sebat :kararlı olmak, yerinden ayrılmamak, sözünde durmak
Sefalet :perişanlık, yoksulluk
Servet :mal, mülk, zenginlik

 

uður1

Well-known member
Suriye'deki karışıklık Türkiye'de niye olmaz?
14 Kasım 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.
İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.
İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.
İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak, üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş. (Emirdağ Lâhikası)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
bahr-i umman : çok büyük deniz, okyanus, derya
banknot : karşılığı altın olarak bankada bulunan kâğıt para
bedel : yerine
beyan etmek : açıklamak
biçare : çaresiz
cihanşümul : dünya çapında, evrensel
darülfünun : üniversite
devr-i Cumhuriyet : Cumhuriyet devri, dönemi
hakikat : gerçek, doğru
himayetkârâne : koruyucu olarak
hükûmet-i İslâmiye : İslâm hükümeti
iptida : başlangıç
katre : damla
küşad : açma, açılış
mebus : milletvekili
Meclis-i Meb'us : Mebusan Meclisi; Millet Meclisi
misillu : gibi, benzeri
muhalif : aykırı
niyaz etmek : dua etmek, yalvarmak
nüsha : kopya
rahmet-i İlâhî : Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti
şark : doğu
tahrifçi : bozguncu
tahsis etmek : ait kılmak, ayırmak
tecrid : yalnız; yalnız bırakılmış
tesis : kurma
vaiz-i umumî : genel vaiz
vuku : gerçekleşme, meydana gelme
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
beşer : insanlar
çare-i yegâne : tek çare
dahilî : içe ait
dalâlet : hak yoldan sapkınlık
darülfünun : üniversite
emniyet : güvenlik
esbap : sebepler
hususan : özellikle
hükümet-i İslâmiye : İslâm hükümeti
ifsad edilmek : bozulmak
ihlâl : bozma, karıştırma
kat'î : kesin
mânevî : maddî olmayan, mânâ ile ilgili olan
mazhar : erişme, nail olma
mebde' : başlangıç
mukabele : karşılık verme
mukabil : karşılık
musalâhat-ı umumiye : herkes için geçerli faydalar
mübareze etmek : karşı koymak, mücadele etmek
müsalemet-i umumiye : herkesi içine alan barış ve huzur
müteşebbis : girişimci
pakt : antlaşma
resmî : devletin olan, devlete ait
sair : diğer, başka
selâmet : esenlik, güven
sulh-u umumî : herkesi içine alan barış
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
tahsin : güzel bulma, güzelliğini ilân etme
temin etmek : sağlamak
tesis : kurma, yerleştirme
teşkil etmek : oluşturma, meydana getirme
ulema : âlimler
ulûm-u imaniye : imanla ilgili ilimler
ulûm-u müsbete ve fenniye : müsbet bilimler ve fenler; ispata dayalı pozitif ilimler ve fenler
umum : bütün
vuku bulan : meydana gelen
alâkadar : alâkalı, ilgili
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
Arabî : Arapça
beynelmilel : milletler arası, uluslararası
cihandeğer : dünyalara değer
ebede kadar : sonsuza kadar
elyak : daha lâyık
ezan-ı Muhammedî : Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin ezanı; tevhidi ilân etmek amacıyla yüksek sesle yapılan kutsal davet
feyiz : bereket, bolluk
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esaslar
hasıl olan : meydana gelen
havale edilme : gönderilme, bırakılma
hayır : iyilik, güzellik
hususan : özellikle
hükûmet-i İslâmiye : İslâm hükümeti
ihya : hayat verme, canlı hâle getirme
intibah : uyanma
irtica : gericilik
istikbal : gelecek
itibar : saygınlık
kemâl-i takdir ve tahsin : mükemmel bir takdir ve güzel bulma; çok beğenme
lemean etmek : parıldamak, ışık saçmak
mahiyet : temel nitelik, özellik
medar : sebep, kaynak
misl : benzer
muhalif : aykırı
müessese : kuruluş, kurum
nazar : bakış, dikkat
nevi : tür, çeşit
sulh-u umumî : herkesi içine alan barış
şeâir-i İslâmiye : İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler
tehir : erteleme, sonraya bırakma
temin etmek : sağlamak
terakkî : yükselme, ilerleme
yâd edilme : anılmak
 
Üst