Tavizsiz Davet

Eyvàh!

Well-known member
mumsema.gif


mumsema.gif

Tavizsiz Davet

Gözlerimizin nuru sevgili Peygamberimiz (sav) ve ashabının daveti, günden güne gelişiyor ve Mekke dağlarını aşarak dünyaya parlak bir nur şeklinde yayılıyordu. Şirk batağına meftun karanlık ruhlu müşriklerin bütün baskı ve karalamaları bu daveti durduramıyordu. Bilakis davetçilerin azimlerinin artmasına vesile oluyordu. Sevgili Peygamberimiz ve ashabı güzini, karşılaştıkları her musibete karşı sabrediyor ve rablerine dayanıyorlardı. İşkenceler altında can veren şehitlerine rağmen kararlılıkla davetlerini sürdürüyorlardı. Davetçilerin bu kararlı tutumları müşrikleri endişelendiriyor ve uykularının kaçmasına vesile oluyordu.
Bu nedenle müşrikler Darünnedvede toplantı üzerine toplantı yapıyor ve peş peşe yeni kararlar alıyorlardı. Sevgili Peygamberimize karşı uygulamak istedikleri yeni planlarına göre artık şeytani bazı taktikleri devreye koyacaklardı. Kendilerince bu sefer iyice ölçüp biçmişlerdi. Planlarından emin bir şekilde başaracaklarına tam inanmışlardı. Bu davanın yüceliğini gözleriyle görmüşlerdi. Ama kibir ve cehaletin tezahürü olarak şirk batağında debelenmeye devam ediyorlardı. Bu bataklık onların yaşam ortamıydı. Bundan ayrılmak mümkün değildi. Bunun için de var güçleriyle panik halinde bağırıp çağırıyorlardı, her halükârda bir çözüm bulmalıydılar.
Daveti başta küçümsemişlerdi. İslam nurunun parlak güneşi gözlerini kamaştırınca yalan ve iftiralarla bu güneşi söndürmek istediler. Buna rağmen mü’minlerin sayıları artınca bu sefer zayıf ve kimsesiz mü’minlere işkence etmeye başladılar. En ağır işkence ve şahadetlere karşı davetçilerin direnişini kıramayan şirk yönetimi bu sefer merhametli(!) bir teklif sunmaya hazırlanmışlardı. Mekke şirk yönetiminin Ekabirleri, toplanıp -baştan beri Hz. Peygamber (sav)’e sahip çıkan ve Mekke’nin ileri gelenlerinden olan- Ebu Talib’e bu çözümü (!) sunmaya karar verdiler. Ebu Talib’e:
“Ona (Hz. Muhammed (sav)’e haber ver! Gelsin de ona insaflı bir teklifimizi sunalım?” dediler. Ebu Talib haber salınca, Peygamberimiz (sav) hemen geldi. Ebu Talib:
“Ey kardeşimin oğlu! Bunlar, senin amcaların ve kavminin eşrafıdırlar. Sana karşı insaflı davranmak istiyorlar. Söyleyeceklerini dinle!” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Söylesinler, dinliyorum!” buyurdu. Kureyş müşriklerinden Ahnes b. Şerik söze başlayıp:
“Sen bizi ve ilahlarımızı yermeyi bırak! Biz de seni ve ilahını bırakalım” dedi. Ebu Talib Peygamberimiz (sav)’e:
“Kavmin sana insaflı davrandı. Onların isteklerini kabul et!” dedi. Peygamberimiz (sav) başını kaldırıp semaya baktı ve:
“Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu.
“Evet! Görüyoruz” dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz (sav):
“Ben sizi bu güneşin ışıklarından aydınlanmanızdan alıkoymaya güç yetirebilir miyim?” buyurdu. Ebu Talib:
“Vallahi, kardeşimin oğlu bize hiçbir zaman yalan söylememiştir!” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Ben onları öyle bir kelimeye davet ediyorum ki; kendilerinin onunla Cennete gireceklerine kefilim!” buyurdu. Ebu Cehil:
“Ne kadar sevindirici bir kelime imiş o! Haydi, söyle bakalım onu?” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Ne dersiniz, size öyle bir kelime vereyim mi? Ki, siz o kelimeyi söylediğinizde, onunla Araplara hakim olursunuz. Arap olmayanlar da size karşı yumuşar ve uysallaşır?” buyurdu. Ebu Cehil:
“O kelime ne ise, biz onu on kat katlayarak söyleyelim!” dedi.
Peygamberimiz (sav):
“Lâ ilahe illallah/Al I a h’ta n başka ilah yoktur deyiniz! Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Resûlullah olduğuma şehadet getiriniz!” buyurunca, Kureyş müşrikleri öfkelendiler ve ürktüler. Birbirlerine:
“O, bütün ilahları bir tek ilah mı yapmış?! Bu cidden acaip, şaşılacak birşey! Yürüyünüz! Siz ilahlarınıza tapmakta sebat ediniz! Şüphe yok ki, yapılması gereken budur! Biz bunu başka bir dinde işitmedik. Bu uydurmadan başka birşey değildir” deyip gittiler.
Münazara şeklinde geçen bu diyaloga yenilmiş olarak dönen müşrikler, zaman içerisinde başka çareler de aramaya devam ettiler. Yine buna benzer bir şekilde toplu halde Sevgili Peygamberimiz (sav)’e gittiler ve yeni bazı teklifleri sundular. Onlara Utbe b. Rebia sözcülük yaparak şöyle dedi:
“Ey kardeşimin oğ-lu! Sen de biliyorsun ki, Kureyş içinde soyca-sopca, şeref ve itibar-ca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin başına da büyük bir iş, bir gaile getirdin. Bununla onların topluluklarını dağıttın. Akılları-nı akılsızlık saydın... Beni dinle! Sana bir şeyler teklif edeceğim! Bak, bunlardan bazısını kabul etmek işine gelebilir...” dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona:
“Haydi, söyle ey Velid’in babası, seni dinliyorum” buyurdu. Utbe de: “Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde dire-nip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bi-zimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal top-layıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Sen-den başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar ol-mak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım. Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetiremediğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmaya ka-dar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım” dedi. Buna karşılık Sevgili Peygamberimiz:
“Ben büyülenmiş değilim, aranız-da en şerefli olmayı veya kralınız olmayı da istemiyorum. Bilâkis Allah beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap verdi, sizi hem uyarmamı hem de müjdelememi emretti. Size Rabbimin mesajını ilettim ve iyi tavsiye-lerde bulundum. Eğer size getirdiklerimi kabul ederseniz, bu sizin için hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluş-tur; fakat eğer getirdiklerimi kabul etmezseniz, o za-man sizinle benim aramda Allah’ın hüküm vermesini bek-liyorum” buyurdu. Daha sonra yine şöyle bir teklifle geldiler:
“Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gün de biz senin ilâhına taparız” dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bu münasebetle onlara cevaben Kâfirûn sûresi nazil oldu:
“De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan de-ğilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Müşrikler, Hz. Peygamber (sav)’den ümitlerini artık kesmişlerdi. Ona bir şeylerini kabul ettiremeyeceklerini anlayınca, yine cehaletin verdiği kibirle dayatma yoluna başvurdular. Bunun için de yeniden Ebu Talib’in kapısına vardılar ona:
“Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaşça, şeref ve mevkice bizden ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi, artık onun atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yer-mesine müsaade etmeyeceğiz! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vazgeçtirirsin, ya da iki taraftan birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!” deyip gittiler. Onların bu kaba ve küstah tehditleri Ebu Talib’e çok ağır gelmişti. Bunun için biran önce yeğenini çağırıp onunla durumu müzakere etmek istedi. Amcasının çağrısına hemen icabet eden Sevgili Peygamberimiz (sav) geldikten sonra Ebu Talib Ona hitaben:
“Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler. Şöyle şöyle söylediler. Senden şikayetçi oldular. Senden dolayı beni çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek... gibi, onların hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç! Hem bana, hem kendine acı! Güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yük-leme!” dedi. Peygamberimiz (sav), amcasının bu sözlerinden, fikir değiştirdiğini, artık yanın-da dikilip kendisine yardım etmekten âciz kaldığını, desteklemeyi bırakacağını, kendisini müşriklere teslim edeceğini sandı ve:
“Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, Allah onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!” dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:
“Gel ey kardeşimin oğlu!” diye seslendi. Peygamberimiz (sav) dönüp gelince, Ebu Talib:
“Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!” dedi.
Böylece Ebu Talib, yeğenini yalnız bırakmayacağını her halükârda onu destekleyeceğini bildirdi. Bu sıkıntılı ortamda böyle bir kişiliğin yardımını sürdürmesine dair söz vermesi Sevgili Peygamberimizi memnun etti.
Davet yolunda toplumda sivrilmiş, saygın kişiliklerin destek vermeleri ilahi bir rahmettir. Eğer bu kişiler iman etmiş olsalar şüphesiz bu ilahi bir lütuf olur. Şayet iman etmezseler bile onların bu desteklerinden istifade edilmesi gerekir. Ancak bunların hatırına veya bunların desteklerini çekmeleri endişesiyle davadan taviz verilmez. İslam davası açık ve nettir. Buna bir şeyleri eklemek veya eksiltmek caiz olmaz. En dağdağalı ve sıkıntılı dönemde bile ilahi mesajlarda taviz vermeyen Hz. Peygamber (sav)’i örnek edinmek gerekir. Rabbimiz Kitab-ı Keriminde peygamberine bu mesajı net bir şekilde ilan etmesini şu şekilde beyan buyurmuştur:
“De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah’a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Al-lah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf: 108)
Anlaşıldığı kadarıyla ilahi davet net ve açık bir şekilde tevhidi vazetmektedir. Böylece İslam ve şirk bir arada bulunamaz. Nasıl ki, Güneş doğduğunda gecenin/karanlığının son bulacağı bir hakikatse hakeza Tevhidin bulunduğu kalbte de şirk yoktur. Bunun gibi şirkin de bulunduğu kalbte tevhid yoktur. Hülasa bir mümin laik olamaz.
Yukarıda görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimiz, müşriklerden gelen hiçbir batıl teklifi kabul etmedi. Günümüz şartlarında bakıldığında bu teklifler içinde cazip teklifler de mevcuttu. Ancak Allah’ın peygamberi (ruhumuz ona feda olsun), bu tekliflerin hiç birine yanaşmadı. Şüphesiz O biliyordu ki, bu dava ilahi olduğu gibi metodu da ilahi olmalıdır. Bunu için de müminlere net ve orijinal bir nebevi metodu sünnet olarak bırakmıştır.
İslam düşmanlarının davetçilere karşı sürekli izleye geldikleri bir metotları mevcuttur. Başta islami daveti küçümserler. Davanın gelişmesiyle paniklenirler ve bu sefer davayı ve davetçileri karalamaya başlarlar. Her türlü yalan ve iftirayı kendileri için mubah görerek çeşitli iftiralarla davanın heybetini kırmaya ve saf zihinleri kirletmeye başlarlar. Bununla da davanın önünü alamayınca bu sefer kaba kuvvetle ürkütmeye çalışırlar. Müminlere eziyet ve işkenceleri reva görürler. Müminlerin mallarına ve canlarına kast ederler. Müminlerin bunda sebat etmeleri ve tavizsiz bir şekilde direnişlerine devam etmelerinin neticesinde bu sefer müminlerle uzlaşma yollarını ararlar. Bunun için de ellerinden geldiği kadar taviz koparmak isterler. Allah’ın yardımıyla bu merhalede de müminler sebat edip kendilerine sunulan cazip tekliflere iltifat etmezlerse artık şirk ve küfür onlara zarar veremeyecektir.
Günümüzde emperyalizmin güdümünde müminlere karşı sürdürülen kirli savaşta bu mezkur taktiklerin tümünün kullanıldığına şahit olmaktayız. Davetçi müminlere her türlü hakaret ve iftira reva görüldüğü gibi işkence ve baskının her çeşidini de uygulamaktadırlar. Ama müminler hiçbir zaman işkence, baskı, yalan, iftira ve hatta şahadetlerle yılmamışlardır. Maalesef zalimlerin cazip olarak sundukları tekliflere karşı taviz vererek hem kendilerine yazık etmişler ve hem de davalarına zarar vermişlerdir. Allah’u Taala ayaklarımızı sabit tutsun ve siratel mustekimden ayırmasın.

KAYNAKLAR
-İslam Tarihi: M.Asım Köksal
-El Esas Fi Sünne: Said Havva
-Fukhu’s Siyre: Dr.M. S. Ramazan El Buti
-İslam Peygamberi: Prf. Dr. M.Hamidullah
-Peygamberimizin Hayatı: İmam Şibli
-Siret-i İbn-i Hişam
-Tarihü-l İslam: İmam Zehebi
-Muhammed Aleyhisselam: imamüddin Halil
-Hz. Muhammed’in Hayatı: Mustafa Sibai
-Son Peygamber Hz. Muhammed: Prf, Dr. M. E.Zehra
-Zadul Mead: İbn Kayyim El Cevzi
(M. Bahaddin TEMEL)

Gözlerimizin nuru sevgili Peygamberimiz (sav) ve ashabının daveti, günden güne gelişiyor ve Mekke dağlarını aşarak dünyaya parlak bir nur şeklinde yayılıyordu. Şirk batağına meftun karanlık ruhlu müşriklerin bütün baskı ve karalamaları bu daveti durduramıyordu. Bilakis davetçilerin azimlerinin artmasına vesile oluyordu. Sevgili Peygamberimiz ve ashabı güzini, karşılaştıkları her musibete karşı sabrediyor ve rablerine dayanıyorlardı. İşkenceler altında can veren şehitlerine rağmen kararlılıkla davetlerini sürdürüyorlardı. Davetçilerin bu kararlı tutumları müşrikleri endişelendiriyor ve uykularının kaçmasına vesile oluyordu.
Bu nedenle müşrikler Darünnedvede toplantı üzerine toplantı yapıyor ve peş peşe yeni kararlar alıyorlardı. Sevgili Peygamberimize karşı uygulamak istedikleri yeni planlarına göre artık şeytani bazı taktikleri devreye koyacaklardı. Kendilerince bu sefer iyice ölçüp biçmişlerdi. Planlarından emin bir şekilde başaracaklarına tam inanmışlardı. Bu davanın yüceliğini gözleriyle görmüşlerdi. Ama kibir ve cehaletin tezahürü olarak şirk batağında debelenmeye devam ediyorlardı. Bu bataklık onların yaşam ortamıydı. Bundan ayrılmak mümkün değildi. Bunun için de var güçleriyle panik halinde bağırıp çağırıyorlardı, her halükârda bir çözüm bulmalıydılar.
Daveti başta küçümsemişlerdi. İslam nurunun parlak güneşi gözlerini kamaştırınca yalan ve iftiralarla bu güneşi söndürmek istediler. Buna rağmen mü’minlerin sayıları artınca bu sefer zayıf ve kimsesiz mü’minlere işkence etmeye başladılar. En ağır işkence ve şahadetlere karşı davetçilerin direnişini kıramayan şirk yönetimi bu sefer merhametli(!) bir teklif sunmaya hazırlanmışlardı. Mekke şirk yönetiminin Ekabirleri, toplanıp -baştan beri Hz. Peygamber (sav)’e sahip çıkan ve Mekke’nin ileri gelenlerinden olan- Ebu Talib’e bu çözümü (!) sunmaya karar verdiler. Ebu Talib’e:
“Ona (Hz. Muhammed (sav)’e haber ver! Gelsin de ona insaflı bir teklifimizi sunalım?” dediler. Ebu Talib haber salınca, Peygamberimiz (sav) hemen geldi. Ebu Talib:
“Ey kardeşimin oğlu! Bunlar, senin amcaların ve kavminin eşrafıdırlar. Sana karşı insaflı davranmak istiyorlar. Söyleyeceklerini dinle!” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Söylesinler, dinliyorum!” buyurdu. Kureyş müşriklerinden Ahnes b. Şerik söze başlayıp:
“Sen bizi ve ilahlarımızı yermeyi bırak! Biz de seni ve ilahını bırakalım” dedi. Ebu Talib Peygamberimiz (sav)’e:
“Kavmin sana insaflı davrandı. Onların isteklerini kabul et!” dedi. Peygamberimiz (sav) başını kaldırıp semaya baktı ve:
“Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu.
“Evet! Görüyoruz” dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz (sav):
“Ben sizi bu güneşin ışıklarından aydınlanmanızdan alıkoymaya güç yetirebilir miyim?” buyurdu. Ebu Talib:
“Vallahi, kardeşimin oğlu bize hiçbir zaman yalan söylememiştir!” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Ben onları öyle bir kelimeye davet ediyorum ki; kendilerinin onunla Cennete gireceklerine kefilim!” buyurdu. Ebu Cehil:
“Ne kadar sevindirici bir kelime imiş o! Haydi, söyle bakalım onu?” dedi. Peygamberimiz (sav):
“Ne dersiniz, size öyle bir kelime vereyim mi? Ki, siz o kelimeyi söylediğinizde, onunla Araplara hakim olursunuz. Arap olmayanlar da size karşı yumuşar ve uysallaşır?” buyurdu. Ebu Cehil:
“O kelime ne ise, biz onu on kat katlayarak söyleyelim!” dedi.
Peygamberimiz (sav):
“Lâ ilahe illallah/Al I a h’ta n başka ilah yoktur deyiniz! Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Resûlullah olduğuma şehadet getiriniz!” buyurunca, Kureyş müşrikleri öfkelendiler ve ürktüler. Birbirlerine:
“O, bütün ilahları bir tek ilah mı yapmış?! Bu cidden acaip, şaşılacak birşey! Yürüyünüz! Siz ilahlarınıza tapmakta sebat ediniz! Şüphe yok ki, yapılması gereken budur! Biz bunu başka bir dinde işitmedik. Bu uydurmadan başka birşey değildir” deyip gittiler.
Münazara şeklinde geçen bu diyaloga yenilmiş olarak dönen müşrikler, zaman içerisinde başka çareler de aramaya devam ettiler. Yine buna benzer bir şekilde toplu halde Sevgili Peygamberimiz (sav)’e gittiler ve yeni bazı teklifleri sundular. Onlara Utbe b. Rebia sözcülük yaparak şöyle dedi:
“Ey kardeşimin oğ-lu! Sen de biliyorsun ki, Kureyş içinde soyca-sopca, şeref ve itibar-ca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin başına da büyük bir iş, bir gaile getirdin. Bununla onların topluluklarını dağıttın. Akılları-nı akılsızlık saydın... Beni dinle! Sana bir şeyler teklif edeceğim! Bak, bunlardan bazısını kabul etmek işine gelebilir...” dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona:
“Haydi, söyle ey Velid’in babası, seni dinliyorum” buyurdu. Utbe de: “Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde dire-nip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bi-zimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal top-layıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Sen-den başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar ol-mak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım. Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetiremediğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmaya ka-dar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım” dedi. Buna karşılık Sevgili Peygamberimiz:
“Ben büyülenmiş değilim, aranız-da en şerefli olmayı veya kralınız olmayı da istemiyorum. Bilâkis Allah beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap verdi, sizi hem uyarmamı hem de müjdelememi emretti. Size Rabbimin mesajını ilettim ve iyi tavsiye-lerde bulundum. Eğer size getirdiklerimi kabul ederseniz, bu sizin için hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluş-tur; fakat eğer getirdiklerimi kabul etmezseniz, o za-man sizinle benim aramda Allah’ın hüküm vermesini bek-liyorum” buyurdu. Daha sonra yine şöyle bir teklifle geldiler:
“Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gün de biz senin ilâhına taparız” dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bu münasebetle onlara cevaben Kâfirûn sûresi nazil oldu:
“De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan de-ğilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Müşrikler, Hz. Peygamber (sav)’den ümitlerini artık kesmişlerdi. Ona bir şeylerini kabul ettiremeyeceklerini anlayınca, yine cehaletin verdiği kibirle dayatma yoluna başvurdular. Bunun için de yeniden Ebu Talib’in kapısına vardılar ona:
“Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaşça, şeref ve mevkice bizden ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi, artık onun atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yer-mesine müsaade etmeyeceğiz! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vazgeçtirirsin, ya da iki taraftan birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!” deyip gittiler. Onların bu kaba ve küstah tehditleri Ebu Talib’e çok ağır gelmişti. Bunun için biran önce yeğenini çağırıp onunla durumu müzakere etmek istedi. Amcasının çağrısına hemen icabet eden Sevgili Peygamberimiz (sav) geldikten sonra Ebu Talib Ona hitaben:
“Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler. Şöyle şöyle söylediler. Senden şikayetçi oldular. Senden dolayı beni çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek... gibi, onların hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç! Hem bana, hem kendine acı! Güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yük-leme!” dedi. Peygamberimiz (sav), amcasının bu sözlerinden, fikir değiştirdiğini, artık yanın-da dikilip kendisine yardım etmekten âciz kaldığını, desteklemeyi bırakacağını, kendisini müşriklere teslim edeceğini sandı ve:
“Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, Allah onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!” dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:
“Gel ey kardeşimin oğlu!” diye seslendi. Peygamberimiz (sav) dönüp gelince, Ebu Talib:
“Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!” dedi.
Böylece Ebu Talib, yeğenini yalnız bırakmayacağını her halükârda onu destekleyeceğini bildirdi. Bu sıkıntılı ortamda böyle bir kişiliğin yardımını sürdürmesine dair söz vermesi Sevgili Peygamberimizi memnun etti.
Davet yolunda toplumda sivrilmiş, saygın kişiliklerin destek vermeleri ilahi bir rahmettir. Eğer bu kişiler iman etmiş olsalar şüphesiz bu ilahi bir lütuf olur. Şayet iman etmezseler bile onların bu desteklerinden istifade edilmesi gerekir. Ancak bunların hatırına veya bunların desteklerini çekmeleri endişesiyle davadan taviz verilmez. İslam davası açık ve nettir. Buna bir şeyleri eklemek veya eksiltmek caiz olmaz. En dağdağalı ve sıkıntılı dönemde bile ilahi mesajlarda taviz vermeyen Hz. Peygamber (sav)’i örnek edinmek gerekir. Rabbimiz Kitab-ı Keriminde peygamberine bu mesajı net bir şekilde ilan etmesini şu şekilde beyan buyurmuştur:
“De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah’a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Al-lah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf: 108)
Anlaşıldığı kadarıyla ilahi davet net ve açık bir şekilde tevhidi vazetmektedir. Böylece İslam ve şirk bir arada bulunamaz. Nasıl ki, Güneş doğduğunda gecenin/karanlığının son bulacağı bir hakikatse hakeza Tevhidin bulunduğu kalbte de şirk yoktur. Bunun gibi şirkin de bulunduğu kalbte tevhid yoktur. Hülasa bir mümin laik olamaz.
Yukarıda görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimiz, müşriklerden gelen hiçbir batıl teklifi kabul etmedi. Günümüz şartlarında bakıldığında bu teklifler içinde cazip teklifler de mevcuttu. Ancak Allah’ın peygamberi (ruhumuz ona feda olsun), bu tekliflerin hiç birine yanaşmadı. Şüphesiz O biliyordu ki, bu dava ilahi olduğu gibi metodu da ilahi olmalıdır. Bunu için de müminlere net ve orijinal bir nebevi metodu sünnet olarak bırakmıştır.
İslam düşmanlarının davetçilere karşı sürekli izleye geldikleri bir metotları mevcuttur. Başta islami daveti küçümserler. Davanın gelişmesiyle paniklenirler ve bu sefer davayı ve davetçileri karalamaya başlarlar. Her türlü yalan ve iftirayı kendileri için mubah görerek çeşitli iftiralarla davanın heybetini kırmaya ve saf zihinleri kirletmeye başlarlar. Bununla da davanın önünü alamayınca bu sefer kaba kuvvetle ürkütmeye çalışırlar. Müminlere eziyet ve işkenceleri reva görürler. Müminlerin mallarına ve canlarına kast ederler. Müminlerin bunda sebat etmeleri ve tavizsiz bir şekilde direnişlerine devam etmelerinin neticesinde bu sefer müminlerle uzlaşma yollarını ararlar. Bunun için de ellerinden geldiği kadar taviz koparmak isterler. Allah’ın yardımıyla bu merhalede de müminler sebat edip kendilerine sunulan cazip tekliflere iltifat etmezlerse artık şirk ve küfür onlara zarar veremeyecektir.
Günümüzde emperyalizmin güdümünde müminlere karşı sürdürülen kirli savaşta bu mezkur taktiklerin tümünün kullanıldığına şahit olmaktayız. Davetçi müminlere her türlü hakaret ve iftira reva görüldüğü gibi işkence ve baskının her çeşidini de uygulamaktadırlar. Ama müminler hiçbir zaman işkence, baskı, yalan, iftira ve hatta şahadetlerle yılmamışlardır. Maalesef zalimlerin cazip olarak sundukları tekliflere karşı taviz vererek hem kendilerine yazık etmişler ve hem de davalarına zarar vermişlerdir. Allah’u Taala ayaklarımızı sabit tutsun ve siratel mustekimden ayırmasın.

KAYNAKLAR
-İslam Tarihi: M.Asım Köksal
-El Esas Fi Sünne: Said Havva
-Fukhu’s Siyre: Dr.M. S. Ramazan El Buti
-İslam Peygamberi: Prf. Dr. M.Hamidullah
-Peygamberimizin Hayatı: İmam Şibli
-Siret-i İbn-i Hişam
-Tarihü-l İslam: İmam Zehebi
-Muhammed Aleyhisselam: imamüddin Halil
-Hz. Muhammed’in Hayatı: Mustafa Sibai
-Son Peygamber Hz. Muhammed: Prf, Dr. M. E.Zehra
-Zadul Mead: İbn Kayyim El Cevzi
(M. Bahaddin TEMEL)
 
Üst