On Birinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 298

imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâneihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelenelîm meyusiyeti ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur.

Hattâ diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde vedehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsizşükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarındanteessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyadeçalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev’inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ


alâkadarlık: ilgili olmabiçare: çaresiz
dehşetli: korkunç, ürkütücüderece-i iman: iman derecesi
divanece: akılsızca, deliceefrad: fertler, bireyler
elem: acı, kederelîm: acıklı, üzücü
firak: ayrılıkgaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
hadsiz: sayısız, sınırsızhane: ev
hükmetmek: hâkim olmak, egemen olmakihtar: hatırlatma, uyarıp ikaz etme
iman-ı bil’âhiret: “âhiret gününe iman”iman-ı âhiret: âhirete iman
imdad: yardımiptal-i his: hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hâle getirme
kasem: yeminkıymettar: kıymetli, değerli
mağrurâne: gururlu bir şekildemedrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishaneye verilen ad
metanet: sağlamlık, kararlılıkmeyusiyet: ümitsizlik
muhabbet: sevgimusibet: belâ, dert, felâket
muvakkat: geçicimücahidâne: cihad edercesine
mükâfat: ödülnev’î: tür
neş’et etmek: çıkmak, yetişmekrahat-ı kalb: kalp rahatlığı
saadet: mutluluksaded: asıl mevzu, konu
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlüktahakküm: baskı, zorbalık
tahammül: dayanma, katlanmateessüf: eseflenme, üzülme
tenvim etmek: uyutmak, uyuşturmakzevâl: geçip gitme, yok olma
ziya: ışıkziyade: çok, fazla
zâil olmak: geçip gitmek, yok olmak
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 299

valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes’ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder.
Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebetve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa.
Bu mânâ dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet,hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır.Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; ohayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret veriyâsız ihsan ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.

Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin verir.


anarşistlik: kural tanımama, her türlü düzen ve otoriteye karşı çıkmabeyan: açıklama
binaen: -dayanarakcihet: taraf, yön
dağdağalı: karışık, sıkıntılı, gürültülüdâr-ı âhiret: öteki dünya, âhiret yurdu
efrad: fertler, bireylerenaniyetsiz: kendini beğenmeme, gurursuz
fazilet: değer ve üstünlükgaraz: kötü kasıt, art niyet
hakiki: gerçekhamiyet: din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti
hane: evhayat-ı dünyeviye: dünya hayatı
hayat-ı şehriye: şehir hayatıhodgâmlık: bencillik
hüccet: güçlü delilihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihsan: bağış, ikramiman-ı âhiret: âhirete iman
inkişaf: açığa çıkma, ortaya çıkmainsaniyet: insanlık
karâbet: yakınlıkkavî: güçlü, kuvvetli
menfaat: fayda, çıkarmeziyet: üstün özellik
muavenet: yardımmuaşeret: birlikte yaşayıp iyi geçinme, görgü
muhabbet: sevgimâruz: birşeyle karşı karşıya kalma, tesir ve etkisinde kalma
münasebet: ilgi, bağlantınisbet: kıyas, ölçü
riya: gösterişriyâsız: gösterişsiz
rızâ-yı İlâhî: Allah’ın rızasısaadet: mutluluk
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksadâkat: bağlılık, doğruluk
samimiyet: içtenliksevab-ı uhrevî: âhiret sevabı
sukut etmek: düşmek, alçalmaktasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma
temkin: ağırbaşlılık, ölçülü heraketvahşet: ürküntü, korku
zâhirî: görünürdeâhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âsâyiş: huzur, emniyetşefkat: acıma, merhamet
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 300

Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.
Zâlime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.
İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.
Bunlara kıyasen, cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkıyyûnların kulakları çınlasın! İşte, iman-ı âhiretin binler faidelerinden, işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sairleri kıyas edilse, kat’î anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatınmedar-ı saadeti yalnız imandır.
Risale-i Nur’da, Yirmi Sekizinci Sözde ve başka risalelerinde, haşrin cismaniyeticihetinde gelen zayıf şüphelere kuvvetli cevaplarına iktifaen burada yalnız bir kısa işaretle deriz ki:

Esmâ-i İlâhiyenin en cemiyetli âyinesi cismâniyettedir. Ve hilkat-i kâinattakimakàsıd-ı İlâhiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbâniyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlıkına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretlitohumları yine cismaniyettedir. Mâneviyat ve ruhâniyat âlemlerinin en mütenevviçekirdekleri yine cismaniyettedir.
Bunlara kıyasen, yüzer küllî hakikatler cismaniyette temerküz ettiğinden, Hâlık-ı Hakîm, zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr hakikatlere mazhar eylemek için, öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kàfile kàfile arkasınamevcudata vücut giydirir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulâtı dokuyup, zemini âhirete ve Cennete bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hattâ insanın


Hâlık: her şeyi yaratan AllahHâlık-ı Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah
ahlâkiyyun: ahlâk bilimcileralâkadar: alâkalı, ilgili
beşer: insanbâki: devamlı, kalıcı
cemiyetli: kapsamlı, genişcihan: dünya
cihet: taraf, yöncismaniyet: bedenle, maddî vücutla ilgili oluş
cismanî: maddi vücuda sahipcüz’î: ferdî, az, küçük
dehşetli: korkunç, ürkütücüesmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isimleri
faal: çalışkan, hareketlihakikat: doğru, gerçek
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayathaşrin cismaniyeti: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması
hilkat-i kâinat: kâinatın, evrenin yaratılışıhüsn-ü tesir: iyi, güzel tesir
ihsânât-ı Rabbâniye: Allah’ın lütuf ve bağışlarıiktifaen: yetinerek
iman-ı âhiret: âhirete imaniçtimaiyyun: sosyologlar
kat’î: kesin bir şekildekesretli: çok sayıda
kàfile: grup, toplulukküllî: büyük, geniş, kapsamlı, tür
mahsulat: ürünlermakàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler
mazhar eylemek: eriştirmek, ayna yapmakmedar-ı saadet: mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi
mevcudat: varlıklarmezkûr: anılan, sözü geçen
meşher: sergimâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler
mütemadiyen: sürekli olarakmütenevvi: çeşitli
nev-i beşer: insanlar, insanlıkruhâniyat âlemleri: ruhlar âlemi
saadet: mutluluksair: diğer, başka
taife: grup, topluluktemerküz etmek: odaklaşmak, toplanmak
terhis etmek: göreve son vermekteşekkürat: teşekkürler
uhrevî: âhirete aitvücut giydirmek: var etmek, bir bedene sokmak
zemin: yerâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 301

cismânî midesini memnun etmek için o midenin hâl diliyle bekàsına dair duasınıkemâl-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek fiilen cevap vermek için, hadsiz ve hesapsız ve yüz binler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet san’atlıtaamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksizgösterir ki, dâr-ı âhirette Cennetin en çok ve en mütenevvi lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebediyenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanîdir.

Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki, bu âdi midenin hal diliyle bekàduasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddî taamlarla onu minnettar ederek, her vakit tesadüfsüz, kastî olarak fiilen cevap veren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Kerîm, kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi ve o Hâlıkın güzidesi veperestişkârı olan nev-i insanın insaniyet mide-i kübrâsı ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıtraten istediği cismanî lezzetleri, dâr-ı bekàda verilmesine dair hadsiz umumî duaları kabul olmasın ve haşr-i cismânî ile fiilen cevap verilmesin, onu ebedî minnettar etmesin? Adeta sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Ve âdi bir neferin kemâl-i ehemmiyetle techizatına baksın; orduya hiç bakmasın, ehemmiyet vermesin! Bu yüz derece muhal vebâtıldır.
Evet,
blank.gif
1 وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلأَنْفُسُ وَتَلَذُّ اْلاَعْيُنُâyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, insan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri Cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi âzâların ettikleri hâlis şükürler vehususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismânî lezzetler ile verilecektir. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o derece



[BILGI]Dipnot-1 “Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı herşey vardır.” Zuhruf Sûresi, 43:71.[/BILGI]


Alîm-i Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan AllahHâlık: her şeyi yaratan Allah
Kadîr-i Rahîm: gücü herşeye yeten, rahmetinin çok özel tecellîleri olan ve sonsuz şefkat ve merhamet sahibi AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan, mu’cize olan Kur’ân
arz: dünyabedâhet: ap açıklık
bekà: kalıcılık, devamlılıkbâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlış
cihet-i ihtimal: ihtimal yönücismaniyet: bedenle, maddî vücutla ilgili oluş
cismanî: maddi vücuda sahipdâr-ı bekà: devamlı ve kalıcı olan yer, âhiret
dâr-ı âhiret: öteki dünya, âhiret yurduebedî: sonu olmayan, sonsuz
ehemmiyet: önemfıtraten: yaratılış gereği
gayet: son derecegüzide: seçilmiş, seçkin
hadsiz: sayısız, sınırsızhalife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan
haşr-i cismanî: insanların öldükten sonra âhirette diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olmasıhususî: özel
hâlis: içten, katıksız, samimiihzar etmek: hazırlamak
insaniyet: insanlıkkastî: bilerek ve isteyerek yapma
kemâl-i ehemmiyet: tam ve mükemmel bir önemküllî: büyük, geniş, kapsamlı; tür
lisan: dilmide-i kübrâ: büyük mide
minnettar etmek: nimetlendirmek, borçlu kılmakmuhal: imkansız
mu’cizât: mu’cizeler; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeylermükâfat: ödül
mütenevvi: çeşit çeşitnefer: asker, er
nev-i insan: insanlar, insanlıknihayetsiz: sınırsız, sonsuz
nümune: örnek, misalperestişkâr: tapan, ibadet eden
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksarahat-i kat’iye: kesin açık mânâ
taam: gıda, yiyecektechizat: donanım
umumî: genel, herkese aituzuv: organ
ziyade: çok, fazlaâdi: basit, normal
âzâ: azalar, organlarünsiyet etmek: alışmak
şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 302

cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka te’villerle mânâ-yızâhirîyi kabul etmemek imkân haricindedir.
İşte, iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki, nasıl ki âzâ-yı insanîden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder; öyle de, insanın hakikati ve kemâlâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faidelerini isteyen hakikatleri ve istidatları daha kat’îolarak âhirete ve Cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarınaşehadet ettiği gibi, bu kâinatın hakikat-i kemâlâtı ve mânidar tekvînî âyâtı veinsaniyetin mezkûr hakikatlerle alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretinvücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (iki makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şuâ veMünacât risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
Cehenneme dair beyanat-ı Kur’âniye o kadar vâzıh ve zâhirdir ki, başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Yalnız bir iki zayıf şüpheyi izale edecek iki üç nükteyi, tafsiliniRisale-i Nur’a havale edip gayet kısa bir hülâsasını beyan edeceğiz.

Birinci Nükte

Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü, hadsiz rahmet-i Rabbâniye, o korkan adama der: “Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana Cennetin lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”
Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennemin vücudu bin dereceidam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan,


alâkadar: alakalı, ilgilibeyan etmek: açıklamak
beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamalarıbilhassa: özellikle
bâki: devamlı, kalıcıcismanî: maddi vücuda sahip
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdelâlet: delil olma, işaret etme
dâr-ı âhiret: âhiret yurduebedî: sonu olmayan, sonsuz
ecza: kısımlar, parçalarfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
hadsiz: sayısız, sınırsızhakikat: gerçek yapı, mahiyet
hakikat-i kemâlât: mükemmelliklerin esası, gerçeğihavale etmek: göndermek
haşr: insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanmasıhüccet: delil
hülâsa: özetidam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş
ihtiyacat: ihtiyaçlariman-ı âhiret: âhirete iman
insaniyet: insanlıkistidat: kàbiliyet, yetenek
izahat: açıklamalarizale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak
kat’î: kesin bir şekildekemâlât: faziletler, iyilikler, mükemmel özellikler
kâinat: evren, yaratılan herşeykıssa: ibretli hikâye
mahlukât: yaratıklarmezkûr: anılan, sözü geçen
mânidar: anlamlımânâ-i zâhirî: görünürdeki mânâ
münâcât: Allah’a yalvarış, duanevi: tür
nükte: ince anlamlı sözrahmet-i Rabbâniye: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sonsuz merhamet ve rahmeti
risale: mektup; Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsarih: açık
suret: biçim, şekiltaam: gıda, yiyecek
tafsil: ayrıntıtahakkuk: gerçekleşme
tekvînî âyât: yaratmaya, var etmeye dâir âyetler, delillerte’vil: yorum
vücud: varlık, var oluşzâhir: açık, görünen
âzâ-yı insanî: insanın azaları, organlarışehadet: şahitlik, tanıklık
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 303

hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ut olur. Şu halde, sen ey mülhid,dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes’ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde Cehennemin vücûduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır.

Evet, Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelâlininhakîmâne ve âdilâne bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcutülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekàya ait hizmetleri var. Ve zebâni gibi pek çokzîhayatın celâldarâne meskenleridir.

İkinci Nükte

Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakiki adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onunvücudunu isterler. Çünkü, nasıl bin mâsumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukàbil, yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir.
Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hemesmâ-i İlâhiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmâya şehadet eden


Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allahadem: yokluk, hiçlik
ahbab: dostlar, sevilenlerbiçare: çaresiz
celâl: büyüklük, azamet ve haşmetcelâldarâne: haşmetlice, heybetli ve görkemli bir şekilde
cihet: şekil, yöndaire-i vücut: varlık dairesi
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdehşetli: korkunç, ürkütücü
esmâ: isimleresmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
hadsiz: sayısız, sınırsızhakiki: gerçek
hakîmâne: hikmetli bir şekildehayr-ı mahz: mutlak hayır, hayrın tâ kendisi
hayvanat: hayvanlarhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluşitibariyle: özelliğiyle
kâfir-i mutlak: hiçbir dinî değere inanmayan inkârcımahiyet-i insaniye: insanın niteliği, iç yüzü
mazhar olmak: erişmek, nail olmakmazlum: zulme uğramış, suçsuz
mesken: ev, mekânmes’ut: mutlu
mevcut: varmizanlı: ölçülü, dengeli
mukàbil: karşılıkmülhid: dinsiz
nükte: ince anlamlı sözrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
saadet: mutlulukvücud: varlık, var oluş
zebâni: cehennemlikleri Cehenneme atmakla vazifeli meleklerziyade: çok, fazla
zîhayat: canlı, hayat sahibizıddiyet: zıtlık, karşıtlık
âdilâne: adaletli bir şekildeâlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
şehadet: şahitlik, tanıklıkşerr-i mahz: mutlak kötülük, kötülüğün ta kendisi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 304

mevcudatın şehadetlerini tekzip ile hukuklarına tecavüz ve mahlûkatın o esmâya karşı tesbihkârâne yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekàsı olan tezâhür-ü rububiyet‑i İlâhiyeye karşı ubûdiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzip ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kàbiliyeti kalmaz,
blank.gif
1 إِنَّ اللهَ لاَيَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ.. âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehenneme atmamak, bir yersiz merhametemukàbil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o dâvâcılar Cehennemin vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celâl veazamet-i kemâl dahi kat’î isterler.

Evet, nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetlihâkimine dese, “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edepsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennemin pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mucibesi vevücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennemi halk etmek ve onları içine atmak, o izzet ve celâlin şe’nidir.

Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennemi bildirir. Evet, nasıl ki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennetten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de, Risale-i Nur’da delilleriyle ispat ve baştaki meselelerde dahi işaret edilmiş ki, küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakın venifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve mânevî azapları var, eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur ve


[BILGI]Dipnot-1 “Muhakkak ki Allah, Kendisine ortak koşulmasını affetmez.” Nisâ Sûresi, 4:48.[/BILGI]


azamet-i kemâl: kusursuzluk ve mükemmelliğin büyüklüğüazamet-i kudret: güç ve iktidarın büyüklüğü, yüceliği
azîm: büyükbilhassa: özellikle
celâl: büyüklük, haşmetcennet-i hususiye: özel cennet
dehşetli: korkunç, ürkütücüelem: acı, keder
esbab-ı mucibe: gerektirici sebepleresmâ: isimler
gaye-i hilkat: yaratılış gayesihadsiz: sayısız, sınırsız
halk etmek: yaratmakhaysiyetiyle: itibariyle, özelliğiyle
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhâkim: idâreci, yönetici
irtidad: dinden dönme, İslâm dinini terk ederek başka bir dini seçmeizzet: itibar, mağlubiyeti kabul etmeyen bir yücelik
izzet-i celâl: haşmet, azamet ve yüceliğin izzetikemâl-i rububiyet: Allah’ın varlıkları terbiye ve idare edişindeki mükemmellik
kàbiliyet: kabul edilebilirlikkâfir-i mutlak: hiçbir dinî değere inanmayan inkârcı
küfr-ü mutlak: tam bir küfür, inkâr ve dinsizlikmahiyet: esas, nitelik, özellik
mahiyet-i küfür: küfrün iç yüzü, esasımahlukât: yaratılmışlar
mevcudat: varlıklarmukabele: karşılık
mukàbil: karşılıkmürted: dinden çıkan
müstehak: lâyık, hak etmişnevi: tür
nifak: münafıklık, ikiyüzlülükraiyet: halk, tabi olanlar
sebeb-i vücud ve bekà: varlık ve varlığın kalıcılık sebebitaarruz etmek: saldırmak
tecessüm etmek: cisimleşmek, maddi yapı kazanmaktekzip: yalanlama
tesbihkârâne: tesbih ederektezâhür-ü rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının açıkça görülmesi
ubûdiyet: Allah’a kullukvücud: varlık, var oluş
âsi: isyan edenâyinedarlık: aynalık, yansıtma
şehadet: şahitlik, tanıklıkşe’n: bir şeyin gereği
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 305

büyük Cehennemden bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünyamezraasındaki hakikatçikler âhirette sümbüller vermesi noktasında bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder, “Ben onun bir mâyesiyim,” der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususi nümunesi, benim meyvem olur.”

Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür; elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle isehadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, on beş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edipmaslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azap çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki (2) trilyon sekiz yüz seksen (880) milyara yakın dakikada azaba müstehak ve
blank.gif
1 خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًاsırrına mazhar olur.

Her ne ise... Kur’ân-ı Hakîmin Cennet ve Cehennem hakkındaki mu’cizâne izahatı ve Kur’ân’ın tefsiri ve ondan gelen Risale-i Nur’un Cennet ve Cehenneminvücutlarına dair hüccetleri, daha başka beyana ihtiyaç bırakmamışlar.
وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
blank.gif
2

رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا اِنَّهَا سَاۤءَتْ مُسْتَقَرّاً وَمُقَامًا
blank.gif
3

gibi pek çok âyetlerin ve başta Resul-i Ekrem (a.s.m.) ve umum peygamberler veehl-i hakikatın, her vakit dualarında en ziyade,


[BILGI]Dipnot-1 “Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” Nisâ Sûresi, 4:169.

Dipnot-2 “Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Bu kâinatı boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz,’ derler. ‘Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” Âl-i İmran Sûresi, 3:191.

Dipnot-3 “Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Onun azâbı dâimî bir helâktır. Gerçekten de orası ne kötü bir durak, ne kötü bir konaktır!” Furkan Sûresi, 25:64-65.[/BILGI]

Kur’ân-ı Hakim: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ânResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
adalet-i beşeriye: insanlığın adaletibedbaht: kötü bahtlı, talihsiz
beyan: açıklamacihet: taraf, yön
ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimselerhadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhukuk-u âmme: kamusal haklar, umumun hukuku
hususi: özelhüccet: güçlü delil
izahat: açıklamalarkanun-u adalet: adalet kanunu
katl: öldürmeküfr-ü mutlak: tam bir küfür, inkâr ve dinsizlik
maslahat: fayda, gayemazhar olmak: erişmek, nail olmak
mezra: tarlamuvafık: uygun
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekildemüstehak: hak etmiş, lâyık
nümune: örnek, misaltefsir: açıklama, yorum
umum: bütünvücut: varlık
zakkum: Cehennemde bir ağacın ismiziyade: çok, fazla
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 306

اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ.. نَجِّنَا مِنَ النَّارِ.. خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ ve vahiy ve şuhuda binaen onlarca kat’iyet kesb eden “Cehennemden bizi hıfz eyle” demeleri gösteriyor ki, nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır. Ve kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam vedehşetli bir hakikati Cehennemdir ki, bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryat ederler, “Bizi ondan kurtar” derler.

Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük birhikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz.Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlikle, hüsnün tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sümbül verip çokhakikatler olur.

Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bumütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur.

Kerametli Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesiyoruz.
Ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım!
Bu dehşetli haps-i ebedîden kurtulmanın kolayı, çaresi, bu dünyevî hapsimizden istifade ederek, elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber, eski günahlardan tevbe edip farzlarımızı edâ ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten


binaen: -dayanarakbürudet: soğukluk
cihet: taraf, yöndalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dar-ı fâni: gelip geçici yer, dünyadehşet: korku, ürküntü
dâr-ı bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret yurduedâ etmek: yerine getirmek
ehemmiyet: önemehl-i şuhud ve keşf ve tahkik: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gözleme yeteneğine sahip, hakikatleri delilleriyle bilen veli zâtlar
feryat etmek: bağırıp çağırmakhakikat: doğru, gerçek
haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennemhararet: ısı, sıcaklık
havale etmek: göndermekhayır: iyilik
hidayet: doğru ve hak yolhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hüsn: güzellikhıfz eylemek: korumak
istifade etmek: faydalanmak, yararlanmakkat’iyet: kesinlik
keramet: Allah’ın bir ikramı olarak sevgili kullarında görünen olağanüstü hâlkesb etmek: kazanmak
kâinat: evren, yaratılan herşeylezzet-elem: tatlı-acı
mecburiyet: zorunlulukmedrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
mevcudat: varlıklarmuazzam: azametli, çok büyük
mütemadiyen: sürekli olarakmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nev-i beşer: insanlar, insanlıknükte: ince anlamlı söz
remizli: işaretlitahakkuk etmek: gerçekleşmek
tereşşuhat: sızıntılar, izlervahiy: Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) vasıtası ile peygamberlere gelen bilgi
vücut bulmak: var olmakziya: ışık
zulmet: karanlıkâhir: son
şer: kötülük, fenalıkşuhud: kalp gözüyle görme
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 307

necatımız ve o nuranî cennete girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak
blank.gif
1خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةَ tokadını yiyeceğiz.

Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi.
Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğünisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semâvâttaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birdenAllahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir neviaks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diyetahayyül ve his ve kanaat ettim.
Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:
Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat-ı salihat ünvanını taşıyan Lâ ilâhe illâllah, ve’l-hamdü lillâh ve Sübhanallah gibi şêairden çok kelâmlar cüz’î ve küllî, meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.

Meselâ; Allahu ekber’in bir vech-i mânâsı Cenâb-ı Hakkın kudreti ve ilmi herşeyinfevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki herşeyden


[BILGI]Dipnot-1 “O dünyada da, âhirette de ziyana uğramıştır.” Hac Sûresi, 22:11.[/BILGI]


Allahu ekber: “Allah en büyüktür”Arafat: (bk. bilgiler)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahLâ ilâhe illâllah: “Allah’tan başka ilâh yoktur”
Rabbü’l-Arz: dünyanın Rabbi olan AllahRabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
acip: hayret verici, şaşırtıcıadem: hiçlik, yokluk
aks-i sadâ: yankıazamet-i ünvan: ünvanın büyüklüğü
bâkiyât-ı sâlihat: ebedî âlemde sevap olarak bâki kalan kutsal sözler, dine uygun iyi ve yararlı işlercüz’î: ferdî, az, küçük
daire-i ilim: ilim dairesifevkinde: üstünde
haşr: insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanmasıihtar: hatırlatma, uyarı
iyd: bayramkelime-i kudsiye: kutsal söz
kelâm: ifade, sözkelâm-ı kudsî: kutsal kelâm, söz
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıküllî: büyük, kapsamlı, geniş tür
küre-i arz: yerküre, dünyanecat: kurtuluş
nev-i beşer: insanlar, insanlıknevi: tür
nisbetinde: ölçüsündenuranî: nurlu, aydınlık
rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sahâbe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlarsemavat: gökler
seyyarat: gezegenler, gök cisimleritahakkuk: gerçekleşme
tahattur etmek: hatırlamaktahayyül: hayal etme
tasarruf-u kudret: Allah’ın sonsuz kudretinin tasarrufutavr-ı akl: akıl ölçüsü, çizgisi
tecellî: yansıma, görünmeubûdiyet: Allah’a kulluk
vech-i mânâ: mânâ ve anlamlarının bir yönüve’lhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur”
ziyade: çok, fazlaâl: soy, aile
şeâir: işaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 308

daha büyüktür ki,
blank.gif
1 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, nev’i beşerin haşri ve neşri, birteknefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mânâ itibarıyledir ki, darb-ı meselhükmünde büyük musibetlere ve büyük maksatlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der, kendine tesellî ve kuvvet ve nokta-i istinat yapar.

Evet, nasıl ki Dokuzuncu Sözde, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibâdâtınfihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülâsaları ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın mânâsını takviye için Sübhânallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber üçmuazzam hakikatlere ve insanın kâinatta gördüğü medar-ı hayret, medar-ı şükranve medar-ı azamet ve kibriyâ, acip ve güzel ve büyük, pek çok fevkalâde şeylerden aldığı hayret ve lezzet ve heybetten neş’et eden suallerine pek kuvvetli cevap verdiği gibi, On Altıncı Sözün âhirinde izah edilen şu: Nasıl bir nefer, bayramda birmüşir ile beraber huzur-u padişaha girer; sair vakitte, zabitinin makamıyla onu tanır. Aynen öyle de, her adam hacda bir derece velîler gibi Cenâb-ı Hakkı Rabbû’l-Arz ve Rabbû’l-Âlemîn ünvanı ile tanımaya başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istilâ eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine Allahu ekber tekrarıyla umumuna cevap verdiği misillü, On Üçüncü Lemanın âhirinde izahı bulunan ki, şeytanların en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip cevab-ı kat’îveren yine Allahu ekber olduğu gibi, bizim âhiret hakkındaki suâlimize de kısa fakat kuvvetli cevap verdiği misillü, Elhamdû lillâh cümlesi dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Mânâm âhiretsiz olmaz. Çünkü, ezelden ebede kadar her kimden ve her kime karşı bütün hamd ve şükür


[BILGI]Dipnot-1 “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, sadece tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.[/BILGI]


Allahu ekber: “Allah en büyüktür”Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur”Rabbû’l-Arz: dünyanın Rabbi olan Allah
Rabbü’l-Âlemîn: bütün âlemlerin Rabbi olan AllahSübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
acip: hayret verici, şaşırtıcıcevab-ı kat’i: şüphe bırakmayacak kesin cevap
darb-ı mesel: meşhur söz, atasözüdesise: hile, aldatma
ebed: sonu olmayan, sonsuzlukezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk
fevkalâde: olağanüstüfihriste: içindekiler, içerik
haşir ve neşir: öldükten sonra âhirette diriltilerek muhakeme için Allah’ın huzurunda toplanma ve tekrar dağılıp yayılmahaşr: yeniden diriliş; insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması
huzur-u padişah: padişahın huzuruhülâsa: kısaca, özet
ibâdât: ibadetlericad: var etme, vücuda getirme
ihtar etmek: hatırlatmakistilâ etmek: kuşatmak
itibarıyle: özelliğiyleizah: açıklama
izah etmek: açıklamakkibriyâ: yücelik, büyüklük
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, yaratılan herşey
lem’a: parıltımakam: konum, rütbe, derece
medar-ı azamet ve kibriya: haşmet, yücelik ve büyüklük sebebi, kaynağımedar-ı hayret: hayret sebebi
medar-ı şükran: teşekkür sebebimisillü: gibi
muazzam: azametli, çok büyükmusibet: belâ, dert, felâket
mükerrer: tekrar tekrar, defalarcamüşir: mareşal
nefer: asker, ernefs: can, hayat, kişinin kendisi
nev’i beşer: insan türü, insanlıkneş’et etmek: çıkmak, yetişmek
nokta-i istinad: dayanak noktasısair: diğer, başka
sarahat-i kat’iye: tam bir açıklıkla mânâ ifade etmesitesbihat: tesbihler; Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
umum: bütünveli: Allah dostu
zabit: subayâhir: son
âhiret: öteki dünya
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 309

ona mahsustur, ifade ettiğimden, bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimetyapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran, yalnız saadet-i ebediye olabilir ve benim o küllî mânâma mukabele eder.”

Evet, her mü’min, namazlardan sonra, hergün hiç olmazsa yüz elliden ziyadeElhamdü lillâh, Elhamdü lillâh şer’an demesi ve mânâsı da, ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve Cennetin peşin bir fiyatı ve muaccel bir bahasıdır. Ve dünyanın kısa ve fânielemlerle âlûde olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil; ve onlara da,ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder. Sübhânallah kelime-i kudsiyesi ise, Cenâb-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemâl ve cemâl ve celâlinemuhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânâsıyla, saadet-i ebediyeyi ve celâl ve cemâl ve kemâl-i saltanatının haşmetine medar olan dâr-ı âhireti ve ondaki Cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Yoksa, sâbıkan ispat edildiği gibi, saadet-i ebediye olmazsa, hem saltanatı, hem kemâli, hem celâl, hem cemâl, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar.

İşte bu üç kudsî kelimeler gibi, Bismillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve sâir kelimat-ı mübareke, herbiri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen ethülâsası ve şeker hülâsası gibi, hem erkân-ı imaniyenin, hem Kur’ân hakikatlarınınhülâsaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi, Kur’ân’ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım sûrelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünûhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler. Ve velâyet-i Ahmediye ve ubudiyet-i


Bismillâh: Allah’ın adıylaCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref sahibi Allah
Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur
Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”acz: acizlik, güçsüzlük
adem: hiçlik, yoklukbaha: değer, kıymet, fiyat
celâl: haşmet, görkemcemâl: güzellik
cihetiyle: yönüyledelâlet: işaret etme, delil olma
dâr-ı âhiret: öteki dünya, âhiret yurduebed: sonu olmayan, sonsuzluk
ebedî: sonu olmayan, sonsuzelem: acı, keder
erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartlarıezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk
fâni: geçici, ölümlühadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikî: gerçek
hamd: övgü ve şükürhaşmet: büyüklük, yücelik
hülâsa: öz, özetihtar etmek: hatırlatmak
kelimat-ı mübareke: mübarek, bereketli kelimelerkelime-i kudsiye: kutsal kelime
kemâl: kusursuzluk, mükemmellikkemâl-i saltanat: saltanatın mükemmelliği, kusursuzluğu
keşfetmek: açığa çıkarmakkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kusurat: kusurlar, eksikliklerküllî: büyük, kapsamlı
lekedar: lekelimedar olmak: dayanak olmak, sebep olmak
muaccel: peşinmuhalif: aykırı, zıt
mukabele etmek: karşılık vermekmusibet: belâ, dert, felâket
münhasır: ait, mahsus, sadece ona bağlınimet: iyilik, ihsan
noksaniyet: noksanlık, eksiklikrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksâbıkan: bundan önce
sâir: diğer, başkasünûhat: Allah’ın lütfuyla kalbe gelen mânâlar
takdis ve tenzih etmek: Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmektesbihat: tesbihler; Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
velâyet-i Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) velilik yönüziyade: çok, fazla
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliâlûde: bulaşık, karışık
şerik: ortakşer’an: şeriata göre
şükr: teşekkür, övgü
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 310

Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) virdidirler ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübrâ-yı zikirde, ellerinde tesbihler Sübhânallah otuz üç, Elhamdü lillâh otuz üç, Allahu ekber otuz üç defa tekrar ederler.
İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hem Kur’ân’ın, hem imanın, hem namazın hülâsaları ve çekirdekleri olan üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar kıymettar ve sevaplı olduğunu elbette anladınız.
Bu risalenin başında Birinci Meselesi namaza dair güzel bir ders olduğu gibi, hiç düşünmediğim halde, adeta ihtiyarsız olarak, onun âhiri de namaz tesbihatına dairehemmiyetli bir ders oldu.
اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰۤى اِنْعَامِهِ
blank.gif
1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2

endOfSection.gif
endOfSection.gif



[BILGI]Dipnot-1 “Verdiği nimetler üzerine Allah’a hamd olsun.”

Dipnot-2 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.[/BILGI]


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunAllahu ekber: “Allah en büyüktür”
Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
beyan etmek: açıklamakcihet: şekil, yön
daire-i zikir: zikir dairesiehemmiyetli: önemli
gayet: son derecehalka-i kübrâ-yı zikir: büyük zikir halkası
halka-i zikir: zikir halkasıhülâsa: öz, özet, esas
kelime-i mübareke: mübarek kelimekıymettar: kıymetli, değerli
risale: mektup; Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsabıkan: bundan önce
tarîkat-ı Muhammediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) yolu, sünnetitesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tesbihat: tesbihler; Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmaubudiyet-i Muhammediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) Allah’a olan mükemmel kulluğu ve ibadeti
vird: devamlı yapılan zikir, duaziyade: çok, fazla
âhir: son
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 311

Dokuzuncu Mesele

besmele.jpg
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَنُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ...
blank.gif
1

ilâ âhiri’l-âye...

Bu âyet-i ecma’ ve âlâ ve ekberin bir küllî ve uzun nüktesini beyan etmeye, birdehşetli mânevî suâl ve bir azametli ve İlâhî bir nimetin inkişafından neş’et eden bir hal sebebiyet verdiler. Şöyle ki:
Mânen ruha geldi: Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.
Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle,sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl,hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belkiadem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir.


[BILGI]Dipnot-1 “Peygamber, kendisine Rabbinden indirilen Kur’ân’ı tasdik edip ona îmân etti. Mü’minler de onunla beraber îmân ettiler. Onların hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îmân etti. Onlar, ‘Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız; birine inandığımız gibi hepsine de inanırız’ diyerek îmân getirdiler.” Bakara Sûresi, 2:285.[/BILGI]


adem-i kabul: kabule yanaşmama, bir hükme varmamaazametli: büyük
beyan etmek: açıklamakcüz-ü hakikat-ı imaniye: iman hakikatinin bir parçası, iman esaslarının biri
dehşetli: korkunç, ürkütücüekber: en büyük
elcevap: bu sorunun cevabıerkân: esaslar, şartlar
erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartlarıfikr-i bâtıl: yanlış fikir, sapık düşünce
gayet: son derecehakikat: doğru, gerçek
hakikat-i imaniye: iman hakikatı, gerçeğihüccet: delil
hüccet-i âzam: en büyük delililâ âhiri’l-âye: âyetin sonuna kadar
inkişaf: açığa çıkma, ortaya çıkmaizale etmek: ortadan kaldırmak, gidermek
kabil-i inkisam: bölünebilir, kısımlara ayrılabilirküfr-ü inadî: inada dayalı küfür
küfr-ü mutlak: tam bir küfür ve inkâr, hiçbir dinî değere inanmamakküll: bütün, genel
küllî: büyük, kapsamlı, genişmânen: mânevî olarak
mürted olmak: dinden çıkmaknazar: bakış, dikkat
neş’et etmek: doğmak, meydana çıkmaknükte: ince anlam
rükn: esas, şartrükn-ü imanî: imanın şartı, esası
rükün: esas, şartsair: diğer, başka
tecezzî: bölünme, parçalanmatefrik: birbirinden ayırma
vahdânî: Allah’ın birliği ve varlığı ile ilgiliâlâ: yüce, yüksek
âyet-i ecma’: kapsamlı âyet
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 312

Git gide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur; hem maddî, hem mânevî Cehenneme gider. İşte biz bu makamda, gayet muhtasar işaretlerle ve Meyve Risalesinde haşrin ispatında, sair erkân-ı imaniye haşri de ispat ettiklerini kısacıkhülâsalarla beyanı gibi, bu makamda dahi mücmel fezleke ve muhtasarhülâsalarla, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle bu nükte-i âzam Altı Noktada beyanedilecek.

BİRİNCİ NOKTA

İman-ı billâh, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem iman-ı bil’âhireti ispat eder ki, Meyve Risalesinin Yedinci Meselesinde güzelce göstermiş. Evet, buhadsiz kâinatı bir saray, bir şehir, bir memleket gibi bütün levazımıyla idare eden ve mizan ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle değiştiren ve zerrâtı veseyyaratı ve sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvî manevra içindetalim ve tavzifatla faaliyete ve seyir ü cevelâna ve ubudiyetkârâne bir resm-i küşada ve seyahate getiren ezelî ve bâki bir saltanat-ı rububiyet ve ebedî ve daimîbir hâkimiyet-i ulûhiyet, hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedî ve sermedî ve bâki ve daimî saltanatın bâki bir makarrı ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan dâr-ı âhiret olmasın? Bin defahâşâ!
Demek Cenâb-ı Hakkın saltanat ve rububiyeti ve—Yedinci Meselede beyan edildiği gibi—ekser isimleri ve vücub-u vücudunun hüccetleri, âhirete şehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u imanî ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadı var; gör, bil, görür gibi inan.


Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allahbeyan: açıklama
bâki: kalıcı, devamlı, süreklidaimî: devamlı, sürekli, zaman üstü
dâr-ı âhiret: âhiret yurduebedî: sonu olmayan, sonsuz
ekser: pek çokerkân-ı imaniye: iman rükünleri, temel esasları
ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzfezleke: hülasa, öz
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
haşr: yeniden diriliş; insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasıhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hâkimiyet-i ulûhiyet: Allah’ın sınırsız egemenliğihâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hüccet: kesin delilhülâsa: öz, özet
iman-ı billâh: Allah’a imaniman-ı bil’âhiret: âhirete iman
inayet: yardıminsaniyet: insanlık
intizam: düzen, tertipkutb-u imanî: imanın kutbu, esası
kâinat: evren, yaratılan herşeyküfr-ü mutlak: kesin ve tam bir inkâr, hiçbir dinî değere inanmayan
levazım: ihtiyaçlarmakarr: karargâh, merkez, payitaht
mazhar: ayna, görünme yerimedar: dayanak noktası, eksen
mizan: ölçümuhtasar: kısa, özet
muntazam: düzenli, intizamlımücmel: kısa, özet
mütemadiyen: sürekli olaraknokta-i istinad: dayanak noktası
nükte-i âzam: büyük ince ve anlamlı sözresm-i küşat: açılış merasimi
rükün: esas, şartsair: diğer, başka
saltanat-ı rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısermedî: daimi, sürekli
seyr ü cevelân: dolaşma, gezinmeseyyarat: gezegenler
talim: eğitmek, öğretmektavzifat: vazifelendirmeler
techiz etmek: donatmak, cihazlandırmakubûdiyetkârâne: kulluk ederek
ulvî: yüce, yüksekvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
zerrât: atomlar, en küçük madde parçalarışehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 313

Hem nasıl iman-ı billâh âhiretsiz olmaz; öyle de, Onuncu Sözde kısa işaretlerle beyan edildiği gibi, hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki,ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sahifesi bir kitap kadar ve her satırı bir sahife kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mu’cize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş birmescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u bil’Hak, o kitab-ı kebîrin mânâlarını ders verecek üstadları ve o Kur’ân-ı Samedânînin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin ve o mescid-i ekberde hadsiztarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin ve o üstadlara ve müfessirlere ve imamlara fermanları vermesin? Hâşâ, yüz bin hâşâ!

Hem cemâl-i rahmetini ve hüsn-ü şefkatini ve kemâl-i rububiyetini zîşuurlara göstermek ve onları şükre ve hamde sevk etmek için bu kâinatı öyle bir ziyafetgâhve bir teşhirgâh ve öyle bir seyrangâh ki, hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler vegayet antika, hadsiz harika san’atlar içinde dizilmiş bir tarzda halk eden bir Sâni-i Rahîm ve Kerîm, hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, o ziyafetgâhtakizîşuur mahlûklarla konuşmasın ve onlara o nimetlere mukàbil elçileri vasıtasıylavazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı vazife-i ubudiyeti bildirmesin. Hâşâ, binler hâşâ!
Hem hiç mümkün müdür: Bir Sâni san’atını sever, beğendirmek ister, hattâ ağızların bin çeşit zevklerini nazara alması delâletiyle, takdir ve tahsinlerle karşılanmak


Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi AllahKur’ân-ı Samedânî: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın Kur’ân’ı, kâinat kitabı
Kur’ân-ı Sübhânî: her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın Kur’ân’ı, kâinat kitabıMâbûd-u Bilhak: hakkıyla ibadete lâyık olan Allah
Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan AllahSâni-i Rahîm: özel şefkat ve merhamet tecellîsi olan, herşeyi san’atla yaratan Allah
beyan etmek: açıklamakcemâl-i rahmet: rahmetin güzelliği
cihet: şekil, yöncismanî: maddi yapısı olan
delâlet: işaret etme, delil olmaferman: buyruk, emir
gayet: son derecehadsiz: sayısız, sınırsız
halk etmek: yaratmakhamd: övgü ve şükür
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değilhüsn-ü şefkat: şefkatin güzelliği
ibadet-i fıtriye: yaratılıştan gelen ibadetiman-ı billâh: Allah’a iman
iştigal etmek: meşgul olmak, ilgilenmekkemâl-i rubûbiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliği
kitab-ı Samedânî: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kitabı, kâinatkitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat
kâinat: evren, yaratılan herşeyleziz: lezzetli
mahlûk: yaratıkmescid-i Rahmânî: çok merhametli olan Allah’ın yarattığı mescid
mescid-i ekber: en büyük mescidmukàbil: karşılık
mu’cize: benzerini yapma noktasında başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeymâbudiyet: ibadet edilmeye lâyık olma
mânidar: anlamlımücessem: cisimleşmiş, maddi yapısı olan
müfessir: açıklayan, yorumlayan kimsenevi: tür
seyrangâh: gezinti yeritahsin: beğenme, güzelliğini ilân etme
tefsir etmek: açıklamak, yorumlamaktezahür: belirme, görünme
tezahür-ü rahmet: rahmet belirmesi, görünmesitezyin etmek: süslemek
teşhirgâh: sergi yeritâife: topluluk, grup
ulûhiyet: ilâhlıkvazife-i teşekküriye: teşekkür vazifesi, şükür görevi
vazife-i ubudiyet: ibadet vazifesi, kulluk göreviziyafetgâh: ziyafet yeri
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliâyât: âyetler, deliller
âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait deliller, bütün varlıklar
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 314

arzu eder ve herbir san’atıyla kendini hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit mânevî cemâlini göstermek ister bir tarzda bu kâinatı antika san’atlarla süslendirdiği halde kâinattaki zîhayatın kumandanları olan insanlara onların büyüklerinden bir kısmıyla konuşup elçi olarak göndermesin; güzel san’atları takdirsiz ve fevkalâde hüsn-ü esmâsı tahsinsiz ve tanıttırması ve sevdirmesimukabelesiz kalsın? Hâşâ, yüz bin hâşâ!
Hem bütün zîhayatın ihtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hâl diliyle edilen bütün ilticalara ve arzulara vakti vaktine, kast ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in’âmlarıyla ve nihayetsiz ihsanatıyla fiilen ve halen sarih birsurette konuşan bir Mütekellim-i Alîm, hiç mümkün müdür, hiç akıl kabul eder mi, en cüz’î bir zîhayat ile fiilen ve halen konuşsun ve tam derdine derman yetiştirenihsanıyla derdini dinlesin ve ihtiyacını görsün ve bilsin; ve bütün kâinatın enmüntehap neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlûkat-ı arziyenin kumandanları olan insanların mânevî reisleriyle görüşmesin? Onlarla, belki her zîhayatla fiilen vehalen konuştuğu gibi, onlarla kavlen ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf ve kitapları göndermesin? Hâşâ, hadsiz hâşâ!
Demek, iman-ı billâh, kat’iyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle ve bikütübihî ve rusülihî, yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder.

Hem hiç bir cihet-i imkânı var mı ve hiç akıl kabul eder mi ki, bütün masnuatıyla kendini tanıttırana ve sevdirene ve teşekküratı fiilen ve halen isteyene mukàbil,kâinatı velveleye veren hakikat-i Kur’âniye ile Zülcelâl o San’atkârı ekmel bir tarzda tanıyıp ve tanıttırıp ve sevip ve sevdirip ve teşekkür edip ve ettirip veSübhânallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber’lerle küre-i arzı semâvâta işittirecek derecede konuşturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir vaziyetle,


Allahu ekber: “Allah en büyüktür”Elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”
Mütekellim-i Alîm: gizli ve âşikâr her şeyi bilen ve kendi Zâtına lâyık şekilde konuşan AllahSan’atkâr: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” anlamında bir tesbihZülcelâl: büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi
arzın halifesi: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insanbikütübihî: kitaplara
cemâl: güzellikcezbe: Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelme, çekilme
cihet-i imkan: mümkün olma yönücüz’î: ferdî, az, küçük
ekmel: en mükemmel, kusursuzekser: pek çok
ferman: buyruk, emirfevkalade: olağanüstü
fiilen: davranışla, gerçekte; bizzat, fiilî olarakhadsiz: sınırsız
hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği, esas mânâsıhalen: hareket ve davranışla
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değilhüccet: kesin delil
hüsn-ü esmâ: isimlerin güzelliğiihsan: bağış, ikram
ihsanat: bağışlar, iyiliklerihtiyac-ı fitrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç
ihtiyar: dileme, istek, tercihiltica: sığınma
iman-ı billâh: Allah’a imanin’am: nimetlendirme
irade: dileme, istek, kast etmekast: amaç, hedef
kat’iyet: kesinlikkavlen: sözle
kelâmen: söz ve konuşma ilekâinat: evren, yaratılan herşey
küre-i arz: yer küre, dünyamahlûkat-ı arziye: yeryüzündeki yaratıklar, varlıklar
masnuat: san’at eseri varlıklarmukabelesiz: karşılıksız
mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmışmukàbil: karşılık
müntehap: seçilmiş, seçkinnihayetsiz: sonsuz
rusulihî: peygamberlersarih: açık
semavat: göklersuhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar
suret: biçim, şekiltahsin: takdir etme, beğenme
teşekkürat: teşekkürlervelvele: coşku, haykırış
zîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 315

bin üç yüz sene zarfında nev-i beşerin kemiyeten beşten birisini ve keyfiyeten veinsaniyeten yarısını arkasına alıp o Hâlıkın bütün tezahürat-ı rububiyetine geniş veküllî bir ubudiyetle mukabele eden ve bütün makàsıd-ı İlâhiyesine karşı Kur’ân’ın sûreleriyle kâinata ve asırlara bağıran, ders veren, dellâllık eden ve nev-i insanın şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren ve bin mu’cizatıyla tasdik edilen Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, en müntehap mahlûku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resûlü olmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ!

Demek, Eşhedû en lâ ilâhe illâllah hakikati, bütün hüccetleriyle ve eşhedû enne Muhammede’r-Resulullah hakikatini ispat eder.

Hem hiç imkân var mı ki, bu kâinatın Sânii, mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın?Hâşâ!

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kâinattaki makàsıd-ı İlâhiyesini bir fermanla bildirmesin? Ve muammâsını açacak ve “Mahlûkat ne yerden geliyorlar? Ve ne yere gidecekler? Ve niçin böyle kàfile kàfile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?” diye üç dehşetli sual-i umumîye hakiki cevap verecek Kur’ân gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!
Hem hiç mümkün müdür ki, on üç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyonlisanlarda kemâl-i hürmetle gezen ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan ve nev-i beşerin keyfiyeten kısm-ı âzamını kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve her tabakaya karşı bir nevi i’câzını gösterdiği kerametli ve harikalı


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunEşhedü en lâ ilâhe illâllah: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur”
Hâlık: her şeyi yaratan AllahSâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
dehşetli: korkunç, ürkütücüdellâllık: ilan edicilik, duyuruculuk
eşhedû enne Muhammede’r-Resulullah: “Şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın resulüdür”ferman: buyruk, emir
hakikat: esas, gerçekhakiki: gerçek
hâfız: Kur’ân’ı ezberleyenhâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değilhüccet: kesin delil
insaniyet: insanlıki’câz: mu’cize oluş
kemiyet: sayısal çokluk, nicelikkemâl-i hürmet: tam bir saygı ve hürmet
keramet: Allah’ın bir ikramı olan olağanüstü hallerkeyfiyet: durum, nitelik
kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallıkkàfile: grup, topluluk
kâinat: evren, yaratılan herşeyküllî: büyük, kapsamlı, tür
kısm-ı âzam: büyük bir kısmılisan: dil
mahlûk: yaratıkmahlûkat: yaratılmışlar
makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayelermuammâ: anlaşılması zor sır, gizem
mukabele etmek: karşılık vermekmu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve işler
müntehap: seçilmiş, seçkinnev-i beşer: insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlıknevi: tür
resul: peygamber, elçisual-i umumîye: genel soru
tabaka-i nâs: halk tabakasıtaife: grup, topluluk
talim etmek: öğretmektasfiye: arındırma, süzme
terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırmatezahür-ü Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliğinin bütün varlıklarda açıkça görünmesi, yansıması
tezkiye: temize çıkarma, arındırmaubûdiyet: Allah’a kulluk
vech-i i’câz: mu’cizelik yönüzarfında: içinde
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 316

On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm binmu’cizatıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve oSâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!
Demek, iman-ı billâh, bütün hüccetleriyle, Kur’ân’ın kelâmullah olduğunu ispat ediyor.
Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızızîşuurlarla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelâl, semâvâtı ve yıldızları boş ve hâlibıraksın; onlara münasip ahâliyi yaratıp, o semâvî saraylarda iskân etmesin vesaltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yâversiz, nâzırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!
Hem hiçbir cihette imkânı var mı ki, bu kâinatı öyle bir kitap tarzında yazar ki, herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarında yazan ve herbirzîşuurun bütün sergüzeşte-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devâir-i saltanatında her ameli ve her hâdiseyi müteaddit fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin enehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetinin tecellîleri ve


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan
Mütekellim-i Ezelî: ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen AllahSultan-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi, herşeyin sultanı olan Allah
Sâni-i Sermedî: zaman üstü ve yüce olmakla beraber her şeyi san’atla yaratan Allahbeyan: açıklama
cihet: şekil, yöndevâir-i saltanat: saltanat daireleri
ehemmiyetli: önemliferman: buyruk, emir
hademesiz: hizmetçisizhak: doğru, gerçek
hardal: çok küçük tohumları olan bir bitkihaşmet: büyüklük, ihtişam
haşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değilhikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hâli: boş, ıssızhâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hüccet: kesin deliliman-ı billâh: Allah’a iman
iskân etmek: yerleştirmekkat’î: kesin bir şekilde
kelâm: ifade, sözkelâmullah: Allah’ın kelamı
kuvve-i hafıza: hafıza duygusu, bellekkâinat: evren, yaratılan herşey
muhafaza etmek: korumakmu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
münasip: uygunmüteaddit: bir çok, çeşitli
mütemadiyen: sürekli olaraknâzırsız: gözlemcisiz
rahmet: İlâhî şefkat, merhametraiyet: halk
rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısaltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
semavat: göklersemavî: göğe ait, gökteki
sergüzeşt-i hayat: hayat serüvenitarihçe-i hayat: hayat hikâyesi, biyografi
tecellî: görünme, yansımatesbihat etmek: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmak
vazife-i hayat: hayat vazifesi, göreviyâversiz: yardımcısız
zemin: yerzîhayat: canlı, hayat sahibi
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliâbid: Allah’a ibadet eden, kul
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 317

tahakkukları için koca Cennet ve Cehennemi ve sırat ve mizan-ı ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Alîm-i Rahîm, insanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın ve mücâzât ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat vehasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Hâşâ, kaderin Levh-i Mahfuzunda yazılan harfleri adedince hâşâ!
Demek, iman-ı billâh hakikatı, hüccetleriyle hem melâikeye iman, hem kadere iman hakikatlerini dahi kat’î ispat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri birbirini ispat ederler.

İKİNCİ NOKTA

Başta Kur’ân, bütün semâvî kitaplar ve suhuflar ve başta MuhammedAleyhissalâtü Vesselâm olarak, bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün dâvâları beş altı esas üzerine dönüyorlar, mütemadiyen o esasları ders vermeye ve ispat etmeye çalışıyorlar. Onların peygamberliklerine ve doğruluklarına şehadet eden bütün hüccetler ve deliller, o esaslara bakıyorlar. Onların hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhiret ve sâirrükünlere imandır.
Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisiumumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzîkabul etmez ve inkısamı imkân hâricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tûbâ ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir o hayatı inkâr edemeyen, birtekmuttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altırükünleriyle aynı vaziyettedir.
Bu makamın başında, altı nokta ve herbir nokta dahi beş nükte olarak altı erkân-ı imaniyeyi, otuz altı nüktede beyan etmek niyet edilmişti. Ve baştaki dehşetli

Aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsunAlîm-i Rahîm: herşeyi hakkıyla bilen ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
Hâkim-i Hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeyi hükmü altında tutan AllahLevh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunalâkadar: alâkalı, ilgili
amel: davranış, işbeyan etmek: açıklamak
dehşetli: korkunç, ürkütücüerkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları
hakikat: doğru, gerçekhakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
hasenat: iyilikler, güzelliklerhâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hüccet: deliliktiza etmek: gerektirmek
iman-ı billâh: Allah’a imaniman-ı bil’âhiret: âhirete iman
inkısam: bölünme, kısımlara ayrılmakader: Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması
kâinat: evren, yaratılan herşeyküll: bütün
küllî: büyük, kapsamlı, türmakam: konu, konum
melâike: meleklermizan-ı ekber: mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi
muttasıl: yapışık, bitişikmücâzât: cezalar
mükâfat: ödülmünkir: inkâr eden, inançsız
mütemadiyen: sürekli olaraknükte: ince anlam
rükün: esas, şartsemâvî: Allah tarafından olan, İlâhî
seyyiat: kötülükler, günahlarsuhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife hâlindeki kitaplar
sâir: diğer, başkasırat: Cennete gidebilmek için herkesin üzerinden geçmesi gereken Cehennem üzerinde kurulmuş köprü
tahakkuk: gerçekleşmetecezzî: bölünme, parçalanma
tekzip etmek: yalanlamakumum: bütün
zâhir: açık, görünenşehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst