Muvahhid1
Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 114
ve şuûnât-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemâlât ve ayrı ayrı cemâller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni-i Zülcelâlde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarakhadsiz kemâlâtlarına ve nihayetsiz cemâllerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.
İkinci Burhan’ın beş noktası var:
Birinci nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek, icma ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemâl, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudda bulunan mukaddes hüsünve cemâlin gölgesi ve lemeâtı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci nokta: Bütün güzel mahlûklar, kàfile kàfile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar,fenâya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellîsinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemâli değildir. Belki güneşin cemâl-i şuaâtıcereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemâlin ışıklarıdırlar.
Üçüncü nokta: Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi her halde mevcuttan veihsan ise gınâdan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsünvermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemâl vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki, bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki,
ve şuûnât-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemâlât ve ayrı ayrı cemâller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni-i Zülcelâlde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarakhadsiz kemâlâtlarına ve nihayetsiz cemâllerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.
İkinci Burhan’ın beş noktası var:
Birinci nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek, icma ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemâl, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudda bulunan mukaddes hüsünve cemâlin gölgesi ve lemeâtı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci nokta: Bütün güzel mahlûklar, kàfile kàfile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar,fenâya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellîsinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemâli değildir. Belki güneşin cemâl-i şuaâtıcereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemâlin ışıklarıdırlar.
Üçüncü nokta: Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi her halde mevcuttan veihsan ise gınâdan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsünvermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemâl vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki, bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki,
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atla yaratan Allah | Zât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Zât Allah |
Zât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allah | bedihî: açık, aşikâr |
binaen: dayanarak | burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt |
cemil: güzel | cemâl: güzellik |
cemâl-i şuaât: parıltıların güzelliği | cereyan eden: akan (su) |
cilve: görüntü, yansıma | delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek |
ehl-i hakikat: varlıkların ve hâdiselerin ardındaki gizli gerçeklere ulaşan kişiler | fenâ: gelip geçici olma |
fevkinde: üstünde | gayet: son derece |
gınâ: zenginlik | hadsiz: sınırsız |
hakikat: doğru, gerçek | hasen: güzel |
hüsün: güzellik | icmâ: oy birliği, görüş birliği |
ihsan: bağış, iyilik, lütuf | istinad etmek: dayanmak |
ittifak: birleşme, birlik | kemâlât: mükemmel özellikler, olgunluklar |
keşif: manevî âlemlerde bazı olaylara ve hakikatlere ulaşma | kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık |
kàfile: grup, topluluk | kâinat: evren |
lemeât: parıltılar | mahlûk: yaratılmış, varlık |
masnuat: san’at eseri varlıklar | mevcudat: varlıklar |
mevcut: varlık | meşrep: hareket tarzı, metod |
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrı | mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış |
muvafık: lâyık, uygun | nihayetsiz: sonsuz |
sarih: açık | sehavet: cömertlik |
sermedî: daimî, sürekli | suret: biçim, şekil |
talim: öğretme, eğitme | tebeddül etmek: değişmek |
tecellî: yansıma | umum: bütün |
vâcibiyet: varlığının zorunlu oluşu | vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu ve var olmak için bir sebebe ihtiyacının olmayışı |
vücud: varlık, var oluş | vücut vermek: var etmek |
şehadet: şahitlik, tanıklık | şe’n: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellik |
şuûnât-ı zâtiye: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler |