Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 568

gösteriyor—tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet alîm, hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir.

Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür. Meselâ,

فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاۤءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَعِنَبًا وَقَضْبًا وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً وَحَدَاۤئِقَ غُلْبًا وَفَاكِهَةً وَاَبّاً مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ
blank.gif
1

İşte şu âyet-i kerime, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.

Evet, مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder.


[NOT]Dipnot-1 “İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.” Abese Sûresi, 80:24-32.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mutasarrıf: sonsuz tasarruf sahibi ve yetkisi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f)</td><td>alîm: sonsuz ilim sahibi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>azletmek: ayırmak, uzaklaştırmak</td><td>câmid: cansız</td></tr><tr><td>daire-i ufk-u cibalî: dağın ufuk dairesi, çizgisi</td><td>daire-i ufuk: ufuk dairesi, görüş alanı</td></tr><tr><td>ednâ: en basit, en aşağı</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>gayet: son </td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakîm: herşeyi hikmetle yapan (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)</td><td>icad: yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>irade etmek: dilemek, tercih etmek (bk. r-v-d)</td><td>lâfz: ifade, söz</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>matla: doğuş yeri</td></tr><tr><td>mesafe-i azîme: büyük mesafe (bk. a-ẓ-m)</td><td>mesafe-i mâneviye: mânevî mesafe (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mesken: yer, mekân</td><td>mukarin: beraber, yakın olan</td></tr><tr><td>muttasıl: yapışık, bitişik</td><td>mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r; e-l-h) </td></tr><tr><td>müsebbebat: sebeplerle meydana gelenler, sebeplerin sonuçları (bk. s-b-b)</td><td>müteselsil: zincirleme</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nazar-ı zahirî: dışa dönük bakış (bk. n-ẓ-r; ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>raptetmek: bağlamak</td><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semere: meyve, netice</td><td>tertib-i hikmet: hikmetli düzenleme (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>tulû etmek: doğmak</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>çendan: gerçi</td><td>şuur: bilinç (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 569

Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzâk, Mün’im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünü-yor.
Hem meselâ,

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكاَمًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاۤءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاۤءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاۤءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَاۤبَّةٍ مِنْ مَاۤءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰۤى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَاۤءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1

İşte, şu âyet, mu’cizât-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilâtında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî


[NOT]Dipnot-1 “Görmedin mi ki Allah bulutları dilediği yere sevk eder, sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Sonra da onun arasından yağmur tanelerinin süzüldüğünü görürsün. Gökteki dağ gibi bulutlardan, Allah, dolu taneleri indirir ki, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir. Allah geceyi ve gündüzü birbirine çevirir. Şüphesiz ki bunda gören gözler için bir ibret vardır. Allah, hareket eden her canlıyı bir çeşit sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratır. Allah’ın kudreti muhakkak ki herşeye yeter.” Nur Sûresi, 24:43-45.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Rahîm: sonsuz hikmet ve rahmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m) </td><td>Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>Mün’im: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m)</td><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Rezzak: bütün canlıların rızıklarını veren Allah (bk. r-z-ḳ)</td><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cevv-i hava: hava boşluğu</td><td>ecza: parçalar (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hububat: taneli bitkiler, tahıl</td><td>matla: doğuş yeri</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>mu’cizât-ı rububiyet: Rablık mu’cizeleri; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mu’cizeleri (bk. a-c-z; r-b-b)</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>neferat: askerler, erler</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>tasarrufât-ı acîbe: hayret verici tasarruflar, işler (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>teşkilât: meydana gelmeler, oluşmalar</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td></tr><tr><td>şuur: bilinç (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 570

ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matlaları görünüyor.

SEKİZİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân, kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki harika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ etmek için bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib-i ef’âlini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ,
blank.gif
1
اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْناَهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ tâ sûrenin âhirine kadar... İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir, der ki: Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.


[NOT]Dipnot-1 “Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi.” Yâsin Sûresi, 36:77.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: herşeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın, ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Mugîs: yardım dileyenler için yardıma yetişen Allah</td><td>Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı ve yetkisi olan; her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f)</td><td>Müdebbir: ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>Mürebbî: herşeyi terbiye eden, ihtiyaçlarını veren Allah (bk. r-b-b)</td><td>acaib-i ef’âl: şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>alâka: kan pıhtısı, embriyo</td><td>berrak: açık, duru</td></tr><tr><td>cesamet: büyüklük</td><td>cevv: hava, gök boşluğu</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>dağvâri: dağ gibi</td></tr><tr><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td><td>ef’âl-i acîbe-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri (bk. f-a-l; e-l-h) </td></tr><tr><td>ehven: kolay</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>evvelâ: ilk önce, birinci olarak</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hilkat-i insaniye: insanın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>idadiye: hazırlama</td><td>ihzariye: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>irade: dileme, tercih (bk. r-v-d)</td><td>istikbalî: geleceğe ait</td></tr><tr><td>kanaat: razı olma, inanma</td><td>kast: amaç, hedef (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>keyfiyet: nitelik, durum</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>mahşer-i acaip: hayret verici şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>matla: doğuş yeri</td><td>mesafe-i mânevî: mânevî mesafe (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>meziyet-i cezâlet: ifade güzelliğindeki üstünlük (bk. c-z-l)</td><td>meşhud: görünen (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>mudga: et parçası, bir çiğnem et</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>müheyyâ etmek: hazırlamak</td><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazire: örnek, benzer (bk. n-ẓ-r)</td><td>neş’e-i ûlâ: insanın ilk yaratılışı</td></tr><tr><td>neş’e-yi uhrâ: öldükten sonra ikinci kez yaratılış (bk. e-ḫ-r)</td><td>neş’et: doğma, ilk yaratılış</td></tr><tr><td>nutfe: rahimde iki ayrı cins hücrenin birleşmiş hali, zigot</td><td>sehab: bulut</td></tr><tr><td>seyyar: gezici</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sâfi: duru, temiz (bk. ṣ-f-y)</td><td>taife: topluluk, grup</td></tr><tr><td>tarz: şekil, biçim</td><td>tasdik: onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>telif etmek: uzlaştırmak, barıştırmak</td><td>teşkil etmek: meydana gelmek, oluşmak</td></tr><tr><td>uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)</td><td>zikretmek: anmak, hatırlatmak</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 571

Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi

blank.gif
1
اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.

Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd ediyorsunuz.

Hem semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zattır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ
blank.gif
2
’a karşı kemâl-i inkıyadla serfuru eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı
blank.gif
3
مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ deyip kudretine karşı tâcizle meydan okunmaz.

Sonra,
blank.gif
4
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir.

Madem böyledir. Bütün delâilin neticesi olarak
blank.gif
5
وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani, kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.


[NOT]Dipnot-1 “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.

Dipnot-2
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-3
“Çürümüş kemikleri kim diriltir?” Yâsin Sûresi, 36:78.

Dipnot-4
“Herşeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan Zât, her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.” Yâsin Sûresi, 36:83.

Dipnot-5
“Siz de Ona döndürüleceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td><td>abes: anlamsız, faydasız</td></tr><tr><td>arz: yer</td><td>beyhude: boşuna</td></tr><tr><td>delâil: deliller, işaretler</td><td>ecza: parçalar (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>ehven: kolay</td><td>emirber nefer: emre hazır asker</td></tr><tr><td>halketmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilkat şeceresi: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>huzur-u kibriyâ: sonsuz büyüklük sahibi olan Allah’ın huzuru (bk. ḥ-ḍ-r; k-b-r)</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>ihsânât-ı azîme: çok büyük iyilikler, ikramlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y)</td><td>istib’ad: akıldan uzak görme</td></tr><tr><td>kemâl-i inkıyad: tam itaat, mükemmel ve kusursuz boyun eğme (bk. k-m-l)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kıyas: karşılaştırma</td><td>memât: ölümler (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>menzil: ev, mekân (bk. n-z-l)</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>serfuru etmek: boyun eğmek</td></tr><tr><td>tabir: ifade (bk. a-b-r)</td><td>tâciz: âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 572

İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini dünyevî ef’âl ile de gösterdi.

Hem kâh oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini ihsas etsin, tâ istib’âd ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ

blank.gif
1
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilh., ve
blank.gif
2
اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ilh., ve
blank.gif
3
اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ

İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

Meselâ
blank.gif
4
اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْkelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın, çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der:اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ


[NOT]Dipnot-1 “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.

Dipnot-2
“Gök yarıldığında.” İnfitar Sûresi, 82:1.

Dipnot-3
“Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.

Dipnot-4
“Defterler açılıp neşredildiğinde.” Tekvir Sûresi, 81:10.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acaip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>amel: davranış, iş</td></tr><tr><td>a’mâl: davranışlar, işler</td><td>dünyevî: dünyaya ait</td></tr><tr><td>ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td><td>ef’âl-i uhreviye: âhirete ait işler (bk. f-a-l; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>fasih: güzel, düzgün ve açık konuşan (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>güz: sonbahar</td><td>hafîzâne: koruyup gözeterek, esirgeyerek ve saklayarak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>haşr-i baharî: bahardaki diriliş, bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td><td>ihsas: hissettirme</td></tr><tr><td>inkılâbât: büyük değişimler</td><td>inkılâbât-ı azîme: çok büyük değişimler (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>istib’âd: akıldan uzak görme </td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>lâtifâne: hoş ve güzel bir şekilde (bk. l-ṭ-f)</td><td>meâl-i icmâlî: kısaca açıklama (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>müdebbirâne: tedbirli bir şekilde, herşeyi önceden düşünerek (bk. d-b-r)</td><td>müheyyâ: hazırlanmış</td></tr><tr><td>mürebbiyâne: terbiye ederek ve yetiştirerek (bk. r-b-b)</td><td>nazire: benzer, örnek (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nezâir: benzerler, örnekler (bk. n-ẓ-r)</td><td>neşr-i suhuf: haşir zamanı, insanların hesaplarının görülmesi için amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi</td></tr><tr><td>neşretmek: yaymak</td><td>sahife-i a’mâl: iş ve davranışların yazıldığı sahifeler</td></tr><tr><td>suret: tarz, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tarih-i hayat: hayatının tarihi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve icraatları (bk. ṣ-r-f; r-b-b)</td><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>zâhir: açık (bk. ẓ-h-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 573

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte,
blank.gif
1
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azil bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

DOKUZUNCU NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân-ı Hakîm, kâh olur, cüz’î bazı maksatları zikreder; sonra, o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makàsıda zihinleri sevk etmek için, o cüz’î maksadı bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip ispat eder. Meselâ,

قَدْ سَمِعَ اللهُ قَوْلَ الَّتِى تُجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِىۤ اِلَى اللهِ وَاللهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَاۤ اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1 “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.

Dipnot-2
“Kocası hakkında sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zaten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” Mücâdele Sûresi, 58:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: içinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>cüz’iyat: küçük ve ferdî şeyler (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e)</td><td>emr-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın emri (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>esir: kâinatı kapladığına inanılan madde</td><td>ferman: buyruk</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>ima: işaret</td></tr><tr><td>infisal: azledilme, memurluktan çıkarılma</td><td>istinbat: bir söz veya bir işten gizli bir mana ve hüküm çıkarma</td></tr><tr><td>izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)</td><td>kaide-i külliye: genel kural (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)</td><td>kıyas: karşılaştırma</td></tr><tr><td>lâfız: söz, kelime</td><td>maksat: kastedilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>makàsıd: maksatlar (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>memur-u musahhar: emre itaat eden memur</td></tr><tr><td>metâ: kıymetli şey</td><td>muamele: davranış, iş</td></tr><tr><td>muamelât: işler</td><td>muvazzaf: görevli</td></tr><tr><td>münavebeten: nöbetleşerek</td><td>nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>neşretmek: yaymak</td><td>nükte-i belâğat: belâğat inceliği (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>pırlanta-misal: pırlanta gibi</td><td>sebeb-i azil: memurluktan çıkarılma sebebi</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>tahkir: hakaret, aşağılama</td><td>takrir etmek: bildirmek</td></tr><tr><td>tekvir: sarmak, toplamak</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 574

İşte, Kur’ân der: Cenâb-ı Hak Semî-i Mutlaktır; herşeyi işitir. Hattâ, en cüz’î bir macera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını, umur-u azîme suretinde, Rahîm ismiyle, ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle, ciddiyetle bakar.

İşte, bu cüz’î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz’î bir hadisesini işiten, gören, kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir Zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir zat olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum, küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryatlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tesbit eder.

Hem meselâ,

سُبْحَانَ الَّذِىۤ اَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰياَتِنَاۤ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
blank.gif
1

İşte, Kur’ân, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın miracının mebdei olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyeranını zikrettikten sonra,

اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ daki zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.

Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: “Bu seyahat-i cüz’îde bir seyr-i umumî,


[NOT]Dipnot-1 “Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” İsrâ Sûresi, 17:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Mescid-i Aksa: Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid</td></tr><tr><td>Mescid-i Haram: Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid (bk. ḥ-r-m)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>Semî-i Mutlak: herşeyi kayıtsız şartsız işiten Allah (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td><td>daire-i imkânî: birşeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i azîme: çok büyük gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m) </td></tr><tr><td>hariç: dışında</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küllîleştirmek: genelleştirmek, kapsayıcı hale getirmek (bk. k-l-l)</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>maden: kaynak</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>maksat: kastedilen şey, gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>mazhar: görünüm ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>mebde’: başlangıç</td><td>mirac: Peygamberimizin Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet, acıma (bk. r-ḥ-m)</td><td>seyahat-ı cüz’î: küçük yolculuk (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>seyeran: seyahat, gezme</td><td>seyr-i umumî: umumi, geniş bir yolculuk</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tesbit etmek: sağlam şekilde yerleştirmek</td></tr><tr><td>teşekkî: şikâyet </td><td>umur-u azîme: çok büyük işler (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>zamir: ismin yerini tutan kelime</td><td>zevc: eş, koca</td></tr><tr><td>zevce: eş, hanım</td><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td></tr><tr><td>şekvâ: şikâyet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 575

bir uruc-u küllî var ki, tâ Sidretü’l-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyne kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezahür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür” der. O küçük, cüz’î seyahati, küllî ve mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir Cenâb-ı Hakka râci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haramdan mecma‑ı enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab‑ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi. İşte, çendan o zat bir abddir; bir mirac-ı cüz’îde seyahat eder. Fakat bu abdde, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendi zâtını, “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif eder—tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul hikmetlerini göstersin.

Hem meselâ,

اَلْحَمْدُ ِللهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰۤئِكَةِ رُسُلاً اُولِىۤ اَجْنِحَةٍ مَثْنىَ وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ يَزيِدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاۤءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَئٍْ قَدِيرٌ
blank.gif
1

İşte, şu sûrede, “Semâvât ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvât ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor. Ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimet-dîdelerin lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahmân’ına


[NOT]Dipnot-1 “Hamd o Allah’a mahsustur ki, gökleri ve yeri yoktan yaratmış, melekleri de ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılmıştır. O, yarattıkları için neyi dilerse onu arttırır. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.” Fâtır Sûresi, 35:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır: herşeyi üstün san’atıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r)</td><td>Fâtır-ı Rahmân: rahmet ve şefkati sınırsız olan ve herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Kab-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür (bk. ḳ-v-b)</td></tr><tr><td>Mescid-i Aksâ: Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid</td><td>Mescid-i Haram: Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>Sidretü’l-Müntehâ: yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.m) çıkabildiği en son makam</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>acaib-i san’at-ı İlâhiye: Allah’ın hayrette bırakan san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td><td>arz: yer</td></tr><tr><td>cihanşümul: dünya çapında, evrensel</td><td>cüz’î: ferdî (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küllî: kapsamlı, geniş (bk. k-l-l)</td><td>mahşer-i acaip: hayret verici şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mecma-ı enbiya: peygamberlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; n-b-e)</td><td>medh ü senâ: övme ve yüceltme</td></tr><tr><td>melekût: melekler ve ruhlar âlemi (bk. m-l-k)</td><td>merâtib-i külliye-i esmâiye: Allah’ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri (bk. k-l-l; s-m-v)</td></tr><tr><td>mirac-ı cüz’î: küçük bir yükseliş (bk. a-r-c; c-z-e)</td><td>mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>nimet-dîde: nimete kavuşan (bk. n-a-m)</td><td>râci: ait</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>taalluk etmek: ilgilendirmek</td></tr><tr><td>tavsif etmek: vasıflandırmak, özellikleriyle tanıtmak (bk. v-ṣ-f)</td><td>tavzif etmek: vazifelendirmek</td></tr><tr><td>tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>tezyin etmek: süslemek (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>uruc-u küllî: küllî, büyük yükseliş (bk. a-r-c; k-l-l)</td><td>usul-ü din: din prensipleri</td></tr><tr><td>vâris-i mutlak: mutlak mirasçı (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>zamir: ismin yerini tutan kelime</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>âsâr-ı kemâl: mükemmellik eserleri (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>âyât-ı Rabbaniye: Rabbânî âyetler; Allah’ı gösteren ve tanıtan deliller (bk. r-b-b)</td><td>çendan: gerçi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 576

nihayetsiz hamd ve sitayiş ederler” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvânat ve tuyur gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kadîr olmak lâzım gelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zuhale uçacak kanatları O veriyor.

Hem melâikeler, sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret, مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ
blank.gif
1
kelimeleriyle tafsil verir.

İşte, şu hadise-i cüz’iye olan “melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle, gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek

اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَئٍْ قَدِيرٌ
blank.gif
2
fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
ONUNCU NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kâh oluyor, âyet insanın isyankârâne amellerini zikreder, şedit bir tehditle zecreder; sonra, şiddet-i tehdit ye’se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esmâ ile hâtime verir, tesellî eder.

Meselâ,

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوّاً كَبِيرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ


[NOT]Dipnot-1 “İkişer, üçer, dörder.” Fâtır Sûresi, 35:1.

Dipnot-2
“Muhakkak ki Allah herşeye kàdirdir.” Fâtır Sûresi, 35:1.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır: herşeyi üstün san’atıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r)</td><td>Müşteri: Jüpiter gezegeni</td></tr><tr><td>Zuhal: Satürn gezegeni</td><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve şanı yüce Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Zühre: Çoban Yıldızı</td><td>amel: iş, davranış</td></tr><tr><td>azamet-i kudret: Allah’ın kudretinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r)</td><td>cihazat: cihazlar, organlar</td></tr><tr><td>cüz’iyet: bir kişilik ve ferdiyet (bk. c-z-e)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fezleke: özet, netice</td><td>hadise-i cüz’iye: küçük, ferdî hâdise (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e)</td></tr><tr><td>hamd: övgü ve şükür (bk. ḥ-m-d)</td><td>hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hâtime: son</td><td>isyankârane: isyan ederek</td></tr><tr><td>kadîr: herşeye gücü yeten (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâh: bazen </td></tr><tr><td>küllî: büyük, kapsamlı</td><td>mekân-ı muayyen: belirli bir mekân (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>münhasır: sınırlı</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nükte-i belâğat: belâğat inceliği (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sekene-i zemin: yeryüzü sakinleri (bk. s-k-n)</td><td>semâvî: gökle ilgili (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>seyr ü seyahat: hareket etme ve gezme</td><td>sitayiş: övme, medih</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntı</td><td>tahkik etmek: araştırmak (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>tayeran etmek: uçmak</td><td>tesbit etmek: sağlam şekilde yerleştirmek</td></tr><tr><td>teçhiz etmek: donatmak</td><td>tuyur: kuşlar</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>umumî: genel</td></tr><tr><td>ye’s: ümitsizlik</td><td>zecretme: şiddetle sakındırma</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>şedit: şiddetli</td><td>şiddet-i tehdit: tehdidin şiddeti</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 577

فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
blank.gif
1

İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvâttan tut tâ hurdebinî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun, cüz’î olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnânın Müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.

Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve raad ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvânat ve nebâtat ve mevcudat denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz’î bir masnu, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-i külliyeyi göstermekle Müsemmâ-yı Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehadet eder.

İşte, bütün kâinat birden, bir lisanla, müttefikan Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih edip


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da bulunsaydı, Arşın sahibi olan Allah’a üstün gelmek için elbette bir yol ararlardı. • Allah, onların söyledikleri şeylerden pek münezzehtir ve pek büyük bir yücelikle yücedir. • Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar.” İsrâ Sûresi, 17:42-44.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b)</td><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Müsemmâ-i Zülcelâl: güzel isimlerin sahibi ve sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>berk: şimşek</td><td>cevv-i hava: gökyüzü, hava boşluğu</td></tr><tr><td>cilve: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>cüz’iyet: fert oluşu (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: fert (bk. c-z-e)</td><td>esmâ-i külliye: bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; k-l-l)</td></tr><tr><td>hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hurdebîni: gözle görülemeyecek kadar küçük, mikroskobik</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>katre: damla</td><td>kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>keyfiyet: durum, nitelik</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küllî: tür (bk. k-l-l)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>masnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)</td><td>müttefikan: ittifakla, birleşerek</td></tr><tr><td>nakış: süsleme, işleme (bk. n-ḳ-ş)</td><td>nazir: benzer, eş (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nebâtat: bitkiler</td><td>nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>raad: gök gürültüsü</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>takdis: Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etme (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>tenzih: pâk ve yüce tutma</td><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği ve ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şerik: ortak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 578

vahdâniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubûdiyeti kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye’se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinatı başlarına harap etmediğinin hikmetini göstermek için

اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
blank.gif
1
der. O hâtime ile hikmet-i imhâli gösterip bir rica kapısı açık bırakır.

endOfSection.gif
endOfSection.gif

İşte, şu on işârât-ı i’câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşahât-ı hidayetiyle beraber çok lemeât-ı i’câziye vardır ki, bülegaların en büyük dâhileri, şu bedî üslûplara karşı kemâl-i hayret ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, “Mâ hâzâ kelâmu beşer” demiş;

blank.gif
2
اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى ya hakkalyakîn olarak iman etmişler. Demek, bazı âyette, bütün mezkûr işaratla beraber, bahsimize girmeyen çok mezâyâ-yı âhari de tazammun eder ki, o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i’caz görünür ki, kör dahi görebilir.

İKİNCİ ŞULENİN ÜÇÜNCÜ NURU

Şudur ki: Kur’ân, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri

[NOT]
Dipnot-1
Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-2
“O (Kur’ân ve peygamberin sözleri) ancak bir vahiydir ki vahyolunur (kendisine vahiy suretinde bildirilir.) Necm Sûresi, 53:4.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kahhâr-ı Zülcelâl: zorlayıcı güç ve mutlak üstünlük sahibi olan, haşmet ve yüceliği sonsuz Allah (bk. ḳ-h-r; ẕü; c-l-l)</td><td>bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td><td>fezleke: özet, netice</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakkalyakîn: bizzat yaşanarak elde edilen kesinlik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)</td><td>hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i imhal: zaman tanımanın sebebi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâtime: sonuç</td></tr><tr><td>hülâsa: özet</td><td>hüsn-ü cemâl: güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l)</td></tr><tr><td>icmâ: toplam (bk. c-m-a)</td><td>işarat: işaretler</td></tr><tr><td>işârât-ı i’câziye: mu’cizelik işaretleri (bk. a-c-z)</td><td>kabil-i kıyas: kıyası mümkün</td></tr><tr><td>kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)</td><td>kemâl-i hayret ve istihsan: tam bir hayret ve beğenmişlik (bk. k-m-l; ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>kemâl-i itaat: tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme (bk. k-m-l)</td><td>küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>lemeât-i i’câziye: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen, bahsedilen</td><td>mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler</td></tr><tr><td>mezâyâ-yı âhar: diğer meziyetler (bk. e-ḫ-r)</td><td>muvazzaf: vazifeli, görevli</td></tr><tr><td>mâ hâzâ kelâmu beşer: “bu insan sözü olamaz” (bk. k-l-m)</td><td>nakş-ı i’caz: mu’cizelik nakışı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z) </td></tr><tr><td>nazdar: nazlı</td><td>nazenin: ince, nazik</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz </td><td>reşahât-i hidayet: hidayet sızıntıları, doğru ve hak yolu gösterici izler (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>rica: ümit</td><td>tabaka: derece</td></tr><tr><td>tazammun: içine alma</td><td>ulviyet: yücelik</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk vazifesi (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ye’s: ümitsizlik</td><td>üslûp: ifade tarzı</td></tr><tr><td>şayeste: lâyık</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şirk: Allah’a ortak koşma</td><td>şule: parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 579

mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.

Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’ân’ın menbaına dikkat edilse, Kur’ân’ın derece-i belâğati, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.

Meselâ
blank.gif
1
يَاۤ اَرْضُ ابْلَعِى مَاۤءَكِ وَيَاسَمَاۤءُ اَقْلِعِى yani “Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes.” Meselâ

فَقَالَ لَهَا وَلِْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَاۤ اَتَيْنَا طَاۤئِعِينَ
blank.gif
2
yani “Yâ arz, yâ semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücutta meşhergâh-ı san’atıma geliniz’ dedi. Onlar da: “Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz.” İşte, kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanların
blank.gif
3 اُسْكُنِى يَاۤ اَرْضُ وَانْشَقِّى يَاسَمَاۤءُ وَقوُمِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُgibi suret-i emirde cemâdâta hezeyanvâri muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi? Evet, temennîden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden fuzuliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nâfiz, büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna “Arş!” emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse, iki emir sureten bir iken, mânen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.


[NOT]Dipnot-1 Hûd Sûresi, 11:44.

Dipnot-2
Fussilet Sûresi, 41:11.

Dipnot-3
Ey yer, sâkin ol; ey gök, yarıl; ey kıyamet, kop![/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adem: hiçlik, yokluk</td><td>arz: yer</td></tr><tr><td>arş!: haydi!</td><td>cemâdat: cansızlar</td></tr><tr><td>derece-i belâğat: belâğat derecesi (bk. b-l-ğ)</td><td>edip: edebiyatçı</td></tr><tr><td>emr-i nâfiz: etkili, tesir gücü olan emir</td><td>fuzuliyâne: lüzumsuzca</td></tr><tr><td>hakikat-i emr: gerçek emir (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i âmiriyet: emredicilik gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hezeyanvâri: saçma sapan bir şekilde</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>irade: dileme, tercih etme gücü (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>kabil-i kıyas: kıyası mümkün</td><td>kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i itaat: tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme (bk. k-m-l)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>meşhergâh-ı san’at: san’atın sergilendiği yer (bk. ṣ-n-a)</td><td>muhatap: kendisine karşı konuşulan (bk. ḫ-ṭ-b)</td></tr><tr><td>muhavere: karşılıklı konuşma</td><td>mukavemetsûz: dirençsiz</td></tr><tr><td>muttasıf: vasıflı</td><td>mutî: itaat eden</td></tr><tr><td>mütekellim: konuşan (bk. k-l-m)</td><td>nefer: asker, er</td></tr><tr><td>nehiy: yasak</td><td>neş’et: meydana gelme, doğma</td></tr><tr><td>nisbet: oran (bk. n-s-b)</td><td>nâfiz: etkili, hükmü geçen</td></tr><tr><td>râm olmak: boyun eğmek</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret-i emir: emir şekli (bk. ṣ-v-r)</td><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tazammun: içine alma</td><td>tazammun etmek: içine almak</td></tr><tr><td>temennî: istek, dua</td><td>tezâyüd: artma</td></tr><tr><td>ulviyet: yücelik</td><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>âdi: basit, sıradan</td><td>âmir: emreden</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 580

Meselâ,
blank.gif
1 اِنَّمَاۤ اَمْرُهُ اِذَاۤ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem meselâ,

blank.gif
2 وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san’atkârın işlediği vakit san’atına dair verdiği beyanatı ve hakikî bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsânâtı, yani, kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” Meselâ,

اَفَلَمْ يَنْظُرُوۤا اِلَى السَّمَاۤءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْناَهَا وَاَلْقَيْناَ فِيهَا رَوَاسِىَ وَاَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَذِكْرٰى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَنَزَّلْناَ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَحَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَاَحْيَيْناَ بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ
blank.gif
3

Kur’ân’ın semâsında, şu sûrenin burcunda parlayan yıldız-misal Cennet meyveleri gibi şu tasvirâtı, şu ef’alleri içindeki intizam-ı belâğatle çok tabaka delâilini zikredip, neticesi olan haşri كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ tabiriyle ispat edip, sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede; insanların fuzuliyâne, onlarla teması az olan ef’alden bahisleri nerede? Taklit suretinde çiçek resimleri, hakikî,


[NOT]Dipnot-1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-2
“Meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde...” Bakara Sûresi, 2:34.

Dipnot-3
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. • Yeryüzüne döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. • Hakka yönelen herbir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, daneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır.” Kaf Sûresi, 50:6-11.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>delâil: deliller</td><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>fuzuliyâne: lüzumsuzca</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşr: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ihsanât: ihsanlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n)</td><td>ilzam: susturma</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>intizam-ı belâğat: belâğatin intizam ve düzenliliği (bk. n-ẓ-m; b-l-ğ) </td></tr><tr><td>kavl: söz</td><td>kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>mün’im: nimet verici (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>netice: sonuç</td><td>nev’: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nisbet: oran, kıyas (bk. n-s-b)</td><td>semâ: gök; yücelik (bk. s-m-v) </td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabir: ifade (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasvirât: tasvirler, anlatımlar (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>ulviyet: yücelik</td><td>yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 581

hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz! Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan, tâ
كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meâli söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:

Sûrenin başında, küffar, haşri inkâr ettiklerinden, Kur’ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder, der: “Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneşle tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadravâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O suyla bağ ve bostanları, hububatı, yüksek, leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o suyla ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.”

İşte, şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyaniye—ki binden birisine ancak işaret edebildik—nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimat nerede?

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Şu risalenin başında, şimdiye kadar tahkik namına bîtarafâne muhakeme suretinde Kur’ân’ın i’câzını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kur’ân’ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi mumlar sırasına getirip muvazene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifa edip, parlak bir surette i’câzını ispat etti. Şimdi ise,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>arz: dünya</td><td>bast-ı mukaddemat: asıl konuya girmeden önce giriş cümlelerini söyleme (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>bostan: bahçe</td><td>bîtarafâne: tarafsız bir şekilde</td></tr><tr><td>canib: taraf, yön</td><td>cezâlet-i beyaniye: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l; b-y-n)</td></tr><tr><td>dünyevî haşir: büyük haşre örnek olarak bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hadravât: yeşillikler</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hasım: düşman</td></tr><tr><td>hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)</td><td>haşr: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hububat: taneli bitkiler, tahıl</td></tr><tr><td>huruc: çıkış</td><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>icad: vücut verme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>ifa etmek: yerine getirmek</td></tr><tr><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>ispat-ı haşir: haşrin ispatı (bk. ḥ-ş-r)</td><td>istilâ: kaplama, yayılma</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td><td>kelimat: kelimeler (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>keyfiyet: özellik, nitelik</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>küffar: kâfirler, inanmayanlar (bk. k-f-r)</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli</td><td>meâl: açıklama</td></tr><tr><td>muannid: inatçı </td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhakeme: akıl yürütme (bk. ḥ-k-m)</td><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler </td><td>nisbet: oran, kıyas (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>noksaniyet: eksiklik</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>serd etmek: sözü peş peşe sıralamak</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>tefriş: döşeme</td></tr><tr><td>tesbit etme: sağlam şekilde yerleştirme</td><td>tezyin: süsleme (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>âyâ: acaba</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 582

tahkik namına değil, hakikat namına bir iki sözle, Kur’ân’ın muvazeneye gelmez hakikî makamına işaret edeceğiz.

Evet, sair kelâmların Kur’ân’ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet, herbiri birer hakikat‑i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur’ân’ın kelimâtı nerede, beşerin fikri ve duygularının âyineciklerinde kelimâtıyla tersim ettikleri mânâlar nerede? Evet, envâr-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur’ân’ın melâike-misal zîhayat kelimâtı nerede; beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede? Evet, ısırıcı haşarat ve böceklerin mübarek melâike ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı Kur’ân’ın kelimâtına nisbeti odur. Şu hakikatleri, Yirmi Beşinci Sözle beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerret değil; burhanı, geçmiş neticedir. Evet, herbiri cevâhir-i hidayetin birer sadefi ve hakaik-ı imaniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arşu’r-Rahmân’dan gelen ve kâinatın fevkinde ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun eden ve hitab-ı ezelî olan elfâz-ı Kur’âniye nerede; insanın hevâî, hevaperestâne, vâhi, hevesperverâne elfâzı nerede?

Evet, Kur’ân, bir şecere-i tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar suretinde neşredip, asfiya ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakaik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arşu’r-Rahmân: bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı (bk. a-r-ş; r-ḥ-m)</td><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td><td>akis: yansıma</td></tr><tr><td>amelî: amelle ilgili</td><td>asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve velâyet sahibi insanlar (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>ayn: kendisi</td><td>beşer: insanlar</td></tr><tr><td>burhan: güçlü delil</td><td>cevâhir-i hidayet: hidayet cevherleri (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>desâtir: düsturlar, prensipler</td><td>düstur: kural, prensip</td></tr><tr><td>elfâz: kelimeler, sözler</td><td>elfâz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri, sözleri</td></tr><tr><td>envâr-ı hidayet: hidayet nurları (bk. n-v-r; h-d-y)</td><td>esâsât-ı İslâmiye: İslâmın esasları (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>hakaik-i imaniye: iman hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n)</td><td>hakaik-i kevniye: yaratılışla ilgili İlâhî gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-v-n) </td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i sabite: sabit ve değişmez gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haricinde: dışında</td></tr><tr><td>haşarat: zehirli böcekler</td><td>hevaperestâne: nefsin arzu ve isteklerinin peşinde olurcasına (bk. h-v-y)</td></tr><tr><td>hevesperverâne: hevesine düşkün bir şekilde</td><td>hevesât: hevesler, arzu ve istekler</td></tr><tr><td>hevâî: nefsin isteklerine düşkün (bk. h-v-y)</td><td>hitab-ı ezelî: ezelden gelen hitap (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)</td></tr><tr><td>irade: dileme, tercih etme (bk. r-v-d)</td><td>kamer: ay</td></tr><tr><td>kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)</td><td>kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)</td><td>kudret: güç, kuvvet (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>makam: konum, yer</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>melâike-misal: melekler gibi (bk. m-l-k; m-s̱-l)</td></tr><tr><td>menba: kaynak </td><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mücerret: soyut</td><td>müzevver: uydurulmuş</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>neşretmek: yaymak</td></tr><tr><td>nisbet: oran, kıyas (bk. n-s-b)</td><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>ruhanî: maddî yapısı olmayan, ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)</td><td>sadef: inci kabuğu</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sehhar: büyüleyen</td></tr><tr><td>semere: meyve</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tazammun eden: içine alan</td><td>tersim etmek: resimlemek</td></tr><tr><td>vâhi: zayıf, önemsiz</td><td>zîhayat: hayat sahibi, canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>âlem-i İslâmiye: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>âyinecik: küçük ayna</td><td>âyât: ayetler</td></tr><tr><td>şecere-i tûbâ: tuba ağacı</td><td>şems: güneş</td></tr><tr><td>şeâir: işaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 583

yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kur’ân nerede; beşerin malûmumuz olan kelâmı nerede? Eyne’s-serâ mine’s-Süreyyâ?

Bin üç yüz elli senedir, Kur’ân-ı Hakîm, bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde, herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur‑u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakaikına, onun güzel üslûplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâl tek başıyla bir i’cazdır.

Şimdi biri çıksa, Kur’ân’ın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur’ân’ın bazı âyâtına muâraza için nisbet etse, “Kur’ân’a yakın bir kelâm söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki: Meselâ, taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlarla tezyin eden bir ustanın san’atıyla; o nukuş-u âliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve ziynetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hanelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre, âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra “Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade maharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var” dese, divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san’atı gibidir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>ahmakane: ahmakça</td></tr><tr><td>beşer: insanlar</td><td>bîbehre: mahrum</td></tr><tr><td>cevahir: cevherler, kıymetli taşlar</td><td>divanece: akılsızca, delice</td></tr><tr><td>eyne’s-serâ mine’s-Süreyya: “yer nerede, Ülker takım yıldızı nerede?” (birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)</td><td>fehm: anlama, kavrayış</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halel: eksiklik, zarar</td></tr><tr><td>hezeyan: deli saçması, saçmalama</td><td>hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kasır: eksik, noksan</td><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>maharet: beceri, ustalık</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>mebzuliyet: bolluk, çokluk </td></tr><tr><td>meyvedar: meyveli, verimli</td><td>mizanlı: ölçülü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muhtelif: değişik, çeşitli</td><td>muâraza: sözle mücadele, karşı gelme</td></tr><tr><td>mürur-u zaman: zamanın geçmesi</td><td>müteselsil: zincirleme, peşpeşe gelen</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nisbet: ölçü, kıyas (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nisbet-i san’at: san’atı kıyaslama (bk. n-s-b; ṣ-n-a)</td><td>nukuş-u âliye: yüksek nakışlar (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>saray-ı muhteşem: muhteşem, görkemli saray</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahavvülât: değişiklikler</td><td>tezyin etmek: süslemek (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>teşhir: sergileme</td><td>ulvî: yüce, yüksek</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>âyât: âyetler</td><td>ülfet: alışkanlık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 584

Üçüncü Şule

Üç Ziyası var.

BİRİNCİ ZİYA

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın büyük bir vech-i i’câzı On Üçüncü Sözde beyan edilmiştir. Kardeşleri olan sair vücuh-u i’caziye sırasına girmek için bu makama alınmıştır.

İşte, Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfür ve gaflet zulümâtını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kur’ân’ın nüzulünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cumud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvîsinden

سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1

يُسَبِّحُ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
blank.gif
2

gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem سَبَّحَ، يُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.

Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
blank.gif
3
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla, işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer



[NOT]Dipnot-1 “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.” Hadid Sûresi, 57:1.

Dipnot-2
“Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi o Allah’ı tesbih eder ki, herşeyin hakikî sahibidir, her türlü noksandan münezzehtir, kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.” Cum’a Sûresi, 62:1.

Dipnot-3
“Yedi gök ve yer Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>asr-ı cahiliyet: cehâlet asrı, İslâmdan önceki asır</td></tr><tr><td>ateşpare: ateş parçası</td><td>beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>câmid: cansız</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)</td><td>hidayet: doğru ve hak yolda oluş, İslâmiyet (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hüşyar: uyanık</td><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kelime-i hikmetnümâ: hikmetli kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td><td>küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>kıyam etmek: ayağa kalkmak (bk. ḳ-v-m)</td><td>lisan-ı ulvî: yüce lisan</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mevcudat-ı âlem: âlemdeki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) </td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız</td></tr><tr><td>neşr: yayma</td><td>nüzul: iniş (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>perde-i cumud-u tabiat: tabiatın donuk ve cansız perdesi (bk. ṭ-b-a)</td><td>sadâ: ses</td></tr><tr><td>sahrâ-yı bedeviyet: göçebe Arapların yaşadığı çöl</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)</td><td>zikretmek: Allah’ı anmak</td></tr><tr><td>ziya: ışık, parlaklık</td><td>zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)</td></tr><tr><td>zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>şule: ışık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 585

nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ve ber ve bahir birer lisan, ve bütün hayvânat ve nebâtat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa, bu za-mandan tâ o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikini göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyetle veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfetle baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en yüksek derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:

Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmıştır. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görülmeyen—ve hâlâ görünmüyor—o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi, hakikat-i mümkinâta dair—ki o hakikat, dünyanın iptidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. c-l-y)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>acip: ilginç, hayret verici</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>arz-ı didar: kendini gösterme</td><td>bahir: deniz</td></tr><tr><td>ber: kara</td><td>cüz’: parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dekaik: incelikler</td><td>derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>envâ-ı i’câz: mu’cizelik çeşitleri (bk. a-c-z)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>ferş: yer</td><td>gayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i mümkinât: yaratılanların, var edilenlerin gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)</td><td>hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ihata etmek: kuşatmak, kapsamak</td><td>iptidâ: başlangıç</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z)</td><td>kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>mahiyet: özellik, temel iç yapı</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>mebde’: başlangıç</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>muvafık: uygun</td><td>muvazenet: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)</td><td>müntehâ: en son nokta</td></tr><tr><td>mürur-u zaman: zamanın geçmesi</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nebâtat: bitkiler</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m)</td><td>neşretmek: yaymak</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>nur-u hakikat-edâ: gerçeği gösteren nur (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>perde-i gayb: gayb perdesi (bk. ğ-y-b)</td><td>perde-i ülfet: alışkanlık perdesi</td></tr><tr><td>sathî: yüzeysel</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabaka-i mesturiyet: gizlilik tabakası</td><td>tasvir etmek: resmini yapmak (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>tersim etmek: resimlemek</td><td>tersimat: resimlemeler</td></tr><tr><td>ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f)</td><td>uzuv: organ</td></tr><tr><td>zemzeme-i i’câz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z)</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âzâ: organlar</td><td>şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 586

dair—beyanat-ı Kur’âniye o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir suret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur’ân’ın tasvirine “Mâşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Kerîm” demişler.

وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
blank.gif
1
temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniye bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenâhi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı

يَحوُلُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
blank.gif
2
فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى
blank.gif
3
hududundan tut, ta

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
blank.gif
4
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ
blank.gif
5
hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-i nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple, birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan eder ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kur’âniyeye karşı “Sübhânallah” deyip “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin


[NOT]Dipnot-1 “En yüce misaller Allah içindir.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2
“O, kişiyle kalbinin arasına girer.” Enfâl Sûresi, 8:24.

Dipnot-3
“Daneleri ve çekirdekleri çatlatan Odur.” En’âm Sûresi, 6:95.

Dipnot-4
“Gökler Onun kudret eliyle dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-5
“Gökleri ve yeri altı günde yarattı.” Hûd Sûresi, 11:7.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ)</td><td>ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>barekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>cevelân: dolaşma, gezme</td></tr><tr><td>daire-i azamet: büyüklük dairesi (bk. a-ẓ-m)</td><td>daire-i imkân: varlığı da yokluğu da eşit olan daire, kâinat (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>daire-i melekût: eşyanın iç yüzüyle alakalı daire, gayb dairesi (bk. m-l-k)</td><td>daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>ebed: sonu olmayan gelecek zaman, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenab-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ) </td></tr><tr><td>esmâ ve sıfât-ı İlâhiye: Allah’ın isim ve sıfatları (bk. s-m-v; v-ṣ-f; e-l-h)</td><td>ezel: başlangıcı olmayan, sonsuz (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>fethetmek: açma</td><td>fezâ-yı ıtlak: uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>gayat: gayeler</td><td>gayr-ı mütenâhi: sonsuz</td></tr><tr><td>hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının, işlerinin ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; f-a-l)</td><td>hakikat-i nuraniye: nurlu gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r) </td></tr><tr><td>hudud: sınır, uç</td><td>hudud-u icraat: icraatın sınırı</td></tr><tr><td>hudud-u kibriya: büyüklüğün hududu (bk. k-b-r)</td><td>ihata etmek: kuşatmak</td></tr><tr><td>intişar etmek: yayılmak</td><td>keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>muammâ-yı hilkat: yaratılıştaki sır ve gizlilikler (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mutabık: uygun</td></tr><tr><td>mâşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış</td><td>nihayet-i tahkik: araştırmanın sonu (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasdik etmek: doğruluğunu onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tasvir: resimleme; anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td><td>tenasüb: uygunluk (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>tevahhuş: korkmak, ürkmek</td><td>tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>uzuv: organ </td><td>şecere-i azîme: büyük ağaç (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>şecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)</td><td>şecere-i tûbâ-i nur: nurlu tûbâ ağacı (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>şuûn ve ef’âl-i Rabbâniye: Allah’ın işleri ve fiilleri (bk. ş-e-n; f-a-l; r-b-b) </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmibeşinci Söz - Sayfa 587

birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı, en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’ân-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işârat ve rümuzundan çıkan şeriat-ı kübrâ-yı İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki, bir ilm-i muhite istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. Âmennâ...

İKİNCİ ZİYA

Hikmet-i Kur’âniyenin karşısında meydan-ı muarazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kur’ân’a karşı ne derece sukut ettiğini On İkinci Sözde izah ve bir temsil ile tasvir ve sair Sözlerde ispat ettiğimizden, onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvazene ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı câmii: herşeyi içine alan Kur’ân (bk. c-m-a)</td><td>Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>akl-ı beşer: insan aklı</td><td>bahusus: özellikle</td></tr><tr><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>burhan-ı kàtı’: sağlam delil</td><td>cemî: bütün (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cerh edilmek: çürütülmek</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td><td>ebed: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n)</td><td>erkân-ı hamse: beş esas (bk. r-k-n)</td></tr><tr><td>erkân-ı sitte: altı esas (bk. r-k-n)</td><td>ezel: başlangıcı olmayan, sonsuz (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>felsefe ve hikmet-i insaniye: insanların geliştirdikleri fikir, felsefe ve ilim (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>felsefe-i beşeriye: insanların geliştirdikleri fikir, felsefe</td><td>gayât: gayeler</td></tr><tr><td>hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikemiyât: hikmetler, gayeler, faydalar (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâsiyet: özellik</td></tr><tr><td>hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b)</td></tr><tr><td>idrak: anlayış, kavrayış</td><td>ilm-i cüz’î: çok az ilim (bk. a-l-m; c-z-e) </td></tr><tr><td>ilm-i muhit: herşeyi kuşatan ve herşeyi içine alan ilim (bk. a-l-m)</td><td>istinad: dayanma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>işârat: işaretler</td><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kemâl-i münasebet: mükemmel bir bağlantı (bk. k-m-l; n-s-b) </td></tr><tr><td>mahiyet: öz nitelik, özellik</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meydan-ı muaraza: sözle mücadele meydanı</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td><td>müstenid olmak: dayanmak (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>müşahede etmek: görmek (bk. ş-h-d)</td><td>nusus: nasslar, açık hükümler</td></tr><tr><td>rasanet: sağlamlık</td><td>rümuz: işaretler, semboller</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>semerât: meyveler</td></tr><tr><td>sukut etmek: alçalmak</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td><td>tarif etmek: anlatmak, tanıtmak (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>tasvir: anlatmak, ifade etmek; resimlemek (bk. ṣ-v-r)</td><td>teferruat: ayrıntılar</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>vücuh: vecihler, yönler</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âdâb: edep kuralları</td><td>âmennâ: iman ettik, inandık (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş</td><td>şahid-i âdil: âdaletli şahit (bk. ş-h-d; a-d-l)</td></tr><tr><td>şeriat-i kübrâ-yı İslâmiye: büyük İslâm şeriatı (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m)</td></tr></tbody></table>
 
Üst