Yirmi Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 508

huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı göstereceğiz. İşte,

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشٰى طَائِفَةً مِنْكُمْ
blank.gif
1

ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile نHAŞİYE-1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص, س, شmahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç def’a ع, غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط, ظ, ذ, زmahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا, suretinde hissesi ل’ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ,ءile mahreççe kardeş oldukları için ء HAŞİYE-2on üç,bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق, ف, كkardeş oldukları için, ق’ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, كdokuz, ب dokuz, ت on iki— ت’nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل, ر ’ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ, ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح, و ’dan ve ء’den daha hafif ve ى’den ve ا’ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء’den dört derece yukarı, hafif ا’ten dört derece aşağı zikredilmiştir.


[NOT]Dipnot-1 “Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden bir topluluğu o uyku sarıverdi.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.

Haşiye-1
Tenvin dahi nun’dur.

Haşiye-2
Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aksâm-ı huruf: harflerin kısımları</td><td>cihât-ı münasebet: münasebet yönleri (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>ebced hesabı: eski Sami alfabesindeki sıralanışa göre Arapça harflere sayı değeri vererek tarih düşürme</td><td>fesahat-ı lâfziye: sözün lâfız yönünden sağlam ve akıcı olması (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>gayr-ı melfuze: okunmayan</td><td>hareke: Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler</td></tr><tr><td>hasıl olmak: meydana gelmek</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>huruf-u hecâiye: alfabedeki harflerin hepsi</td><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>ittihad etmek: birleşmek</td><td>kalb olmak: dönüşmek</td></tr><tr><td>lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td><td>mahreç: harflerin ağızdaki çıkış yerleri</td></tr><tr><td>melfuze: okunan</td><td>mevcut: var olma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>mütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>mütesanit: birbirini destekleyen</td><td>nağme-i fesahat: kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>revnak: süs, güzellik</td><td>sakil: okunuşu ağır</td></tr><tr><td>sakin: harekesiz</td><td>savt: ses</td></tr><tr><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sıfat: özellik (bk. v-ṣ-f)</td><td>sıklet: ağırlık</td></tr><tr><td>tekerrür: tekrarlanma</td><td>telâffuz: söyleyiş</td></tr><tr><td>tenvin: kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret (iki üstün, iki esre, iki ötre)</td><td>vaziyet: durum</td></tr><tr><td>zikredilmek: anılmak, belirtilmek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 509

İşte şu hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.

BEŞİNCİ NOKTA: Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezalet, lâfzında fesahat, mânâsında belâğat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:
Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sûre-i
blank.gif
1
هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyanatı,HAŞİYE-1 âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.

Makam-ı terhib ve tehditte pek çok misallerinden, meselâ

blank.gif
2
هَلْ اَتٰيكَ حَدِيثُ الْغاَشِيَةِ sûresinin başında, beyanat-ı Kur’âniye ehl-i dalâletin


[NOT]Dipnot-1 “İnsan üzerinden öyle bir devir geçti ki…?” İnsan Sûresi, 76:1.

Haşiye-1
Şu üslûb-u beyan, o sûrenin meâlinin libasını giymiş.

Dipnot-2
“Dehşeti herşeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi?” Gaşiye Sûresi, 88:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m)</td><td>bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td><td>beraat: üstünlük, harika güzellik</td></tr><tr><td>beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n)</td><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)</td><td>cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l)</td></tr><tr><td>dakik: ince</td><td>ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>envar: nurlar (bk. n-v-r)</td><td>esrar: sırlar, gizemler</td></tr><tr><td>faik: üstün</td><td>fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ)</td></tr><tr><td>fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)</td><td>hadsiz: sınırsız, sayısız</td></tr><tr><td>harikulâde: olağanüstü</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>haşmet: büyüklük, görkem</td><td>hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>huri: Cennet kızı</td><td>huruf/hurufat: harfler </td></tr><tr><td>ifham: (he ile) anlatma</td><td>ifhâm: (ha ile) delille susturma</td></tr><tr><td>insicam: düzgünlük, uyumluluk</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>libas: elbise</td><td>lâfz: ifade, kelime</td></tr><tr><td>makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı </td><td>makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı</td></tr><tr><td>maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış</td><td>medar: dayanak, eksen</td></tr><tr><td>medih: övgü</td><td>mertebe: derece</td></tr><tr><td>metanet: sağlamlık</td><td>meâl: mânâ, açıklama</td></tr><tr><td>muhal: imkânsız</td><td>münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td><td>nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme</td><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td></tr><tr><td>tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b)</td><td>tefevvuk: üstünlük</td></tr><tr><td>tergib: isteklendirme, teşvik</td><td>terhib: korkutma</td></tr><tr><td>tesadüf: rastlantı</td><td>vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet</td></tr><tr><td>vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m)</td><td>zem: kınama, kötüleme</td></tr><tr><td>âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu</td><td>üslûb: ifade tarzı</td></tr><tr><td>üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 510

simahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve
blank.gif
1
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.

Makam-ı medhin binler misallerinden, başında Elhamdü lillâh olan beş sûrede
blank.gif
2
beyanat-ı Kur’âniye güneş gibi parlak,HAŞİYE-1 yıldız gibi ziynetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

Makam-ı zem ve zecirde binler misallerinden, meselâ

blank.gif
3
اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi altı derece zemmeder, gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer.

İşte, birinci hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?

İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü:اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?


[NOT]Dipnot-1 “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:8.

Dipnot-2
bk. Fâtiha Sûresi, 1:1; En’âm Sûresi, 6:1, Kehf Sûresi, 18:1; Sebe Sûresi, 34:1; Fâtır Sûresi, 35:1

Haşiye-1
Şu tabiratta o surelerdeki bahislere işaret var.

Dipnot-3
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Hucurât Sûresi, 49:12.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)</td><td>amel: davranış, iş</td></tr><tr><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>cemaat: topluluk (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>darî: acı ve dikenli bir ağaç</td><td>dimağ: beyin</td></tr><tr><td>gayz: öfke</td><td>gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td><td>haşmetli: büyük, ihtişamlı</td></tr><tr><td>insaniyet: insanlık</td><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>lâfz: ifade, kelime</td><td>mahal: yer</td></tr><tr><td>makam-ı medh: övgü makamı</td><td>makam-ı zem ve zecir: kötüleme ve yasaklama makamı</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>menfur: nefret edilen</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>rasas: kurşun</td></tr><tr><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>simah: kulak deliği</td></tr><tr><td>tabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)</td><td>terhib: korkutma</td></tr><tr><td>vaziyet: durum</td><td>zakkum: Cehennemde bir ağacın ismi</td></tr><tr><td>zecr: sakındırma, yasaklama</td><td>zem: kınama, kötüleme</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>ziynetli: süslü (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âyâ: acaba</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 511

Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?

Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl ki şu âyet îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.

Makam-ı ispatta binler misallerinden, meselâ

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثاَرِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۤ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
1

de, haşri ispat ve istib’âdı izale için öyle bir tarzda beyan eder ki, fevkinde ispat olamaz. Şöyle ki:
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Altıncı Lem’asında ispat ve izah edildiği gibi, her bahar mevsiminde, ihyâ-yı arz keyfiyetinde, üç yüz bin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyizle nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envâı beraber, birbiri içinde, kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak birtek Vâhid-i Ehadin sikkesi olduğundan, şu âyetle güneş gibi vahdâniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurubu gibi kolay ve kat’î,

[NOT]Dipnot-1 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kadirdir.” Rum Sûresi, 30:50.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı görülen Allah (bk. v-ḥ-d)</td><td>asabiyeten: milliyet ve soy açısından</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cürüm: suç, günah</td><td>divane: deli, akılsız</td></tr><tr><td>envâ: türler, çeşitler</td><td>fevkinde: üstünde</td></tr><tr><td>fıtrat: mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r)</td><td>fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>girif: iç içe girmiş, karışık</td><td>gurub: batış</td></tr><tr><td>gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, çekiştirmek (bk. ğ-y-b)</td><td>haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>ihyâ-yı arz: yeryüzünün diriltilmesi (bk. ḥ-y-y)</td><td>insafsızca: vicdansızca</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>istib’âd: akıldan uzak görme</td></tr><tr><td>izale: giderme</td><td>i’câzkârâne: benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td><td>kat’î: kesin </td></tr><tr><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td><td>keyfiyet: nitelik, özellik</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>makam-ı ispat: ispat makamı</td></tr><tr><td>mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m)</td><td>mezmum: kötü</td></tr><tr><td>muhterem: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)</td><td>müstekreh: çirkin, tiksinilen, iğrenç</td></tr><tr><td>nazar-ı beşer: insanın bakışı, dikkati (bk. n-ẓ-r)</td><td>nümune: örnek</td></tr><tr><td>rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi</td><td>sikke: mühür, damga</td></tr><tr><td>sıla-i rahm: akrabayla ilişki halinde olma (bk. r-ḥ-m)</td><td>tarz: şekil, biçim</td></tr><tr><td>temyiz: ayırma</td><td>tulû: doğuş</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d)</td><td>zecretmek: sakındırmak, yasaklamak</td></tr><tr><td>zem: kötüleme, kınama</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zemmetmek: kötülemek </td><td>âzâ: organlar</td></tr><tr><td>îcazkârâne: az sözle çok mânâlar anlatarak (bk. v-c-z)</td><td>şahs-ı mânevi: mânevî kişilik (bk. a-n-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 512

kıyamet ve haşri gösterir. İşte, كَيْفَ lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok sûrelerde tafsille zikreder. Meselâ, Sûre-i

blank.gif
1
قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجيِدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi kat’î bir surette kanaat verir.

İşte, bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek “Bu aciptir, olamaz”
blank.gif
2
demelerine cevaben

اَفَلَمْ يَنْظُرُوۤا اِلَى السَّمَاۤءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ
blank.gif
3

ilâ âhir, كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ
blank.gif
4
’ a kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor.

Hem makam-ı ispatın en lâtif misallerinden,

blank.gif
5
يٰسۤ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ der. Yani,

“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”

Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَأَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
blank.gif
6

Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten


[NOT]Dipnot-1 “Kàf. Şerefi pek yüce olan Kur’ân’a yemin olsun.” Kaf Sûresi, 50:1.

Dipnot-2
Kàf Sûresi, 50:2.

Dipnot-3
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik ki, hiçbir gediği (kusuru) yoktur. Kàf Sûresi, 50:6-11.

Dipnot-4
“(Hayata yeniden) çıkış da işte böyledir.” Kàf Sûresi, 50:11.

Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.

Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>bidayeten: başlangıçta</td></tr><tr><td>ferman etmek: buyurmak</td><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hüccet: delil</td><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kasem: yemin</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>keyfe: “nasıl?”</td></tr><tr><td>keyfiyet: nitelik, özellik</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>lâfz: ifade, kelime</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>makam-ı ispat: ispat makamı</td><td>makam-ı tâzim: saygı makamı (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>resul: peygamber (bk. r-s-l)</td><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sikke-i i’câz: mu’cizelik damgası (bk. a-c-z)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tafsil: ayrıntı</td><td>yakinî: şüphe edilmeyecek kesinlikte (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 513

inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ
blank.gif
1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sur-u İsrâfil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu

ثُمَّ قَسَتْ قُلوُبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً
blank.gif
2

ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ Aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.

Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.


[NOT]Dipnot-1 “(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Benî İsrail: İsrailoğulları</td></tr><tr><td>Mûsâ: (bk. bilgiler)</td><td>Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil)</td></tr><tr><td>Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m)</td><td>asâ: baston</td></tr><tr><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>divane: akılsız, deli</td></tr><tr><td>eblehçe: ahmakça</td><td>ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td><td>envâ: türler, çeşitler</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) </td></tr><tr><td>istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme</td><td>istirahat: dinlenme</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>karn: asır, çağ, devir</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>lâkayt: ilgisiz</td><td>makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı</td></tr><tr><td>makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d)</td><td>mebhas: bahis, kısım</td></tr><tr><td>mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m)</td><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d)</td><td>mûnis: sevimli, dost</td></tr><tr><td>müessir: tesirli, etkili</td><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>rakik: ince, nazik</td></tr><tr><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r)</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>teşkil etmek: meydana getirmek</td><td>zerrât: zerreler</td></tr><tr><td>zerrât-ı esasiya: temel zerreler</td><td>zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td><td>şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 514

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْناَ عَلٰى عَبْدِناَ فَاْتوُا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاۤءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
blank.gif
1

Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz’da izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan diyor:

Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin
blank.gif
2
dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.

Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire yapınız.

Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur’âniyeden ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki belâğatine nazire olarak bir eser yapınız.

blank.gif
3
فَاْتوُا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَياَتٍ ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.

Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ on sûresine nazire getiriniz.

Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.


[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:23.

Dipnot-2
bk. Muhammed İbni İshak, Sîratü İbni İshak 2:57; Burhanuddin el-Halebî, Sîratü’l-Halebiyye 2:391.

Dipnot-3
Hud Sûresi, 11:13[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n)</td></tr><tr><td>beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)</td><td>belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>bâtıl: yalan, gerçek dışı</td></tr><tr><td>bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ)</td><td>edip: edebiyatçı</td></tr><tr><td>hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>himmet: yardım</td></tr><tr><td>hutebâ: hatipler (bk. ḫ-ṭ-b)</td><td>ibraz etmek: ortaya koymak, göstermek</td></tr><tr><td>icmâl: özet (bk. c-m-l)</td><td>ilzam: susturma, mağlup etme</td></tr><tr><td>ins: insan</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>kabil-i taklit: taklidi mümkün</td><td>kat-ı nazar: dikkate almama (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı (bk. k-l-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>kitabet: yazma (bk. k-t-b)</td><td>kıraat: okuma</td></tr><tr><td>meşhur: tanınmış</td><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>müftereyat: uydurmalar</td><td>nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m)</td><td>tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak</td></tr><tr><td>ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 515

Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
blank.gif
1
فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.

Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ Evet, beyan-ı Kur’ân’dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.

İkinci misal:

فَذَكِّرْ فَمَاۤ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ أَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتوُا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيوُقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَاۤئِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ


[NOT]Dipnot-1 “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n)</td><td>hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>haps-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)</td><td>haysiyet: itibar, şeref, değer</td></tr><tr><td>helâket: yok oluş</td><td>ilzam: susturma, mağlup etme</td></tr><tr><td>izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z)</td><td>makam-ı ifham: delille susturma makamı</td></tr><tr><td>mertebe: kat, derece</td><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>sanem: put</td><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 516

عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبوُنَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْداً فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
blank.gif
1


İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhâmiyeye misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki:اَمْ ، اَمْ
blank.gif
2
lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalâlet için, içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder, veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.

Meselâ, birinci fıkra
blank.gif
3
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine işaret eder. On beşinci fıkra ise
blank.gif
4
لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sair fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki:

Başta diyor: Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehadet eder.


[NOT]Dipnot-1 “Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? • Sen “Bekleyedurun,” de. “Ben de sizinle beraber bekliyorum.” • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların îmân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur’ân’ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğru onların düşünüp îmân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:29-43.

Dipnot-2
Yoksa, yoksa…

Dipnot-3
“Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.

Dipnot-4
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın hükümleri (bk. ḥ-k-m; e-l-h)</td><td>aksâm: kısımlar</td></tr><tr><td>bedâhet: açıklık, aşikâr olma</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beyan-ı ifhâmiye: delillerle susturma anlatımı (bk. b-y-n)</td><td>butlan: bâtıl oluş</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td><td>hülâsa-i fikr-i küfrî: küfür düşüncesinin özeti (bk. f-k-r; k-f-r)</td></tr><tr><td>istifham-i inkârî-i taaccübî: “yoksa...?” diyerek şaşkınlığı ifade eder tarzda olumsuz yönde soru sorma (bk. n-k-r)</td><td>kemâl-i akl: aklın mükemmelliği (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâhin: gelecekten haber veren kimse</td><td>lâfz: ifade, kelime</td></tr><tr><td>mecnun: deli, akılsız</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mücmelen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)</td><td>perde-i dalâlet: inançsızlık perdesi (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>remzetmek: işaret etmek</td><td>sükût: sessiz kalma, susma</td></tr><tr><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tebliğ etmek: bildirmek (bk. b-l-ğ)</td><td>yakinî: şüphe edilmeyecek derece kesinlik (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>zahir: açık, görünür (bk. ẓ-h-r)</td><td>âyât: âyetler</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td><td>şübehât: şüpheler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 517

أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ
blank.gif
1
Âyâ, acaba muhakemesiz, âmi kâfirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen de: “Bekleyiniz, ben de bekliyorum.” Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.

أَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا
blank.gif
2
Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.

اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ
blank.gif
3
Yahut inkârlarına sebep, tâği zalimler gibi, Hakka serfuru etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrudların akıbetleri malûmdur.

اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ
blank.gif
4
Veyahut yalancı, vicdansız münafıklar gibi, “Kur’ân senin sözlerindir” diye seni itham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammedü’l-Emin diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.

اَم خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ
blank.gif
5
Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felâsife‑i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.


[NOT]Dipnot-1 “Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar?” Tûr Sûresi, 52:30.

Dipnot-2
“Yoksa bunu onlara akılları mı söylüyor?” Tûr Sûresi, 52:32.

Dipnot-3
“Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur?” Tûr Sûresi, 52:32.

Dipnot-4
“Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:33.

Dipnot-5
“Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar?” Tûr Sûresi, 52:35.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Firavun: (bk. bilgiler)</td><td>Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n)</td></tr><tr><td>Nemrud: (bk. bilgiler)</td><td>abes: boş ve faydasız </td></tr><tr><td>akıbet: son, netice</td><td>evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>felâsife-i abesiyyun: içi kof olan faydasız felsefeyle uğraşan filozoflar</td><td>feylesof: felsefeci</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>helâket: yok oluş</td><td>hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâlık: yaratıcı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmak</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>itikad etmek: inanmak</td></tr><tr><td>ittibâ: tabi olma, uyma</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>makul: akla uygun</td><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhakemesiz: akıl yürütüp doğru netice elde edemeyen (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>musahhar: boyun eğen</td><td>muvazzaf: vazifeli, görevli</td></tr><tr><td>münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen</td><td>münezzeh: kusur ve eksiklikten yüce, temiz (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>müsmir: meyveli</td><td>müstağnî: ihtiyaç duymayan (bk. ğ-n-y)</td></tr><tr><td>mütecebbir: zorba</td><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)</td><td>rüesa: reisler, başkanlar</td></tr><tr><td>serfuru: baş eğme</td><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>tâği: azgın (bk. t-ğ-y)</td><td>zerre: atom</td></tr><tr><td>âmi: cahil</td><td>âsâr-ı beşeriye: insan eserleri</td></tr><tr><td>âyâ: acaba</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 518

اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ
blank.gif
1
Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan daha aşağıdırlar. Öyle ise bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.

اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيوُقِنُونَ
blank.gif
2
Veyahut, Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki Kur’ân’ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücutlarını inkâr etsinler; veyahut “Biz halk ettik” desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?

اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ
blank.gif
3
Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve Berahime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana iman getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı


[NOT]Dipnot-1 “Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:35.

Dipnot-2
“Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:36.

Dipnot-3
“Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı?” Tûr Sûresi, 52:37.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Berahime: Berehmenler; bâtıl ve sapkın Hind ve Mecusî dinlerinin reisleri</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hâlık: yaratıcı; herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>asl-ı nübüvvet: peygamberliğin aslı, temeli (bk. n-b-e)</td><td>berâhin-i tevhid: tevhid delilleri (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>cemâdat: cansız varlıklar</td><td>divanelik: delilik, akılsızlık</td></tr><tr><td>firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme</td><td>gayât: gayeler</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hezeyan: saçmalama</td><td>hükemâ-yı dâlle: hak yoldan sapmış felsefeciler (bk. ḥ-k-m; ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)</td><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>insaniyet: insanlık</td><td>intizâmât: intizamlar, düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)</td><td>istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmak</td></tr><tr><td>kadîr-i mutlak: sınırsız güç sahibi (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>kâtip: yazar (bk. k-t-b)</td><td>maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar </td></tr><tr><td>mağlûp: yenilen</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muattıla: Allah’ı veya Allah’ın sıfatlarını inkâr eden</td><td>muzır: zararlı</td></tr><tr><td>müteessir olmak: üzülmek</td><td>nefyetmek: inkâr etmek</td></tr><tr><td>nevi: çeşit</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>semerât: meyveler, neticeler</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>sukut etmek: düşmek</td></tr><tr><td>tahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td><td>yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>âciz-i mutlak: son derece güçsüz (bk. a-c-z; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>âsâr-ı hikmet: hikmet eserleri (bk. ḥ-k-m)</td><td>âsâr-ı rahmet: rahmet eserleri (bk. r-ḥ-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 519

rahmet ve inâyâtı ve bütün enbiyanın bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler. Veya “Mahlûkata verilen ihsânâtın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler, kabil-i hitap olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma; “Allah’ın akılsız hayvanları çoktur” de.

اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ
blank.gif
1
Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.

اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ
blank.gif
2

Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, ispritizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.


اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ
blank.gif
3
Veyahut, ukul-ü aşere ve erbâbü’l-envâ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllinler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine,


[NOT]Dipnot-1 “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” Tûr Sûresi, 52:37.

Dipnot-2
“Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin.” Tûr Sûresi, 52:38.

Dipnot-3
“Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi?” Tûr Sûresi, 52:39.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Mutezile: aklı temel kabul ederek Kur’ân ve sünneti kendi akıllarına uydurmaya çalışan ehl-i sünnet dışı bâtıl bir mezhep</td></tr><tr><td>Sâbiiyyun: yıldızlara tapanlar</td><td>Zât-ı Ehad ve Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde O hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>dâllin: hak yoldan sapanlar (bk. ḍ-l-l)</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>erbâbü’l-envâ: türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısı¬nın olması (bk. r-b-b)</td><td>felâsife: felsefeciler</td></tr><tr><td>fütur: usanç</td><td>hodbin: bencil, kibirli</td></tr><tr><td>hâkim: hükmeden, yargılayan (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihsanât: bağışlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>inâyât: ikramlar, yardımlar (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>isnad: dayandırma (bk. s-n-d)</td><td>ispritizmacı: ruh çağırarak onlarla ilişki kurduğu iddiasında bulunan</td></tr><tr><td>itikad etmek: inanmak</td><td>kabil-i hitap: muhatap alınabilen (bk. ḫ-ṭ-b)</td></tr><tr><td>kehanetfuruş: kâhinlik, falcılık yapan</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>mes’ul: sorumlu</td></tr><tr><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>müfettiş: teftiş eden</td></tr><tr><td>mülhid: dinsiz, inkârcı</td><td>müteellim olmak: acı duymak, üzülmek</td></tr><tr><td>mütehakkim: zorba (bk. ḥ-k-m)</td><td>müşrik: Allah’a ortak koşan</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)</td><td>rakîb: kontrol eden, gözetleyen</td></tr><tr><td>samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d) </td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâvî: vahiyle gelmiş olan (bk. s-m-v)</td><td>tahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>tekzip etmek: yalanlamak</td><td>ukul-ü aşere: bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah’ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar</td></tr><tr><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td><td>vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>veled: evlat, çocuk</td><td>vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>âlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>şarlatan: yalancı, aldatıcı</td></tr><tr><td>şerik: ortak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 520

istiğna-yı mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, bekà-yı nev’ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzî, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise muhtaç ve müştak mahlûklar için vasıta-i tekessür ve teâvün ve rabıta-i hayat ve bekà olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vacip ve daim, bekàsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti, tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.

اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ
blank.gif
1
Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâği, bâği dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!


[NOT]Dipnot-1 “Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler?” Tûr Sûresi, 52:40.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>bekà-yı nev’: türün varlığını sürdürmesi (bk. b-ḳ-y)</td><td>bihemtâ: benzersiz, eşsiz</td></tr><tr><td>bâği: âsi, zâlim</td><td>cismanî: maddi vücuda sahip </td></tr><tr><td>cismâniyet: maddî vücuda sahip olma</td><td>daim: devamlı</td></tr><tr><td>divanelik: delilik, akılsızlık</td><td>dünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkün</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ecr: ücret, mükâfat</td></tr><tr><td>emr-i zekât: zekât emri</td><td>evlât: çocuk</td></tr><tr><td>ezelî: başlangıcı olmama (bk. e-z-l)</td><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>haset: kıskançlık </td></tr><tr><td>hezeyan: saçmalama</td><td>hısset: cimrilik, tamahkârlık</td></tr><tr><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>ismet: günahsızlık</td></tr><tr><td>isnad etmek: dayandırmak (bk. s-n-d)</td><td>istiğna-yı mutlak: Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>izzet-i mağrurâne: gururluca izzet, şeref (bk. a-z-z)</td><td>kabil: kabiliyetli</td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>mahiyet: asıl, esas, nitelik</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>muallâ: yüce, yüksek</td><td>mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksanlıktan uzak (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>müberrâ: arınmış, uzak</td><td>mücerred: soyutlanmış, tek</td></tr><tr><td>mümkin: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olan, Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)</td><td>münafi: zıt, aykırı</td></tr><tr><td>münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)</td><td>mütecezzî: parça parça olma (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>müştak: düşkün, istekli</td><td>nevi: çeşit</td></tr><tr><td>nisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)</td><td>rabıta-i hayat: hayat bağı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>safsata: yalan, uydurma</td><td>tecezzî: parçalara ayrılma (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>tekessür: çoğalma (bk. k-s̱-r)</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>tekâlüf: teklifler, yükümlülükler</td><td>tenasül: üreme</td></tr><tr><td>teâvün: yardımlaşma</td><td>tâbi olma: uyma</td></tr><tr><td>tâği: şımarık, azgın (bk. t-ğ-y)</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vasıta-ı tekessür: çoğalma vasıtası (bk. k-s̱-r)</td><td>veled: evlat, çocuk</td></tr><tr><td>vâcip: zorunlu (bk. v-c-b)</td><td>vâris: mirasçı</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>ünûset: dişilik</td><td>şefaatçı: af için aracılık eden (bk. ş-f-a)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 521

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبوُنَ
blank.gif
1
Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler
blank.gif
2
gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zir ü zeber edecek.

اَمْ يُرِيدُونَ كَيْداً فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ
blank.gif
3
Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i İlâhîdir.

اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
blank.gif
4
Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba


[NOT]Dipnot-1 “Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:41.

Dipnot-2
Buda dinine mensup olanlar, Budistler.

Dipnot-3
“Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir.” Tûr Sûresi, 52:42.

Dipnot-4
“Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:43.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Budeî: Budistler</td><td>Mecusî: ateşperest, ateşe tapan</td></tr><tr><td>akılfuruş: aklını beğendirmeye çalışan</td><td>desise: hile</td></tr><tr><td>dessas: hilekâr, aldatıcı</td><td>dâvâ: iddia</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>fenalık: kötülük (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fütur: usanç, gevşeklik</td><td>fıtrat: yaratılış, mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>gayb-âşinalık: gaybdan haber verme (bk. ğ-y-b)</td><td>gaybî: görünmeyen âlemlerden gelen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hadd: yetki</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hilebaz: hilekâr, aldatıcı</td><td>hodfuruş: kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan</td></tr><tr><td>hâlık-ı hayır: iyiliğin yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ; ḫ-y-r)</td><td>hâlık-ı şer: kötülüğün yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hülya: hayal (bk. ḫ-y-l)</td><td>inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>istidraç: Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler</td><td>kâh: bazen</td></tr><tr><td>kâhin: falcı, gelecekten haber veren kimse</td><td>malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)</td><td>mağrur: gururlu</td></tr><tr><td>mecnun: deli, akılsız</td><td>mekr-i İlâhî: Allah’ın hilesi, düzeni (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>muvaffakiyet: başarı</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen</td><td>müteessir: etkilenmiş, üzüntülü</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>resul: peygamber (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sâhir: sihirbaz</td><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>tecavüz: ileri gitme, sınırı aşma</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>tevehhüm: vehimlenmek, sanmak</td><td>umur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>vahy: Allah tarafından gönderilen ve bildirilen şey (bk. v-ḥ-y)</td><td>yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>zir ü zeber: darmadağınık, alt üst</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>zındık: dinsiz</td><td>âlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td></tr><tr><td>şarlatan: yalancı, aldatıcı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 522

bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek

blank.gif
1
لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli, kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zir ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni tezkirden vazgeçirmesin.
İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.

Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’âniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan çok hakaik-i gàmızayı, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir surette, basitâne ve zahirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de,
تَنَزُّلاٰتٌ اِلٰهِيَّةٌ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ
blank.gif
2
denilen mütekellim üslûbunda muhatabın


[NOT]Dipnot-1 “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi.” Enbiya Sûresi, 21:22.

Dipnot-2
Cenâb-ı Hakkın kullarının anlayış seviyesine göre konuşması.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>basitâne: basitçe</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cevher-i beyanî: beyâna dair cevher (bk. b-y-n)</td><td>esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>fikr-i avâm: halkın düşüncesi (bk. f-k-r)</td><td>hakaik-i gàmıza: derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>herc ü merc: karışıklık, dağınıklık</td></tr><tr><td>hilâf-ı akıl ve hikmet: akla ve hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m)</td><td>hiss-i âmme: genelin duygusu</td></tr><tr><td>icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l)</td><td>ifham: (he ile) anlatma</td></tr><tr><td>ilzam: susturma, mağlup etme</td><td>insicam: düzgünlük, uyumluluk, pürüzsüz olma</td></tr><tr><td>insicam-ı ecmel: çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama (bk. c-m-l)</td><td>intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizam-ı ekmel: çok mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l)</td><td>istimal: kullanma</td></tr><tr><td>istiğna: ihtiyaç duymama (bk. ğ-n-y)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>muâraza: sözle mücadele</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>münâfi-i his ve bedâhet: duygu ve açıklığa zıt</td></tr><tr><td>mütekellim: konuşan (bk. k-l-m)</td><td>nazar-ı umumî: umumun bakışı (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>rencide etmek: incitmek</td><td>sanemperest: puta tapan</td></tr><tr><td>selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>silsile-i hakaik: gerçekler zinciri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)</td><td>taciz: rahatsız etme, sıkıntı verme</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>talim: öğretme (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tefehhüm etmek: anlamak</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>tezkir: hatırlatma</td><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>zahirâne: açıkça (bk. ẓ-h-r)</td><td>zir ü zeber: darmadağınık, alt üst</td></tr><tr><td>âmi: cahil</td><td>âyât: ayetler</td></tr><tr><td>şirk: ortak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 523

derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esâlib-i Kur’âniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza-ı İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilâtla en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ
blank.gif
1
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.

Evet, Kur’ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işbâ eden bir kitab-ı mu’ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’câz görülebilir.

Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem


[NOT]Dipnot-1 “O Rahmân ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır.” Tâhâ Sûresi, 20:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Elhamdü lillâh: hamd ve övgü Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)</td><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>esrar-ı Rabbâniye: Rabbânî sırlar (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’ın üslûpları</td><td>fehim: anlayış, kavrayış</td></tr><tr><td>feyz: ilim, irfan (bk. f-y-ḍ)</td><td>hakaik-i gàmıza-i İlâhiye: Allah’ın Kur’ân’da açıkladığı derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>hükema: âlimler, filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td><td>icra-yı hükûmet: yönetmek, idare etmek (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ifham: anlatma, öğretme</td><td>ins ve cin: insanlar ve cinler</td></tr><tr><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td><td>işbâ: doyurma</td></tr><tr><td>karn: asır, çağ</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i şebâbet: mükemmel derecedeki gençlik (bk. k-m-l)</td><td>kitab-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren kitap (bk. k-t-b; a-c-z) </td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lafz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın lafzı</td></tr><tr><td>lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td><td>letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>lâfız: söz, kelime</td><td>mebzuliyet: bolluk</td></tr><tr><td>mertebe-i rububiyet: rububiyetin mertebesi (bk. r-b-b)</td><td>mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>mânâ: anlam (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mütebahhir: ilmi derin olan</td><td>mütebayin: ayrı ayrı</td></tr><tr><td>müteşabihat: metnin kelimelerinden çıkartılan dış anlam değil de, başka mânâya gelen âyetler</td><td>neşretmek: yaymak</td></tr><tr><td>nihayet: son derece</td><td>nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın terbiye ve idarece ediciliği (bk. r-b-b; e-l-h)</td></tr><tr><td>sehl-i mümteni: imkânsız birşeyi kolayca ifade etme</td><td>suhuletli: kolay</td></tr><tr><td>tabaka: sınıf </td><td>taht-ı saltanat: egemenlik tahtı (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m)</td><td>taravet: tazelik</td></tr><tr><td>tatmin etmek: ikna etmek</td><td>tedbir: idare etme (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>temsilât: kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)</td><td>teşbihat: benzetmeler</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>zayi etmek: kaybetmek</td></tr><tr><td>zerre: atom, en küçük parça</td><td>âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âmi: cahil</td><td>ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 524

umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.

Şu makama misal istersen, bütün Kur’ân baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve hükema-i İslâmiye ve muhakkıkîn ve ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliya-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulema ve avâm-ı Müslimin gibi Kur’ân’ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi, ifham ve talim makamında dahi Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzı parlıyor.

İKİNCİ ŞUA

Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A: Lâfzındaki câmiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden, şu câmiiyet âşikâre görünüyor. Evet,

(لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ)
blank.gif
1
وَلِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَفُنُونٌ
blank.gif
2

olan hadisin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.


[NOT]Dipnot-1 “Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. (Bu dört mânâ tabakasından her birinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.” (bk. Ebû yâ’lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1:236.

Dipnot-2
Bu kısmın açıklaması Üstadımız tarafından hemen devamında verilmiştir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aktâb-ı âşıkin: Allah’a âşık tarikat şeyhleri, kutupları</td><td>avâm: halk</td></tr><tr><td>avâm-ı Müslimin: Müslüman halk kesimi (bk. s-l-m)</td><td>câmiiyet: kapsamlılık, genişlik (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>câmiiyet-i harikulâde: olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık (bk. c-m-a)</td><td>ders-i Kur’âniye: Kur’ân dersi</td></tr><tr><td>efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)</td><td>ehass: en seçkin, en bilgili</td></tr><tr><td>elfâz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın lâfızları</td><td>elhasıl: özetle</td></tr><tr><td>ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td><td>evliya-i ârifin: Allah’ı hakkıyla bilen evliyâlar (bk. v-l-y; a-r-f) </td></tr><tr><td>evvelki: önceki</td><td>hadis: Peygamberimize ait veya onun onayladığı söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>havass: seçkinler, okumuşlar, bilginler</td><td>hükema-i İslâmiye: büyük İslâm filozofları (bk. ḥ-k-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>ifham: anlatma, öğretme</td><td>istifade: faydalanma</td></tr><tr><td>istikbal: gelecek zaman</td><td>kelâm: ifade, söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kulûb: kalbler</td><td>lemeât-ı i’câz: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>lâfz: ifade, söz</td></tr><tr><td>maide-i semaviye: semâvî sofra (bk. s-m-v)</td><td>makam: mevki, derece</td></tr><tr><td>muhakkıkîn: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>müdakkikîn-i ulema: gerçekleri inceden inceye araştıran âlimler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>müttefikan: ittifakla, fikir birliğiyle</td><td>müçtehidîn: âyet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>müştehiyât: hoşa giden lezzetli şeyler</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sükût: sessiz kalma, susma</td></tr><tr><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tarz: şekil, biçim</td><td>tilmiz: öğrenci, talebe</td></tr><tr><td>ukul: akıllar</td><td>ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn: kelâm ve fıkıh usulü âlimleri (bk. a-l-m; k-l-m)</td></tr><tr><td>ulûm: ilimler (bk. a-l-m)</td><td>umum: bütün, genel</td></tr><tr><td>vaz edilmek: konulmak</td><td>vücuh: vecihler, yönler</td></tr><tr><td>zikrolunmak: belirtilmek, anılmak</td><td>âşikâre: açıkça</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş</td><td>şua: parıltı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 525

Meselâ
blank.gif
1
وَالْجِبَالَ اَوْتاَداً yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.
Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.

Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı
blank.gif
2
سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ شَانَكَ der.

Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın


[NOT]Dipnot-1 Nebe’ Sûresi, 78:7.

Dipnot-2
Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın![/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Hâlık: herşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Zülkemâl: kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; k-m-l)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve her şeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>aktâr-ı âlem: kâinatın dört bir yanı (bk. a-l-m)</td><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bahr-i muhit-i havaî: geniş hava denizi; atmosfer</td><td>bedevî: göçebe hayatı yaşayan</td></tr><tr><td>edib: edebiyatçı</td><td>esir: bütün kâinatı kapladığı farz edilen madde</td></tr><tr><td>hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hane: ev</td></tr><tr><td>hayat-ı hayvaniye: hayvan hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayme-nîşin: göçebe, çölde yaşayan</td></tr><tr><td>hayretkârane: hayret ederek</td><td>heyet-i içtimaiye: sosyal yapı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kelâm: ifade, söz (bk. k-l-m)</td><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>kubbe-i semâ: gökkubbe (bk. s-m-v)</td><td>küre-i zemin: yerküre</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>menâfi: menfaatlar, faydalar</td><td>mesken: ev, mekân (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muhtelif: çeşitli, değişik</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman</td><td>perde-i türabiye: toprak perdesi</td></tr><tr><td>perestiş: kulluk, ibadet</td><td>sahrâ: çöl, meydan</td></tr><tr><td>secde-i hayret: hayret secdesi</td><td>sefine: gemi</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>silsile: zincir</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabaka-i türabiye: toprak tabakası, katmanı</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) </td></tr><tr><td>tefekkür etmek: düşünmek (bk. f-k-r)</td><td>tesbit: sağlam şekilde yerleştirme</td></tr><tr><td>ufkî: yatay</td><td>zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>âmi: cahil, sıradan kimse</td></tr><tr><td>şerâit-i hayat: hayatın şartları, gereklilikleri (bk. ḥ-y-y)</td><td>şükr: teşekkür, övgü (bk. ş-k-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 526

direği ve kazığı dağlardır. Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat‑ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillâh” der.

Meselâ
blank.gif
1
اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Semâ berrak, bulutsuz, zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken semâyı yağmurla, zemini hazravatla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkih suretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin işidir ki, rû‑yi zemin Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder.

Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız,


[NOT]Dipnot-1 “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Elhikmetü lillâh: gerçek bilgi ve hikmet sadece Allah’ındır (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm: sonsuz haşmet ve ikram sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l; k-r-m)</td><td>arz: yer</td></tr><tr><td>azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. ḳ-d-r)</td><td>berrak: saydam, duru</td></tr><tr><td>bidâyet-i hilkat: yaratılışın başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>bostan: bahçe</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>feylesof: felsefeci</td></tr><tr><td>gayr-ı kabil: mümkün olmayan</td><td>gazab: öfke</td></tr><tr><td>gazat-ı muzırra: zararlı gazlar</td><td>hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hamd ü senâ: şükür, minnet ve övgü (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>hane-i hayat: hayat evi (bk. ḥ-y-y)</td><td>hasıl: meydana gelme</td></tr><tr><td>hazravat: yeşillikler</td><td>hiddet: kızgınlık</td></tr><tr><td>hikmet-i tabiiye: tabiatı konu alan fen ilmi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)</td><td>huruc: çıkma</td></tr><tr><td>hâmi: koruyucu</td><td>ifham etmek: anlatmak</td></tr><tr><td>ihtizâzât: sallanmalar</td><td>imtizâcât: kaynaşmalar</td></tr><tr><td>inkılâbat: büyük değişimler</td><td>irticâc: sarsıntı</td></tr><tr><td>istilâ: yayılma, kaplama</td><td>izdivac: evlenme</td></tr><tr><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td><td>kemâl-i tazim: Allah’ın sonsuz büyüklüğünü mükemmel bir şekilde dile getirme (bk. k-m-l; a-z-m)</td></tr><tr><td>küre-i zemin: yerküre</td><td>levâzımât-ı hayat-ı insaniye: insan hayatına gerekli olan şeyler (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahzen: depo</td></tr><tr><td>maişet: geçim (bk. a-y-ş)</td><td>medar: dayanak, eksen</td></tr><tr><td>medar-ı senevî: güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi</td><td>menâfiz: delikler</td></tr><tr><td>mihver: eksen</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>netice: sonuç</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>secde etmek: yere kapanmak</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)</td><td>tasfiye: safileştirme, arındırma (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>telkih: aşılama</td><td>teneffüs etmek: nefes almak</td></tr><tr><td>tersip: durultma, tortulardan temizleme, süzme</td><td>tetkikat-ı felsefe: felsefe araştırmaları</td></tr><tr><td>tevellüd: doğum</td><td>veled: evlat, çocuk</td></tr><tr><td>zelzele: deprem</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)</td></tr><tr><td>âlûde: karışmış, bulaşmış</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Beşinci Söz - Sayfa 527

toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.

Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad“der.

Meselâ,
blank.gif
1
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki lâm, hem kendi mânâsını, hem mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte, لِمُسْتَقَرٍّ in lâm’ı, avâm o lâm’ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette birgün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek, “Sübhânallah, Elhamdü lillâh” der.

Ve âlime dahi, o lâm’ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz destgâhında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir me-kiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surîsi, alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmât-ı âlemi düşündürerek Sâni-i Hakîmin san’atına “Mâşaallah” ve hikmetine “Bârekâllah” diyerek secdeye kapanır.


[NOT]Dipnot-1 “Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)</td><td>Elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve harika üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Kayyûm: sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah (bk. ḳ-d-r; ḳ-v-m)</td><td>Mâaşallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış</td></tr><tr><td>Sâni-i Hakîm: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)</td><td>Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>alâmet: işaret</td><td>avâm: halktan ilmi az olan kimse</td></tr><tr><td>bast: genişletme</td><td>bidâyet: başlangıç</td></tr><tr><td>canib: taraf</td><td>cereyân-ı surî: görünüşteki akım, dönüş</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>fetih: açma</td></tr><tr><td>feylesof: felsefeci</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hokka: mürekkeb kabı</td><td>ifham etmek: anlatmak</td></tr><tr><td>intizâmât-ı âlem: alemdeki düzenlilikler (bk. n-ẓ-m; a-l-m)</td><td>kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>küre: dünya</td><td>mahall-i karar: karar yeri</td></tr><tr><td>manzume-i şemsiye: güneş sistemi (bk. n-ẓ-m)</td><td>mekik: dokuma âleti</td></tr><tr><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td><td>menfaattar: faydalı, yararlı</td></tr><tr><td>mensucat-ı Rabbâniye: Allah’ın adeta nakış nakış dokuduğu san’at eseri varlıklar (bk. r-b-b)</td><td>menşe: kaynak, esas</td></tr><tr><td>mümteziç: birleşik, karışık</td><td>müteharrik: hareketli</td></tr><tr><td>nisbeten: bir dereceye kadar (bk. n-s-b)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>secde: yere kapanma</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>seyir: gezme</td><td>seyyare: gezegen</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme, zihinde tasarlama (bk. ṣ-v-r)</td><td>teşkil etmek: meydana getirmek</td></tr><tr><td>vüs’at-i hikmet: hikmet genişliği (bk. ḥ-k-m)</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>ziynetli: süslü (bk. z-y-n)</td><td>Âmentü Billâhi’l-Vahidi’l-Ehad: Allah’ın birliğine ve tekliğine iman ettim (bk. e-m-n; v-ḥ-d)</td></tr></tbody></table>
 
Üst