Osmanlı Akılcılığı

Huseyni

Müdavim
Bünyamin Duran
Prof. Dr.



Bir toplumun ortaya çıkışı ve varlığını etkin bir şekilde uzun müddet sürdürebilmesi tarihi tesadüflerle açıklanamaz. O toplumun düşünce dünyasının dayandığı çok sağlam felsefî ve dinî temellerin olması gerekir. Bir kerre toplum fertlerini belli bir amaç etrafında birleştiren, gerektiğinde o amaç için canlarını feda edebilmelerini sağlayan bir inanç ve düşünce sisteminin olması zaruridir. Bu inanç ve düşünce birliğinin geri planı ne kadar sağlam ve toplumun büyük ekseriyetini içine alacak derecede yaygın ve derinse o toplumun bünyesi de o ölçüde sağlam ve dayanıklı olacaktır mutlaka.


Doğal olarak o inanç ve düşünce sisteminin ne ölçüde akılcı ve rasyonel olduğu da önemlidir. Bu sistem, çıkar birliğini, hazcılığı, ırkçılığı, ideolojik kayırmacılığı, dinsel ayrımcılığı, sınıfsal imtiyazları öngörüyorsa o toplumun akılcı bir toplum olduğu söylenemez. Buna karşılık toplumun sahip bulunduğu sistem; insan haklarını, kişisel liyakati, fırsat eşitliğini, bireylerarası ve toplumlararası yansızlığı ve adaleti, yüce ahlak ilkelerini, bireysel yaşantıda yardımse-verlik ve hoşgörüyü, kamu alanında beraat-ı zimmeti, gelişmeyi, toplumsal refahı, toplumsal uyumu ve demokratik birlikteliği temel ilke olarak özümseyebiliyorsa o toplumun akılcı bir toplum olduğu söylenebilir.


Burada ifade edilen akılcılık, anlaşılacağı gibi nesnel akılcılıktır. Bilindiği gibi nesnel akılcılık, aklı, yalnız bireyin zihninde değil, aynı zamanda nesnel dünyada da, yani insanlararası ve sınıflararası ilişkilerde, toplumsal kurumlarda, doğada ve doğanın görünüşlerinde de varolan bir kuvvet olarak görür. Nesnel akılcılıkta, insan ve amaçları da içinde olmak üzere bütün varlıkları kapsayan bir sistem ya da bir hiyerarşi söz konusudur. (Horkheimer, 1994, s. 56)


Nesnel akılcılığın ilk ilkesinin “ebedi uyum ilkesi” olduğu söylenebilir. Ebedi uyum ilkesi, insanın başta Allah(c.c.) olmak üzere dışındaki doğa ve kendi doğasıyla uyum içinde olmasını içerir. Allah’ın adaletli, hikmetli, yardım edici, affedici, haksızları ve zalimleri cezalandırıcı, her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilici ve görücü vs. olduğuna inanmasıdır. Çünkü bunlar aklî zorunluluklarındandır. Aynı şekilde Allah’ın dış evreni mükemmel bir şekilde yarattığı, son derece gelişmiş kanunlarla yönettiği, yaratırken ve yönetirken en kısa yolu ve en optimum süreci seçtiğini kabul etmesidir. Kainatın işleme sürecinde hiç bir akıldışılığın, verimsizliğin, savurganlığın, bilgisizliğin ve hikmetsizliğin olmadığını görmesi ve kendi mikro alemini de bu makro aleme uydurma eğiliminde bulunmasıdır. O zaman bir insanın hayatının akla uygunluk derecesini belirleyen ilke, insanla bu bütünlükler arasındaki uyumun düzeyi olacaktır.


Akılcılığı daha da basit olarak ifade etmeye çalışırsak şöyle tanımlayabiliriz: akılcılık; bireysel ve toplumsal hayatta, adaleti, fazileti, insan ve doğaya saygılı olmayı, bilgiyi, bilginlere değer verip hayatı bilginin ışığında dizayn etmeyi, yardımse-verlik, hoşgörü ve liyakati esas almayı ve kaynakları en verimli şekilde kullanma gibi ilkeleri hayata hakim kılma sürecidir, denilebilir.


Buna göre akılcılık bireysel hayatta olduğu kadar kamu hayatında da son derece önemli olmalıdır. Özellikle toplumsal düzenin sağlanması sürecinde yasalar yapılırken bu yasalar her hangi bir despotun kaba içgüdülerinin baskısı, belli bir kör ideolojinin gerekleri veya belli bir mezhebî okulun, ırksal yapının öneri ve dayatmaları doğrultusunda değil, bilimin, düşüncenin, basiretin, tecrübenin ilkeleri doğrultusunda yapılmasıdır. Yönetimde bürokratik yapı oluşturulurken yine kansal ve ideolojik yakınlık ya da belli bir makama gelebilmek veya o makamda kalabilmek için feda edemeyeceği hiç bir değeri bulunmayan aşağılık insanların istihdamı yerine liyakat ve kabiliyetin esas alınmasıdır. Akılcılıkta gelişme ve ilerleme esas olduğundan, bunu sağlayacak tüm kaynakların sonuna kadar değerlendirilmesidir. Basit ve anlamsız kaygılarla en verimli ve etkin kaynakların sürekli biçilmesi ve yok edilmesi akıldışılığın en açık ifadesidir, denilebilir. Yöneticilerin çeşitli yönetim politikalarını belirlerken danışacağı kişilerin, dalkavuk ve yağcılığı meslek edinenlerden değil, gerçekliği esas alıp her hal ve şart altında gerçeği söyleyebilecek, bilginin kıymetini hiç bir zaman ayaklar altına almayacak nitelikte bilginlerden seçilmesidir.


Dikkat edileceği gibi yukarıdaki ilkeler herhangi bir toplumdan bağımsız olarak tüm toplumlar için geçerli olan ilkelerdir. Bu ilkelerin hangi düzeyde Osmanlı toplumunun yapılanmasında etkin ve belirleyici olduğunu ortaya çıkarmak gerçekten hem tarihimizi anlamak hem de günümüz insanının bugünü ve geleceğini inşa ederken yararlanabileceği önemli bir tecrübeyi gün ışığına çıkarmak olacaktır.


Konu Osmanlı toplumsal yapısı olunca doğal olarak bunu belli bir zaman ve kesimle sınırlandırmak durumundayız. Biz de incelememizi klasik dönemle (15-16. yy) sınırlandıracağız. Aynı şekilde Osmanlı akılcılığını; yerimizin darlığını dikkate alarak sadece yönetimde akılcılıkla sınırlandıracağız. Bilim, hukuk ve ekonomide akılcılık konularını daha geniş olarak başka bir çalışmayla inceleyeceğiz.
 

Huseyni

Müdavim
Osmanlı Akılcılığının Kaynakları

Osmanlı toplumsal kurumlarının oluşumunda akılcılığın hangi düzeyde etkili olduğunu belirleyebilmek için bireyin zihniyetinin geriplanını oluşturan dinî ve felsefî sistemin ne olduğunun ortaya çıkartılması gerekir. Aynı şekilde yöneticilerin, askeri ve sivil bürokrasinin yönetim anlayışı ve vatandaşa bakış tarzının hangi ahlaki ve siyasi kaynaklardan beslendiği, özellikle entellektüel ve aydın kesimin düşünce yapısının belirleyici unsurlarının nelerden ibaret olduğu incelenmelidir.


Osmanlı Toplumsal Zihniyetinin Oluşumunda Ulemanın Rolü

Osmanlı kurumlarından özellikle yönetim kurumlarında, insanı şaşırtıcı düzeyde bir metodizmin, disiplinin, hiyerarşinin ve akılcılığın var olduğu görülmektedir. Bu akılcılığın halk kültürüne ne kadar sirayet edebildiği başka bir çalışmanın konusudur, ancak böyle bir akılcılığın bürokrasi ve aydın kesimde önemli ölçüde gelişmiş, hatta müesseseleşmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bürokrasideki bu akılcılığın çeşitli tezahürlerini aşağıda pratik örnekleriyle inceleyeceğiz, burada ilk olarak böyle bir akılcılığın hangi kaynak veya kaynaklardan beslenmiş olabileceğini ortaya koymaya çalışalım.


Osmanlı akılcılığının geniş ölçüde medreseden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet sonrası dönemi saymazsak Türk-İslâm tarihinde toplumsal hayatın yapılanması ve inşasında ulemaya ve genel olarak bilim adamlarına çok önemli bir rol verilmiştir. Bilgi kaynakları ve bilgi felsefesinin üretilmesi, Allah ve evren hakkında inanç ve düşüncenin inşası, ahlaki normların belirlenmesi, yasaların yapılma yöntemlerinin geliştirilmesi ve yasama çalışmalarının yapılması, yasaların yorumlanması ve değiştirilmesi, meşruiyet sınırları ve kriterlerinin ortaya konması, toplumun etrafında kenetleneceği ve bütünleşeceği genel ilkelerin tespit edilip toplum katlarında yaygınlaştırılması, bürokratik kadrolardan vatandaş kesimlerine yönelebilecek her türlü açık ve kapalı baskı ve dayatmanın önlenmeye çalışılması, siyasi iktidarın kanun ve yasalar çerçevesinde icraatta bulunup bulunmadığının denetlenmesi, bulunmadıklarının ortaya çıkması durumunda yöneticilerin uygun bir dille uyarılması... gibi son derece kapsamlı ve anlamlı görevler, ulemanın yetki ve sorumlulukları arasında sayılmıştır. Doğal olarak ulemanın rol ve etkinlik derecesi her zaman ve mekânda aynı düzeyde gerçekleşmemiştir. Toplumsal hayatın niteliğine bağlı ve paralel olarak bu etkinlik düzeyi sürekli değişmiştir. Kimi dönemlerde ulema da diğer toplum kesimleri gibi resmi ideoloji tarafından baskı altına alınarak etkisiz hale getirilmiştir, ancak çoğunlukla ulema etkin bir konumda bulunmuştur. Gerçekten Osmanlılarda söz konusu sürecin değişmeden altı yüz sene işlediğini iddia etmek doğru olmaz. Mesela 17. yy’a kadar ulema etkin bir konumda iken izleyen yüzyıllarda etkinliği giderek azalmış, Tanzimat’tan sonra ise asgariye inmiştir. Etkinliğinin azalması daha önceki dönemlere kıyasladır. Yoksa 19.yy’ın başında bile toplumsal olaylarda ulema sosyal hayatın çok önemli belirleyicisi pozisyonundadır. Mesela Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasında hala en etkin kurumun ulema kurumu olduğunu hayretle görüyoruz. Ocağın kaldırılması ile ilgili örgütlenmelere gidilirken sürekli toplantıların Şeyhülislamın konağında yapılması, toplantıya davet edilen üyelerin çoğunun ulemadan olması; hatta Yeniçerilerin bile ulemayı yanlarına çekmek için sürekli çaba göstermesi ulemanın ne ölçüde etkin ve belirleyici bir güç olduğunu gösterir. (Ahmet Cevdet Paşa, c. 6, s. 2946)


Ulema Akılcılığı

Genel olarak sanıldığının aksine Osmanlı uleması incelediğimiz dönemde aşırı diyebileceğimiz düzeyde akılcıydı. Ulemanın akılcılığı genel anlamda Kur’an Akılcılığı (Nebevi Akılcılık Kur’an Akılcılığı’na dahildir)’na, dar anlamda Gazali Akılcılığı’na, daha dar anlamda da Taftazanî-Cürcanî Akılcılığı’na dayanıyordu. Kur’an Akılcılığı’nın genel ilkeleri; iman, bilgi, adalet, şefkat, güvenlik, ilim adamına saygı ve iktisat gibi ilkelerdi. Bugün de evrensel boyuta sahip olan bu ilkelerin toplumsal ve bireysel hayatta nasıl uygulanacağı ulema aklına bırakılmıştır. Gazalî gibi yüksek iman, takva, bilgi ve mantık gücüne sahip ulema da bunları akıl yoluyla sistematize ederek uygulanabilir hale getirmişlerdir. Gazalî Akılcılığı’nın nitelikleri ise geniş bir hoşgörü, katıksız ve tavizsiz bir tevhid inancı, ulaşılması zor bir manevi iç tecrübe ve takva, gerçeğe derinlemesine nüfuz eden bir bilgi felsefesi gibi niteliklerdir. Gazali, yüksek bilgi çağının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan çok sayıda düşünce ve fikir akımlarının neden olduğu kaosu ortadan kaldırmış, hızla birbirine yabancılaşan İslamî disiplinlerin hemen hepsine İslamî zeminde bir yer açmıştır. Her fırka veya ekol birbirini küfürle itham ederek dışlarken ve birbirinden hızla yabancılaşırken, özellikle “Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, zındıklar hariç hepsi cennetliktir” hadis-i şerifine dayanarak tüm İslamî fırkaları küfürle ithamdan kurtararak meşrulaştırmış, hepsinin Müslüman olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Gazaliyle tasavvuf, mantık ve felsefe disiplinleri Müslüman bilginlerin düşünce dünyasında meşrulaşmış, özellikle mantık ve felsefe disiplinleri eğitim-öğretim sürecinde resmi programa dahil edilmeye başlanmıştır. Mantık yöntemlerini kullanmaksızın sağlıklı bilgiye ulaşılamayacağını vurgulayarak Gazalî, mantık ilkelerini İslamî bilimlerin analizinde temel bir araç olarak devreye sokmuştur. El-Mustasfa adlı kitabında mantığın temel ilkelerini kullanarak naslardan (Kur’an ayetleri ve hadislerden) akıl yoluyla nasıl bilgi üretilebileceğinin yöntemini geliştirmiştir. Hukuk usulüyle ilgili olan bu kitapla mantık ilkeleri yasa yapma sürecinde yoğun olarak kullanılmıştır. Bu yöntem, izleyen yüzyıllarda bilginlerin başvurduğu bir yöntem olacaktır. Bu yöntemi Diyarbakırlı ünlü allame Amidî daha da geliştirecek ve El-İhkam fi usulu’l Ahkam kitabını yazacaktır. Bu yöntemi taçlandıran ise Fatih Sultan Mehmed’in âlimlerinden ceddimiz Molla Husrev olacaktır. Molla Husrev Mirkatü’l Vusul adlı kitabında felsefe ve mantığın en rafine ilkelerini yüksek bir performansla kullanarak yasa yapma tekniklerinin akılcı yöntemlerini ortaya koymuştur.


Gazalî sonrası dönemde Gazalî’nin açtığı çığır giderek daha da müesseseleşmiş, felsefi konular kelami konularla karışarak yepyeni bir bilim disiplini üretilmiştir. Fahreddin-i Razî ünlü Mebahısü’l Meşrıkıyye kitabını yazarak belli noktalarda Gazalî’yi felsefe alanında aşmıştır. Razi’den sonra felsefi konularla kelamî konular harmanlanmış olarak incelenmeye başlanmıştır. Gazali’de şöyle bir değinilip geçilen bilgi felsefesi Razî’de alabildiğine derinlik kazanmıştır. Razî’nin bu alanda yazdığı Kitabu’l Muhassal ve Metalibu’l Aliye adlı eserleri gerçekten insanı onurlandıracak boyutta bilgi felsefesini işleyen eserlerdir. Razî sonrası dönemde ceddimiz Azudiddin Icî’nin Mevakıf’ı, belki de bundan çok daha önemli olan Cürcanî’nin Mevakıf Şerhi Gazali düşüncesini iyice müesseseleştiren çalışmalar olmuştur. Bilgi, varlık felsefesi ve ilahiyat konularında bütün bu geleneği taçlandıran ise yine ceddimiz Taftazanî olacaktır. Şerhu’l Makasıd adlı dev eseriyle Taftazanî asırları etki-lemiştir. Osmanlı akılcılığının temel refe-rans kaynaklarından biri, belki en önemlilerinden biri Taftazani’dir. Diğer allamalerin kitaplarıyla birlikte (özellikle Cürcanî’nin kitapları) Taftazani’nin eserle-rine ayrı bir önem verilmiştir. İlgili kitabı yüksek medreselerde ve yüksek bilginlerin elinde temel referans kitabı olmuştur. Ömer Nesefi’nin kitabının şerhi olan Akaid Şerhi adlı daha basit ve kolay anlaşılır kitabı ise en sıradan bilginlerin bile başvuru kitabıdır. Günümüzde İslam dünyasının bir çok yerinde ve ülkemizde hala Taftazani’nin Şerhu’l Akaid’i ders kitabı olarak okutulmaktadır.


Taftazanî, Şerhu’l Makasıd adlı kitabında sadece bilgi bahsine 120 sayfa ayırmıştır. Bilginin tanımlanıp tanımlanamayacağından başlayarak, bilgi kaynaklarından akıl yürütme yoluyla (nazar) elde edilen bilginin, iç ve dış duyu yoluyla elde edilen bilginin, mütevatir haberle elde edilen bilginin, sezgi yoluyla elde edilen bilginin kesinlik derecelerinin olup olmadığı, kesin olmayanların neden kesin olmadığı gibi son derece zor konuları derinliğine incelemiş, bu çalışmasıyla modern çağ rasyonalistleri ve ampiristlerine zemin hazırlamıştır denilebilir. Mantığın ve felsefenin temel ilkelerinin eşliğinde yürütülen analizler, ciddi bir felsefi birikim ve aşırı bir zihinsel yoğunlaşmayı gerektirdiğinden, Ali Tusî, Kadızade-i Rumî, Hocazade ve Bediüzzaman gibi sınırlı alimi hariç tutarsak düşünürün bilgi felsefesi ne Osmanlı uleması ne de günümüz bilim adamlarının fazla ilgisini çekmemiştir, denilebilir.


Taftazanî bilgi bahsinden sonra yine felsefi bir konu olan varlık-yokluk bahsine geçmiş, yaklaşık 80 sayfayı varlık felsefesine tahsis etmiştir. İzleyen bahislerde ise illet-ma’lul ilişkisi, mantığın temel ilkelerinden olan teselsül (zincirleme), araz, zaman, mekan, duyusal algılar, ışık, renk, ses... gibi konuları incelemiştir. Analizinde düşünür çağının ulaştığı bilimsel gelişmenin tüm verilerini kullanmıştır. Daha sonraki bahiste nefis-idrak ilişkisini ele almış, insan ve Allah’ın iradelerini incelemiştir. Aynı şekilde töz (cevher), varlıkların durumları, kimyasal reaksiyonlar ve gezegenlerin durumlarını incelemiştir. Geri kalan sadece üçte birlik bir bölümde ilahiyat konularını incelemiştir.


Taftazani kesinlikle her türlü lafazanlıktan uzak, en ufak akıl ve mantıkdışılığa pirim vermeyen, aşırı ölçüde mantık ve akılcı bir düşünce sistemi geliştirmiştir. Doğal olarak Razi ve Taftazani gibi bilginlerin inşa ettiği bir bilimsel ortamda Uluğbey ve Ali Kuşçu gibi matematikçiler, Hocazade ve Tusi gibi felsefeci ve kelamcılar, Molla Husrev gibi mantıkçı hukuk usulcüleri yetişecektir. Yine böyle bir akılcı ortamda ırkçılığın, akraba kayırmacılığının, din ve mezhep taassubunun, asalet ve soy aristokratlığının yeri olmayacaktır. Devlet yönetimi keyfilik, ideolojik körlük, mezhepsel bağnazlık gibi akıldışı tarzlarla olamazdı. Taftazani, Molla Husrev ve Ali Kuşçu gibi bilginlere son derece itibar gösteren bir yönetim elbette onların önerdiği yönetim ilkelerini de devreye sokmak isteyecektir. Nitekim Osmanlı devlet yönetimi tamamen akılcılığın ve bilimin ilkeleri istikametinde dizayn edilmiştir. Aşağıda bu konudaki gelişmeler yabancı bir araştırmacının yaklaşımı esas alınarak incelenecektir.
 

Huseyni

Müdavim
Yönetimde Akılcılık

Akılcılık ilkelerinin en yoğun ve en kalıcı uygulandığı alanın yönetim alanı olduğu söylenebilir. Osmanlı yönetim tarzı ve yönetici sınıfının yetiştirilmesi ve istihdamının şaşırtıcı bir disiplin, ilkelilik, hi-yerarşi ve verimlilik anlayışı üzerine bina edildiği anlaşılmaktadır. Bunun entellektüel kaynağının bilgi ve varlık felsefesinde Taftazanî-Cürcanî akılcılığı olduğu gibi yönetim ve siyaset felsefesinde de geniş ölçüde Endülüslü düşünür İbn-i Haldun akılcılığı olduğunu söylenebilir. Bilindiği gibi Osmanlı entellektüel dünyasında ilahiyat, doğa bilimleri, mantık ve bilgi felsefesinde Razi ve Taftazanî-Cürcanî akılcılığı esas alınırken, tarih felsefesi, sosyal ve siyasal felsefede İbn-i Haldun akılcılığı esas alınmıştı. Dolayısıyla İbn-i Haldun’un geliştirdiği ilkelerin geniş ölçüde Osmanlı siyasal ve sosyal akılcılığının anlaşılmasında temel referans kaynağımız olabilir. İbn-i Haldun’un ünlü Mukaddime’si siyasal ve sosyal felsefe ilkeleriyle doludur. Burada sadece bir kaç belgenin üzerinde duralım. İbn-i Haldun, ilgili eserinde bir bilgenin zamanının yöneticisine yaptığı ilginç bir vasiyet belgesinden söz eder:


“....Gece gündüz tebaanı (vatandaşını) korumaya çalış... Çünkü yüce Tanrı bir ihsan olmak üzere idareleri senin eline emanet etmekle kullarına karşı şefkatli ve merhametli bulunmak görevini sana yüklemiştir. Adaleti hakim kılmak.... Ve onların kendilerini, aile ocaklarını, şereflerini ve kanlarını korumak ve barınaklarını emniyet içinde bulundurmak ve onları rahat yaşatmak vaciptir (zorunludur). İlim mensuplarına, din ehline ve bilginlerine saygı göster, onları kendine yaklaştır, çünkü insan için en büyük meziyet din ilminde uzman olmak, ilim istemek, ilme teşvik etmektir... Tebaadan kusurlu olanların kusurlarını görmezlikten gel, yalan ve iftiradan dilini muhafaza et, koğuculara yüz verme, onları kendinden uzaklaştır... Salih ve doğru kimseleri sev, hak ve doğru işlerinde eşrafa yardım et, zayıflara arka ol, kardeşlik haklarını yerine getir... Tebaanı adaletle idare et ve adaletli siyasetle onları memnun et... Hazinede topladığın servet ve malları hayrat, takva ve tebaanın durumunu onarmak, yurtlarını imar etmek, işlerini iyice anlayarak ona göre tedbirler almak, kanlarını akıtmaktan korumak ve zayıf ve mazlumlara yardımlarda bulunmak için sarf et. Bil ki servet sarf edilmeden hazinede saklanmakla artmaz; tebaanın yaşayışını ve durumunu onarmak, onların hak ve hukukunu ödemek ve onlardan eziyet ve kötülükleri defetmekle artar, halk düzelme yoluna girer, idare düzgünleşir, zamanlar hoş geçer. Tecrübe, akıl, fikir ve hikmet sahiplerini tut. Zevke düşkün müsrifleri, cimrileri meşveret meclisine sokma, onların sözlerine kulak asma... Haris olur ve tamaha kapılırsan bağışların azalır, bu takdirde idarende ancak cüzî bir düzelme görülür... Bütün tebaana şefkatli ol”. (İbn-i Haldun, c. 1, 1991)


Metinden de anlaşılacağı gibi vasiyet son derece ilginç bir nesnel akılcı siyasi projenin genel ilkelerini içermektedir. Vasiyetnamede toplumsal konsensüs çizgileri birer birer sayılarak yöneticinin veya genel olarak yönetici seçkinlerin toplumla buluşmaları ve kaynaşmaları önerilmektedir. Tüm toplumlar için geçerli olabilecek temel akılcı ilkeler: 1- Vatandaşın bir Tanrı ihsanı olarak kabul edilmesi, 2- Aralarında herhangi bir imtiyazın ve kayırmanın yapılmaması, hepsinin adalet önünde eşit kabul edilmesi, 3- Yönetimin affedici ve şefkatli olması, 4- Bilgiye, tecrübeye önem verilmesi, kamu alanında liyakatin ve dürüstlüğün esas alınması ve her türlü şarlatanlardan, yağcılardan, düşük ahlaklı kimselerden uzak durulması, 5- Toplumun refahının arttırılması için her türlü kamu yatırımlarının ve ekonomi politikalarının belirlenip uygulamaya konulması, özellikle kamu alanında her türlü savurganlıktan uzak durulması ve kaynakların etkin bir şekilde kullanılması...


Bu ilkelerin Osmanlı yöneticilerinde kalıcı bir devlet felsefesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin, ölüm döşeğinde, oğlu Orhan Gazi’ye ünlü vasiyetinde bu büyük akılcı geleneğin ipuçları görülmektedir. Cevdet Paşa’dan izleyelim:

“Her hususta kanunlara uyarak... mühim devlet işlerini ehil ve erbabı ile konuşasın.

“....Yöneticilere makam ve rütbelerine göre ikramda bulunup nimetler veresin, hususiyle İslâm dininin duacıları olan değerli ilim adamlarına hürmet ederek (Hayrunnas men yenfeunnas—insanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır) sırrına mazhar olasın.


“....Benden sonra emirlik makamına geçeceksin. Bu makamın erkan ve levazımatından (ayrılmaz niteliklerinden olan), (Etta’zimü li emrillah veşşefkatü ala halkıllah—Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek ve Allah’ın yaratıklarına şefkatli olmak) mukaddemesi (ilkesi) yolunda gidesin.”


Yine Osman Gazi’nin Orhan Gazi’ye zamanın en önemli bilgin ve ahlakçısı olan Ede Balı’yı dikkate alması ve onun gösterdiği ilkelerden ayrılmamasını tavsiye etmesi aynı geleneğin uzantısı sayılmalıdır:


“Hey oğul! Ede Balı’nın terazisi doğru tartar, dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, O’na karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim bakmaz, baksa da görmez olur. Ede Balı soyumuzun ışığıdır.” şeklindeki somut vasiyeti de Osmanlı yönetiminin sahip bulunduğu akılcı geleneğin en dikkat çekici belgesi sayılabilir.


İbn-i Haldun’un siyasal akılcılığını biraz daha çağa uydurarak, hemen tüm Osmanlı uleması tekrarlamıştır. Bunlardan burada sadece 16.yy bilginlerinde İdris-i Bitlisî’nin (öl. 1520) siyasal felsefi ilkelerini zikredelim.


Bitlisi’ye göre yönetici için olmazsa olmaz bazı akılcı yönetim ilkeleri vardır. Başarıyı ve huzuru arzu eden yöneticinin bu ilkeler istikametinde davranması gerekir. Bunlardan bazıları şunlardır:


1- Sultan daima uyanık ve sezen bir gözle bakmalıdır,

2- Sultan Allah’ın gölgesi, vatandaşlar Allah’ın aile bireyleridir (eyâli). Allah sultanı yöneticilikle yüce kıldığından, ona lâzım olan Tanrı’nın eyâlini gözetme, onları mutlu kılma, Tanrı’nın emirlerine uyma, kullarına şefkat etme, sevgi ve lütuf göstermedir.

3- Yönetici adâletli ve insaflı olmalıdır. Bunları yaparsa, halkın gönül çiftliğine muhabbet tanelerini ekmiş olur. Zulüm ve sitem tohumlarını ekerse, din ve dünyanın mahvolmasına zemin hazırlamış olur.

4- Halka, eşit şekilde davranmalı, kendine layık gördüğünü, onlara da lâyık görmelidir. Böyle yaparsa halk da yöneticiye, yönetiminin devâmı için duâ eder ve onu severler.

5- Halkını korumalıdır. Bu konuda aşağıdaki hususlara dikkat etmelidir.

a- Halktan gücü nispetinde vergi almalıdır. Halkı ödeyemeyeceği oranda vergiye zorlayarak ezmemelidir. Halk ezilirse devlet çöker ve düşman kuvvetlenir. Halk meyve veren ağaç gibidir, ne kadar bakılırsa mahsulü o nispette bol olur.

b- Doğal afetlerde onlara yardım etmelidir.

c- Halkın ırzına ve namûsuna zulüm yapılmamalıdır. Halka yapılan zulüm, mala yapılandan daha şiddetlidir. Mala yapılana sabır göstermek mümkündür, ancak nefis ve ırza yapılan zulme tahammül olunamaz.

d- Devlet bürokrasisinin de halka zulmü engellenmelidir.

e- Halktan vergiler, ürünlerin olduğu zaman ve elleri bol iken istenmelidir.

6- Memleketin imârı için çalışmalıdır. Halkın arazileri sürekli üretime açık tutulmalı, onların gücü yetmediği yatırımlar kamu hazinesinden yapılmalıdır. Hiç bir hazine, ekilip biçilen topraktan daha zengin değildir. Ticaret erbâbına rahat gidip gelmesi ve memlekete paranın akması için, kara ve deniz yollarının bakımı ve emniyeti sağlanmalıdır. Tüccarlara konacak vergiler ve narhın(mallarının fiyatı) adilce konmalıdır.

7- Zaman zaman nefsini eğlendirmesini bilmeli, zevkinden ve istirahatinden, ölçüler içinde geri kalmamalıdır.

8- Yöneticinin halkın ve askerin ihtiyaçlarını kendisine arz edecek bir danışma meclisi ve yönetimin icraatlarını yürütecek bir divanının olması lazımdır. Böylece herkes, şikayetlerini ona getirebilsin. Ayrıca yönetici haftada iki gün halkın şikayetlerini bizzat kendisi dinlemeli ki, devlet görevlilerinden şikayeti olanlar doğrudan yöneticiye gelebilsinler. Böylece, yöneticiyle halk arasındaki perde kalkmış olur.

9- Yönetici vatandaşını korku ile ümit arasında tutmalıdır. Ceza vermede acele etmemelidir. Bu nefrete sebep olur, merhamet ve fazilet yolu, daha az hatalıdır.

10- Yönetici va’dine vefâ göstermeli, bütün dost ve düşmanlarına karşı verdiği sözde durmalıdır. Yalan ve iftirâdan sakınmalıdır. Yalan ile icraatını yürütmeye çalışırsa, halkın gözünden düşer.

11- Yönetici önemli işlerinde doğru görüş sahipleri ile müşavere etmelidir. Eğer, kendi reyi ile yürür ise çok zarar görür. Tek fikir hatadan emin olamaz. (Zik-reden Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-Na-meleri, Erciyes Ün. Yay., 1992, s. 140 vd.)


Görüleceği gibi siyaset teorisyenleri yönetim ilkelerini geliştirirken son derece akılcı ve rasyonel ilkelerden hareket etmişlerdir. Tüm vurgu, yöneticilerin keyfi davranmamaları, kaba içgüdülerinin esiri olmamaları, bürokratik teşkilatı oluştururken her türlü kayırmacılıktan uzak durarak liyakat ve dürüstlüğü esas almaları, politikaları belirlerken bilgi ve tecrübeye önem vermeleri gibi ilkelerde odaklanmaktadır. Ancak önemli olan bu tip ilkeleri ortaya koymak veya yöneticilere önermek değildir, önemli olan yöneticilerin bu ilkeleri dikkate alması ve uygulamaya koymasıdır. Osmanlı yönetimi bu ilkeleri hangi düzeyde uygulamaya koyabilmiştir? Bunun incelenmesi gerekir.


Bir Batılı araştırmacının da ısrarla vurguladığı gibi Müslüman siyaset teorisyenlerinin geliştirdikleri akılcı yönetim ilkelerini pratik hayatta en geniş anlamda yürürlüğe koyan ve uzun asırlar yürürlükte tutan Osmanlılar olmuştur. Osmanlı Devleti’nin incelenen dönemde uyguladığı yönetici kadroların temini, yetiştirilmesi ve istihdamı politikaları gerçekten tam bir akılcılık örneğidir.
 

Huseyni

Müdavim
Yönetici Kadroların Temini ve Yetiştirilmesi

Osmanlı Devleti, özellikle Fatih’ten sonra, devlet yönetiminde etnik yapıdan ziyade, liyakat ve dürüstlüğe önem vermiştir. Akraba kayırmacılığının, asalet ve imtiyaz hastalığının yönetimi felç etme niteliğini derinden kavrayan Osmanlılar, bilginlerin önerdiği ilkeler doğrultusunda devlet yönetimini bizzat kendisinin temin ederek yetiştirdiği profesyonel kadrolarla yürütme yoluna gitmiştir. İnsan sarraflarından oluşan bir kadro ile Balkanlar, Kafkaslar ve Anadolu’nun en asil, en sağlıklı, en yakışıklı, en zeki ve en güçlü çocuklarını toplayarak belli başlı saraylarda devletin yönetici sınıfını bizzat kendisi üretmiştir. Bugünkü anlayışla değerlendirildiğinde insan haklarına sığmayan bazı noktaları olabileceği savunulsa da o günkü şartlar içinde mümkün alternatiflerin en verimli ve en etkinini benimseyerek yönetimde akılcılığı müesseseleştirmiştir. Kendi tarihimizi objektif kriterlerle değerlendirmemiz zor olacağından, sözü Batılı bir araştırmacı olan Lybyer’e bırakalım ve onun bu konudaki görüşlerini özetleyelim:


Osmanlılarda yönetim kurumu, en geniş anlamıyla öğrencilerin ömür boyu devam ettikleri bir okuldu. Sürekli ve özenli bir yönlendirme ve disiplin altındaki bu kişiler, ömürleri boyunca bir aşamadan ötekine ilerler, liyakatlerine uygun olarak terfi, rütbe ve ihsanlarla sistematik biçimde ödüllendirilir, kuralları çiğnedikleri zaman şiddetle cezalandırılırlardı. Ödüller ve cezalar da rütbeden rütbeye artar, sonunda bu ödüller İslami hayat biçiminin sunabileceği her şeyi kapsar, cezalar ise hayatın kendisini yok etme tehlikesini taşırdı. Sistem, özellikle bir savaş ve yönetim okulu olmanın getirdiği sınırlılık içinde, öğrencilerinin bütün özelliklerini geliştirirdi. En yeteneklilerin beyinleri nasıl eğitiliyorsa, hepsinin bedeni de öyle özenle eğitilirdi. Her ne kadar öğrencilerin tümüne, Müslüman hayat tarzı dahil olmak üzere belli bir zihinsel eğitim veriliyor idiyse de, içlerinde en yetenekli olanlara Doğu dilleri, ahlak ve teolojiyi de içeren İslam ve Osmanlı hukuku konularında çok ağır ders-ler verilirdi. Böylece, hem beden, hem beyin, hem dinsel inanç, sistematik olarak ve ömür boyunca geliştirilirdi.


Plato, Osmanlı yönetici kadrolarının eğitim sistemini çok beğenirdi herhalde. Her ne kadar bu ailenin soylulardan oluşmamasına ruhu isyan etse de, ömür boyu süren eğitimi, gövde ile kafanın eşit olarak eğitilmesini, asker ve yönetici ayrımını, aile bağlarından görece sıyrılışı, sistemin bireyi denetlemesini ve her şeyden çok da, akıllıların yönetime gelmesini yürekten onaylardı. Osmanlı sistemini kuranların Plato’dan haberleri var mıydı bilinmez, ama onun planına uygulanabilir bir şema içinde olabildiğince yaklaştıkları kesindi. Hatta bazı pratik bakımlardan, Plato’nun tasarısını geliştirmiş de sayılırlardı. Babadan oğula devir yönteminin doğuracağı belirsiz sonuçları önlemekle, kişisel yönetim erki getirmekle, güçler dengesi sayesinde sürekliliği sağlamakla ve sistemlerini geniş bir imparatorluğu yönetecek yetkinliğe ulaştırmakla, Plato’yu geride bırakmışlardı


Düşünür Osmanlı yönetim kadrolarının eğitilmesi ve istihdamının modern demokrasiler de dahil tüm Doğulu ve Batılı yönetim tarzlarından daha etkin ve daha akılcı olduğunu vurgular. İzlemeye devam edelim:


Osmanlı eğitim sistemi, bu açıdan bakıldığında, eğitim görenlerin tüm yaşamlarıyla bağlantılı olması yönünden Batı öğrenim kurumlarının hepsinden daha kapsamlıydı. Batı ordularındaki subaylar da hem beden hem beyin yönünden eğitim görürler ve ömür boyu sürecek bir sistem içinde organize edilirler, ama onlar teoloji (dini eğitim) öğrenimi görmezler ve ülkeyi yönetmezlerdi. Amerika’daki büyük demiryolu ve imalat şirketleri, ömür boyu sürmesi, meziyetin ödüllendirilmesi, en alt kademeden en üst kademeye yükselme imkanı açısından Osmanlı sistemine benzeyen eğitim ve yetiştirme programları uygularlar. Ama en yetenekli elemanlarına bile verdikleri düşünsel eğitim, Osmanlı sisteminde en yetenekli olanlara verilen genel kültüre ve belirli uzmanlık dallarındaki kültüre hiç benzemeyen, sadece teknik çerçevede kalan bir eğitimdir. Düşünsel eğitimin kapsamı ve karakteri açısından Osmanlı eğitim programından çok ilerde oldukları halde, Batı üniversiteleri ve eğïtim sistemleri de Osmanlı eğitimindekiyle karşılaştırılabilecek sistematik bir beden eğitimi uygulamazlar. Üstelik, öğrencilerinin hayatı üzerindeki kontrolleri, erken çağda sona erer.


Düşünürün de tespit ettiği gibi Osmanlı yönetim kadrolarının yetiştirilmesinde liyakatin değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesi temel ilkeydi. Katı bir cezalandırma ve pusturma yöntemi değil, ılımlı bir ceza sistemi yanında, aşırıya varan bir ödüllendirme sistemi esastı.


Düşünürün vurguladığı gibi Osmanlı yönetici sınıfının eğitilmesinde ödül cezadan daha etkiliydi. Gerçekten bu okulda eşi görülmedik ödüller kazanma imkanı vardı ve bu ödüller, her öğrencinin sahip olma isteğini uyandıracak, bunu başarmak için de elinden geldiğince çalışmasına yol açacak bir ustalık derecelendirmesiyle dağıtılırdı.


Dar anlamıyla eğitim sistemini kapsayan geniş programın ilk evrelerinde, yeni gelenlerin eskilere ayak uydurması işlemi yer alırdı. Sultanın sarayı için getirilenlerin tümü (kaçırılma, satın alınma, esir alınma veya armağan edilme yoluyla gelen yılda üç veya dört bin köle ile on, on iki bin kişiyi bulan devşirmeler) subayların karşısına çıkarılır, künyeleri kaydedilir ve iki sınıfa ayrılırlardı. Beden yapısı, kas gücü ve uzun uzadıya sınamaya gerek kalmadan görünürdeki zihinsel yeteneği yönünden belirli ölçütlere uyanlar, üstün eğitim düzeyinde ve özellikle zihinsel planda öğrenim görmek üzere ayrılırlardı. Bunların sayısı onda bir oranı dolayındaydı. Geri kalanlar ise, fiziksel ağırlıklı bir eğitim görürlerdi. Birinciler genellikle İçoğlanı ve Saray Sipahisi olurlar, bunların içinden de en yeteneklileri ordu ve hükümette üst görevlere getirilirlerdi. Ötekiler ise Acemioğlanı ve Yeniçeri olurlar, ama bunların en yeteneklileri de Saray Sipahilerine, hatta paşalığa ve üst rütbe subaylığa kadar yükselirlerdi. Bu nedenle, yüksek öğrenim için seçilmemiş olmak, alt kademelerde kalmayı kesinleştiren bir olgu değildi. Hangi görevde olunursa olunsun, yararlılık göz önünde tutulur ve yükselmeye yol ve-rilirdi. Kuşkusuz genç bir adam için yüksek öğrenime seçilmek, büyük avantajdı, çünkü çok daha özenli yetiştirilir, gerek kuramsal gerek pratik düzeyde çok daha kapsamlı bilgi edinir ve yüksek görevlilerle, hatta bizzat sultanla yakınlaşmak fırsatını bulabilirdi.


Yüksek öğrenim için ayrılanların bir bölümü, başkent dışındaki valilerin evlerine gönderilir ve başkentteki yüksek kademe görevlilerin yanına verilirdi. Bunlar, sultanın yanında kalsalar nasıl yetiştirilecekler ise, gittikleri yerlerde de aynı eğitimi görürlerdi. Toplanan delikanlıların en seçkinleri, yılda ancak iki yüz kişi kadar olur veya tüm devşirmeler toplamı içinde bin iki yüz, bin beş yüz dolayında bulunurdu. Bunlar sultanın üç sarayına İçoğlanı olarak verilirdi. Edirne sarayında üç veya dört yüz İçoğlanı bulunur. Galata’daki sarayda da bir o kadar İçoğlanı yaşardı. İstanbul’daki esas sarayda ise beş ila sekiz yüz İçoğlanı olurdu. Bunların hepsi yakışıklı, güçlü kuvvetli ve zeki delikanlılardı. Enderunun uluslararası karakterini çok iyi belirten Venedikli bir yazar, saraydaki İçoğlanları arasında Bulgar, Macar, Transilvanyalı, Leh, Bohemyalı Cermen, İtalyan, İspanyol, bir kaç Fransız, pek çok Arnavut, Slav, Rum, Çerkez ve Rus delikanlısı olduğunu belirtir.


Osmanlı yönetim sisteminde tüm meka-nizmaların kaliteli insan unsuru yetiştirme amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bunu, bizzat sultan dahil üst düzey bürok-ratların devşirilen gençlerle yakından ilgi-lenmesinden anlıyoruz. Balkan, Kafkaslar ve Anadolu’nun en değerli serveti sayılan gençlerini çok sıkı sınamalardan sonra belirleyip merkeze taşımak ve onları akıl almaz ödüllerle ödüllendirmek üzere yetiştirmek Türklerin tarihte başardığı en önemli projelerden biri olarak değerlendirilmelidir. İnsana değer vermek ve onun mesleki, psikolojik, ahlaki, duygusal ve dini açıdan gelişmesini sağlamak üzere tüm kaynakları seferber etmek akılcı davranışın en açık örneği olmalıdır. Sultan-lar saraya getirilen gençlerle teker teker ilgilenmekte onları bir ata şefkatiyle sarmalamaktaydılar. Mesela Kanuni, üstün nitelikli bir genç olan Menavino ile yakından ilgilenmiş, onun gönlüne girmeyi başarmıştır.


Osmanlıların İçoğlanlarına ve tüm devşirilen delikanlılara karşı genel tutumu, gerçekten çarpıcıydı. Bunu bir Batılı gözlemciden dinleyelim:


“Türkler, olağanüstü bir insan bulduklarında, değerli bir nesne edinmişçesine coşku duyarlar ve o kişi, özellikle de savaşa yatkın biriyse, onu yetiştirmek için hiç bir emekten kaçınmazlar. Bizim planımız ise çok farklıdır. Çünkü bizler iyi bir köpek, şahin ya da at bulduğumuz zaman çok seviniriz ve onu türünün en mükemmeli durumuna getirmek için elimizden geleni yaparız. Ama bir insanda olağanüstü nitelikler varsa, onu geliştirmek için kendimizi zahmete sokmayız. Onu eğitmenin bize düşen bir iş olduğunu düşünmeyiz. İyi yetiştirilmiş attan, köpekten ve şahinden zevk alır, hizmetlerinden yararlanırız. Oysa Türkler, insan nasıl öteki hayvanlardan daha hayranlık uyandırıcı ve mükemmel ise, iyi yetiştirilmiş insandan o oranda bü-yük zevk alırlar”. (Zikreden: Lybyer, s. 76)


Yukarıdaki satırlar Türk akılcılığının en çarpıcı ifadesi olarak değerlendirilebilir. Ama anlaşılan akılcılığımız da sosyo-ekonomik gelişmemiz gibi konjonktürel bir yönelime sahip. Belki de akılcılığımızın ortaya çıktığı ve derinleştiği çağlarda sosyo-ekonomik gelişmemiz de sağlıklı bir yörüngeye oturuyor, yepyeni uygarlıkların kurulması mümkün oluyor, akılcılığımızın ortadan kalkmasıyla da her türlü gelişme tersine dönüyor.
Akılcılığı dilimizden düşürmediğimiz günümüz Türkiye’sinde sadece tek bir alanda akılcılığın gereği şu olabilirdi: geçmişimizden ilham alarak kaliteli insan unsuru yetiştirmek üzere mesela bir “Süper Üniversite” kurabilir ve çok sıkı bir sınav maratonundan sonra Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika’nın en zeki, en sağlıklı ve en kültürlü gençlerini çok yüksek burslarla o üniversitede okutup yetiştirebilir ve bunları hem kendimizin hem de bölgemizin sosyo-ekonomik gelişmesinde istihdam edebilirdik.


Ancak bunu günümüz şartlarında hayal etmenin bile ne kadar komik bir şey olduğunu hissetmiyor değilim. Çünkü biz bırakın başkalarının zeka tarlalarını, bizzat kendi zekalarımızı bile son derece sudan bahanelerle her gün biçmekte, savurmakta, başka ülkelere çekip gitmesi için adeta zorlamaktayız. Sanırım günümüzde en fazla muhtaç olduğumuz şey akılcılık olmalıdır.
 

Huseyni

Müdavim
Yüz Elli Yılda Değişmeden Devam Eden Bir Sistem

Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de Osmanlı yönetim sisteminde genellikle sık sık yaşadığımız gibi “Ali yazar Veli bozar” ilkelliğinin değil, tersine istikrarın, geleneğe bağlılığın, müesseseleşmenin ve akılcılık üzerinde ısrarın geçerli kılınmasıdır. Gerçekten yukarıda ana hatları verilen yönetim tarzı çok sağlıklı şekilde yüz elli yıl, belli özelliklerini taşır şekilde ise yüzlerce yıl ayakta kalabilmiştir.


Sistemdeki bu derinlik ve yapısallaşmayı çok sayıda araştırmacı vurguladığı gibi doğrudan doğruya Enderundan yetişmiş kişiler de vurgular. Bunlardan biri Menavino’dur. Bu kişi bizzat kendi öyküsünü anlatır. Ricaut ise sultanın hizmetinde on dokuz yıl kalan ve büyük mevkilere gelen bir Lehden öğrendiklerini aktarır. Bu belgelerin yazılış tarihleri arasında yüz elli yıllık fark olmasına karşın anlatılan temel özellik aynıdır. Menavino, Silah ve süvarilik eğitimlerine değinmez, ama kaçtığı zaman, gözü pek olmasa da oldukça iyi yetişmiş bir binici olduğunu ortaya koyar. Menavino’dan yirmi yıl kadar sonra, Postel bu eğitimi daha ayrıntılı olarak yazar. Postel’in bu bilgileri, bir yerde yetkili kaynak olarak tanımladığı Cabazolles adındaki Fransız İçoğlanından almış olması muhtemeldir. (Lybyer, s. 78)


İçoğlanlarına savaş sanatı öğretilir, atıcılık ve binicilïk dersleri verilirdi. Kanuni, İçoğlanlarının binicilikteki gelişmelerini izlemekten özel zevk duyar, beğendiği bir İçoğlanını yanına çağırtır, onunla konuşur ve armağanlar verirdi. Ayrıca, eski bir Doğu geleneği uyarınca her İçoğlanına bir zenaat da öğretilirdi. Bunun amacı da, hiç kuşkusuz gerektiği zaman bu yoldan geçimini sağlayabilmesiydi.


Menavino, seksen ila yüz gencin yetiştirildiği Yeni Odadaki öğrenim sistemini anlatır. “Çocuk o okulda beş altı gün kaldıktan sonra, alfabe öğretilmeye başlanır. Okulda dört öğretmen vardır. Bunlardan biri eğitimin ilk yılında çocuklara okuma öğretir. Bir başkası Arapça Kur’an öğretir ve tefsirler yapar. Üçüncü öğretmen, Farsça kitaplar okutur. Öğrencilerin bir kısmı biraz Farsça yazı öğrenirler, ama öğretmenler yazma öğretmeyi pek istemez. Dördüncü öğretmen ise, edebi değeri olan ve olmayan çeşitli Arapça kitaplar okutur”. Başlangıçtan itibaren, çalışma karşılığı ödeme yapılması gibi ödüllendirmelerin bulunması ilginçtir. Menavino şöyle sürdürür: “Bu çocuklara, ilk yıl günde iki, ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akça harçlık verilir ve bu harçlık her yıl artar. Yılda iki kez kırmızı bağ, yaz için de beyaz giysi verilir.” Postel, çocukların Arapça ve Türkçe yazı ile hukuk öğrendiklerini belirtir. Ricaut da, temel öğretim amacının, hukuk ve başta Kur’an olmak üzere din kitaplarını incelemek için okuma yazma öğretmek olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Arapça’nın hukukçuların yazılarını okumak ve din bilgisi edinmek için, Farsça öğretilir.


Yirmi beş yaşına basan her İçoğlanı okuldan çıkarılırdı. İç Odadan geçenler derhal Müteferrikada görev alır veya valiliklere atanırlardı. Gençlerin çoğunluğu Saray Sipahisi olurdu. Okuldan ayrılanlar için bir veda töreni düzenlenirdi. Sultan hepsiyle tek tek görüşür, ne yapacaklarını söyler ve yeni görevinde gereği gibi davranmasını öğütler ve onları yüreklendirirdi. Her birine işlemeli bir kaftan hediye eder ve kendi cins atlarından bir at verirdi.


Liyakati Esas Alan Sistem

Akılcılığın başta gelen ilkelerinden biri de her konuda liyakatin esas alınmasıdır. Bu konu devlet yönetiminin belli bir alanı ise daha da hayati olur. Akılcılık, herhangi bir din, ırk, kabile, parti, ekol veya mezhebin üyesi olduğu için değil, o işe liyakati olduğu için insanların istihdam edilmesini gerektirir. İnsan istihdamı konusunda zamanımızda yaşanan akıldışılıklar ister istemez insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hatta tüm tarihimiz de mi böyleydi diye genel olarak tarihi hakkında da antipati beslemesine neden oluyor. İnsan ister istemez, Türk-İslam tarihinin tüm dönemlerinde de personel istihdamında hep ideolojik bağnazlık, yakın veya parti kayırmacılığı, yağcılık ve dalkavukluk gibi akıldışı faktörler mi belirleyici olmuştur acaba, diye sormadan edemiyor. Ancak tarihimizin en iyi bilinen dönemlerinden 15-17.yy’ları arasında hiç olmazsa insan istihdamı konusunda ileri düzeyde bir akılcılığın uygulandığını bilmemiz insanı gerçekten rahatlatan ve sevindiren bir gelişme. Bir Batılı yazar bu konuda bize ayrıntılı bilgi verir. Yine ondan özetleyerek izleyelim:


Osmanlı yönetim sistemi başından sonuna kadar, liyakati ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü özlemi doyuracak biçimde düzenlenmişti. Devlet yönetimi için saraylarda özel olarak yetiştirilen gençleri biri manevi, diğeri maddi olmak üzere iki paralel ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma Enderunda bir sınıftan ötekine yükseltmek ve en yetenekli ve uygun şartlarda olanların sultanın kişisel hizmetinden Has Odaya terfi ettirilmesiyle gerçekleşirdi. Bu oda kademesine gelenler, on iki yönetim görevinden birine veya daha yüksek görevlere terfi ettirilirdi. Acemioğlanlar sürekli gözetim altında tutularak ve sınanarak, bu işlem yürütülür, gençler aşama aşama yükseltilir ve mevkileri yükseldikçe onlara daha fazla sorumluluk verilirdi. Parasal ödüllendirme ise, İçoğlanlarının Enderuna girdiği anda başlardı. O dönemde verilen para, kalifiye olmayan bir işçinin gündeliği kadardı. Bu para her yıl arttırılır ve Has Oda kademesine gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. Birinci aşamada, Acemioğlanların ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. O aşamadan sonra, yavaş yavaş artardı. Hepsinin yiyeceği, yatacağı, giyeceklerinin bir kısmı karşılanır ve başarı ve liyakatine göre içlerinden özel ihsanlar alanlar da olurdu.


Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En düşük rütbedeki Yeniçeri, yükselmeyi umut edebilir, ya kendi birliğindeki hiyerarşik düzen içinde terfi eder ya da süvari olmak veya faal yönetici olmak üzere birliğinden alınarak yükseltilirdi. Enderundan geçmiş İçoğlanları, büyük ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi. Gerçekten de, sadrazam hemen hemen sultanın tüm gücüne sahipti. Sık ve çetin savaşlar, pek seyrek olmayan aziller ve idamlar yüzünden verilen kayıplar, alt kademelerdekilere yükselme fırsatı verirdi. Fetihler de sürekli olarak yeni görevler ve kumandanlıklar icad edilmesine neden oluyordu. Deyim yerindeyse, Yönetim kurumunun tümü, sürekli kaynama durumundaydı. Bu kaynamanın içinde insan zerreleri hızla en tepeye yükseliyordu.


Yükselme, kesinlikle raslantısal veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi. Arada bir bu düzenin bozulduğu, göze girmenin yükselmede rol oynadığı olurdu, ama bu olay, Kanuni’nin padişahlığı sona erinceye kadar çok ender görülen bir olaydı. Kimi zaman da, savaşta çok fazla kayıp verildiği için geçici bir kargaşa görülür, ama çok geçmeden düzen yeniden kurulurdu. Tarihin hiçbir döneminde, Osmanlı Yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasal kurum olmadığına inanmak gerekir. Atina demokrasisi, benzersiz bir ortalama zeka ve akıl düzeyi tutturmuştu, ama bu demokrasi yönetiminde olağanüstü zeka, olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür demokrasiler de, yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Bu sistemler bütünü itibariyle Osmanlı sisteminden üstündür, çünkü kapsamlıdır ve bireysel özgürlük vardır; ama salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa, Osmanlı Yönetim kurumu, Atina demokrasisiyle de, bugünkü demokrasilerle de yarışabilecek durumdadır. (Lybyer, 1987, s. 84)


Kanuni dönemini anlatan bir Batılı yazar tüm yöneticilerin tamamen kendi liyakatlerine dayalı olarak yükseldiklerini, bu yükselmede en ufak bir kayırmanın söz konusu olmadığını vurgular. Kanuni’yle görüşen Busbecq, tespit ettiği izlenimlerini şöyle anlatır: “Oradaki büyük kalabalık içinde, mevkiini kişisel değer ve liyakatinden başka bir şeye borçlu olan kimse yoktu. Türkler, insanlara kalıtımsal ayrıcalık tanımazlar, bu ayrıcalıklar kişilerin kamu hizmetindeki yararlılık ve değerleriyle belirlenir. Kimse yükselmek için başkala-rıyla mücadele etmez. Herkesin yeri, yaptığı işlerle saptanır. Sultan birini göreve atarken, servetine veya mevkiine bakmadığı gibi, başkalarının önerilerine veya kişilerin ünlü veya ünsüz olmasına da bakmaz. Herkesi kendi liyakatine göre değerlendirir, karakterini, yeteneğini, davranışlarını ve eğilimlerini sınayarak karar verir. Yüksek kademedeki görevlerin sadece yetenekli kişilere verilmesini sağlayan bu sistemde, insanlar liyakatleri oranında yükselirler. Türkiye’deki herkes, soyluluğunu ve mevkiini kendisi elde eder. Sonucu kendi elinde olan bu durumu isterse yükseltebilir, başaramazsa fırsatları tüketir. Sultandan en yüksek görevleri alanların çocuğu, çobanların veya sığırtmaçların oğullarıdır ve babalarından utanmak şöyle dursun, soylu bir ailenin çocuğu olmaya hiçbir şey borçlu olmadıkları için bu durumlarıyla övünürler. Kişilerdeki üstün niteliklerin anadan doğma ya da kalıtımsal olduğuna inanmazlar, bu nitelik ve üstünlüklerin babadan oğula aktarılabileceğini düşünmezler, bunların biraz tanrı vergisi, büyük ölçüde de iyi yetişme, çok çalışma ve çaba sonucunda gerçekleştiğine inanırlar. Üstün nitelik ve mevkilerin, müzik, matematik ve benzeri yetenekler gibi babadan oğula veya varise geçmeyeceğini, akıl ve zekanın babadan kaynaklanmadığını, bu nedenle de oğulun ille de babasının karakterinde olması gerekmediğini, akıl ve zekanın Tanrı vergisi olup doğrudan o kişiye bahşedildiğini ileri sürerler. Bu yüzden Türklerde, onur payeleri, rütbeler, yüksek mevkiler, yetenek ve hizmetin karşılığında verilenler birer ödüldür. Kişi dürüst değilse, tembelse dikkatsiz ve özensiz ise, merdivenin en alt basamağında kalır, çünkü Türkiye’de bu nitelikler onurlandırılmaz!


“İşte bu yüzden Türkler bütün girişimlerinde başarılıdırlar, başkalarını egemenlikleri altına alırlar ve imparatorluklarının sınırlarını günden güne genişletirler. Bizler bu görüşte değiliz, bizde liyakate yer yoktur, her şeyin standardını kişinin doğduğu şartlar belirler. Kamu hizmetinde yükselme-nin tek yolu, soylu doğmaktan geçer.” (Ge-niş bilgi için bkz: Lybyer, 1987, s. 86, 87)


Sonuç olarak; Osmanlı toplumu gibi büyük işleri başarmamız ve yepyeni bir uygarlık var edebilmemiz için yeniden ve pazarlıksız olarak akılcılığa dönmek zorundayız. Doğal içgüdülerimizin, ideolojik saplantılarımızın, hazcılığımızın, çıkarcılığımızın, bencilliğimizin, ırkçılığımızın, başkalarını gereksiz kendimizi üstün görme hastalığımızın, ideolojik saplantı ve ideolojik körlüğümüzün üstesinden gelerek o duyguları bastırmalı, bunların yerine akli ve ahlaki ilkeleri ikame etmeliyiz. Liyakate değer vermeyi, bilim adamına saygı duyup onun önerileri doğrultusunda hayatı dizayn etmeyi, yardımseverlik, sevgi ve beraber yaşama uzlaşmacılığını, taviz verebilme erdemliliğini bir ahlaki ve akli ilke olarak derinleştirme zorundayız. Aksi takdirde doğa yasalarına muhalefetten yok olup gitmekten kendimizi kurtaramayız.


KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye
 
Üst