Ehli sunnet, imam Cafer Sadik r.a. ictihadi ile ayri. Neden?

Lieclillah

Active member
Esselamu aleykum Ve rahmetullahi ve berekatuh ebeden daimen insa ALLAH.

Imam Cafer Sadik (r.a.) ehlibeyt olmasina ragmen ve imam Ebu Hanife'ninde hocasi olmasina ragmen neden ehli sunnet, imam Cafer Sadikin ictihadi ile ayrilmis durumda? Merakimiz muhabbetimizdir.
Kadiri naksi silsilesindede adi gecmesine ragmen ehli sunnet ayri bu mezhebden. Neden?

Simdiden mutesekkiriz ilgi ve alakanizdan oturu. Maddi manevi afiyet, dunya ukba saadet duasiyla...
 

kasif1

Well-known member
Madem bu ehli beyt ve 12 imam bu anlattığınız kadar takvalı ve Allah dostu kimselerse biz ehli sünnet olarak 6. imam cafer sadıkın öğretileri ve fıkıhı dururken Ebu Hanifenin mezhebini neden taklit ediyoruz?


Bugün, gerek inançları, gerekse yaşayışlarındaki pek çok farklı hareketlerinden dolayı Ehl-i Sünnetin dışında bir fırka olarak Şiîler; Gâliye, Zeydiye ve İmamiye gibi birkaç sınıfa ayrılsalar da, günümüzde Şiî denince, umumiyetle İmâmiye anlaşılmaktadır.
Bunlar, Peygamberimizin (a.s.m.) dâr-ı bekaya irtihalinden sonra Hz. Ali (r.a.) ve sırasıyla iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri, Resulullahın tayini ve vasiyeti ile meşru imam (halife) kabul eder ve böylece on iki İmama inanmayı imânî bir rükün olarak görürler. İşte bu fırka, imam olarak sadece on iki İmamı kabul ettiklerinden dolayı “İsnâ Aşeriyye (onikiciler)”, imamlara inanmayı îmânın şartlarından birisi olarak kabul ettiklerinden dolayı da “İmâmiye” denmektedir. Hem itikat, hem de ibadet ve muamelâtta İmam Cafer Sâdık’ın görüşlerine dayandıkları için “Caferiyye” adı verilmektedir.
Başta Şah İsmail olmak üzere pek çok kimselerin siyasî maksatlarına âlet edilerek renkten renge giren İmâmiye fırkası, zamanla itikat bakımından Mûtezile ve Müşebbihe gibi bâtıl mezhepleri de benimsemişlerdir. Esasen İmamiye, on ikinci imam olarak kabul edilen Muhammed el-Mehdî’nin gizlendiği inancından sonra bir mezhep ve sistem olarak tesis edilmiştir. Bu zamandan sonra da, İmamiyenin görüşü bütün olarak ortaya çıkmış, daha sonra tayin edilen imamların ve takip edilecek durum hakkında da esaslar kesinlik kazanmıştır.Şiîler, imametin, yani halifeliğin, Ehl-i Sünnetin kabul ettiği gibi, Müslümanların istek ve seçimine bırakılabilecek “küçük” işlerden olmadığı görüşündedirler. Onlara göre zaten imamet, dinin aslında bulunan bir rükündür ve îman esasları arasında yer alır. Bundan dolayı bir Şiiler nasıl Allah’a, peygamberlere ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, aynı şekilde imamın mevcudiyetine de inanmak zorundadırlar.Bu inanca göre, imamlar aynen peygamberler gibi mâsumdurlar; ne küçük, ne büyük hiçbir günah işlemezler, zulmetmezler; onları tanımayan kimse küfre girer. Hattâ, “Onların emirleri Allah’ın emirleridir; nehiyleri de Onun nehyidir. Onlara itaat, Allah’a itaattir, onlara isyan Allah’a isyandır.”
Şiîler mutlak imam olarak on iki imamı kabul ederler. Son imam, yâni “Mehdi-i Muntazır, Beklenen Mehdî”nin gizlenmesinden sonra, o tekrar dönünceye kadar onun vazifesini görecek “müçtehidler” de aynı şekilde imamın bütün selahiyetlerine sahip birer vekil hükmündedir.Bugün İmamiyeliği resmî bir mezhep olarak kabul eden İran, dinî selâhiyetleri haiz imamlık vazifesini de “Âyetullahi’l-Uzmâ”ya vermiştir. Bunun için bu “imam”a mutlak sûrette itaat gerekmektedir. Ona karşı gelmek Allah’a ve Peygambere karşı gelmek gibidir. “İran’ın resmî dini İslâm ve İsnâ Aşerî Câferî mezhebidir. Ve bu madde ebediyyen değiştirilmez” şeklinde yer alan İran Anayasasında “On iki İmama” inanma mühim bir esas olarak kabul edilmektedir.1
Şiiler tarafından bu şekilde görülen imamet meselesi, Ehl-i Sünnete göre, kesinlikle dinin usulü arasında yer almaz. İmam, yani halife, Müslümanların meşvereti ve seçimi ile işbaşına gelir. Din ve dünya işlerinde belli vasıfları taşıyan herhangi bir şahıs Müslümanların idaresini üstlenebilir. Hiçbir şekilde mâsum ve günahsız olamaz.Ehl-i Sünnetin On iki İmama bakışına gelince; Peygamberimizin mübarek neslinden gelen Hz. Ali’nin dışındaki onbir imam fazilet, takva ve mânevî mertebe olarak büyük veli ve kutubtur.Bediüzzaman, “ümmetimin âlimleri Beni İsrâil peygamberleri” gibidir hadisinin sırrına mazhar olan zatları sayarken, oniki imamı da zikrederek şöyle demektedir:
“Salâvatlarla Âl-i İbrahim Aleyhisselâma mukabil Âl-i Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmın içindeki büyük evliya (r.a.) ve Ali (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ve ehl-i Beytin Oniki İmamı ve Gavs-ı Âzam (k.s.) ve Ahmed-i Rüfâî (k.s.), Ahmed-i Bedevî (k.s.), İbrahim-i Dessûkî (k.s.), Ebu’l-Hasan-ı Şâzelî gibi aktaplar ve imamlar...”2
Yine başka bir ifâdesinde, “Ehl-i hakikat başta Eimme-i Erbaa (dört mezhep imamı) ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer (On iki İmam) olarak Ehl-i Sünnet”3 diyerek On iki İmamın mânevî makamlarını kabul etmektedir.Zaten Hz. Ali’den ve Hz. Hasan’ın altı aylık halifeliğinden başka, diğer imamlar halifelik yapmamışlardır. İşte Ehl-i Sünnetin esas olarak Oniki İmam hakkındaki görüşü bu merkezdedir.Oniki İmam şu zatlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Ali bin Hüseyin, Muhammed Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musâ Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Takî, Ali Nakî, Hasan Askerî ve Muhammed Mehdî
(Allah hepsinden razı olsun.Şefeatlerinden nur talebelerini mahrum eylemesin.)
 

kasif1

Well-known member

Bazı Caferilerin, “Ben seni insanlara imam yapacağım.” (Bakara 2/124) mealindeki ayete göre, imametin ilahi makam olduğu ve nübüvvet makamından daha yüksek bulunduğu iddialarına nasıl cevap vermeliyiz?

Bir giriş olarak önce şunu söyleyelim ki, böyle bir iddia ne dine, ne de akla uyar. “İmametin ilahî makam” olduğunu söylemekle ne kast ediliyor? Eğer gerçekten imamet Allah’ın makamı ise, o zaman ne kadar müçtehit imam varsa hepsinin uluhiyete -haşa- iştirak etmeleri gerekir ki, bunu ne mümin ne de gayri müslim kabul edebilir...

Şimdi ilgili ayetin mealini yazalım ve sonra da ayetin açıklamasına devam edelim:

“Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrâhim’i birtakım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: “Seni insanlara imam (önder) yapacağım.” dedi. İbrâhim: “Ya Rabbî, neslimden de (önderler çıkar!)” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar.” diye buyurdu.”(Bakara, 2/124).
a. Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim (as) gibi bir peygamberin neslinden de takva sahipleri yanında, zalim ve fasık olanları da olacaktır.
“Kendisine de İshak’a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!”(Saffat, 37/113)
mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.

Demek ki takva sahipleri, peygamber manasındaki imam olabilirler, fakat onlardan zalim olanlar, önder, lider anlamındaki imam olsalar bile, peygamber olamazlar.(bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Alusî, Bakara, 124. ayetin tefsiri).

b.
Bu ayette yer alan “İmam/imamet” kavramı her şeyden önce bizzat peygamberlik manasında kullanılmıştır. Çünkü, Hz. İbrahim (as)’in âli peygamberlerdir. Bu sebepledir ki, teşehhüdde “İbrahim âline salat ve selam ettiğin gibi Muhammed’in âline de salat-u selam eyle!” manasındaki dua okunuyor. Yani burada Hz. İbrahim (as)’in âli, Hz. Muhammed (asv)’in âlinden daha üstün gösterilmiştir. Çünkü, Hz. İbrahim (as)’in âli peygamberlerdir.

“Biz İbrâhim’e (evlat ve torun olarak) İshak ile Yâkub’u ihsan ettik. Onun neslinden gelenlerde, peygamberliği ve vahyi devam ettirdik. Ona dünyada mükâfatını verdik. O âhirette de elbette salihlerden olacaktır.”(Ankebut, 29/27)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

c. “İmam” kelimesi, önder manasında olup her mümin için kullanılabilir. Nitekim;

“Ve (O takva sahibi müminler) şöyle niyaz ederler: “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere /takva sahiplerine imam/önder eyle!”(Furkan, 25/74)
mealindeki ayette yer alan “imam” kelimesi, peygamberler için ve âl-i beyt imamaları için kullanılmamıştır. Bilakis takva sahibi müminler için kullanılmıştır.

Eğer imamet nübüvetten üstün ise, takva sahibi bütün müminlerin peygamberlerden üstün olmaları gerekir ki, böyle bir düşünce ne akla, ne dine, ne de vicdana sığar.

d. Sözlük manası itibariyle imamlık, önderlik demektir. Sözleri, fiilleri, yazıları, kitapları rehber kabul edilen her önder konumundaki insana “imam” denilir. Bu imam hak üzere olan bir kimse olabildiği gibi, batıl üzere olan kimse de olabilir.(Rağıb, ilgili madde). Aşağıdaki ayetlerde bu gerçeği görmek mümkündür:

“Gün gelir, her sınıftan insanları (zalimleri, mazlumları, kâfirleri-müminleri), tâbi oldukları imamlarına / önderlerine nispet ederek çağırırız. Kimin hesap defteri sağından verilirse işte onlar defterlerini emin olarak okur ve kıl kadar olsun, haksızlığa uğratılmazlar.”(İsra, 17/71).
“Biz onları (Firavun ve onun gibileri) insanları ateşe çağıran imamlar / önderler yaptık. Bu dünyada halkı çalıştırıp desteklerini sağlasalar da, kıyamet günü en ufak bir yardım bile görmeyeceklerdir.”(Kasas, 28/41).
e. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Âl-i beyt imamları, her ne kadar çok büyük bir velayet ve haşmetli bir imamete sahipseler de, ancak bu imamet diğer mezhep imamları ve müçtehit olanlar için de kullanılır. Bu gerçek, Şianın maksadına hizmet etmeyecektir. Çünkü, eğer imamet nübüvetten daha üstün ise, bu takdirde İmam-ı azam, İmam-ı Şafii de onlardan üstündür. Çünkü bu zatların milyonlarca insana imam ve önder olduğu inkârı kabil olmayan bir gerçektir.

İmamet kavramını sadece Ehl-i beyte tahsis etmek delilsiz bir iddiadan öteye geçemez. Kaldı ki, başta İmam-ı Ali (r.a.) olmak üzere, hiçbir imam peygamberlerden daha üstün olduğunu söylememiş ve Sünnî hiçbir kaynakta böyle bir şey yer almamış ve hiçbir dayanağı da söz konusu olmamıştır. Bilakis, hayatları boyunca bütün imamlar, başta Hz. Muhammed (a.s.m) olmak üzere bütün peygamberleri insanların en üstünü, en saygını, onların rehberliklerinde yürümenin tek kurtuluş reçetesi olduğunu, hem sözlü hem de fiilî olarak ortaya koymuşlardır.

Hiç doğrudan Allah’tan vahiy alan peygamberlerle, o peygamberler sayesinde manevi makam kazanan imamlar, önderler, veliler ve halifeler bir olur mu? Böyle bir iddia aşırı sevgiden ileri gelen ölçüsüz bir değerlendirme ürünüdür. Bu aşırı ve de ölçüsüz sevgi yüzünden Hz. İsa (as)’ı -haşa- Allah’ın oğlu olarak değerlendirmek ne kadar yanlış ise, imamlara olan aşırı sevgi yüzünden hilafeti nübüvvetten daha üstün görmek -o kadar olmasa da- ciddi bir yanlıştır, mesnetsizdir, alimlerin cumhurunun görüşüne aykırıdır, risaletin ruhuna terstir.

Kur’an’da peygamberler için kullanılan “ıstıfa / seçmek” kavramı (Ali İmran, 3/33; Araf,7/144; Hac, 22/75; Neml, 27/59), onların Allah tarafından özel olarak seçilen, başka insanlardan üstün kılınan seçkin insanlar olduğunun göstergesidir…

Allah, cümlemizi hakkı bilen ve ona tabi olan kullarından eylesin.(Amin).
 

kasif1

Well-known member
İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almış mıdır? Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden neden hadis almamıştır?



İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almıştır. ayrıca, Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden de hadis rivayet etmişlerdir.

a. Güvenilir tarih kaynaklarında İmam Ebû Hanife’nin özellikle hadîs dersi aldığı hocaları arasında, Ata b. Ebî Rebah, Zeyd b. Ali, Şa’bi, Tavus, İkrime, Katade, Nafi, Zühri, Simak b. Harb ve Hammad b. Ebi Süleyman başta olmak üzere yüz civarında büyük tâbiûn âliminin ismi geçmektedir. Bazı kaynaklarda ise Ebû Hanife’nin yüzlerce tâbiûn âlimiyle görüşüp hadîs aldığı bilgileri yer almaktadır. Ebû Hanife, Kufe’deki tâbiûn âlimlerinin bilgi birikimini elde etmede en fazla, Hammad b. Ebî Süleyman’dan faydalanmıştır. Onun Hammad b. Ebî Süleyman’ın derslerine hiç aksatmadan yaklaşık yirmi yıl kadar devam ettiği bilinmektedir. Hattâ onun bu hocasından iki bin civarında ahkâm hadîsi yazdığı bilgisi de güvenilir kaynaklarda yer almaktadır.

İmam Ebû Hanife, Ehl-i beyt imamlarının hadîs birikimlerine de vâkıf olmuştu. Bu kapsamda onun Zeyd b. Ali ile uzun süre yakından görüştüğü ve kendisinden hadîs dinlediği bilinmektedir. Onun tahsil hayatında Hammad b. Ebî Süleyman ve Ata b. Ebî Rebah gibi, Zeyd b. Ali de çok özel bir yere sahiptir. Ayrıca tarihî kaynaklarda onun hac esnasında Ehl-i beyt imamlarından İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sadık ile de görüşüp bazı fıkhî konuları müzakere ettikleri bilgisi yer almaktadır.(1)

b. Hadisler daha çok Emevî döneminde toplanmaya başlanmıştır. O dönemde bir kısım Emevi yetkililerin Ehl-i beyte karşı olumsuz tutumları ve zulümleri, Ehl-i beyt'ten açıkça hadis rivayetinde bulunmaya engel teşkil etmiştir. Hasan Basrî’nin “Neden mürsel hadis rivayet ediyorsun, sahabenin adını niçin vermiyorsun?” diyen birisine verdiği cevapta söylediği şu sözleri bu konuda çok manidardır:
“Bulunduğumuz devrin (Haccac devrinin) durumunu biliyorsun. Ben mürsel olarak rivayet ettiğim hadislerin hepsini esasen Hz. Ali (ra)’den naklediyorum. Fakat bu devirde onun adını söyleyebilir miyim.”(bk. Suyutî, Tedribu’r-râvî, 1/204).
c. O günkü siyasî ortamda meydana gelen olayların bir sonucu olarak bazı kimseler kendi taraftarlarını haklı çıkaracak şekilde hadis uydurdukları bilinmektedir. Bu siyasî cereyanlar arasında hariciler, nasıbiler ve Şialar da vardır. Ehl-i sünnet bu açıdan bu grupların rivayetlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır.
Şunu unutmamak gerekir, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyt tarikiyle gelen bazı hadis rivayetlerine itibar etmemeleri, söz konusu rivayet zincirinde yer alan Ehl-i beyt imamlarına karşı olumsuz tavırlarından değil, Ehl-i beyt'in dışında kalan ravilere karşı bir tavırdır.

d. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Hz. Ali (ra) ile ilgili hadisler diğer raşit halifelerle ilgili hadislerden kat kat fazladır. Bu da Ehl-i sünnetin İmam Ali (ra)’ye karşı gösterdikleri saygı ve sevginin açık bir belgesidir.

e. Ehl-i teşeyyu / Şia alimlerine göre, Hz. Zeynelâbidîn, Hz. Muhammed Bakır, Hz. Cefar-i Sadık gibi imamların sözleri de -masum kabul edildikleri için- dinde bir hüccet kabul edilmiş ve bu açıdan onların sözlerine de hadis telakkisiyle bakılmıştır. Ehl-i sünnet alimlerine göre, Peygamber (asv)'den başka kimse masum değildir. Bu sebeple, -özellikle sahabeden sonra gelen- alimlerin sözleri bir hadis hüviyetinde kabul edilmemiştir.

f. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Ehl-i beyt imamlarının sözlerine, görüşlerine yer verilmiştir. Burada İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn’i bir örnek olarak göstereceğiz:

Bilindiği gibi Meşhur hadis hafızı İbn Hacer, Kütübü Site kaynaklarında yer alan râvileri tanıtmak üzere “Tehzibu’tehzib” adlı bir eser yazmıştır. Bu eserde Zeynelâbidin Hazretlerine de yer vermiştir.(bk. Tehzib,7/304-307). Bu eserde kendisinin hadis aldığı kimselerin bir listesi verilmiştir. Babasından, amcasından -mürsel olarak- dedesinden yaptığı rivayetler yanında, Ebu Hureyre, İbn Abbas, Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz. Ümmü Seleme’den (Radiyallahu anhum ecmain) de rivayet ettiği belirtilmiştir. Kendisinden de bir çok ünlü Ehl-i sünnet muhaddisleri; Tavus b. Keysan, Zuhrî, Ebu Zennad gibi ünlü hadisçilerin de içinde bulunduğu pek çok Ehl-i sünnet alimi kendisinden hadis rivayet etmiştir.(a.g.e).

Büyük bir muhaddis olam Zuhri: “Ondan (İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn) daha fakih olan kimseyi görmedim. Kureyşliler arasında ondan daha faziletlisini görmedim” derken, İmam Malik, “Ehl-i beyt içerisinde ondan daha faziletlisini görmediğini…her bir gece ve günde/24 saatte 1000 rekat namaz kıldığını” söylemiştir. İbn Sad da “Onun çok hadis rivayet eden bir alim, takva sahibi, güvenilir, sika, tabiilerin ikinci tabakası arasında yer alan mümtaz bir zat olduğunu” söylemiştir.(a.g.e).

g. Keza, İmam Muhammed Bakır’a da aynı eserde yer verilmiştir. Kendisi, dedeleri ve amcalarının yanında, Semüre b. Cündub, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. Ümmü Seleme ve daha başka bir çok alimden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İmam Cafer, İshak es-Sebuî, A’rac, Zuhrî, Makhul, Evzaî, İbn Ata, Mamer b. Yahya gibi pek çok Ehl-i sünnet alimi hadis rivayet etmiştir. İbn Sad, “onun Tabiî, muhaddis, sika bir zat olduğunu” söylemiştir. Ünlü Hadisçi, Nesaî, “onun tabiinden ve Medine fakihlerinden olduğunu” belirtmiştir. Muhammed b. el-Mükender şunları söylemiştir: “Ben İmam Zeynel’abidin’den daha üstün bir kimseyi görmedim. Ta, oğlu İmam Muhammed Bakır’ı görünceye kadar.. Kendisine biraz vaaz etmek istedim fakat o bana vazetti.”(a.g.e, 9/350-352).

h. Keza, İmam Cafer-i Sadık hakkında da aynı eserde(2/103-104) bilgi verilmiş, İmam Şafii,Yahya b. Main, Ebu Hatim, İbn Adî gibi ünlü ehl-i sünnet alimleri onun sika, güvenilir olduğunu vurgulamışlardır. Amr b. Ebi’l-Mikdam, “onu gördüğümde, peygamber sülalesinden olduğunu hemen fark ederim” demiştir. Süfyan Servî, Sufyan b. Uyeyne, İmam Malik, İbn Cureyc, Ebu Hanife, Kattan ve daha başka bir çok ehl-i sünnet alimi ondan hadis rivayet etmişlerdir.(a.g.e).

i. Bu bilgiler gösteriyor ki, Ehl-i sünnet alimleri Ehl-i beyt imamlarına gereken saygı ve sevgiyi göstermiştir. Bu gibi bilgiler veren daha pek çok Sünnî kaynak vardır. Fakat, bizim İbn Hacer’in bu kitabını seçmemiz, bu eserde, Ehl-i sünnetin en fazla itibar ettiği hadis külliyatı olan Kütübü Sitte'de yer alan hadisçilere özel olarak yer ayrılmış olmasıdır.

j. Ehl-i sünnet ile Ehl-i beyt sevgisiyle ortaya çıkan Şialar arasındaki feri meseleleri ortaya atmak, İslam’a ve Müslümanlara bir fayda vermez, fakat İslam düşmanlarına yarar sağlar... Birbirimizi daha yakından tanıma imkânı bulursak, imanda kardeş olduğumuzu daha iyi anlarız. Kur’an’la şerefleri, imanları, samimiyetleri sabit olan sahabeye dil uzatmakta hiçbir sevap yok, aksine günah çoktur.

Kur’an’da, Sünnette, Ehl-i Beyt sevgisinde buluşmak dileklerimizle…

Dipnot:

(1) bk. Prof. Dr. Beşir Gözübenli, İmam Âzam Ebû Hanife’nin İçtihat Sistematiğinde Sünnet ve Hadis, Yeni Ümit, Sayı : 88 Nisan-Mayıs-Haziran 2010
 

kasif1

Well-known member
[h=1]İmam-ı Azam, Ehl-i Beyt imamlarına yardım etmiş midir?[/h]
İmam Azam’ın Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı. Abbasiler iktidara geldiklerinde ehlibeyti gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların da iktidara geldikten bir süre sonra ehlibeyite zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı.

İmam Azam, özellikle Emevî devrinde İmam Zeyd b. Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer şehit edilirken, Ebu Hanife, Imam Zeyd için şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Emevî hükümdarı Hişam b. Abdulmelik'e başkaldırısı- Rasulullah (asv)'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor." Ayrıca Ebu Hanife'nin İmam Zeyd'e maddi destekte bulunduğuna dair rivayetler vardır. (Ebu Zehra, Ebu Hanife, trc. O. Keskioğlu, s, 52)

Ebu Hanife'nin ehlibeyit imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbasi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekicidir. Hicrî 145. yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsu'z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbasilere isyan etmeleri ve şehit olmaları karşısında Ebu Hanife Irak'ta, İmam Malik Medine'de açıkça iktidarı tel’in etmişler ve bu yüzden ikisi de kırbaçlanmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Rivayete göre, Ebu Hanife, alenen halkı ehlibeyite yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlandı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında hayata veda etti. Onun zehirletildiği de rivayet edilir.
 

kasif1

Well-known member
[h=1]EBU HANİFE[/h](80/150 - 700/767)

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43).

Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi. "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333). Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).

Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz. Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. Abbâs fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132).

Hocası Hammâd b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın fıkhından faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şöyle der: "Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi. Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218). Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b. Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190), Hasan b. Ziyâd (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali (171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş. İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b. Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır. 145 yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi. Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır. Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı. Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi. Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).

Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir. Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır.

İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."

"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd).

İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir.

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir.

Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96). Bazı hadisleri Hz. Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir. (İbn Hazm. el-İhkâm. 929).

Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).

Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir.

İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar. Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272).

İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42). "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir.

Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir. Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s.137).

İstihsanın iki anlamı vardır:

1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.

2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor.

Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor. İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95). İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd.).

İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:

1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?

-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir.

-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühri, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.

-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi.

-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun?

-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, a.g.e., 138-139).

Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir.

2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).

Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür.

Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.

3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır. Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).

İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü

İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır. İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır. Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır. Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır. İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232). Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir.

İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir.

Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş. İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67).

Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır. Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır. Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır. Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler. Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlâka şarttır. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır. İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar. İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.

Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir. Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır. Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir. Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır. O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).

Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır. Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir. Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur. Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir. O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz. Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim." Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Esselamu aleykum Ve rahmetullahi ve berekatuh ebeden daimen insa ALLAH.

Imam Cafer Sadik (r.a.) ehlibeyt olmasina ragmen ve imam Ebu Hanife'ninde hocasi olmasina ragmen neden ehli sunnet, imam Cafer Sadikin ictihadi ile ayrilmis durumda? Merakimiz muhabbetimizdir.
Kadiri naksi silsilesindede adi gecmesine ragmen ehli sunnet ayri bu mezhebden. Neden?

Simdiden mutesekkiriz ilgi ve alakanizdan oturu. Maddi manevi afiyet, dunya ukba saadet duasiyla...

ve aleykumselam ve rahmetullahi ve bereketuhu ebeden

Hazreti Ustad küçük yaşlarda iken ağabeyinden ders alıyordu ama ilerleyen zamanlarda ağabeyi ondan ders almaya başlamıştır. Bu gibi hakikatler çoktur. Mukayese ve muarazaya tabi meseleler iyi değerlendirilmelidir ve değerlendirir iken neye göre değerlendirildiği bilinmelidir.. Cafer Sadık r.a. ve on iki imam hususunda kasif'in ilk mesajında düşüncemiz saygımız ve sevgimiz belirtilmiştir. Sevgi ve saygı ayrı meseledir ittiba ayrı meseledir. Ebu Hanife hazretlerinin içtihadının kabul edilmesi Cafer Sadikin r.a. bu içtihadında hata etmiştir manasına gelmemeli, eğer böyle olsa diğer ehli sünnet vel cemaat mezheplerde de aynı usul geçerli olacaktır.

Eğer arada fark var ise tek fark şudur :

Ehl-i sünnet âlimleri ise Ca'fer es-Sâdık'ı. başta Kitap ve Sünnet olmak üzere dayanacağı kaynaklan ve içtihadında uygulayacağı metotları bulunan ve kesinlikle masum olmayan bir müctehid olarak kabul etmektedirler.

Şunu da unutmamak gerekir hiç bir alim ben bir mezhep oluşturacam ve müslümanlar benim mezhebime uysun isteği şuuru ve arzusu içinde olmamıştır. Akabinde yetişen imam ve müçtehidlerin ictihad ve kıyasları ile görüş ve düşüncelerinin kabulu ve müslümanların tercih etmesiyle ortaya çıkmıştır kırmızı ile yazdığımız meselede olduğu gibi.. Bu ise ayrılık değil zenginliktir. Ayrıca şu makaleyi okumakta faide var :

Cafer-i Sadık'ın eserleri nelerdir? Caferilik mezhebi ve kaynak eserleri hakkında bilgi verir misiniz?

Soru

Cafer-i Sadık'ın eserleri nelerdir? Caferilik mezhebi ve kaynak eserleri hakkında bilgi verir misiniz?


Cevap

Değerli kardeşimiz;

Hz. Ali'nin torunlarından Câ'fer-i Sâdık (ö. 148/765)'ın etrafında toplanan ve onun ictihadlarına göre amel eden müslümanların bağlı oldukları siyasi ve fıkhî mezhep. İmâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir. O, kendisini ilme ve tefekküre vermiş, Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmıştır.

Temelde Ehl-i Sünnet'e yakın olan Câ'fer-i Sâdık'a ölümünden sonra birtakım iftiracılar birçok şeyi isnat etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır. İmâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazı sapık görüşler ortaya atılmış ve bunları bizzat kendisi reddetmiştir. Bu sapıkların başında Ebû'l Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb gelir. Ebû'l Hattâb, küfre düşmüş, peygamberlik davasında bulunmuş ve Câ'fer-i Sâdık'ın tanrı olduğunu öne sürmüştür. Haramları helâl saymış ve imamı tanıyan herkesin haramlardan muaf sayılacağını söylemiştir. Üstelik bu görüşleri Câ'fer-i Sâdık adına çıkarmıştır. Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmiş, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, İslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur. (1).

Şia'ya göre imamların bilgisi hata ihtimali bulunmayan ledünnî bilgi türünden olduğu için Ca'fer es-Sâdık'ın fıkıhla ilgili görüşleri de delillerinden istinbat edilerek ulaşılmış aklî bilgiler olmayıp Hz. Peygamber'den kendisine intikal eden ilâhî bilginin sonucudur. Bu sebeple o helâl ve haramlarla ilgili gerçekleri bilmek için diğer müctehidler gibi ictihad ederek belli bir hükme ulaşma durumunda değildir. Ehl-i sünnet âlimleri ise Ca'fer es-Sâdık'ı. başta Kitap ve Sünnet olmak üzere dayanacağı kaynaklan ve içtihadında uygulayacağı metotları bulunan ve kesinlikle masum olmayan bir müctehid olarak kabul etmektedirler.

Eserleri:

Cafer es-Sâdık'ın yüzlerce kitap ve risale yazdığı ileri sürülmektedir. Bunların büyük bir kısmının ona nisbeti şüpheli olup yaşadığı dönem, çevresi, İlmî ve dinî şahsiyeti dikkate alınırsa bilhassa kimya ve cefr gibi konulara dair kitapların onun telifleri olması imkânsız gibidir. Bu konuda hayli müsamahakâr olanlar bile Ca'fer'in bu alanlarda eser yazıp yazmadığının bilinmediğini söylemektedirler. Aslında Ca'fer'in öğrencisi olduğunu söyleyen ve onu söz konusu ilimlerde otorite kabul eden Câbir b. Hayyân'ın bu İlimlerle ilgili bir tek eserinin bile adını zikretmemesi, bu eserler üzerindeki tereddütleri daha da arttırmıştır.

Ca'fer es-Sâdık'ın zamanımıza ulaşan eserleri şunlardır:

1- Misbâhu'ş-şerî'a ve miftâhu'l-hakîka. Ca'fer es-Sâdık'in dinî ve ahlâkî muhtevalı sözlerinin 100 babda ele alındığı bu eserin çeşitli yazma nüshaları British Museum'da, Meşhed ve Haydarâbâd Osmaniye Üniversitesi kütüphanelerinde bulunmaktadır. Kitap Delhi (1856), Tebriz (1278) ve Tahran'da (1314) yayımlanmış, ayrıca Farsça tercüme ve şerhiyle birlikte Hasan el-Mustafavî tarafından neşredilmiştir.(2)

2- Tefsîrü'l-Kurbân. En eski nüshası hicrî X. asra ait olan bu eserin Bankipûr, Bohâr ve Aligarh kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur.

3- Kitâbü'l-Cefr. el-Hâfiye fi'l-cefr, el-Hafiye fî 'ilmi'l-hurûf veya el-Hâfiye adlarıyla da anılan eserin yazma nüshaları British Museum'da, İskenderiye el-Mektebetü'l- belediyye. Dârü'l- kütübi'I - Mısriyye (Tal'at). Süleymaniye (Cârullah) ve Köprülü kütüphanelerinde bulunmaktadır.

4- İhtilâcü'l-a'zâ. İnsan organlarındaki titremeler ve bunların sebep olduğu hastalıklardan bahseden eserin yazma nüshaları Berlin Staatsbibliothek ile Gotha. Topkapı (III. Ahmed) ve Kastamonu kütüphanelerinde mevcuttur.

5- Heyâkilü'n-nûr (es-Sebca). Tılsımdan bahseden bu eserin iki nüshası Bibliotheque Nationale ve Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir.

6- Esrârü'l-vahy. Hicri X ve XIII. yüzyılda istinsah edilen iki yazması Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Hamidiye ve Hasan Hüsnü Paşa) bulunan küçük bir risaledir.

7- Havâssü'l-Kur âni'l-'azîm. Hicrî IV ve XI. yüzyılda istinsah edilmiş nüshalarının bulunduğu bilinen risalenin bir yazması Dârü'l-kütübi'z-Zâhiriyye'dedir.

8- Kitâbü't-Tevhîd ve'l-ihlîlce. Mufaddal b. Ömer'den rivayet edilen bu eser Tevhîdü'l-Mufaddaî diye de anılır. Meşhed, Tebriz ve Kâzımiye kütüphanelerinde çeşitli nüshaları bulunan eser, Kitâbü't-Tevhîd ve'l-edille ve't-tedbîr adıyla 1329'da İstanbul'da basılmış, Fahreddin et-Türkistânî tarafından 1065'te (1654) Farsça'ya çevrilmiştir.

9- Risâletü'l-veşâyâ ve'l-fusûl. Kimya ile ilgili olup Risale fî 'ilmi'ş-şınâa ve'l-haceri'l-mükerrem olarak da bilinir. Nuruosmaniye, Râmpûr ve Halep kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunan risale Almanca tercümesiyle birlikte J. Ruska tarafından neşredilmiştir.(3)

10- Dü'â'ul-cevşen. Birkaç varak hacmindeki risalenin hicrî XI. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası Bİbliotheque Nationale'de bulunmaktadır.

Bunların dışında Menâfi'u süveri'l-Kur'ân, Kitâb fî işbâti'ş-şâni', Es'ile 'ani'n-nebî, Münâzaratü's - Sâdık fi't-tafzîl beyne Ebî Bekir ve Ali, el-Ed'i-yetü'l-üsbû'iyye, Du'â, Kitâbü's-Sırât, Hırz, el~Hikemü'l-Ca'feriyye, Risale fi'l-kimyâ, Ta'rîfü tedbîri'l-hacer, el-Edille 'ale'l-halk ve't-tedbîr, Risale fî fazli'l-Hacer ve Mûsâ, İhtiyar âtü'l-eyyam ve'ş-şühûr, Mahmûdâtü'l-eyyam, Cedvel fî mezhebi's-sinîn ve'ş-şühûr ve'l-eyyâm, Melhame, el-Kur'a, Risâletü'l-fe'l, Sirâcü'z-zulme ve es-Silkü'n-nâdir gibi eserler Ca'fer es-Sâdık'a nisbet edilmektedir(4).

Ca'feriyye, İsnâaşeriyye Şîası'nın fıkıh mezhebidir. İsnâaşeriyye'ye göre hatadan korunmuş bulunmaları sebebiyle imamlar bütün söz ve davranışları sünnet olarak değerlendirilir. Hicrî III. (IX.) asırdan itibaren bütün rivayetleri toplayan hadis ve fıkıh kitaplarının yazılmasına başlanmıştır. Ahbârîler'e (Ahbâriyye) göre bu kaynaklardan dördünde yer alan rivayetlerin tamamı sahih olup kesin bir şekilde imamların söz ve fiillerini ifade etmektedir. Bu dört kitap Küleynî'nin (ö. 329/940-41) el-Kâfî, İbn Bâbeveyh'in (ö. 381/991) Men lâ yahduruhü'l-fakîh, Ebû Ca'fer et-Tûsînin (ö. 460/1067) el-îstibşâr lî ma'htülife mine'l-ahbâr ve Tehzîbü'l-ahkâm adlı eserleridir.

Usûlîler'e (Usûliyye) göre ise bunların ve benzeri kitapların ihtiva ettikleri rivayetlerin tamamı sahih değildir. Bu kitaplarda bir yandan birbiriyle çelişen rivayetlerin yer alması, öte yandan Kur'ân-ı Kerîm'de ilâve veya eksiltmelerin bulunmadığı yolunda Ca'feriyye'nin ittifak ettiği noktalara aykırı ifadelerin göze çarpması da bunu göstermektedir. 16.000'den fazla rivayeti toplayan el-Kâfî üzerinde yapılan bir araştırmanın, bunlardan yalnızca 5072 rivayetin sahih olduğunu ortaya koyması Usûlîler'i teyit etmektedir. Buna göre adını İmam Ca'fer'den alan bu mezhep, masumiyet açısından aralarında fark bulunmayan diğer on iki imama da nisbet edilen rivayetlerle bu rivayetlere ve diğer delillere dayalı ictihadlardan oluşmaktadır(5).

İsna aşeriyye, usûl-i din dediğimiz inanç esasları ve fer'i hükümlerde, yani fıkhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farklı düşüncelere sahip bulunmamaktadır. Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birleşmiş olmalarına rağmen; İmametin dinin esasları arasında zikredilmesi dolayısıyla Hz. Peygamberden sonra belIi kişilerin peygamber gibi "ismet" sıfatına ve başkalarında bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulundukları hususlarının kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrılmaktadır. Ayrıca takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur.

Onlar, cebir ve zor karşısında bir Şiî'nin inancını gizlemesine "takiyye"* adını verirler.

Dipnotlar:
1- İbnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9
2- Tahran 1363 hş
3- Heidelberg 1924
4- Geniş bilgi için bk. Brockelmann, GAL Suppi, I, 104; Sezgin, I, 528-531; Muhsin el-Emîn, 1,668-669
5- DİA. Ca'feriyye Md.


Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
 

capay

Member
Abdullah ibni Abbas 619-686
Câbir bin Abdullah 601-694
Ebu Said el-Hudrî 612-693/4
Enes bin Mâlik 612-709 sahabi
Abdullah ibn Ömer 614 – 693
Nafi -735
ikrime -725
Muhammed İbn Sirîn 653-729
Hasan-ı Basri 642–728
Mücâhid bin Cebr 645-723
Atâ bin Ebu Rebah 647 - 732
Ömer bin Abdülaziz 682-720

İmam Evzai 707-774
Sevri 715 - 778
Ebu Hanife 699 - 767
Abdullah b. Mübârek -797

İmam Malik 712 - 795
Abdurrezzak 743-826
Esed b. Musa ( Esedü’s-Sünne) 749-822 Müsned
Ebû Dâvud et-Tayâlisî 750-819 Müsned
Humeydi -834 Müsned
İbni Ebi Şeybe 776-849 Müsned ve Musennef
İmam-ı Şafi 767-820
Ahmed bin Hanbel 780 - 855 Müsned
Darimi 798 - 869
Ahmed-i Bezzar -905
Baki Bin Mahled 817-889 Müsned
İmam-ı Buhari 810-870
Ebu Davud 817-889
İmam-ı Müslim 821-875
İbni Mace 824-886
Tirmizi 824-932
İmam-ı Nesai 830-915
Ebu Ya’la 825 - 920
Ebu'l-Abbas es-Serrac Musned
İbnHuzeyme 838 - 924
Ebu Cafer Taberi 838-923
Ebû Avâne 844-928
İbn Ebi Hatim 854-939
İbni Adiy 856 - 935
İmam-ı Taberani 873-970
İbni Hibban -966
Dare Kutni 918-995
Hakim Nişapuri 933 - 1014
Ebu Nuaym İsfehani 948 -1039
İbni Abdilberr 978 -1071
İmam-ı Beyheki 994-1066
Hatib-i Bağdadi 1002- 1071
Deylemi 1090 -1163
İbni Asakir 1105 -1176
İmam-ı Nevevi 1233-1277
Zehebi 1274 -1348
İbni Hacer-i Askalani 1371 -1448
Ali el-Müttakî -1567 - Kenzu’l-Ummal
Abdürrauf-i Münavi 1518 -1621

Cafer Sadik r.a fıkıh ilmini

1) Dedesi Kasım bin Muhammed den (Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın torunudur.) o da halası Hazret-i Âişe validemizden ve Selami Farisiden almışdır.
2) Babası Muhammedet Bakırdan o da Babası Zeynalabidinden almışdır.

Caferi mezhebi namazı
Günlük Vacip Namazlar

Günlük farz namazlar beş tane olup toplamı on yedi rekattır.

Sabah namazı: iki rekat
Öğlen namazı: dört rekat
İkindi namazı: dört rekat
Akşam namazı: üç rekat
Yatsı namazı: dört rekat

Günlük sünnet namazlar otuz dört rekattır.

Sabah namazının sünneti : iki rekat
Öğlen namazının sünneti: sekiz rekat
İkindi namazının sünneti: sekiz rekat
Akşam namazının sünneti: dörtrekat
Yatsı namazının sünneti: iki rekat

Osman bin Ebî Revvâd şöyle demiştir: Ben Zührî'den işittim, şöyle buyurdu: "Ben Dımaşk'ta (Şam'da) Enes bin Mâlik’in yanına girdim, ağlıyordu. Ona:

“Seni ağlatan nedir?” dedim. Enes,

“(Ben Rasulullah zamanında) erişmiş olduklarımdan, namaz müstesna, hiçbir şeyi tanımaz olmaklığıma ağlıyorum, işte bu namaz da zayi edilmiştir,” dedi.

Buharî, Mevâkıt, 7; Tirmizi, Kıyâme, 17.

Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh):

“Namazı, Ümmü Süleym’in oğlunun namazından daha çok Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in namazına benzeyen birini görmedim.”

Tabakat 7/120

Enes bin Malik, Ömer bin Abdülaziz’in arkasında namaz kıldıktan sonra “Bu gencin dışında namazı Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) namazına benzeyen başka bir genç görmedim.”

İbn Abdilhakem, a.g.e., s. 28; Ebû Nuaym, V, 294; İbnü’l--Cevzî, s. 34; Zehebî, V, 114; İbn Hacer, VII, 477.

EZAN VE İKAME

Allah-u Ekber
Eşhedu en la-ilahe illellah
Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah
Hayye ales-selah
Hayye alel-felah
Hayye alâ hayr'il amel
Kad kamet'is-sallah
Allah-u Ekber
La ilahe illallah
في أذانه حي على خير العمل

Ezanda “hayya ala hayril amel” söyleyenler babı

حدثنا أبو بكر قال نا حاتم بن إسماعيل عن جعفر عن أبيه ومسلم بن أبي مريم أن علي بن حسين كان يؤذن فإذا بلغ حي على الفلاح قال حي على خير العمل ويقول هو الأذان الأول
…Cafer (imam Sadık a.s) babası (imam Bakır a.s)’dan şöyle rivayet etti: Ali b. Hüseyin(imam Seccad a.s) ezan okunduğunda yüksek sesle “hayya ala hayril amel” diye ekler ve “bu ilk ezandır” derdi.

ibni Ebi Şeybe, “Musannaf”, 1/244, hadis 1


حدثنا أبو أسامة قال أنا عبيد الله عن نافع قال كان ابن عمر زاد في أذانه حي على خير العمل
…Nafi dedi ki: ibni Ömer ezan’a “hayya ala hayril amel” ifadesini eklerdi.

ibni Ebi Şeybe, “Musannaf”, 1/244, hadis 3
/Sünen-i Beyhakî, c.1, s.624, no: 1991.

Leys b. Sa'd'dan, Nafi'den şöyle rivayet edilmiştir: Bazen İbn Ömer ezanda "Hayye ala hayri'l-amel" cümlesini okuyordu.

Sünen-i Beyhakî, c.1, s.624, no: 1991.Leys b. Sa'd'dan, Nafi'den şöyle rivayet edilmiştir: Bazen İbn Ömer ezanda "Hayye ala hayri'l-amel" cümlesini okuyordu

1- Malik b. Enes, Leys, b. Sa'd ve İbn-i Cüreyc kanlıyla, Nafi'den, "Abdullah İbn-i Ömer'in ezanında "Hayy-i Ala Hayr-il Amel" cümlesini eklediğini nakletmişlerdir. (Sünen-i Beyhaki, C.1, S.424, Müsannef-u Abdirrezzzak, C.1, S.464, Siret-ül Halebiyye, C.2, S. 295, Er-Ravz-ün nazir, C.1, S.542) Aynı şey Muhammed b. Sirin'den de nakledimiştir. (Sünen-i Beyhaki, C.1, S.425)

Delailu's-Sıdk, c.3, böl.2, s.100, Mebadi-i Fıkh-i İslamî'den, Urfî, s.38, Şerh-i Tecrid'den. Bunu İbn Ebi Şeybe rivayet etmiş ve "eş-Şifa" kitabında nakletmiştir. Nitekim Cevahiru'l-Ahbar ve el-Asari'l-Mustahrece Min Lucceti'l-Bahri'z-Zuhar'da, Su'dî, c.2, s.192'de geçmiştir.Nesir b. Za'luvk bu konuyu İbn Ömer'den nakletmiş ve onun bu cümleyi yolculukta söylediğini dile getirmiştir.


Hatem İbn-i İsmail Cafer b. Muhammed'den o da babasından şöyle nakletmiştir: "Ali İbn-il Hüseyin (Zeyn-ül Abidin), ezanda Hayyi Alel-Felah cümlesinden sonra "Hayy-i ala hayr-il amel" cümlesini de ekliyor ve "İlk ezan (Resulullah'ın ezanı) böyleydi." diyordu."

(Sünen-i Beyhaki, C.1, S.425, Cevahir-ül Ahbar-i Vel-Asar (Es-Sa'di), C.2, S.192, Siret-ül Halebiyye, C.2, S. 295, El-Muhella (İbn-i Hazm), C.3, S.160)

Beyhaki, Ebu Emame (Sehl B. Hüneyf)'ten "Hayy-i ala hayr-il amel" cümlesinin ezandan olduğu görüşünü nakletmiştir. (Sünen-i Beyhaki, C.1, S.425) Aynı şeyi İbn-ül Vezir, Muhibbuddin-it Taberi-i Şafii'nin kitabından naklen Ebu Emame hakkında nakletmiştir. (Mebadi-ül Fıkh-il İslami, S.38)

Abdurrazzak, Muammer'den, Yahya'dan, Ebi Kesir'den ve o da bir kişiden şöyle nakletmiştir: İbn Ömer ezan okurken "Hayye ale'l-felah" cümlesinden sonra "Hayye ala hayri'l-amel" söylüyor, sonra "Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, La İlahe İllellah" diyordu

Sünen-i Beyhakî, c.1, s.460.

Abdürrezzak Muammer'den, o da İbn-i Hammad'dan, o da babası kanlıyla dedesinden Resulullah'ın Mirac hadisinin bir bölümünde şöyle nakletmiştir; buyurdu: "Cebrail ayağa kalktı ve sağ işaret parmağını kulağına koyarak ezan okudu, cümleleri ikişer ikişer tekrarladı ve sonlarına doğru da iki defa "Hayy-i ala hayr-il amel" dedi".

(Sa'd-üs Suud, S.100)

Ebubekr, (Ahmed b. Muhammed Sırri)'den o da Musa b. Harun'dan, o da Hammani'den, o da Ebu Bekr b. Ayyaş'tan, o da Abdülaziz b. Rafi'den, o da Ebu Mahzura'dan şöyle nakletmiştir: "Ben henüz genç yaşta birisiydim; Resulullah bana buyurdu ki: "Ezanının sonunda, "Hayyi ala hayr-il amel" cümlesini söyle."

(Mizan-ül İtidal (Zehebi), C.1, S.139, Lisan-ül Mizan (Askalani), C.1, S.268)

Hüzeyl b. Bilal-il Medainî'den de şöyle nakledilmiştir: "Ben İbn-i Ebi Mahzura'nın ezanda Hayy-i alel-felah cümlesinden sonra, "Hayy-i ala hayr-il amel" söylediğini duydum."

(Mizanül İtidal (Zehebi), C.1, S.139, Lisan-ül Mizan (Askalani), C.1, S.268, Cevahir-ül Ahbar Vel-Asar, C.2, S.192)

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İmam Mâlik:

"Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in yanına gider. Onu uyuyor bulunca:
"Essalâtu hayrun mine'nnevm (namaz uykudan hayırlıdır)" der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder."

Muvatta

* * *

Hz.
Bilal (radıyallahu anh)'in anlattığına göre:

"(Bir gün) sabah namazını haber vermek üzere Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına gelmiş, ancak kendisine "uyuyor" denilmiş. Bunun üzerine:
"Essalatu hayrun mine'nnevm, essalatu hayrun mine'nnevm (namaz uykudan daha hayırlıdır)" demiştir. Bundan böyle bu ibarenin sabah ezanına dahil edilmesi kabul görmüş ve ezan bu şekilde kesinlik kazanmıştır."

İbn Mace, Ezan, 3.

* * *
Abdullah b. Muhammed b. Ammar'dan, Ammar'dan, Ömer b. Hafs b. Ömer'den, babalarından, dedelerinden, Bilal'den şöyle nakledilmiştir:

Bilal sabah ezanında "Hayye ala hayri'l-amel" cümlesini söylüyordu. Fakat daha sonra Resulullah (s.a.a) ona bu cümle yerine "es-Salat-u hayru'n-mine'n-nevm" cümlesini söylemesini ve artık "Hayye ala hayri'l-amel" cümlesini söylememesini emretti.

Mecmau'z-Zevaid, c.1, s.330, Taberanî'nin el-Kebir'inden ve Musannef-i Abdurrazzak, c.1, s.460'tan naklen, hadis: 1786; Sünen-i Beyhakî, c.1, s.625, hadis: 1994; Muntehab-u Kenzi'l-Ummal, el-Musned'in haşiyesinde, c.3, s.276, Ebi'ş-Şeyh'ten el-Ezan kitabından aklen; Delailu's-Sıdk, c.3, böl.2, s.99.-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

«Peygamber (s.a.s) Efendimiz iftitah tekbirini alırken ellerini kaldırırdı»
[Buhârî, Ezan,10/74, 736; Müslim, Salât, 4/9, no:22.Bknz.Tirmizî, mevâkît 63; Nesâî, iftitah6; Dârimî, salât 32; Ahmedb. Hanbel, II, 375, 434, 500; VI, 52.]

4725C02_001.jpg


1937C0202_001.jpg


256CII2_001.jpg




حدثنا أبو بكر قال : حدثنا هشيم عن يونس عن الحسن ومغيرة عن إبراهيم أنهما كان يرسلان أيديهما في الصلاة



Ebu Bekr bize haber verdi: Huşeym (b. Beşir) --- Yunus (b. Ubeyd) --- Hasan ve Muğıre --- İbrahimden onların ellerini aşağı bırakarak namaz kıldıklarını rivayet etti.

ibni Ebi Şeybe, "Musannaf", hadis 1

حدثنا عفان قال : حدثنا يزيد بن إبراهيم قال : سمعت عمرو بن دينار قال : كان ابن الزبير إذا صلى يرسل يديه

Affan bize haber verdi: Yezid b. İbrahim --- Amr b. Dinardan Abdullah İbn Zubeyrin namaz kıldığında ellerini aşağı bıraktığını rivayet etti.

ibni Ebi Şeybe, "Musannaf", hadis 2

حدثنا ابن علية عن ابن عون عن ابن سيرين أنه سئل عن الرجل يمسك يمينه بشماله قال : إنما فعل ذلك من أجل الدم

... İbn Şirinden (namazda) sağ eliyle sol elini tutan şahıs hakkında soruldu. Dedi: ki: "O, bunu kanın sebebinden yapmıştır"

ibni Ebi Şeybe, "Musannaf", hadis 3


حدثنا عمر بن هارون عن عبد الله بن يزيد قال : ما رأيت ابن المسيب قابضا يمينه في الصلاة كان يرسلها

...........Abdullah b. Yezid dedi ki: "İbni el-Museyyibin namazda ellerini bağladığını görmüş değilim. O, ellerini aşağı bırakarak namaz kılardı"

ibni Ebi Şeybe, "Musannaf", hadis 4


حدثنا يحيى بن سعيد عن عبد الله بن العيزار قال : كنت أطوف مع سعيد بن جبير فرأى رجلا يصلي واضعا إحدى يديه على الأخرى هذه على هذه وهذه على هذه فذهب ففرق بينهما ثم جاء

Yahya b. Said --- Abdullah b. İzardan bize haber verdi: "Said b. Cübeyrle tavaf ediyordum. (Said b. Cübeyr) Bir şahsın ellerini bağlayarak namaz kıldığını gördü. qıldığını gördü. (Said b. Cübeyr) ona yaklaşarak ellerini bir-birinden araladı ve geldi"

ibni Ebi Şeybe, "Musannaf", hadis 5


-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Ebu Zur’a ed-Dımeşkî, Tarih’inde; Abdurrahman b. İbrahim (Duhaym) – Abdullah b. Yahya el-Meafiri – Hayve (b. Şureyh) – Bekr b. Amr (el-Meafiri) isnadıyla rivayet ediyor: Bekr b. Amr dedi ki:

“O ne Ebu Umame b. Sehl radıyallahu anh’ı ne de Medine’lilerden birini, bir elini diğeri üzerine koyarken hiç görmedi. Ta ki Şam’a gelince el-Evzâi ile beraber insanların bunu yaptıklarını gördü.”

Sahih maktu. Ebu Zur’a ed-Dımeşkî, Tarih (s.90) İbn Asakir Tarihu Dımeşk (10/384)

-----------------------------------------------------------------------------------------------------

Fatiha Suresi

Bismillahirrahmanirrahim
Elhemdulillahi rabbil alemin
Er Rahmanirrahim
Maliki yevmiddin
İyyake na’budu ve iyyake nestein
İhdinassiratal mustakim
Sıratellezine en’amte aleyhim
Gayril mağzubi aleyhim velazzalin

İhlas Sures (zammı sure)

Bismillahirahmanirrahim

Gul Huvellahu ehed
Allah-us samed
Lem yelid ve lem yuled
Ve lem yekun lehu kufüven ehed

Farz ve müstehap namazların hepsinde, ikinci rekatın rükusundan önce kunut okumak müstehaptır.

“Hz. Peygamber (s.a.v.) beş vakit namazın hepsinde kunut yapardı.”

(Ebû Davud, Serrâc ve Dârekutnî iki hasen senedle rivâyet etmiştir.)

Rebbena atina fid dünya haseneten ve fil ahireti haseneten ve kına ezabennar.

Hz. Peygamber (s.a.v.) “kunutu bitirdiğinde Allahu ekber der ve secdeye kapanırdı.”

(
Nesâî, Ahmed, Serrâc (109/1) ve “el-Müsned” adlı kitabında Ebû Ya’lâ sahih senedle rivâyet etmiştir.)


Rukuda: Sübhane Rabbiyel-azim ve bihamdihi

(Sahihtir. Ebû Davud, Dârekutnî, Ahmed, Taberânî, ve Beyhakî rivâyet etmiştir.)

EBU DAVUD : 2.C. 870.N
DARE KUTNİ : 1.C.1277.N

RUKU’DAN SONRA Kİ ZİKİR: SEMİ’ALLAHU LİMEN HAMİDEH

MÜSLİM : 2.C.391. (Buhâri, Bkz. Fethu’l-Bâri (2/282)

Secdede: Sübhane Rabbiyel-ala ve bihamdihi

DARE KUTNİ : 1.C.1277.N
Teşehhüd:

Kasım İbnu Muhammed rivayet ediyor:
Hz. Aişe (ra) teşehhüdde iken şunu okurdu: "Et-Tahiyyatu et-tayyibatu es-Salavatu, ez-zakiyatu lillahi,
Eşhedu en la ilahe illallahu vahdehu la şerike lehu ve enne Muhammeden abduhü ve Resulühü.
Esselamu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuhu,
es-selamu aleyna ve ala ibadillahi's-salihin,
esellamu aleyküm."

Muvatta, Salat 56,(1,91-92)

Salavat (Salamlardan önce okunur)

Allahumme salli ala Muhammedin ve al-i Muhammed

Muvatta'da Şöyle gelmiştir: "(Nâfi der ki:) "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) şöyle teşehhüd okurdu: "BismiIlâhi, et-tahiyyâtu lil-lahi, ve'ssalavâtu lillâhi, ez-Zâkiyâtu lillâhi, es-Selâmu aIe'n-Nebiyyi ve Rahmetullahi ve berekâtuhu, es-Selâmu aleynâ ve ala ibâdillâhi's-Sâlihîn, Şehidtü en Iâ-ilâhe illallâhu ve şehidtü enne Muhammeden ResüIullâhi."

Bunu ilk iki rek'at(in ka'desin)de okur ve teşehhüdünü tamamlayınca duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüdde bulunur ve teşehhüd'ü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı okuyarak duâ ederdi. Teşehhüdünü tamamlayıp selamı vermek isteyince şöyle derdi:

"Es-selâmu ale'n, Nebiyyi ve rahmetullâhi ve berekâtuhu es-selâmu aleynâ ve aIâ ibadillâhi's-salihîn."

Sonra sağına, es-selâmu aleyküm derdi. Sonra mukâbeleten imama selam verirdi. Solundan biri kendisine selam verirse mukâbeleten ona da selam verirdi."

Rezîn şunu ilave etti: "Ve dedi ki: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapmayı emretti."

Muvatta, Salât 54, (1, 91); Ebu Dâvud, Salat 182, (971).

İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan teşehhüd olarak şunu rivayet etmiştir: "et-Tahiyyâtu IiIIâhi vessalavâtu ve't-tayyibatu. es-Selamu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi."

İbnu Ömer der ki: "Ben buna şunu ilave ettim: "Ve berekâtuhu es-Selâmu aleyna ve aIâ ibâdillâhis-SaIihin. Eşhedü en Lâ-ilâhe illallah..."

İbnu Ömer der ki: "Ben buna şunu ilave ettim: "Vahdehu Ia-şerîke Iehu ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resülühu."

Ebü Dâvud, Salât 182, (971)

{ … Ali bin Ebu Talib r.a ’dan, şöyle demiştir : Peygamber s.a.v farz namaza kalktığı zaman tekbir getirirdi ve ellerini omuzları hizasında oluncaya kadar kaldırırdı. Ruku’ya gitmek istediği zaman bunun aynısını yapardı. Ruku’dan başını kaldırdığı zaman da bunun aynısını yapardı ve ikinci rekattan üçüncüye kalkacağı zaman da bunun aynısını yapardı.}
İbn Mace : 3.c / 864.n

{ … Enes bin Malik r.a’dan şöyle demiştir : Resulullah s.a.v namaza girdiği zaman ve ruku’ya gittiği zaman ellerini kaldırırdı. }
İbn Mace : 3.c / 866.n

{ … Ebu-z Zubeyr r.a’dan rivayet edildiğine göre, Cabir bin Abdillah r.a namaza başlarken ellerini kaldırdı, ve ruku’ya gittiği zaman ile ruku’dan başını kaldırdığı zaman bunun aynısını yapardı.. ve Ben Resulullah s.a.v’i gördüm böyle yaptı derdi.}
İbnu Mace : 3.c / 868.n

{ … Abdullah ibn Abbas r.a dan. Resulullah s.a.v her tekbir ile beraber ellerini kaldırırdı }
İbn Mace : 3.c.865.n

{ … Enes ibnu Malikr.a’dan: Resulullah s.a.v ruku’da ve secde de ellerini kaldırırdı.}
İbn Ebu Şeybe : 1.c / 230
İbn Hazm Muhalla : 4.c / 92
İrvau Ğalilde : 2.c / 68

Taberani (20/74 no:139) Abdullah b. Ahmed b. Hanbel - Salih b. Abdillah et-
Tirmizi - Mahbub b. el-Hasen el-Kuraşi - el-Hadib b. Cahder - en-Numan b. Nuaym
- Abdurrahman b. Ganm - Muaz b. Cebel radıyallahu anh isnadıyla:

"Nebi sallallahu aleyhi ve sellem namaza (başlarken) ellerini kulaklarına kadar
kaldırırdı. Tekbir alınca ellerini salar, sonra sükut ederdi. Bazen onu sağ eliyle sol
elini tutarken gördüm.
Fatihatu'l-Kitabı bitirince susardı. Sureyi bitirince de susardı.
Sonra ellerini kulaklarına kadar kaldırır, tekbir alır ve rüku ederdi. Biz onu rükuda
görmedikçe eğilmezdik. Sonra rükuundan dığrulur ve her uzuv yerleşene kadar
beklerdi. Sonra ellerini kulaklarına kadar kaldırır, tekbir alır ve secdeye giderdi. Alnını
ve burnunu yere değirirdi. Sonra eliyle bir yere dayanmadan ok gibi kalkardı.
Namazının sonunda oturunca sol uyluğuna yaslanırdı. Sağ elini sağ uyluğuna
koyarak parmağıyla işaret eder ve dua ederdi. Selam verdiğinde kalkmakta acele
ederdi."

-------------------

"Resulullah (s.a.a), Ebubekir ve Ömer'in hilafetinin ilk döneminde 'Hayye ala hayri'l-amel' cümlesi ezanın bir parçası olarak okunuyordu. Fakat Ömer, "Ben halkın sadece namaza yönelmesinden korkuyorum; çünkü 'Hayye ala hayri'l-amel' dendiği zaman halk cihadı bırakıp namaza yönelecektir" dedi ve bunun üzerine bu cümlenin ezandan çıkarılmasını emretti."

Fadıl bin Şazan ( -260/839) el-İzah, s.201-202.

İkrime'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ömer'in bu cümlenin ezandan çıkarılmasından maksadı, halkın sadece namazla yetinmemesi, cihada da önem vermesiydi."

Şeyh Saduk, İlelu'ş-Şerayi' c.2, s.56.

----------------

Zeydi mezhebi

mezhebin usûlünü İmam Zeyd tedvîn etmemiş olmakla beraber tâbileri onun ictihadlarına bakarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Kitâb, Sünnet, İcmâ', Kıyas, İstihsan ve Akıl'dır. Akıldan maksatları: Şer'î delillerde hükmü bulunmayan bir meselenin akıl yoluyla -iyi veya kötü, faydalı yahut da zararlı olduğuna hükmedilerek- çözüme bağlanmasıdır.(6)
Bu mezhebde ictihada büyük önem verilmiş, ictihad kapısının kapanması tecviz edilmemiş, birçok müctehid yetişmiş, başka -sünnî- mezheblerden de istifade etmişlerdir. Esasen fürû'da hanefî mezhebi ile birleşen tarafları pek çoktur.

Ayrıldıkları bazı hükümler:
1- Mest üzerine mesih câiz değildir.
2- Gayr-ı müslim'in kestiği yenmez.
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir.
4- Cenaze namazında beş tekbir alınır.
5- Ezanda "hayye alâ hayri'l-amel" sözü ilâve edilir...(7)
6- Vade farkı ile satım akdi caizdir.
7- Şüf'a hakkı toprakta ve akarda, ortak ve komşu içindir.
8- Karşılıksız bağıştan rucû caizdir.

-----------------

Cenâze namazında alınacak tedbirlerin sayısı ihtilaf konusudur. Râviler, üçten yediye kadar muhtelif sayıda rakamlar söylerler. İbnu Mes'ud: "Cenaze namazında imam kaç tekbir alırsa, cemaat de o kadar tekbir alır" demiştir.

ـ3060 ـ4ـ وعن عبدالرحمن بن أبى ليلى قال: ]كانَ زَيْدُ بْنُ أرْقَمَ يُكَبِّرُ عَلَى جَنَائِزِنَا أرْبَعاً، وَإنَّهُ كَبَّرَ عَلى جَنَازَةٍ خَمْساً، فَسَألْنَاهُ فقَالَ كَأن النّبى # يُكَبِّرُ[. أخرجه الخمسة إ البخارى

Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ anlatıyor: "Zeyd İbnu Ebî Erkam cenazelerimiz üzerine dört tekbir getirirdi. Bir ara bir cenaze üzerine de beş tekbir getirmişti. Sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Resûlullah o tekbirleri getirirdi." [Müslim, Cenâiz 72, (957); Ebû Dâvud, Cenâiz 58, (3197); Tirmizî, Cenâiz 37, (1023); Nesâî, Cenâiz 76, (4, 72).]

ـ3061 ـ5ـ وعن حميد بن عبدالرحمن قال: ]صَلّى أنَسُ بنُ مَالِكٍ رَضِىَ اللَّهُ عَنْه، وَكَبَّرَ ثََثاً، وَسَهَا فَسَلّمَ، فَقِيلَ لَهُ: فَاسْتَقْبَلَ الْقِبْلَةَ، وَكَبَّرَ الرَّابِعَةِ ثُمَّ سَلّمَ[. أخرجه البخارى في ترجمة

Humeyd İbnu Abdirrahmân anlatıyor: "Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) (cenaze) namazı kıldı. Yanılıp üç sefer tekbir getirdi ve selâm verdi. Kendisine (üç sefer tekbir getirdiği) söylendi. Bunun üzerine kıbleye yönelerek dördüncü bir tekbir daha getirdi ve sonra selam verdi." [Buhârî, Cenâiz 65, (Bunu ta'lik olarak, bâb başlığında zikretmiştir).]

AÇIKLAMA:

1- Cenaze namazında getirilecek tekbirlerin sayısı hususunda ihtilâflı rivâyetler gelmiştir. Teysîr'in yukarıda kaydettiği iki rivâyet, çoğunluğun benimsediği görüşü aksettirmektedir. Yani cenaze namazında tekbir sayısı dörttür.

İbnu Hacer'in kaydettiği açıklama şöyle: Selef bu tekbirlerin sayısında ihtilâf eder. Müslim'in Zeyd İbnu Erkam'dan rivâyetine göre beştir. Ve bunu Resûlullah'a nisbet eder.

İbnu'l-Münzîr'in İbnu Mes'ud'dan rivâyetine göre, Benî Esed'den bir cenazeye namaz kıldırmış, beş tekbir getirmiştir.

Yine İbnu'l-Münzir ve başkalarının Hz. Ali'den rivâyetine göre, (radıyallâhu anh) Bedir ashâbına altı tekbir, sahâbeye beş tekbir, bir başka cenazeye dört tekbir alırdı.

Ebû Mâbed der ki: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın arkasında bir cenazenin namazını kıldım Üç kere tekbir getirmişti.."

Bu hususta başka görüşler de vardır.

Saîd İbnu'l-Müseyyeb'in dediğine göre, cenaze namazında tekbir sayısı dört ve beştir, Hz. Ömer, halkı dörtte birleştirdi.

Beyhakî'nin Ebû Vâil'den kaydettiğine göre, Resûlullah zamanında tekbir sayısı yedi, altı, beş ve dört idi. Hz. Ömer, halkı dörtte birleştirdi.

* * *

186/110 İbrahim, birden fazla Tabiîn'den şöyle rivayet etti:

«Ömer b. el-Hattâb r.a., Hz. Peygamber'in arkadaşlarını toplayarak onlardan cenaze namazında alınan tekbir sayısını sordu ve:

«— 'Bunun- için Peygamberin selât ve selâm O'na tekbir getirdiği en son cenazeyi araştırıp kaç tekbir olduğunu öğreniniz emrini verdi.»

Araştırma sonunda, vefatına değin, hep dört kez tekbir aldığı ortaya çıktı.» Bunun üzerine Hz. Ömer: «O halde, dört defa tekbir alınız.» buyurdu.

Ebu Hanife Müsnedi

Namaz bölümü 2

* * *

Hülasa, büyük çoğunluk cenaze tekbirinin dört olduğunu söyler. İbnu Hacer, üç olduğunu söyleyen rivâyetler için: "İftitah tekbirini hesaba katmayanlara göre üç olmalıdır" diyerek üç diyenlerle dört diyenleri te'vil ve te'lif eder.

Hz. Huzayfe (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen bir cenaze namazını kılarken beş tekbir getirdikten sonra dönüp (orada hazır bulunanlara) şöyle dedi:

"Ne unutarak, ne de vehm ederek böyle yaptım; ama Rasulüllah'ın (s.a.v.) tekbir getirdiği gibi (ve o kadar) tekbir getirdim. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.) bir cenaze namazına beş tekbir getirdi."

Ehl-i Beyt ve Zahirilerin mezhebinde de cenaze namazının beş tekbirle kılınması esastır.

Sahih-i Buhari, Tecrid-i Sarih Tercemesı, c.4, s.470, Sünen-i İbn Mace, c.4, s.347, Kahraman Yayınları .

Hadis kitaplarında Hz. Peygamber'in, cenaze namazını dört tekbirle kıldırdığı şeklinde rivayetler var bu rivayetleri tek tek inceleyen İbn Kayyım el-Cevzıyye, hepsinin zayıf ve uydurma olduğu sonucuna varmıştır.

Bk. Zadu'l-Mead, c.1, s.485, İklim Yayınları.

Abdullah b. Mes'ud,
Zeyd b. Erkam ve
Huzeyfe b. Yemani beş tekbirle cenaze namazının kılınması gerektiği rivayet

---

Namaz 2 rekat

Ve o vakıt sen içlerinde olub da onlara nemaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar, bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda beklesinler, sonra o nemaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar ve silâhlarını yanlarına alsınlar, kâfirler arzu ederler ki silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil bulunsanız da size birdenbire bir basgın bassalar, eğer yağan yağmurdan bir eziyyet varsa veya hasta iseniz silâhları bırakmanızda beis yoktur, bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın çünkü Allah kâfirler için mühiyn bir azab hazırlamıştır

Nisa 102

Mirâctan önce Müslümanlar akşam ve sabah olmak üzere iki vakit namaz kılıyorlardı. Beş vakit namaz mirâcta farz kılındı. Ancak, Hicretten önce, akşam namazının farzı üç rekât, sabah, öğle, ikindi, yatsı vakitlerin hepsi de ikişer rekâttı, Hicretten sonra, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta çıkarıldı. Sefer zamanlarında ise ilk farz kılındığı sayıda bırakıldı.

el-Buhârî, 1/93; Tecrid Tercemesi, 2/233, (Hadis No: 228); İbn Hişâm, 260

Hz. Aişe (r.anha)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı, sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı (Buhari, Salat,1; Müslim, Misafirin,1; Ebû Davud, II, 3).

ibn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah Teâla namazı, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekat, seferde iki rekat olarak farz kılmıştır" (Müslim, Müsâfirîn, 5, 6; Ebû Davud Sefer, 18; Nesâî, Havf 4; İbn Mace İkame, 75).

”Allah namazı (ilk defa farz ettiği zaman) iki rek’at olarak farz etmişti. Sonra onu hazer için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı ilk farz edildiği şekilde sabit tutuldu.” Buhârî, Salât 1, Taksîru’s-Salât 5; Müslim, Salâtu’-Müsâfarî.n 2; Muvatta, Kasru’s-Salât 8; Ebü Dâvud, Salât 270.

***

Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “On rekatta; öğlenin iki rekatında, ikindinin iki rekatında, akşamın iki rekatında, yatsının iki rekatında ve sabahın iki rekatında şüpheye düşmek caiz değildir, bu rekatların bir şeyinde şüphe eden kimse namazı baştan alır. Allah’ın Kur’an’da müminlere farz kıldığı namaz işte budur. Sonra Peygamber-i Ekrem buna yedi rekat daha ekledi. Bu rekatlar sünnettir; onlarda kıraat da şart değildir; onlarda tespih, tahlil, tekbir okunup dua edilir. Şüphe de bu rekatlarda olabilir. Böylece Hz. Resulullah, misafir değil, mukimlerin öğle, ikindi ve yatsı namazlarına iki rekat, mukim ve misafirin akşam namazına da bir rekat eklemiş oldu.”

Vesail-üş Şia, c. 3, s. 34.

Said bin Musayyib diyor; “Hz. İmam Zeyn-ül Abidin’e: “Namazlar şu haliyle Müslümanlara ne zaman farz oldu?” diye sordum. İmam (a.s) şu cevabı verdi: “Medine’de, davetin zahir olup, İslam dininin güçlendiği ve Allah Teala’nın Müslümanlara cihadı farz ettiği zaman, Resulullah (s.a.a) iki rekat öğle namazına, iki rekat ikindi namazına, bir rekat akşam namazına ve iki rekat da yatsı namazına olmak üzere namazlara yedi rekat ekledi. Sabah namazını ise, Mekke’de farz kılındığı şekliyle baki koydu ve değiştirmedi ki, gece meleklerinin göğe çıkmasında ve gündüz meleklerinin yere inmesinde çabukluk olsun. Zira gece ve gündüz melekleri Hz. Resulullah (s.a.a) ile birlikte sabah namazını müşahede ediyorlardı. İşte Allah Teala’nın; “Ve sabah okuyuşunu unutma ki, o müşahide edilmektedir” ayetinin anlamı da budur. Onu, hem Müslümanlar hem de gece ve gündüz melekleri müşahede etmektedir.”

Vesail-üş Şia, c. 3, s. 36.

Fuzeyl bin Yesar diyor; “Hz. İmam Sadık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu duydum: “Allah Teala ikişer rekat olarak on rekat namaz farz etmişti. Hz. Resulullah, (öğle, ikindi ve yatsı namazlarının) iki rekatına iki rekat, akşam namazına ise bir rekat ekledi. Hz. Resulullah’ın eklediği iki rekatlar farz hükmünde olduğundan sefer hali hariç terk edilmesi caiz değildir. Akşama ise bir rekat ekledi, sefer ve mukim halinde baki bıraktı. Allah Teala da bütün bu uygulamalarını onayladı. Böylece farz namazlar on yedi rekat oldu. Sonra Hz. Resulullah sünnet namazlarını farz namazların iki katı, otuz dört rekat karar verdi. Allah Teala bunu da onayladı. O halde farz ve sünnet namazlar toplam elli bir rekattır. Yatsı namazından sonra ottuk yerde kılınıp bir rekat vitir namazı yerine geçen iki rekatlık namaz da bunlardan biridir. Sonra, Hz. Resulullah (s.a.a), seferi olanlar hariç, Allah’ın farzına eklediği iki rekatın terk edilmesini kimseye izin vermedi. Resulullah’ın ruhsat vermediği bir konuda da kimsenin ruhsat verme hakkı yoktur. Böylece, Resulullah’ın emri Allah’ın emrine ve Resulullah’ın yasağı Allah’ın yasağına uygun düşmüştür. Kullara vacip olan, ancak Allah’a teslim oldukları gibi, Resul’e de teslim olmaktır.”

Vesail-üş Şia, c. 3, s. 31.

Fazl b. Yesar diyor ki: İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle buyurduğunu duydum:
"Allah Teala namazı ikişer ikişer kılınmak üzere on rekat olarak farz kıldı. Resulullah (s.a.a) da her iki rekata iki rekat, yatsıya da bir rekat ilave etti. Bunlar farzların eşi kılındı, sefer hariç onları terketmek câiz değildir. Bir rekat da akşam namazına ilave etti, seferde ve hazerde onu o halde bıraktı. Allah Teala bunların hepsini onayladı, derken farize on yedi rekat oldu. Daha sonra Resulullah (s.a.a) farizenin iki katı kadar 34 rekat nafile namazını sünnet kıldı, Allah Teala da bunu onayladı. Farize ve nafile namazları toplam 51 rekat oldu. Bunlardan iki rekatı yatsı namazından sonra oturarak kılınır ve vitir namazı yerine bir rekat sayılır...
Resulullah (s.a.a), Allah Teala'nın farz kıldığı rekatlara eklediği iki rekatın azaltılmasına kesinlikle izin vermemiştir, bunu onlara gerekli ve farz kılmıştır. Sadece sefere çıkanlar için ruhsat vermiştir. Resulullah'ın (s.a.a) ruhsat vermediği bir kimseye, hiç kimsenin ruhsat vermeye hakkı yoktur. Resulullah'ın emri Allah'ın emridir, O'nun nehyi Allah'ın nehyidir, kulların Allah'a teslim oldukları gibi Resulullah'a da teslim olmaları gerekir."

(Vesail'uş-Şia, c.3,s.31,h.2)

Fazl bin Şazan diyor: "Hz. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: "Namazın aslının iki rekat olarak belirlenmesi, sonra da bazısına bir rekat, bazısına da iki rekat eklenip, bazısına da ekleme yapılmamasının nedeni şudur ki, asıl namaz bir rekattır. Çünkü bir rakamı sayıların aslıdır. Namaz bir rekattan eksik olursa, namaz sayılmaz. Allah Teala insanların bu bir rekatı -ki ondan eksik namaz olmaz- kamil ve tam olarak teveccüh içinde yerine getiremeyeceklerini bildiği için, ona bir rekat daha ekledi ki, ikinci rekatla birinci rekatın eksik kalan yönleri tamamlansın. İşte bunun için Allah Teala namazın aslını iki rekat olarak farz kıldı.

Sonra Hz. Resulullah (s.a.a), insanların bu iki rekatı kendilerine emredildiği şekliyle kamil olarak yerine getiremeyeceklerini bildiğinden, öğle, ikindi ve yatsı namazlarına ikişer rekat ekledi ki, bu iki rekat ilk iki rekatın eksiklerini tamamlasın.

Sonra akşam namazı vaktinde insanların evlerine dönmeleri, yemek yemeleri, temizlenmeleri ve uyumaya hazırlanmaları gibi nedenlerden dolayı işlerinin daha yoğun olduğunu bildiğinden, insanlara kolaylık olsun diye akşam namazına sadece bir rekat ekledi.

Akşam namazına bir rekat eklenmesinin bir diğer nedeni de günlük farz namazların rekat sayısının tek rakamlı olması içindir.

Sabah namazını ise, kendi halinde ipka buyurdu. Çünkü o zaman işler daha yoğun olur ve insanların geneli o zamanda ihtiyaçları için koşuştururlar.

Ayrıca insanların geceleyin alış veriş ve diğer işlerle iştigal etmeleri daha az olduğundan, sabahleyin zihinleri daha rahattır, efkar ve endişeleri de azdır. O halde insanın o vakitte namazına teveccühü diğer vakitlere nispet daha fazladır.

Sünnet namazların otuz dört rekat olarak belirlenmesinin nedeni de şudur ki, farz namazlar on yedi rekattır, sünnet namazları farzların iki katı kılınmıştır ki, farzı tekmil edip eksiklerini tamamlasın.

Sünnet namazların bir vakitte değil de muhtelif vakitlere bölünmesinin nedeni de şudur ki, üç vakit; öğle vakti, akşamdan sonrası ve seher vakti, vakitlerin en faziletlisidir. Dolayısıyla Allah Teala bu üç vaktin her üçünde de kendisi için namaz kılınmasını sevmektedir.

Ayrıca sünnet namazlarının bölünüp muhtelif vakitlerde kılınması, hepsinin toplu olarak bir vakitte kılınmasından daha kolaydır."

Vesail-üş Şia, c. 3, s. 38.

---

Akşam ve sabahın sünnetlerini peygamber Kur’an’dan çıkarmıştır: 798-Hz. Peygamber: “Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi tesbih et”(Tur, 49)ayetinde geçen “yıldızların batışından sonra” kılınacak namazın (idbâre’ssücud), sabahın farzından önce kılınan iki rekat; (Kâf suresinde geçen) edbâre’ssücud ile de akşamın farzından sonra kılınan iki rek’at olduğunu söylemiştir.” [Tirmizî, Tefsir, Tûr, (3271).]

-------

Saduk Fakih kitabında kendi senedi ile Zurare'den İmam Bakır (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Bir gün Resulullah (s.a.a) namaz için evden çıktı, omzuna İmam Hüseyin (a.s)’ı alarak mescide getirdi ve yanında oturttu. Millet de hazretin arkasında cemaat namazı için safa dizildiler. -İmam Hüseyin'in (a.s) dili geç açıldığı için konuşamayacak diye korkuyorlardı- Resulullah (s.a.a) tekbir dediğinde İmam Hüseyin (a.s)’da hazretle birlikte tekbir dedi, Resulullah (s.a.a) İmam Hüseyin'in (a.s) tekbir dediğini duyunca tekrar tekbir getirdi, İmam Hüseyin (a.s)’da tekrarladı, bu şekilde Resulullah (s.a.a) yedinci tekbiri getirdi ve İmam Hüseyin (a.s)’da tekbir getirdi. Bundan dolayı namazda yedi defa tekbir demek sünnet oldu.

Müellif: Bu manayı Saduk, İlel'de, Ş. Tûsi Tehzib, İbn-i Tavus, Felahu's-Selah ve diğerleri de kendi kitaplarında nakletmiştir. Bazı rivayetlerde İmam Hasan (a.s) gelmişse de İmam Hüseyin (a.s)’ın olması daha meşhurdur.

s.83; el-İlel, c.2,s.21; Tehzib, c.3, s.67 iki senetle nakletmiştir. Felahı-s Sail, s.131; el-Menakib, c.4, s.73 Hafs b. Gıyas’dan, Durust b. Ebu Mensur kitabında Amr b. Yezit Ebu Abdullah (a.s)’dan nakletmiştir, s.158

* * *

Kesir b. Abdillah (r.anh)’ın babasından ve dedesinden rivâyete göre:
“Rasûlullah (s.a.v.), Ramadan ve Kurban bayramlarının namazlarında ilk rek’atta okumadan önce 7, diğer rek’atta okumadan önce 5 tekbîr alırdı.”
(Ebû Dâvûd, Salat: 242; Muvatta, Iydeyn: 4; Tirmizi, Bayramlar, bab 386, Hadis no : 536)

Âişe (r.anhâ)dan rivayet edildiğine göre:
"Rasûlullah (s.a.v.) Ramadan ve Kurban bayramlarında birinci rekâtte 7, ikinci rekâtte de 5 defa Tekbir alırdı".
(İbn Mâce, ikame 156; Sunen-i Ebu Davud, Namaz, 1149, Şamil Yayınları: 4/279 - 280)

İbn Ab'bas (r.a.) dan şu hadisi nakletmiştir:
"Rasulüllah (s.a.v.) Efendimiz iki bayram namazında da 12 tekbir getirirdi: Birinci rek'atte yedi, ikinci rek'atte ise beş.."
(Taberani el-Kebir)

Amr b. Şu-ayb babasından, o da dedesinden rivayeten:
"Nebi aleyhisselâm bayramda oniki Tekbir almıştır. Birinci rek'atta yedi, son rek'atta beş Tekbir almış, bayramdan önce ve sonra herhangi bir namaz kılmamıştır."
(Hadîsi Ahmed ve Ibn Mâce rivayet etmiştir. Ahmed; "Ben bu görüşü benimsiyorum." demiştir.)

Dârekutnı'nin Amr b. Şuayb'in dedesinden yaptığı şu rivayet sonrakilerin görüşünü te'yid etmektedir:
"Rasûlullah (s.a.v.) ramadan ve kurban bayramlarında iftitah tekbiri hâriç ilk rekatte 7, ikincisinde 5 olmak üzere 12 defa Tekbir aldı."
(Dârekutnî, Sunen, II, 48; Sunen-i Ebu Davud, Namaz, 1153 Şamil Yayınları: 4/280)

Nebî aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Ramadan bayramında birinci rek'atta yedi tekbîr, son rek'atta beş Tekbir vardır. Her iki rek'atla tekbirden sonra kırâet vardır."
(Ebû Dâvûd ve Dârekutnî)

Hadis-i şerif, ramadan ve kurban bayramı namazlarının birinci rekatlarında 7, ikincilerinde de 5 tekbirin olduğuna delildir. Bu görüş, Ömer, Ali, Ebû Hurayra, Ebû Saîd el-Hudri, Câbir, İbn Ömer, İbn Abbâs ve Hz. Âişe'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayet edilmiştir. Medine'li "fukaha-i seb'a" (yedi fakih : Saîd b. el-Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Kasım b. Muhammed, Hârice b. Zeyd, Ebu Bekir b. Abdurrahmân, Suleyman b. Yesâr, UbeyduIIah b. Utbe) Ömer b. Abdilaziz, Zuhrî, Mekhûl, Mâlik, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve îshâk'in mezhebi de budur. Bunlara göre bu tekbirler sünnettir.

Ibn Abdilberr şöyle demiştir: "Nebî aleyhisselam'dan bir takım hasen rivayetler varid olmuştur ki, bayram namazlarında birinci rek'atta yedi, ikinci rek'atta beş Tekbir almıştır. Bu husus Abdullah b. Amr, Ibn Ömer, Câbir, Âişe, Ebû Vâkıt ve Amr bin Avf el-Muzenî'nin hadisinden rivayet olunmuştur. Bunun dışında kuvvetli veya zayıf bu hadise zıt bîr rivayet yoktur ve ilk olarak bu görüşle amel edilmiştir."
Peygamber (s.a.v.)’in ashabından pek çok kişiden benzeri rivâyetler vardır, Kufe'liler ve Sûfyân es Sevrî de aynı görüştedir.

Ebû Hurayra’nın Medîne’de bu şekilde namaz kıldığı rivâyet edilmiştir. Medînelilerin görüşü de böyledir. Mâlik b. Enes, Şâfii, Ahmed ve İshâk’ta bunlardandır.

Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Muzenî, ilk rekatte iftitah tekbiriyle birlikte 7 tekbir, ikincisinde ise, kıyam (ayağa kalkış) tekbirinin dışında 5 Tekbir olduğunu söylerler. Şafiî, Evzaî e, İshâk'a göre ise, ilk rekatteki 7 sayısına iftitah, ikincideki 5'e de kıyam tekbirleri dahil değildir

Hanefi'lere göre iftitah tekbirinden sonra birinci rekatta fatiha'dan önce 3, ikinci rekatta zamm-i sureden sonra 3 Tekbir getirilir.
Malikîler ve Hanbeli'lere göre birinci rekâtta 6 tekbir, ikinci rekâtta beş Tekbir getirilir.
Şafıî'lere göre ise birinci rekâtta 7 tekbir, ikinci rekâtta 5 Tekbir getirilir.

Bu zait tekbirler Hanefi'ler dışındakilere göre her iki rekâtta da Fatiha'dan önce getirilir.
Bayram tekbirlerinin cumhura göre sünnet, Hanefîlere göre vâcib

-----------------

Muta Nigahı

1.Şu'be diyor ki: Ben, Hakem'den "(Nisa 24-cü) ayetin bu (mutaya cevaz veren) bölümü mensuh mudur?" diye sordum. Hakem de dedi ki: hayır, Ali r.a buyurdu ki: "Şayet Ömer muta nikahını yasaklamış olmasaydı, şaki olanlar dışında kimse zina etmiş olmazdı."
(Taberi, "Tefsiri et-Taberi", 6/588, Nisa suresi 24-cü ayetin tefsiri)

2.Ata dedi ki: ibni Abbas r.a dedi ki: "muta Allah c.c'dan bir ruhsat ve Muhammed s.a.a ümmetine bir rahmettir, eğer Ömer onu yasaklamasaydı Şakilerden başkası zina etmezdi"
(Abdurrezzak es-Sanani, "Musannaf", 7/497, hadis 14021)

3....Urve b. Zübeyr dedi ki: Abdullah b. Zübeyr Mekke'de ayağa kalktı ve bir zata tarizde bulunarak dedi ki: "Şübhesiz ki, bazı insanların Allah gözlerini kör ettiği gibi, kalblerini de kör etmiş, bunlar nikahı mut'a'ya fetva veriyorlar." Bunun üzerine o zat kendisine: "Sen hakikaten kaba saba bir adamsın. Ömrüme yemin ederim ki, mut'a muttakilerin imamı zamanında yapılırdı." diye cevap verdi ve bununla Rasulullah s.a.a'i kasdetti. ibni Zübeyr ona şu mukabelede bulundu: "Öyle ise kendini bir dene. Vallahi sen bunu yaparsan seni taşlarınla recm ederim."
(Müslim, "es-Sahih", 2/1026, Nikah kitabı, hadis 1406)

4....Ebu Zubeyr dedi ki:: Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini duydum: "Biz Resulullah s.a.a ile Ebu Bekir devirlerinde bir avuç kuru hurma ve un mukabilinde birkaç günlüğüne mut'a yapardık. Nihayet Amr b. Hureys hâdisesinde Ömer bundan nehyetti."
(Müslim, "es-Sahih", 2/1023 Nikah kitabı, 3-cü bab, hadis 1405)

5....Ebu Nadra dedi ki: Cabir b. Abdullah'ın yanındaydım, ona biri gelerek "ibni Abbas ile ibni Zübeyr iki mut'a hakkında ihtilâf ettiler", dedi. Bunun üzerine Cabir şunu söyledi: "Biz bunları Rasulullah s.a.a zamanında yaptık. Sonra Ömer onlardan bizi nehyetti."
(Müslim, "es-Sahih", 2/1023 Nikah kitabı, 3-cü bab, hadis 1406)

6. ...Ebu Reca dedi ki: İmran b. Husayn şunu söyledi: "Allah'ın kitabında muta ayeti nazil oldu, Rasulullah s.a.a dahi onu bize emir buyurdu. Sonra mut'ayı nesheden bir ayet inmediği gibi Resulullah s.a.a de vefatına kadar ondan nehî buyurmadı. (Yalnız) bir adam ondan sonra kendi reyi ile dilediğini söyledi."
(Müslim, "es-Sahih", 2/898, Hac kitabı, hadis 1226)

7.ibni Battal dedi ki: Mekke ve Yemen ehli ibni Abbas'tan muta'nın helal olduğunu rivayet etmiştirler ve onun (ibni Abbas'ın) görüşünden döndüğünü bildiren rivayetler zayıftır. sahih olan ibni Abbas'ın nezdinde Muta'nın caiz olduğudur ve bu Şia'nın da görüşüdür.
(ibni Hacer, "Feth el-Bari", 9/173)

8.(ibni Battal'ın bu sözlerini eş-Şevkani de aktarmıştır: eş-Şevkani, "Neylel Evtar", 6/84)

9.Cumhur der ki: Bundan kasıt İslamın ilk dönemlerinde uygulanan mut'a nikahıdır. ibni Abbas, Ubey ve ibni Cübeyr ise, (nisa,24)ayet-i kerimenin bu bölümünü şöylece okumuşlardır: "O halde onlardan hangisi ile belli bir süreye kadar faydalandı İseniz, ondan dolayı onlara mehirlerini veriniz"
(Kurtubi, "el-Camiul Ahkam", 6/215, Nisa suresinin tefsiri)

10.Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) sözü şöyle kaydedilmiştir:
Eğer Ömer müt'a nikâhını yasaklamamış olsaydı, kalbi ka-tılaşanlardan başka kimse zina yapmazdı.(Tefsir-i Taberî, c.5, s.9; Tefsir-i Nişaburî, c.5, s.16; Tefsir-i Fahrurrazi, c.3, s.200; Tefsir-i Ebu Hayan, c.3, s.218; ed-Dürrü'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.40.)

11.Abdurrezzak ve İbn-i Ebu Şeybe İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet ederler: "Bizler Resulullah (s.a.a) ile birlikte savaştaydık. Eşlerimiz yanımızda yoktu. Peygamberimize 'Kendimizi kısırlaştıralım mı?' diye sorduk. Peygamber bizi bu işten sakındırdı. Bir kadınla elbise karşılığında belirli bir süre için evlenmemize izin verdi." Daha sonra Abdullah b. Mesud şunu ekledi: "Yüce Allah 'Ey müminler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram ilan etmeyin.' buyuruyor." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.140. Sahih-i Buhari, c.7, s.4-5. Sahih-i Müslim, c.9, s.182)

12.ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Şeybe Nafi'den şöyle rivayet eder: "İbn-i Ömer'e müt'a nikâhı meselesi soruldu. İbn-i Ömer 'ha-ramdır' dedi. Kendisine 'İbn-i Abbas buna fetva veriyor' dediler. İbn-i Ömer; 'Onu Ömer zamanında ağzına alsaydı ya' dedi." (c.2, s.141)

13.Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Biz gerek Peygamberimizin günlerinde, gerekse Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma veya un karşılığında müt'a nikâhı yapardık. Bu uygulama Amr b. Hurays olayı üzerine Ömer'in bu nikâhı yasaklamasına kadar devam etti." (sahih muslim c.9, s.183,İbn-i Esir'in Cami-ul Usûl (c.16, s.135), İbn-i Kayyım'ın Zad-ul Mead (c.2, s.205), İbn-i Hacer'in Feth-ul Bari (c.9, s.166-167) ve Muttaki'nin Kenz-ül Ümmal (c.16, s.523),Şafiî el-Ümm adlı eserde ve Beyhaki Sunen-i Kübra (c.7, s.206) adlı eserde nakletmişlerdir.

İbn Hacer’in de belirttiği gibi muta nikahının yasaklanması Hz. Peygamber (asv) tarafından emredilmiştir. Dolayısıyla, Hz. Ömer (asv)’in mutayla alakalı olarak seslendirdiği “yasak” onun bir içtihadı değil, Hz. Peygamber (asv)'in sünnetini / yolunu izlemek ve onu yeniden halka duyurmak manasındadır.(bk. Fethu’l-Bârî, 9/172)

Abdullah b. Ömer’den şunu nakletmiştir: Ömer halife olduktan sonra bir hutbe irat etti ve şunu söyledi:

“Resulullah (a.s.m) bize üç gün için muta nikahına izin verdi, sonra onu haram kıldı.”( İbn Mace, 9/172).

İbnu’l-Munzir ve Beyhak’ı’nin rivayetlerine göre Abdullan b. Ömer şöyle demiştir: Ömer minbere çıktı, Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şöyle dedi: “Resulullah kadınlarla muta nikahını yasakladıktan sonra, bazı kimselere ne oluyor ki, bu muta nikahına tevessül ediyorlar?.." (İbn Hacer, 9/173).

"İslâm'ın evvelinde mut'a vardı. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, kalacağını tahmin ettiği müddet miktarınca nikah yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal, "Onlar namuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve câriyelerine karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar." (Mü'minûn, 6) meâlindeki âyet nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu âyet gelince mut'a haram ilân edildi.)" (Tirmizî, Nikâh, 27)

Tefsir-ut Taberi'de Hakem'den -ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde ise aynı rivayet Abdurrezzak'tan ve Nasih adlı eserinde Ebu Davud'dan- şöyle rivayet edilir: "Hakem'den bu ayetin mensuh olup olmadığı soruldu. 'Hayır, mensuh değil' dedi. Hz. Ali ise, 'Eğer Ömer müt'a nikâhını yasaklamasaydı, kötü kimseden başka hiç kimse zina yapmazdı' buyurdu." (Taberi, c.5, s.9. ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.140)

"Ey insanlar, ben size kadınlarla mut`a yapmanız konusunda izin vermiştim. Şüphesiz Allah, onu kıyamet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında (mut`a nikahı ile tuttuğu) kadın varsa, onu serbest bıraksın. Onlara verdiklerinizden hiçbir şey geri almayınız" (Müslim, Nikâh, 19, 22, 24; İbn Mâce, Nikâh, 44; Dârimî, Nikâh, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 406) Bu neshin Mekke fethinde, Veda haccında yasaklandığına dair rivayetler de vardır. (bk. Neylu’l-Evtar, 6/546)

"İbn Abbas bir gün bir hutbe okudu, dedi ki: Mut'a nikâhı leş, kan ve domuz eti gibidir." (bk. el-Fıkh ala'l-Mezâhib al-arba'a VI. 90-93)
 
Son düzenleme:
Üst