Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
Resûlüllah (Aleyhisselatü Vesselam)
Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi
Uydurma hadîs nasil anlasilir?
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="TaLHa" data-source="post: 37062" data-attributes="member: 1"><p><strong>Ynt: Uydurma hadîs nasil anlasilir?</strong></p><p></p><p><strong>Hem meselâ:</strong> İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağâ ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bâzı Sûrelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ: <u>«Fatiha'nın Kur'an kadar sevabı vardır.» «Sûre-i İhlas sülüs-ü Kur'an» «Sûre-i İza Zülziletil-ardu, rubu» «Sûre-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu», «Sûre-i Yâsin on defa Kur'an kadar»</u> olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: <u>«Şu muhaldir. Çünki Kur'an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.»</u></p><p></p><p> <strong>Elcevab:</strong> Hakikatı şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bâzan on tane verir, bâzan yetmiş, bâzan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bâzan binbeşyüz (Sûre-i İhlas'ın harfleri gibi), bâzan onbin (Leyle-i Berat'ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bâzan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîr'de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur'an-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile Bâzı Sûrelerle müvazeneye gelebilir.</p><p></p><p> <strong>Meselâ:</strong> İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bâzı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ kıyas et.</p><p></p><p> Şimdi Kur'an-ı Hakîm'i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviyye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlas, Fâtiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sâir faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur'an-ı Hakîm'in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sâre-i İhlas'ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsin'in hurufâtı hesab edilse, Kur'an-ı Hakîm'in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif'in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yâni o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.</p><p></p><p> <strong>Onuncu Asıl:</strong> Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi ef'al ve a'mâl-i beşeriyede Bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrleridir, yoksa medâr-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması mümkün. Şu ibham îtibariyle mantıkça kaziye-i mümkine Sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.</p><p></p><p> Meselâ, <u>«Kim iki rek'at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.»</u> İşte iki rek'at namaz Bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek'at namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabûlün mâdem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: «Gıybet, katil gibidir.» Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: «Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.» Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir Sûrette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir Sûrette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a'mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.</p><p></p><p><strong>Meselâ:</strong><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000"> مَنْ قَرَأَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ yâni:</span></span></p><p><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000"></span></span></p><p><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000">اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ</span></span></p><p><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000"></span></span></p><p><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000">اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّموَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ</span></span></p><p><span style="font-size: 18px"><span style="color: #990000"></span></span></p><p> İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, O iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: «Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.» Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir Sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: <u>«Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.»</u> Yâni bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.</p><p></p><p> İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki Teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek Bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem İsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile şeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir.</p><p></p><p> <u><strong> Netice-i Kelâm:</strong></u> <strong><span style="color: #ea0000">Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmânı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu «On Aslı» nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat'î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmağını uzatma! Zira evvelâ o «On Aslın» on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. «Hakikî bir kusur varsa bize aittir» derler, Hadîse raci' olamaz. «Eğer hakikî değilse, senin sû'-i fehmine aittir» derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu «On Aslı» tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu «On Usûlü» Kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! «Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır»de, ilişme.</span></strong></p><p></p><p> <strong><span style="color: #ff0051">Onbirinci Asıl:</span></strong> Nasıl Kur'an-ı Hakîm'in müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur'anın müteşâbihâtı gibi müşkilatı vardır. Bâzan çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır. Geçmiş misâllerle iktifâ edebilirsiniz.</p><p></p><p>Evet nasılki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rü'yasını tâbir eder. Öyle de: Bâzan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tâbir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!. Sırr-ı <span style="font-size: 18px"><strong><span style="color: #cc0000">مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى </span></strong></span>ve <span style="font-size: 18px"><strong><span style="color: #cc0000">تَنَامُ عَيْنَىَّ وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى </span></strong></span>hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan Zâtın gördüğünü sen kendi rü'yanda inkâr değil, tâbir et. Evet uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müdhiş bir harbde yaralar alır gibi bir hakikat-ı nevmiye bâzan telâkki eder. Ondan sorulsa, «Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı.» diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ızdırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i Nübüvvete mihenk olamazlar.</p><p></p><p> <strong><span style="color: #ff003d">Onikinci Asıl:</span></strong> Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve îmân; vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.</p><p></p><p> İşte onun içindir ki, mevcûdâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan Ulûm-u Âliye-i İlahiye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hüKemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.</p><p></p><p> Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'anın hakaik-i Kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:</p><p></p><p> Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz'de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaîf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı Esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebatât ve hayvanâtın kesretli enva'-ı sagiresinden cevvadane icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.</p><p></p><p>İşte Arzın bu âzamet-i mâneviyyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren <span style="font-size: 18px"><strong><span style="color: #e00000">رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ </span></strong></span>diyor. İşte sâir mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="TaLHa, post: 37062, member: 1"] [b]Ynt: Uydurma hadîs nasil anlasilir?[/b] [b]Hem meselâ:[/b] İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağâ ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bâzı Sûrelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ: [u]«Fatiha'nın Kur'an kadar sevabı vardır.» «Sûre-i İhlas sülüs-ü Kur'an» «Sûre-i İza Zülziletil-ardu, rubu» «Sûre-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu», «Sûre-i Yâsin on defa Kur'an kadar»[/u] olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: [u]«Şu muhaldir. Çünki Kur'an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.»[/u] [b]Elcevab:[/b] Hakikatı şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bâzan on tane verir, bâzan yetmiş, bâzan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bâzan binbeşyüz (Sûre-i İhlas'ın harfleri gibi), bâzan onbin (Leyle-i Berat'ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bâzan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîr'de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur'an-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile Bâzı Sûrelerle müvazeneye gelebilir. [b]Meselâ:[/b] İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bâzı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ kıyas et. Şimdi Kur'an-ı Hakîm'i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviyye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlas, Fâtiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sâir faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur'an-ı Hakîm'in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sâre-i İhlas'ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsin'in hurufâtı hesab edilse, Kur'an-ı Hakîm'in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif'in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yâni o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın. [b]Onuncu Asıl:[/b] Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi ef'al ve a'mâl-i beşeriyede Bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrleridir, yoksa medâr-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması mümkün. Şu ibham îtibariyle mantıkça kaziye-i mümkine Sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, [u]«Kim iki rek'at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.»[/u] İşte iki rek'at namaz Bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek'at namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabûlün mâdem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: «Gıybet, katil gibidir.» Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: «Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.» Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir Sûrette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir Sûrette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a'mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz. [b]Meselâ:[/b][size=5][color=#990000] مَنْ قَرَأَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ yâni: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّموَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ [/color][/size] İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, O iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: «Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.» Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir Sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: [u]«Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.»[/u] Yâni bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir. İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki Teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek Bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem İsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile şeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir. [u][b] Netice-i Kelâm:[/b][/u] [b][color=#ea0000]Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmânı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu «On Aslı» nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat'î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmağını uzatma! Zira evvelâ o «On Aslın» on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. «Hakikî bir kusur varsa bize aittir» derler, Hadîse raci' olamaz. «Eğer hakikî değilse, senin sû'-i fehmine aittir» derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu «On Aslı» tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu «On Usûlü» Kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! «Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır»de, ilişme.[/color][/b] [b][color=#ff0051]Onbirinci Asıl:[/color][/b] Nasıl Kur'an-ı Hakîm'in müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur'anın müteşâbihâtı gibi müşkilatı vardır. Bâzan çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır. Geçmiş misâllerle iktifâ edebilirsiniz. Evet nasılki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rü'yasını tâbir eder. Öyle de: Bâzan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tâbir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!. Sırr-ı [size=5][b][color=#cc0000]مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى [/color][/b][/size]ve [size=5][b][color=#cc0000]تَنَامُ عَيْنَىَّ وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى [/color][/b][/size]hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan Zâtın gördüğünü sen kendi rü'yanda inkâr değil, tâbir et. Evet uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müdhiş bir harbde yaralar alır gibi bir hakikat-ı nevmiye bâzan telâkki eder. Ondan sorulsa, «Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı.» diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ızdırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i Nübüvvete mihenk olamazlar. [b][color=#ff003d]Onikinci Asıl:[/color][/b] Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve îmân; vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcûdâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan Ulûm-u Âliye-i İlahiye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hüKemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler. Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'anın hakaik-i Kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz: Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz'de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaîf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı Esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebatât ve hayvanâtın kesretli enva'-ı sagiresinden cevvadane icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte Arzın bu âzamet-i mâneviyyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren [size=5][b][color=#e00000]رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ [/color][/b][/size]diyor. İşte sâir mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
Resûlüllah (Aleyhisselatü Vesselam)
Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi
Uydurma hadîs nasil anlasilir?
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst