Sünnetin korunması meselesi

sinang

Member
Sünnet; Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı olması itibariyle Müslümanlar nezdinde çok önemli bir konuma sahiptir. İlk dönemlerden itibaren Sünnet’e "din" nazarıyla bakılmış, Sünnet’in muhafazası ve yaşanması için her türlü takdiri aşan gayret ve çalışmalar ortaya konmuştur.

Sünnet’in Korunmuşluğunun Zaruri Oluşu
Dini hükümlerin oluşmasında Kur’ân–Sünnet bütünlüğü bilinen bir gerçektir. Fıkıh kitapları sathî bir bakışla bile gözden geçirilse, dini ahkâmın Kur’ân ve Sünnet’in birlikte değerlendirilmesiyle şekillendiği anlaşılacaktır. Sünnet olmadan Kur’ân’ın pratiğe aktarılması mümkün değildir. Bu yönüyle Sünnet, Kur’ân’ın pratize edilmiş şeklidir.
Kur’ân’ın yanında müstakil bir teşrî kaynağı olan Sünnet, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonuna sahiptir. Bu çerçevede Sünnet, Kur’ân tefsirinin birinci kaynağı olmuştur. Kur’ân’da emredilen namaz ve hac gibi ibadetlerin keyfiyeti ve yapılış şekilleriyle ilgili tafsilatta bulunmuştur.3 Miras hukukuyla ilgili umumî hüküm ifade eden âyeti4, Peygamberlerin miras bırakmayacağını söyleyerek5 tahsis etmenin yanında, "Mallarınızı aranızda batıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticârî mübadeleyle yiyin." (Nisâ sûresi, 29) âyetini de, "Meyveler, tam belirli hale gelinceye kadar satmayın."6 buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.) takyîd etmiştir. Bu misalleri çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak biz sadece işaret sadedinde bu meseleye temas ettik.
Kur’ân’ inmeye başladığı andan itibaren Sünnet, Kur’ân’la içli dışlı olarak fonksiyonunu icraya başlamış ve dinin ikinci kaynağı olmuştur. Bu durum bizi, İslâm’ın hakkıyla muhafazasının Sünnet’in de muhafaza edilmiş olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer Sünnet korunmamışsa din eksik demektir. Oysa Kur’ân’da Allah (c.c.), "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum" (Mâide sûresi, 3) buyurarak İslâm’ın tamama erdirildiği söylemektedir.

Kur’ân Ayetlerinin Delaletleri
Kur’ân’daki bazı ayetler, dolaylı olarak Sünnet’in korunmuşluğuna delalet etmektedir. Yukarıda temas ettiğimiz, "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum." (Mâide sûresi, 3) âyeti bu çerçevede değerlendirilebilir. Yine "Şüphesiz Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz." (Hicr sûresi, 9) ayetinde geçen "Zikr" kelimesi Sünnet’i de ihtiva etmektedir. Her ne kadar ilk bakışta, "zikr"den maksat Kur’ân gibi anlaşılıyorsa da, Kur’ân’ın yerine "zikr" denilmesi, daha geniş anlamda bir kavramla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir. Allah’ın, "zikr"in korunmasıyla ilgili teminatı, sadece Kur’ân’la sınırlı olmayıp Peygamberimiz vasıtasıyla gönderilen dinin tamamını, dolayısıyla Sünnet’i de kapsamaktadır. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı koruduğu gibi Sünnet’i de korumuştur. Bunun için de ümmetin âlimlerini Sünnet’i ezberlemek, öğrenmek, öğretmek gibi hususlara yönlendirmiştir. Efendimiz’den itibaren, binlerce âlim, hayatını bu yola vakfetmiştir.11 Nitekim başta İmam Şafiî olmak üzere İslâm âlimleri, Sünnet’in tamamının âlimler tarafından bilindiğini belirtmişlerdir. Yani, âlimlerin tamamı bir araya getirilse, Sünnet’in tamamı ortaya çıkmış olacaktır.12 İmam Şafiî’nin yaklaşımından da, namaz, zekat, hac, oruç, muamelat ve feraizden hiçbir şeyin kaybolmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Peygamberimiz’in söz, fiil ve takrirleri, geliş yolları ve seviyeleri farklı bile olsa, derlenip toplanmıştır. Ayrıca, Kur’ân’da, Peygamberimiz'e hitaben: "Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl sûresi, 44) denilmektedir ki, eğer Sünnet bizim için güvenilir bir kaynak değilse, Kur’ân’da yer alan namaz, oruç, zekat gibi emirlerin yapılış keyfiyetlerini bilmemiz, dolayısıyla da buna benzer nasslardan istifade etmemiz mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bize farz kılınan hükümler bâtıl olacaktı. Oysaki Kur’ân, "Bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah ve Resulüne götürün..." (Nisa sûresi, 59) ayetiyle, bütün meselelerin Efendimiz’in söz, fiil ve takrirleri ışığında çözülmesi gerektiğine işaret ederken, Peygamberimiz de, "Dikkat ediniz, bana Kur'ân ve onun bir benzeri verildi."13 buyurarak, Sünnet’e müracaat etmeden dini yaşamanınmümkün olmadığını ihtar etmişlerdir.

Sahabenin Hadis Rivayetindeki Hassasiyetleri
Hz. Peygamber’in kendi adına kasten yalan uyduranların cehennemlik olduklarını beyan etmesi, sahâbeyi hadis rivayetinde temkinli olmaya sevketmiştir. Mesela, Efendimiz’e yakınlığı herkesin malumu olan Zübeyr b. Avvam pek az hadis rivayet etmiştir. Bir gün oğlu kendisine: "Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda: "Bir kelimede bile Resûlullah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O, ‘Benim adıma yalan söyleyen, cehennemdeki yerine hazırlansın.’ buyurmuştur"28 şeklinde cevap vermiştir.
On yıl Peygamberimize hizmet eden Enes b. Mâlik (r.a.) de hadis rivayeti konusundaki endişesini şöyle ifade etmiştir: "Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s) daha çok şeyler anlatırdım."

Hadis rivayetinde hassas davranan sahâbe, hadislerin lafzen rivayetine de çok dikkat etmiştir. Hadîslerin mana ile rivayeti belli şartlarla caiz olmakla birlikte, sahâbe lafzen rivayet konusunda titiz davranmıştır.
 
Üst