şefkat

mihrimah

Well-known member
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضيعَ ايمَانَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ

Bakara / 143 …Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ

Bakara / 207. İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَريصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنينَ رَؤُفٌ رَحيمٌ

Tevbe / 128. Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.

وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّهَ رَؤُفٌ رَحيمٌ

Nur / 20. Ya sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu)!

ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلى اثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَاتَيْنَاهُ الْاِنْجيلَ وَجَعَلْنَا فى قُلُوبِ الَّذينَ اتَّبَعُوهُ رَاْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ اِلَّاابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَاتَيْنَا الَّذينَ امَنُوا مِنْهُمْ اَجْرَهُمْ وَكَثيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ

Hadid / 27. Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.
HADİS…
* Yine Müslim'de gelen bir diğer rivâyette Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm)]: "Allah, arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhamet ederler. Kıyamet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır."
* Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselam)'a bir grup esir getirilmişti. İçlerinde bir kadın vardı, göğüsleri sütle dolu idi. Bu kadın (sağa sola) koşuyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu zaman onu yakalayıp kucaklıyor, göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. (Dikkatleri çeken bu manzara karşısında), aleyhissalâtu vesselâm: "Bu kadının, çocuğunu ateşe atacağına kanaatiniz olur mu?" dedi. Bizler: "Hayır!" diye cevap verince: "(Bilin ki), Allah'ın kullarına olan rahmeti, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır" buyurdu."
* Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler."
* Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Üç şey vardır, bunlar kimde bulunursa, Allah onun üzerine himayesini açar ve onu cennete koyar: "Zayıflara rıfk, anne-bebaya şefkat, kölelere ihsan."
* Ebu Sa'îd radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Aziz ve celil olan Allah semâvat ve arzı yarattığı gün, yüz rahmet yaratmıştır. Bunlardan birini arza indirmiştir. İşte bunun sayesinde bir anne çocuğuna karşı şefkat duyar, hayvanlar, kuşlar birbirlerine şefkat duyarlar. Allah geri kalan doksandokuz rahmeti, Kıyamet günü için (kendine) saklamıştır. Kıyamet gününde onları bu rahmetle yüze tamamlayacak."
* Üsâme İbn-i Zeyd radiya'llâhu anhumâ'dan şöyle rivâyet edilmiştir:
Üsâme Hazretleri demiştur ki: Nebî RS'in kızı (Zeyneb radiya'llâhu anhâ) Resûlullâh'a:
- Oğlum öldü, bana geliniz, diye haber gönderdi. Resûlullâh da kızına selâm söyleyip:
- Allâh'ın almak ve Allâh'ın vermek istediği her şey kendisine âiddir. Ve her şey'in ilm-i ilâhîde muayyen bir ömrü vardır. Kızım, sabret, ve bu sabrın Allah yanında ecr ü sevâbı olduğunu hatırla! diyerek cevâb yolladı. Bu def'a Zeyneb, Resûl aleyhi's-selâm'a and vererek:
- Her halde geliniz, diye haber gönderdi: Bu haber üzerine Resûlullâh kalktı. Maiyyetinde Sa'd İbn-i Übâde, Muâz İbn-i Cebel, Übey İbn-i Kâ'b ve Zeyd İbn-i Sâbit olduğu halde (Zeyneb'in evine geldi. Hasta) çocuk, Nebî RS (in kucağın) a verildi. Çocuğun hayâtı ihtizârda ve muztarib bir halde idi. Vücûdü (za'fiyetten) eski kırbaya dönmüştü. Resûlullâh'ın iki gözü yaş döküyordu. Sa'd İbn-i Übâde:
- Yâ Resûlullâh! Bu yaş, bu ağlayış nedir ya? diye izhâr-i hayret etti. Resûl-i Ekrem:
- Bu göz yaşı, Allâh'ın (merhametli) kullarının gönüllerine koyduğu rahmet(-i ilâhiyyenin eseri) dir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti, kullarından şefkatli olan (gönül)lere ihsân eder, buyurdu.
* Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Enes demiştir ki: (Bir kere) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem ile Haddâd bir san'atkâr olan Ebû Seyf (Berâ' İbn-i Evs) in evine gitmiştik. Ebû Seyf'in zevcesi Ümm-i Bürde Peygamber'in mahdûmu Hazret-i) İbrâhîm'in murdıası, süt ninesi idi. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem İbrâhîm'i (kucağına) aldı. İbrâhîm'i öptü, kokladı. Bundan sonra bir kerre daha Ebû Seyf'in evine gittik. (Bu def'a) İbrâhîm can veriyordu. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in iki gözü yaş dökmeğe başladı. Bunun üzerine (Abdurrahmân) İbn-i Avf:
- Yâ Resûlullâh! Halk musîbet zamânında sabretmiyebilir, fakat sen de mi? diye taaccüb ve istiğrâb eyledi. Resûlullâh:
- Ey İbn-i Avf! Bu hal, (babanın çocuğuna karşı beslediği) rikkat ve şefkattir. (Yoksa sabır ve tevekküle münâfî bir nevha değildir) duyurdu. Sonra bu göz yaşını bir diğeri ta'kîb eyledi. Bu def'a da Resûl aleyhi's-selâm:
- Göz ağlar ve kalb mahzûn olur. Biz, Rabbimiz'in râzı olacağı sözden başka bir kelime ile izhâr-ı hüzn etmeyiz. Ey İbrâhîm! Biz, senin ayrılığınla pek ziyâde mahzûn ve mükedderiz, buyurdu.
* 'Âişe radiya'llahu anhâ'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'e Bedevî bir Arab gelip: Yâ Resûla'llah! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız, demişti. Resûl-i Ekrem: (Ey oğul) Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmıştır, ben ne yapabilirim, diye cevab verdi.
TEFSİR…
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَريصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنينَ رَؤُفٌ رَحيمٌ
Tevbe / 128. Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.
Yemin olsun ki, size hakikaten bir resul geldi öyle bir resul ki sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem ehlinden, sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler beşeriyet icabı onu da üzer, onun dayanma gücü ve metin görünüşü, sıkıntılara göğüs germesi, üzülmediğinden değil, peygamber oluşundandır.
Bu tefsirlere göre, cümlenin tamamı bir sıfat cümlesidir. Fakat İbnü Kuşeyrî'nin tercihine göre, "azîz" bir sıfat, "aleyhi mâ anittum" da ayrı bir sıfattır. Buna işaret olmak üzere bazı mushaflarda "azîz" kelimesinin üzerine bir "cîm" secavendi konmuştur ki, bunda daha başka bir anlam vardır. Yani, bir resuldür ki, azîzdir; büyük izzeti vardır. Sizi sıkıntıya sokan şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir. O yüksek izzet sahibi peygamber, kendi cinsinin evlatlarının zor durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden olması ve izzet sahibi bulunması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreğinde duyar, acınızı hisseder. Üzerinize düşkündür, size karşı pek hırslıdır. "(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de" (Nahl 16/37) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere hidayet ve iyiliğinize, faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş'e, Arab'a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki, o raûftur. Re'feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur'ân'da söz konusu olan mükellefiyetler, özellikle bu Berâetün Sûresi'nde yer almış olan tevbe, cihad vesaire hakkındaki emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir. Onun için hiç vakit geçirmeden bunlara iman edip, gereğince amel etmelisiniz.
Görülüyor ki, burada Resulullah'a Allah'ın güzel isimlerinden raif ve rauf ve rahîm isimleri verilmiştir. Hasen ibn'l-Fadl demiştir ki Allah Teâlâ, hiçbir peygambere, güzel isimlerinden iki isim birden vermedi, ancak bizim peygamberimiz hakkında "raûf ve rahîm" buyurdu. Kendi zat-ı sübhanisi hakkında da "Muhakkak ki, Allah insanlara raûf ve rahîmdir." (Bakara, 2/143; Hac, 22/65) buyurdu. Gerçekten de Resulü'ne bu isimleri vermesi ve onu böyle vasıflandırması, onun hakkında büyük ikram ve tekrîm demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah'ın güzel isimlerinin hepsi "Allah, Rahmân ve Rab" gibi sırf Allah'a mahsus olan isimlerden değildir. Resulullah'ın kendisi, ilâhî ahlâk ile mütahallik olduğundan dolayı müminlere raûf ve rahîmdir. Getirdiği din de bütün yönleriyle, müminler için ayniyle nimet ve rahmettir.
PIRLANTA SERİSİ…
ŞEFKAT, MERHAMET, MUHABBET VE MÜSAMAHADA HEP ÖNDE BULUNULMALIDIR:
Bu vazifeyi yaparken son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak lâzımdır. Bilhassa asrımızda, elinden tutulmaya, anlatılacak şeyleri tatlı tatlı anlatıp, düşündürülmeye ve hidayete erdirilmeye muhtaç yığınla insan vardır. Çoğunluğu itibariyle mevcut şartların bağrında beslenen garip varlıklar görünümündeki bir nesle sert davranmak, kaldığın yerde kal demekle eş ma’nâlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’ya, Firavun karşısında bile yumuşak sözlü olması emredilir. (Tâ-ha, 20/44) Efendimiz’e de, hem de Uhud Savaşı’nın ardından inen ayette, “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, Sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” (A. İmran, 3/159) buyurulmaktadır. İnsanları irşadın bahis mevzûu olduğu pek çok yerde Kur’ân’ın üslûbu hep aynıdır.
Efendimiz bir yerde, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın”; bir başka yerde de, “Ben insanları idâre etmekle emr olundum” buyurmaktadır. Mü’mine ve kazanılmaya müsait olanlara mülayim, müsamahalı ve mürüvvetkârâne davranmak, kâfire ve katı kişilere mantıkî ve insanca yaklaşıp, idâre etmeyi bilmek çok mühimdir. Her hâl ü kârda gözetilecek husus, mutlaka herkese hak ve hakikatı intikal ettirilebilecek bir menfez ve açık pencerenin bulundurulmasıdır. Bütün dinî hakikatları karşımıza çıkan şahsın yüzüne ağızdan dolma tüfek gibi birden sayıp-dökmeden önce muhatabımızı dinleyip, iç durumunu tesbit ettikten sonra muhtaç olduğu şeyleri vicdan ve ruhunun aradığı bir üslupla anlatmak icabeder ki, celbedelim derken kaçırmış olmayalım. Bu bir taviz de değildir. Burada namazın, Efendimiz’in risaletinin 8’inci yılında farz kılındığını bir defa daha hatırlanmalıyız. Evet, çocuğun yaşına göre mama vermek, yaşına göre ders anlatmak şart olduğu gibi, bu mevzû- da da önce boş kalbin doyurulup tatmin edilmesi esastır. Yoksa, inançsız biri için her şeyi kabûl etsin de gelsin diyemiyeceğimiz gibi, “namaz kılmasan olur” da diyemeyiz. Düşüncesinden dolayı şahsen münasebet caiz olmayan kâfire karşı kalben buğz etmekle beraber, kendisiyle her zaman diyaloga açık bulunmamız gerektiğini de bilmeliyiz. Evet, muhabbet fedaileri olarak vurana elsiz, sövene dilsiz ve aynı zamanda gönülsüz olmak mecburiyetindeyiz. Bırakın yumrukla karşılık vermeyi, bülbül-gül münasebeti içinde bulunmalıyız ki, duygularda ve düşüncelerde güller açsın. Evet, Efendimiz dahil hiç bir peygamberin insanları döverek, öldürerek yola getirdiği görülmüş değildir; böyle bir davranış ancak Hz. Musa’nın dünyâya geldiğini kahinlerden öğrenip, tenkîl adına yeni doğan bütün erkek çocukları acımasızca boğazlayan Firavun ve onun gibi olanlarda görülebilir. Kalb ve fikir tatminsizliği içinde bulunan neslimize yumruk ve huşunet göstermek, zaten herşeyden mahrum olan kalb ve kafalarını yumuşatma yerine dinamitlemek demektir. Yüzde bir sivilce varsa, bunu sıkmak veya kesmekle değil, en müessir bir ilaçla tedavi etmek lazımdır. Günümüzde mânevî sahadaki müessir ilaçlar, iman dersleridir.

ŞEFKAT ÂBİDESİ PEYGAMBER
Her peygamber kendi ümmetini sever. Bu sevgiden, bazan sevginin kendisi bazan da şefkat ma’nâsı kasdolunabilir. Her ikisi de peygamberlerde en ulvî seviyededir. Ancak peygamberlerin kendi aralarında derece farkları mevzubahis olduğu gibi, onlardaki duygu ve düşüncede de böyle farklılıklar her zaman söz konusudur. İşte bu hakîkate binaen, bütün peygamberlerde var olan sevgi ve muhabbet Efendimiz’de en a’zam derecede vardır. Vardır ki, Cenab-ı Hakk (cc) O’nun bu şefkat ve muhabbetini anlatma sadedinde kendi isimleriyle onu yadetmiş ve Allah Rasûlü’ne “Raûf, Rahîm” demiştir. O, mü’minlere karşı işte böyle bir sevgi ve şefkat abidesidir.
ŞEFKAT TOKATLARI
Bir Seviye Mes’elesidir
İnsanlar manevî yönleri itibariyle de derece derecedirler. Onun için, her insan bir ölçüde, kendi derece ve seviyesine göre muamele görür. Bazı insanlar vardır ki, günahı fiil haline getirirler ve bunun tokadını yerler. Bazıları da aynı günahı aklından geçirince tokat yer. Eğer bir insan bu durumlardan herhangi birinde tokat yemiyorsa, bu o insanın o seviyede olmayışındandır.
Mes’eleye bir de şu zaviyeden bakmak mümkündür. İnsan Allah’a yakınlık seviyesini her an aynı nisbette koruyamaz. Dolayısıyla farkına varmadan bulunduğu seviyeye göre günah işlemiş olabilir. Zira insan, günün yirmidört saatinde bir sürü iniş ve çıkışlara maruz kalabilmektedir. Ve her zaman da, seviye kontrolü yapması imkânsız gibidir. Dolayısıyla bilmeden ve farkında olmadan işlediği o günahın tokatını yemez. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın o kula hususi bir rahmetidir.
Bir de Cenâb-ı Hakk, her hata işleyene ceza vermez. Eğer kulda, ileriye ait kemale erme istidadı var ve o kul bu istidadını gelecekte inkişaf ettirebilecekse, Allah (cc) ona mühlet verir, fırsat verir; ta ki, o bu fırsatı değerlendirsin ve ileride İslâm adına sergileyeceği semereleri sergilesin. İşte bazen öyle insanlar olur ki, esas itibariyle, işlediği günahları düşündükçe, taş kesileceğini veya meshe uğrayacağını düşünür ve onun namına ürperirsiniz. Evet işlediği günahlar bu denli büyüktür. Ama Cenâb-ı Hakk ona durmadan fırsat vermektedir. Çünkü O, ezelî ilmiyle kulunun ileride yapacağı faydalı amelleri bilmektedir ve ona istikbaldeki durumu itibariyle muamele etmektedir.
HÜMANİZM
Soru: Hümanizm düşüncesine İslâm’ın bakış açısı nedir?
Sevgi, günümüzde en çok işlenen ve kendisine ihtiyaç hissedilen konulardan biridir. Aslında sevgi, bizim inanç ve gönül dünyamızın da hiç pörsümeyen gülüdür. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk, kâinatı muhabbet atkıları üzerinde bir dantela şeklinde ördüğü gibi varlığın bağrında her zaman en büyüleyici bir edayla seslendirilen mûsiki de yine sevgidir. Aile, toplum ve milleti teşkil eden fertler arasında en güçlü münasebet sevgi münasebetidir. Sevgi, anne-babadan evlâda şefkat şeklinde; evlattan anne-babaya da saygı şeklinde tecelli eder. Evrensel sevgi ise bütün kainatta varlığın her parçasına karşı yardımlaşma ve dayanışma şeklinde kendini gösterir.
Öyleki varlığın ruhunda en hakim unsur sevgidir. Âdeta her varlık, bir sevgi melodisi içinde, o kâinat çapındaki geniş koronun bir ferdi olarak Allah'tan aldığı büyülü bir nağmeyi, kendi üslûbu ile eda ve icra ediyor gibidir. Ancak, varlıktan insanlara, varlıktaki bir bireyden diğerine karşı bu sevgi teatisi, irade üstü bir şekilde cereyan etmektedir. Çünkü iradesi olmayan varlıklarda tamamen İlâhî irade ve İlâhî meşiet hâkimdir. Bu açıdan insanlar, varlıktaki bu sevgi senfonisine iradeleriyle iştirak ederek, mahiyetlerinde var olan sevgiyi geliştirip, insanca icra edebilmenin yollarını araştırırlar. Öyleyse her insan, ruhundaki sevginin sû-i istimal edilmesine meydan vermeden, kendi tabiatına karşı bir aşkınlık içinde, hem gerçek bir yardımlaşma ve dayanışma ortaya koymalı, hem de insanî veya fıtrî hukuk açısından varlığın ruhuna yerleştirilmiş bulunan genel âhengi mutlaka korumalıdır.
Hümanizm, günümüzde üzerinde ulu orta konuşulan ve şuraya-buraya çekmeye müsait bir sevgi anlayışı. Günümüzde bilhassa bazı çevreler, İslâmdaki cihad konusunu, muhakemesi yetersiz avamın kafasını karıştırarak, onların gönüllerinde İslâm'a karşı şüphe uyarmaya ve yine zihinlere mücerred (soyut), dengesiz bir hümanizm anlayışı empoze etmeye çalışmaktadırlar. Evet, bir taraftan, anarşi ve teröre karışan, ülkenin birliğine-bütünlüğüne dokunan, hattâ memleketi bölmek isteyen, asırlardan beri devam edegelen bu ülke ve bu ülke insanının varlık ve bekasına karşı cephe alıp tahribatta bulunan insanlara "acımalı, merhamet edilmeli" deyip, diğer taraftan, önlerine bir kısım sözde din adamlarını da katarak, insanların gözyaşlarına bakmadan, masumları öldürenlere ve vahşetin en dehşetlisini işleyenlere seyirci kalanların bu garip tavırlarını hümanizmle te'lif etmek (bağdaştırmak) çok zor olsa gerek.
Hiçbir mümin, yüklendiği misyon itibarıyla meseleleri abartarak, çarpıtarak, olduğundan farklı gösterme gibi bir aldatmacaya kat'iyen bilerek girmez. Bu açıdan, sırât-ı müstakim (dosdoğru yol) ve Kuranî dengenin temsilcisi olan Allah Rasûlü ve onun canlandırdığı gerçeği cemaat halinde en mükemmel şekilde ortaya koyan Sahabe-i Kiram, sevgide de itidal ve dengenin temsilcisi olmuşlardır. Konuyu Asr-ı Saadet'ten bir-iki örnekle müşahhaslaştırmak mümkündür.
1) Tarihteki konumu ve üzerine aldığı misyonu açısından Abdullah İbn-i Hüzafe (r.a), Bizans içinde Hz. Ömer (r.a)'in hususi bir elemanı olarak değerlendirmek yerinde olur zannediyorum. Abdullah (r.a), Hz. Ömer döneminde önemli bir misyon yüklenmiş ve bu işi yaparken de düşmanları tarafından keşfedilip, yakalanmıştır. Hasımları, kendisine akıl almaz işkencelerde bulunmuş; hattâ çok güvenilir bir kısım siyer ve tarih kitaplarının yazdığına göre, bu mübarek Sahabî'nin başı kaynayan suya sokularak işkence edilmiş ve bu korkunç işkenceler neticesinde bile ona hiçbir şeyi kabul ettirememişler. Bu arada bütün bu olup bitenleri içinde yaşadığı manastırın bir deliğinden seyreden bir rahip, Abdullah ibn-i Hüzafetü s-Sehmi'nin göstermiş olduğu cesaret karşısında hayran kalarak bu şanlı Sahabî'yi karşısına alır ve ona şu teklifte bulunur:
- Oğlum, cesaretine hayran kaldım. Şimdi sana üç dakika mühlet vereceğim. İhtimal bir-iki dakika sonra seni öldürecekler. Bunu iyi değerlendirirsen, hem dünyada, hem de âhirette mes'ud olursun. Zira bu üç dakika içinde sana Hıristiyanlığı telkin edeceğim ki bundan sonra ölsen de gam yeme; çünkü Hz. Mesih'e kavuşacaksın.
Abdullah ibn-i Hüzafetü's-Sehmi’nin çehresinde bir tebessüm belirir ve ardından rahibe şunları söyler:
- Aziz peder! Şimdiye kadar beni kimse dinlemedi. Bu üç dakikalık fırsatı verdiğinizden dolayı, bilseniz size ne kadar müteşekkirim. Çünkü bu üç dakika içinde size hak dini öğretererek gerçek kurtuluş yolunu gösterebilirsem, artık ölsem de gam yemem...
Evet bu hadise, İslâm'ın en kritik anlarda dahi, hattâ ölürken-öldürürken bile müntesiplerini, nasıl başkalarının iyiliğini düşünmeye sevkettiğini anlamak bakımından çok önemlidir. Ayrıca bu hadise bize, İslâm'ın sevgi ve muhabbet ikliminin ne kadar geniş olduğunu göstermesi açısından da fevkalâde dikkat çekicidir.
2) Bir Sahabi naklediyor:
"Hz. Ömer (r.a)'le beraber, herhangi bir tapınağın önünden geçiyorduk. Orada sakalı göbeğinde, iki büklüm, bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir insan duruyordu. Onu görünce, Halife'nin dizlerinin bağı çözüldü, iki büklüm oldu ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Niye ağlıyorsun ya Emire'l-Mü minîn?" diye sorulduğunda, o mealen "70-80 yaşına girmiş, fakat hâlâ insanlığı kurtuluş sahiline götüren ve kaptanlığını bizzat Hz. Muhammed'in yaptığı gemiye binememiş." cevabını verdi. İşte, İslâm'ın evrensel sevgisi budur.
Halbuki, o dönemde çokları, insanları tahrik edip, Müslümanlığın önünü kesmek için lâzım gelen her şeyi yapıyordu. Ne var ki, Rasûlullah'ın halifeleri, Allah Rasûlü’nden devraldıkları sevginin temsilcileri olarak, o anda en büyük düşman sayılan biri karşısında dahi, insanlara olan sevgi, şefkat ve merhametlerinden dolayı hıçkırıklarını tutamayıp iki büklüm olabiliyorlardı.
Konuyla alâkalı daha yüzlerce misal getirilebilir. Zannediyorum, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bu mevzudaki müşahede, tavır ve davranışlarının, talebelerinin tavır ve davranışlarından geri kalmayacağını siz de takdir edersiniz. Çünkü O, en mükemmel lider, her konuda rehber ve bütün varlık için de bir rahmetti.
Hatta İslâm'ın ruhundaki sevgiye uyanmış ve Sahabe'den sonra geldikleri için Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn denilen kutlu nesiller döneminde öyle insanlar yetişmiştir ki, farkına varmadan bir çekirgeye basmışlarsa, hemen halifeye gelip, bunun cezasının ne olduğunu sormuşlardır. Ayrıca camilerimizin ve minarelerimizin ışık saçan çehrelerine baktığımız zaman, alınlarında kuşlar için yapılmış yuvacıkları görürüz. İşte bu, cedlerimizin sevgideki derinliklerinin bir ifadesidir. Evet şanlı tarihimiz, insanların yanında hayvanları bile koruma adına öyle müthiş ve baş döndürücü insanî davranışlarla örülüdür ki başka bir yerde bunlardan hiçbirini göstermek mümkün değildir.
İslâm’ın evrensel prensipleri çerçevesinde sevgi mülâhazası ve sevgi düşüncesi çok dengelidir. Zalim ve mütecavizler bu sevgiden mahrumdur. Zira zulmedene gösterilen sevgi ve merhamet, onu iyice saldırgan yaptığı gibi, aynı zamanda başkalarına da tecavüze teşvik eder. Bu sebeple, evrensel sevgiyi tehdit eden bu tür insanlara karşı merhamet edilemez. Çünkü zalime gösterilen merhamet, mazluma karşı yapılmış en büyük merhametsizliktir. Veya "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et. Zalime, onu zulmünden vazgeçirmek suretiyle yardım edebilirsiniz" buyuran Allah Rasûlü (s.a.s)'nün, bu düsturu çerçevesinde, zalime de, onu zulmünden vazgeçirmek suretiyle merhamet gösterilmelidir.
SONSUZ NURDAN
Hayvanlara da Şefkat
O’nun şefkati hayvanları da içine alıyordu. Yukarıda bir kadının bir kedi yüzünden nasıl cehenneme girdiğini; yine ahlâksız bir kadının bir köpeğe su içirmesiyle nasıl cennete “buyur” edildiğini arzetmiştim. Bir başka hâdiseyi de nakledip bu hususu da noktalayalım:
Bir muhârebeden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp pervaz etmeye başladı. Allah Rasûlü bu duruma muttalî olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu394. Evet, O’nun rahmeti hayvanları da kuşatıyordu. Zaten Allah, geçmiş peygamberlerden birini karınca yuvası yüzünden itâp etmemiş miydi?
Bu peygamber farkına vararak veya varmayarak karıncıları yakmış.. arkadan da Allah’tan azar işitmiştir395. Şimdi bu ve emsali vak’aları bize nakleden Allah Resûlü’nün başka şekilde davranması mümkün mü? Sonra, O’nun ümmetinden öyleleri yetişecektir ki, adları “karınca çiğnemez efendi” olacaktır. Çünkü onlar ayaklarına zil takacak ve yolda böyle yürüyeceklerdir. Ta haşereler zilin sesiyle uzaklaşsın ve ayak altında kalıp ezilmesinler... Aman Allahım! Bu ne derin, bu ne cihanşümul bir şefkat ve merhamet örneğidir. Evet O’nun rahmet dairesinden karıncalar dahi istisna edilmemiştir. Karıncayı bile ezmeyen bu insanlar acaba başkalarına zulmedebilirler mi? Hayır, bilerek ve kasıtla onların haksızlık yapmaları mümkün değildir!..
Mina’da bulunduğu bir sırada, taşların arasından bir yılan çıktı. Sahabe Efendilerimiz de hemen yılanın üzerine üşüştü. Ancak yılan kaçmayı başardı. Bu manzarayı uzaktan seyreden Allah Rasûlü: “O sizin, siz de onun şerrinden kurtuldunuz”, buyurdu396. Burada Allah Rasûlü, sahabinin yapmak istediğine de şer diyordu. Zira, öldürülen yılan da olsa, dünya nizamında bir yeri vardır. Böyle dengesiz her ölüm, ekolojik dengeyi bozacak ve telafisi zor bir arıza meydana getirecektir. Esasen ziraat adına haşarata kıyma, onları imhâ etme, ekolojik denge adına bir cinâyettir. İşin daha garibi de, günümüzde bu türlü cinâyetler ilim adına işlenmektedir.
İbn Abbas anlatıyor: “Allah Rasûlüyle bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu bağlamış, koyunun gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Rasûlü bu şahsa: “Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?” 397 buyurdu. Bu; bir bakıma o şahsa itâptı.
Abdullah b. Cafer (ra) anlatıyor: “Allah Rasûlü, yanında birkaç sahâbeyle bir bahçeye girdi. Bahçenin köşesinde zayıf mı zayıf bir deve vardı. Deve Allah Rasûlü’nü görünce sicim gibi gözyaşı dökmeye başladı. İki Cihan Serveri hemen devenin yanına gitti. Bir müddet o devenin yanında kaldı, sonra devenin sahibini çağırtarak, deveye iyi bakması hususunda onu gayet sert îkaz etti.”398
Günümüzdeki hümanistlerin iddia ettikleri sevgi ve şefkatin çok ötesinde merhametle dopdolu olan Allah Rasulü, bu cihanşümul rahmetini de her türlü ifrat ve tefritten korumasını bilmiş ve o her şeye yeten fetaneti sayesinde hiç mi hiç ifrat ve tefride düşmemiştir.
Evet, O, hiçbir zaman hoşgörü adı altında, kötülüklere müsâmaha ile bakmamış, kötülük ve günah seraları kurmamıştır. O, bir caniye ve bir canavar ruhluya, şefkat adına gösterilecek müsâmahanın, binlerce mâsum insanın hukukuna tecâvüz olduğunu çok iyi bilmekteydi. Üzülerek ifade etmeliyim ki, günümüzde işlenen bu türlü haksızlıklar her devirden çoktur. Anarşiste, ecdâd ve mâzi düşmanlarına gösterilen müsâmahanın, memleketi ne hâle getirdiğini yakın tarihimiz itibariyle acı acı gördük ve hâlâ da kısmen görmekteyiz. Sevgi, şefkat, dengeli kullanılamazsa, fert için ve cemiyet için de önü alınamayacak neticeler doğabilir. Halbuki Allah Rasulü için, menfî mânâda böyle tek bir hâdise dahi göstermek mümkün değildir.
Evet O, kendisini telef edecek kadar insanları seviyordu. Yer yer Kur’ân-ı Kerîm’in O’nu ta’dil etmesi bunun delilidir. Kur’ân: “Onlar Kur’ân’a inanmıyorlar diye, nerede ise kendini bitirip tüketeceksin” (Kehf, 18/6) diyordu. Zaten, nübüvvet atmosferi benliğini sarmaya başlayınca, O kendini bir mağaraya hapsetmemiş miydi? Vahiy de ilk defa O’na orada geldi. Demek ki O, insanları seviyordu ve bu yola baş koymuştu.
Esasen Allah Rasûlü’nün cihad anlayışı da O’nun bu rahmet yanından kaynaklanıyordu. Evet, insanlar cihad sebebiyle belki dünya namına bazı zararlar göreceklerdir; fakat ebedî hayatları adına kazanacakları o kadar çok şey olacaktır ki, onların bu zararlarını hiçe indirecektir! Allah Rasûlü, taşıdığı kılıcının ucuyla cennete giden yolları açıyordu. Bu da O’nun âlemlere rahmet oluşunun ayrı bir buudu...
ŞEFKAT, MERHAMET, MUHABBET VE MÜSAMAHADA HEP ÖNDE BULUNULMALIDIR
Bu vazifeyi yaparken son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak lâzımdır. Bilhassa asrımızda, elinden tutulmaya, anlatılacak şeyleri tatlı tatlı anlatıp, düşündürülmeye ve hidayete erdirilmeye muhtaç yığınla insan vardır. Çoğunluğu itibariyle mevcut şartların bağrında beslenen garip varlıklar görünümündeki bir nesle sert davranmak, kaldığın yerde kal demekle eş ma’nâlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’ya, Firavun karşısında bile yumuşak sözlü olması emredilir. (Tâ-ha, 20/44) Efendimiz’e de, hem de Uhud Savaşı’nın ardından inen ayette, “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, Sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” (A. İmran, 3/159) buyurulmaktadır. İnsanları irşadın bahis mevzûu olduğu pek çok yerde Kur’ân’ın üslûbu hep aynıdır.
Efendimiz bir yerde, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın”; bir başka yerde de, “Ben insanları idâre etmekle emr olundum” buyurmaktadır. Mü’mine ve kazanılmaya müsait olanlara mülayim, müsamahalı ve mürüvvetkârâne davranmak, kâfire ve katı kişilere mantıkî ve insanca yaklaşıp, idâre etmeyi bilmek çok mühimdir. Her hâl ü kârda gözetilecek husus, mutlaka herkese hak ve hakikatı intikal ettirilebilecek bir menfez ve açık pencerenin bulundurulmasıdır. Bütün dinî hakikatları karşımıza çıkan şahsın yüzüne ağızdan dolma tüfek gibi birden sayıp-dökmeden önce muhatabımızı dinleyip, iç durumunu tesbit ettikten sonra muhtaç olduğu şeyleri vicdan ve ruhunun aradığı bir üslupla anlatmak icabeder ki, celbedelim derken kaçırmış olmayalım. Bu bir taviz de değildir. Burada namazın, Efendimiz’in risaletinin 8’inci yılında farz kılındığını bir defa daha hatırlanmalıyız. Evet, çocuğun yaşına göre mama vermek, yaşına göre ders anlatmak şart olduğu gibi, bu mevzû- da da önce boş kalbin doyurulup tatmin edilmesi esastır. Yoksa, inançsız biri için her şeyi kabûl etsin de gelsin diyemiyeceğimiz gibi, “namaz kılmasan olur” da diyemeyiz. Düşüncesinden dolayı şahsen münasebet caiz olmayan kâfire karşı kalben buğz etmekle beraber, kendisiyle her zaman diyaloga açık bulunmamız gerektiğini de bilmeliyiz. Evet, muhabbet fedaileri olarak vurana elsiz, sövene dilsiz ve aynı zamanda gönülsüz olmak mecburiyetindeyiz. Bırakın yumrukla karşılık vermeyi, bülbül-gül münasebeti içinde bulunmalıyız ki, duygularda ve düşüncelerde güller açsın. Evet, Efendimiz dahil hiç bir peygamberin insanları döverek, öldürerek yola getirdiği görülmüş değildir; böyle bir davranış ancak Hz. Musa’nın dünyâya geldiğini kahinlerden öğrenip, tenkîl adına yeni doğan bütün erkek çocukları acımasızca boğazlayan Firavun ve onun gibi olanlarda görülebilir. Kalb ve fikir tatminsizliği içinde bulunan neslimize yumruk ve huşunet göstermek, zaten herşeyden mahrum olan kalb ve kafalarını yumuşatma yerine dinamitlemek demektir. Yüzde bir sivilce varsa, bunu sıkmak veya kesmekle değil, en müessir bir ilaçla tedavi etmek lazımdır. Günümüzde mânevî sahadaki müessir ilaçlar, iman dersleridir.
RİSALE….
Ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men'ediyor.
Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat'iyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: "Bu Nur şakirdleri, bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar." dedikleri ve bu hakikata binler şahid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur'anı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder?
AHİRETİN İSBATI
Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is'âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşey'e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Haşiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayı işitip kabûl etmesin!.. Evet meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabûl etmesin!.
HAVF
Evet Hâlık-ı Zülcelâl'inden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Çünki: Şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Mâdem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.
Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Mâdem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyâyı Onun nâmıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.
ŞEFKAT LEZZETİ
Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Meselâ: Kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerim olan zât, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ: Bir validenin evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.
İşte mâdem evsaf-ı âliyedeki hakikî lezzet ve hüsün ve saadet ve Kemâl, akran ve ezdada bakmıyor. Belki mezahir ve müteallikatına bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ı Zülcemâl ve-l Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva'-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tâbir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gâyet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcûdât mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O mânâların birer lem'asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünü ile bak: Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gâyet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnetdarane tena'umları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.
İşte küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanatı, fezâ-yı âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva'-ı mat'umatı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvâltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gâyet mükemmel ve bütün enva'-ı lezaizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahman-ı Rahîm'e ait ve tâbirinde âciz olduğumuz meâni-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.
Hem meselâ: Mâhir bir san'atperver meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san'atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san'atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse; onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine "Bârekâllah" der.
İşte küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san'atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni'-i Zülcelâl, koca kâinatı, bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbanî ve bir musika-i İlahî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.
İşte bütün o masnuat, bütün onlardan matlub neticeleri, nihayet derecede ve gâyet güzel bir Sûrette gösterdiklerinden ve ibâdat-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyat-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatları ve onlardan matlub olan makasıd-ı Rabbâniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez. Hem meselâ adâlet perver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden, zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcûdâtta ihkak-ı haktan, yâni herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcûdları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecelli-i kübrâ-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.
İşte şu üç misâl gibi, binbir Esmâ-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve Kemâl bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki: "Vedud" ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; "Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcûdâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcûdâttaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir." demişler.
MENFİ MİLİYETÇİLERE
Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisine şefkat sayılsın. Yoksa ekserisine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalilin muvakkat gafletkârane hayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünki menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zaîftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakidirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmağa hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?
Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenâb-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir..
ORUCUN ŞEFKAT YÖNÜ
Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmişler. Cenâb-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler.
Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.
RİSALE-İ NURUN EN MÜHİM BİR ESASI
Risale-i Nur'un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur'la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahilhamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.
Evet bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir.
Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, "Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem'den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a'mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.
Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikatı olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatlı fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum. Evet bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû-i istimal etmektir. Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatın küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.
Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve aâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medâr olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki, yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ü şeref istiyorlar. Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve acizden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar.
ŞEFKAT Mİ AŞK MI?
Kardeşim, ben Name=r0005; HotwordStyle=BookDefault; isimlerini öyle bir nur-u âzam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcât-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u âzam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile, fakr ile şükür, acz ile şefkattir; yani ubudiyet ve iftikardır.Şu mesele münasebetiyle hatıra gelen ve muhakkikîne, hattâ bir üstadım olan İmam-ı Rabbânîye muhalif olarak diyorum ki:
Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın Yusuf Aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur'ân-ı Hakîmin parlak bir i'câz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm'in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yâkubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûda vesile-i vusul olan aşk ise, Züleyhâ'nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın hissiyatını ne derece Züleyhâ'nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: "Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nevinden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nevinden değildir ki, kusur olsun."
Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.
Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.
Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi aynadarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor." Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?
Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvânâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.
Demek, suver-i Kur'âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf'un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkup'un (a.s.) şefkati, ism-i Rahmân ve Rahîm'i gösterir ve şefkat yolu rahmet yolu olduğunu bildirir. Ve o elem-i şefkate devâ olarak da Name=48; HotwordStyle=BookDefault; dedirir.
NÜKTELER…
SARHOŞ KOMŞU
İma-ı Azam Hazretlerinin genç bir komşusu vardı. Her gece evine içkili gelir, çıkardığı gürültü ile imamı çok rahatsız ederdi. İmam, gençten hiç şikayetçi olmaz, komşusunun haline tahammül ederdi. Bir gün başkalarının şikayetinden olsa gerek genci hapse attılar. Ertesi gece gencin sesini duymayan Ebu Hanife (r.a.) şaşırdı ve:
-Genç komşumuzun sesleri niçin kulağımıza gelmiyor? Diye sordu.
-Efendim, o sarhoşu vali hapse attırdı, dediler. Ertesi sabah doğruca valinin konağına gitti. Talebeleri, hocamız herhalde valiye teşekkür edecek, diye düşünüyordu. Vali, onu görür görmez ayağa fırladı. Hürmet etti ve:
-Ya imam! Teşrifinizin sebebini lütfen söyle misiniz? Dedi. O da, komşusu olan gencin serbest bırakılmasını rica etti. Vali:
-Efendim böyle ehemmiyetsiz mesele için niye zahmet ettiniz? Haber gönderseydiniz emrinizi derhal yerine getirilirdi, cevabını verdi.
Delikanlı serbest bırakıldı. İmamla karşılaştıklarında oldukça mahcuptu. Kendisini bizzat çok rahatsız etmişti. Ebu Hanife:
-Bak biz seni unutmuyoruz, sözleriyle iltifat buyurdu.
Genç kısa zaman sonra tevbe etti ve İmam’ın talebeleri arasına katıldı.
Onlar kimseyi itmiyor, kınamıyor, suçlamıyor, belki sadece kendine zulmeden zavallılara acıyor ve yardım etmeye çalışıyorlardı. Başkası ne yarsa yapsın, onlar kendilerine düşeni yapıyordu.
DAİMİ NEŞE
Ma’ruf-i Kerhi Hazretleri, bir gün Dicle’nin kenarında talebeleriyle oturuyordu. Nehrin üst tarafından bir kayığın geldiğini gördüler. Kayıktakiler içki içiyor, naralar atıyor, neşe ile gülüyorlardı. Talebeleri bu manzara karşısında üzüldü, sinirlendiler:
-Dua buyursanız da şu kötü insanlar boğulsa ve Müslümanlar da şerlerinden emin olsa, dediler. Hocaları ellerini açtı ve:
-Ya Rabbi! Şu kayıktaki kullarının neşelerini daim eyle, diye niyaz etti. Talebeleri bu duadan bir şey anlamamıştı. “Sabredin” dedi.
Biraz sonra kayık onların hizasına geldiğinde Hz. Ma’ruf’u gördüler. Hallerinden çok utanıp, bin pişman oldular:
-Bağdat’ın imam ve zahidi Ebu Mahfuz Hazretleri meğer bizi görüyormuş, dediler. İçkilerini döktüler ve çalgı aletlerini kırdılar. “Bizleri affeyle Ya şeyh!...biz de bütün yaptıklarımızdan tövbe ediyoruz” dediler. Ma’ruf-i Kerhi, talebelerine:
-Gördünüz mü ne boğuldular, ne de Müslümanlara zarar verecek halleri kaldı.
Onlar hep af yolunu, güzellikle ıslah yolunu tercih ediyordu. İnsan kardeşlerine karşı şefkatliydiler. Tövbe etmese idiler neşeleri daim olmayacak, burada zahiren kısa bir müddet neşeli görünseler de ahirette devam etmeyecekti. Tövbe ile o anda gülen insanlar ebediyen neşeli olabilecekleri bir yola girdiler.
HANGİ ŞEFKATLE ?
Cansız bir şeyin şefkati olamayacağı herkesçe kabul edilen bedihi bir hakikattir. O halde güneş hangi şefkatle bizi ışığı ve ısısından istifade ettiriyor? Deniz, şefkatle balıkları besleyip, bize takdim ediyor? Toprak, hangi şefkatle nebatatı büyütüp bizlere uzatıyor? Diğer taraftan, mide hangi şefkatle yediğimiz gıdaları hazmediyor.? Hava hangi şefkatle kanımızı temizliyor? Kan damarları hangi şefkatle hücrelerimize erzak taşıyor?
Bu cansız ve şuursuz şeylerin hiçbirine şefkat atfedilemeyeceğine ve gözümüz önündeki bu şefkat de inkar edilmeyeceğine göre, bunlar Rabbimizin geniş rahmetine, hudutsuz keremine ayinedarlık ediyor demektir.
HALİL OLMANIN SEBEBİ
Allahu Azimüşşan, İbrahim (as)’a sormuş:
-“Ya İbrahim, ben seni niçin kendime Halil yaptım; İbrahim Halilullah (Allah’ın dostu) dedirttim?” İbrahim (as):
-“Sen bilirsin ya Rab” demiş. O zaman şu izahı dinlemiş:
-“Sen kırda koyun otlarken, kuzusunu hatırlayıp da sürüden kaçan bir koyunu, ağılın yakınına kadar kovaladın, su gibi ter içinde kaldığın halde, yakaladığın koyunun başına, gözüne vurup, ağır laflar etmedin de, “be mübarek, akşam kuzunun yanına varacaksın, niye beni bu kadar yoruyorsun” demekle iktifa ettin. İşte senin bu merhamet ve şefkatin, bu sabır ve sükunetindir ki, seni Halilullah, yani Allah’ın dostu diye yad ettirmeme sebeb oldu.”
Demek ki, İslam’ın merhamet ve şefkat hissi, sadece insanlığa ait darlıkta değildir. Hayvanlara, bilcümle canlılara şamil bir merhamet ve şefkat anlayışı vardır Müminde…
DAVAYI ÇÖZEN ŞEFKAT
Süleyman Peygambere (as) bir gün kendisine iki kadın geldi. Yanlarında henüz konuşamayacak kadar küçük bir de çocuk vardı. Biri derdini şöyle anlattı:
-“Ey Allah’ın aziz peygamberi: Ben kırda çalışırken oğlumu beşiğine yatırmış uyutmuştum. Az sonra u kadın geldi. Çocuk benimdir diye bağırmaya başladı. Halbuki, onun çocuğunu çalılıklar arasından gelen bir kurt kapıp götürmüş. Şimdi benim çocuğuma sahip çıkıyor.” Süleyman (as) kadını dinledikten sonra ötekine söz verdi. O da şöyle dedi:
-“Ey Allah’ın resulü, bu kadın yalan söylüyor! Asıl kurdun kaptığı onun çocuğudur. Kalan ise benim yavrumdur. Şimdi o benim yavruma sahip çıkıyor.”
Süleyman (as) karar verdi. “Bana büyük ve keskin bir kılıç getirin.” Adamları istediğini hemen getirdiler. Kılıcı aldı çocuğa doğrulttu.
-“Madem ki, çocuğu bölüşemiyorsunuz, ortadan ikiye ayırayım yarısını biriniz, yarısını da diğeriniz alın. Böylece dava halledilmiş olsun.” Kadının biri hemen razı oldu:-“Pekiyi, öyle olmasını isterim.” Öteki kadın ise feryadı bastı:
-“Ey Allah’ın resulü, buna can mı dayanır! Ben istemiyorum. Çocuk tek onun olsun. Yeterki ona dokunulmasın.” Süleyman (as) son sözünü söyledi:
-“Anne bulunmuş, çocuğun kime ait olduğu bilinmiştir. Alın götürün kıskanç kadını.”
Ve çocuğu ona dokunulmasın diyen kadına verildi.
MÜSLÜMANIN ADALET ANLAYIŞI
Müslümanların halifesi Hz. Ömer başkumandanı Ebu Ebeyde’ye şu emri verdi:
Şam’ı fethettikten sonra İbrahim peygamberin şehri Urfa’ya yürü orasını Hıristiyanlara bırakmak istemiyorum. Başkumandan Ebu Ubeyde emri alır almaz İyad’ı vazifelendirdi. Hemen Urfa üzerine git şehri kuşat ve teslim oluncaya kadar savaş
İyad askerlerini hemen alarak Urfa üzerine yürüdü. İslam ordusu günlerce yol aldı ve bir gece yarısı Urfa’yı kuşattı. Ancak sabahleyin kuşatmayı fark eden Hıristiyanlar kale kapılarını kilitleyerek kapıları açmadılar.
…Birkaç gün direnen halk nihayet teslim kararını verdi bir elçi göndererek aman dilediler. Biz mağlup Hıristiyanlar siz Müslüman galiplere 600 altın vereceğiz onu kesin olarak kabul ediyoruz. Kumandan İyad teklifi halife Hz. Ömer’e bildirdi ve gelecek emri beklemeye başladı. Nihayet cevap geldi. Halife Ömer’in cevabı göz yaşartacak gibiydi.
-Urfa arazisi kuraktır halkı fakirdir. 600 altın vergi veremezler onlar bu kadar çok vergiyi korktukları için vermek istemişlerdir. Sen şefkatli davran 600 değil de 300 altına razı ol anlaşmayı 300 altın üzerinden yap. Bu emir üzerine İslam ordusunun kumandanı mağlup milletin 600 altınlık vergisini yarıya indirdi 300 altına anlaşma yaptı gönüllerini de fethetti.
Tarihler der ki:
-İlk defa galip ordu, mağlup milletin lehine hareket etmiş, onları korumuş, tekliflerini yarıya indirmiştir. Bu Müslümanların insani anlayışına, merhamet ve şefkatine tarihi bir delildir.

HZ. MUSA VE GÜVERCİN
Musa (as) bir gün Allah’a şöyle yalvarır: - “Büyük Allah’ım, bana öyle bir yol göster ki sevabı çok olsun. Onu yaptığımda seni sevindireyim.” Rabbimiz tarafından bir ses gelir. “Ya Musa, bizi sevindirmek istiyorsan bütün canlılara karşı merhametli ol. Onlara acı ve onları koru.” Musa (as) secdeye kapanır. “Ya Rabbi! Sana söz veririm ki, merhametli olacağım. Bütün canlıları kendimden çok seveceğim.” Melekler Musa (as) duyunca hayret ederler. Bunu anlayan Rabbimiz meleklerine “benim peygamberim sözünü tutar” der. “beni memnun etmek için her şeyi yapar. İsterseniz Musa peygamberi imtihan edelim”
“Nasıl Ya Rabbi” –“Ey Mikail meleğim, güvercin şekline girip kaçmaya başla. Ey Cebrail meleğim sen de şahin olup onu kovala.” Allah’ın emrini aynen uygularlar.
Derken güvercin şekline girmiş olan Mikail Hz. Musa’nın evinin kapısına dayanır. “Ya Musa, ey Allah’ın peygamberi, kapıyı aç.” Hz. Musa (as) seccadesinden kalkıp kapıyı açar. Karşısında bir güvercin, arkasında da hızla yaklaşan bir şahin görünce şaşırır. “Bu ne haldir?” diye sorar. Güvercin:
-Ey Allah’ın peygamberi, şu peşimden gelen şahin beni parçalamak istiyor. Halbuki yuvada bekleyen yavrularım var. Beni koru.” Musa (as) güvercini içeriye alır ve saklar. Ardından şahin çıkagelir, kapıya dayanır:
-“Güvercinimi isterim ey Allah’ın peygamberi, o benim rızkımdır. Yuvamda çocuklarım aç bekler. Onu yakalayıp karınlarını doyuracaktım.” Hz. Musa ikisinin de haline çok üzülür.
-“Gel ey şahin bu güvercinden vazgeç, sana kendi etimden vereyim. Sen de ye, yavrularına da götür.”
-“Nereden vereceksin?” Kolunu uzatır.
–“Şuramdan. Bir kısmını kendin yer, bir kısmını da yavrularına götürürsün. Böylece güvercin de kurtulup yavrularına kavuşur.” Bu büyük fedakarlık iki büyük meleği dahi hayrete düşürür…
GÜÇ BİR DÂVA NASIL ÇÖZÜMLENDİ
Süleyman Peygamber en müşkül dâvaları kolayca halleder, güçlük çekmeden çözerdi.
Bir gün kendisine iki kadın geldi. Yanlarında henüz konuşamayacak kadar küçük bir de çocuk vardı. Biri derdini şöyle anlattı:
— Ey Allah'ın aziz Peygamberi; ben kırda çalışırken oğlumu beşiğine yatırmış, uyutmuştum. Az sonra şu kadın geldi. Çocuk benimdir diye bağırmaya başladı. Halbuki onun çocuğunu çalılıklar arasından gelen bir kurt kapıp götürmüş. Şimdi benim çocuğuma sahip çıkıyor.
Süleyman Aleyhisselâm kadını dinledikten sonra ötekine söz verdi. O da şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Resulü, bu kadın yalan söylüyorl Asıl kurdun kaptığı onun çocuğudur. Kalan ise benim yavrumdur. Şimdi o benim yavruma sahip çıkıyor.
Süleyman Aleyhisselâm her iki kadını da dinlemiş, ikisinin de çocuğa sahip çıktığını anlamıştı. Ne yapacağını düşünüyordu.
O sırada kadınlardan biri çocuğun bir elinden, öteki de diğer elinden tutmuş bekleşiyorlardı.
Karar vermek gerçekten güçtü. Fakat o bir peygamberdi. En doğrusunu yapacaktı.
Nihayet kararını verdi:
— Bana büyük ve keskin bir kılıç getirin. Adamları istediğini hemen getirdiler. Kılıcı aldı, çocuğa doğrulttu:
— Mademki çocuğu bölüşemiyorsunuz, ortadan ikiye ayırayım, yansını biriniz, yarısını da diğeriniz alın. Böylece dava halledilmiş olsun?
Kadının biri hemen razı oldu:
— Pekiyi, öyle olmasını isterim. Öteki kadın ise feryadı
bastı:
— Ey Allah'ın Resulü, buna can mı dayanır! Ben istemiyorum. Çocuk tek onun olsun. Yeter ki ona dokunulmasın.
Süleyman Aleyhisselâm son sözünü söyledi:
— Anne bulunmuş, çocuğun kime ait olduğunu bilinmiştir. Alın götürün kıskanç kadını.
Ve çocuğu ona dokunulmasın diyen kadına verdi.
Çünkü hiç bir anne çocuğunun ikiye bölünmesine razı olamazdı. Zaten Süleyman Peygamber de böyle bir şey yapmazdı. Ama kadınları sınamak istemişti.
Hz.ÖMER'İN SATIN ALDIĞI SERÇE KUŞU
Çocuğun biri yakaladığı bir serçe kuşuyla oynayıp duruyordu. Oradan geçmekte olan Hazret-i Ömer çocuğa sordu:
— Küçük bey, bak zavallı kuşun kanatlarından tüyler dökülüyor, çırpına çırpına da tâkattan düşmüş görünüyor. Ne olur bırak hayvancağızı!
Çocuk yaramaz olduğu kadar da merhametsizdi.
— Hayır, ben bu kuşla oynuyorum. İsterse kanatlan
kopsun, karşılığını verdi.
Halife buna üzülmüştü. Bir teklif daha yaptı:
— Sana bir altın versem kuşcağızı bırakır mısın?
— Hayır bırakmam.
— Ya iki altın versem.
— Hayır, yine bırakmam.
— Peki üç altına ne dersin? Küçük yaramaz buna dayanamadı:
— Üç altına razıyım. Hazret-i Ömer:
— Al sana üç altın, deyip parayı uzattı ve serçe kuşunu alıp havaya doğru fırlattı. Pırıl pırıl çırpındığı kanatlarıyla bir anda gözlerden kaybolan serçenin arkasından sevinçle bakan Halife:
— Hayvanlara merhamet etmemiz lâzım. Hayvana acı-mayana Allah da acımaz, diyerek yoluna devam etti.
Seneler sonra, vefat etmiş olan Hazret-i Ömer'i mübarek bir zat rüyasında gördü. Şöyle bir sual sordu:
— Yâ Ömer, Rabbin seni nasıl karşıladı, rahatın nasıl?
Şöyle cevap geldi:
— Rabbim beni çok iyi karşıladı. Rahatım çok iyi.
— Ne sebebten Allah seni iyi karşıladı? Hazret-i Ömer şu bilgiyi verdi:
— Ben bir serçe kuşunu yaramaz bir çocuğun elinden kurtarmıştım. Meğer kuşcağızın yuvada aç bekleyen yavrusu varmış. Yaramaz çocuk onu öldürseymiş, yavrusu aç kalacak, yuvada ağzını aça aça ölecekmiş. Ben üç altın verip de serçeyi kurtarınca yavrusunu da ölümden kurtarmış olduğumdan Rabbim bundan memnun olmuş. Bu yüzden beni cehennem ateşinden kurtardı, iyi karşıladı.
Hazret-i Ömer'in bu cevabı Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatmaktadır:


Siz yeryüzündeki canlılara acıyın ki, gökyüzünde melekler de size dua etsin, merhamet dilesinler. Allah'ın merhametini kazanasınız.
HER CUMA KAZANCINI ÖLMÜŞLERİNE BAĞIŞLIYORDU
Çok parası yoktu. Bunun için ölmüşlerine hayır yapamıyor, sevap bağışlayamıyordu. Halbuki, ölen akrabalarının kendisinden hediye beklediklerini biliyordu. Ölmüşler dirilerden mutlaka sevap hediyesi beklerdi. Düşündü, taşındı, nihayet kararını verdi:
— Bundan sonra cuma günlerimin kazancını ölmüşlerime tahsis edeceğim. Ne elime geçerse onunla hayır işleyip sevabını geçmişlerime bağışlayacağım.
Gariptir ki kararından sonra cuma günkü işleri açıldı, alıp sattığı şeylerden iyi kazanç elde etti. Akşamlan yoksulların evleri önünden geçiyor, rastladığı çocuklara parayı veriyor, bazan da aldığı giyim eşyasını gönderiyordu.
Yine bir cuma günü, sabahın erken saatinde iş yerini açmış, müşteri beklemeye başlamıştı. Saatler geçti, gelip giden olmadı. Öğleyin cumayı kılıp tekrar iş yerine geldi, yine müşterinin geldiği görülmedi. O gün eline tek kuruş geçmemiş, ölmüşlerine bir sevap bağışlayamamıştı. İkindi namazını kıldığı caminin imamına üzüntü ile sordu:
— Muhterem hocam, ben bu cuma hiçbir şey kazanamadım, geçmişlerime hiçbir hediyem olmadı. Şimdi dükkânı kapayıp evime gidiyorum. Ölmüşlerim de böylece bu cuma mahzun bekliyorlar. Ne yapayım?
Hoca Efendi, önce düşündü, sonra şu tavsiyeyi yaptı:
— Şimdi yaz mevsimidir, şurada burada kavun karpuz kabuklan atılmış vaziyette görünmektedir. Sen bunları topla, hiç olmazsa aç kalmış hayvanlara ver, onların karınlarını doyur. Bu saatten sonra yapacak başka hayır bilmiyorum.
Genç, Hoca Efendinin tavsiyesine uydu, topladığı kavun, karpuz kabuklanın sokaklarda, boş arsalarda gezerek karnını doyuramayan hayvanlara verdi, evine bundan sonra gitti.
O gece rüyasında vefat etmiş akraba ve dostlarını gördü. Her biri kendisine sevgi ve hürmetle baktıkları halde, kendisi onlara utancından bakamıyor ve şöyle diyordu:
— Kusuruma bakmayın, bu cuma sizlere hediye gönderemedim.
Hepsi birden cevap verdiler:
— Biz senin hediyeni aldık. Hem de en çok ihtiyacımız olan hediyeydi gönderdiğin.
Şaşırdı:
— Nasıl bir hediye aldınız ki?
— Kavun, karpuz göndermişsin. Sıcaktan bunaldığımız bir zamanda, dilimiz, damağımız kurumuş halde iken bize kavunlar, karpuzlar verdiler. Biz de iştiha ile yedik, hem serinledik, hem de susuzluğumuz gitti. Sağ ol. Anlaşılan, kavun karpuz kabuklan, kavun karpuzun kendisini vermiş gibi sevaba vesile olmuş, makbûliyet kazanmıştı.
ECEL GELİNCE BAŞA
"Kundak ile kefen arası kaç adım?"


(Gürbüz Azak)
Sevim hanım, yaşadığı Anadolu kasabasında kaynak atölyesi bulunan 35 yaşındaki Harun Keleş ile hayatını birleştirdi. iki yıl sonra dünyalar güzeli ilk kızları Canan, ardından da Ebru dünyaya geldi.
Çok Mutluydular... Ta ki, Sevim hanımın başında ağrılar başlayıp, beyninde ur olduğu anlaşılana kadar... Muayeneler, tetkikler, tahliller derken, Sevim hanımın tedavi için İstanbul’a gitmesine karar verildi. Ve Sevim hanım Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi'nde beyin ameliyatı oldu. Sevim hanım bu ağır hastalıktan kurtulduğuna inanmıştı
ki yeniden rahatsızlandı. Kadını iyice muayene eden doktorlar bu kez, yaşaması için ilik naklinden başka çare olmadığını söylediler.
Kızlarından ilik nakli yapılması düşünüldü. Ancak tetkikler neticesinde dokuların uyuşmadığı görüldü. Bunun üzerine doktorlar, "istersen yeniden hamile kal. Doğacak çocuğun iliği uygun olabilir" dediler.
Bu arada bütün bu tedaviler sırasında Keleş Ailesi de varını yoğunu satmak zorunda kaldı.
Genç kadın bir müddet sonra tekrar hamile kaldı ve bu kez oğlu Halit'i dünyaya getirdi. Minik Halit birkaç aylık olup ilik nakli yapılacak duruma gelince bu kez Sevim Hanım minik bebeğinden nakil yaptırmak istemediğini belirtti.
Halit tek oğlu olduğu için, "Oğluma dokundurtmam. Ben öleyim ama ona birşey olmasın." diyerek kararında direnen kadının hastalığı giderek ilerliyordu.
Sevim Hanım, yaşama umuduyla yine doktorlara gitti ve "Oğluma kıyamadım. Bir daha hamile kalsam, ömrüm yeter mi?" diye sordu. Olumlu cevap alınca yeniden hamile kaldı. Fakat kaderden kaçılmıyordu. Sevim hanım, yeni bebeğinin doğumuna beş ay kala 1.5 yaşındaki Halit'iyle fırına ekmek almaya giderken ehliyetsiz bir sürücünün kullandığı kamyonetin çarpmasına maruz kaldı,
Kadıncağız ilik nakli için kıyamadığı biricik oğlu Halit'i can havliyle kenara fırlatmayı başardı fakat kendisi bu trafik canavarının sorumsuzca kullandığı kamyonetle dokuz metre sürüklenerek karnındaki yaşam umudu olan bebeği ile birlikte feci şekilde öldü.
ŞEFKAT KAHRAMANI ANNELER
Çocuğunu birkaç dakika önce dünyaya getirmiş olan mutlu anne, hemşireye, "Yavrumu görebilir miyim?" dedi. Bebek annesinin kollan arasına konulduğu zaman anne, çocuğunun yüzünü görebilmek için üstüne Örtülmüş olan tülbenti merakla kaldırdı. Bu sırada doktor hemen arkasına döndü ve dışarı bakmaya başladı. Çünkü çocuk kulaksız olarak doğmuştu. Zamanla çocuğun duyma melekesine sahip olduğu anlaşıldı. Yalnız, yüzünün görüntüsü hiç de iyi değildi. Bir gün, çocuk okuldan hüngür hüngür ağlayarak eve döndü ve kendisini annesinin kollan arasına attı. Küçük çocuk gözyaşları içinde annesine şöyle diyordu: "Benden büyük bir çocuk bana 'kulaksız' dedi."
Artık büyümüştü. Kulakları olmadığı halde güzel olduğu belli idi. Arkadaşları arasında da kendini sevdirmişti. Kulakları olmadığı için sınıf başkanlığına seçilememiş, fakat birer şiir, edebiyat ve müzik ödülü kazanmıştı. Annesi ona, arkadaşlarına yakınlık göstermesini önerdiği zaman, içinden derin bir üzüntü duyuyordu.
Gencin babası bir gün aile doktoru ile bu meseleyi görüştü. Acaba bir çare bulunamaz mıydı? Doktor, kulak sağlanabilirse ameliyatla ona kulak takılabileceğini söylüyordu. Ama bütün mesele kulağını feda edebilecek kişiyi bulmaktaydı.
Bu kadar büyük bir fedakarlığı kim göze alabilirdi ki?
Aradan iki yıl geçti. Bir gün baba, kulaklarını verecek birini bulduğunu belirterek, artık ameliyat zamanının geldiğini söyledi. Fakat bunun kim olduğunu söyleyemeyeceğini de vurguladı.
Ameliyat başarıyla sona ermiş ve yepyeni bir görünüm ortaya çıkmıştı. Delikanlı zamanla okulda kendini gösterme imkanını buldu ve büyük başarılar sağladı. Eğitimini bitirdikten sonra evlenerek politikaya atıldı. Aradan yıllar geçti. Sonunda gencin, kendisi için büyük
Fedakârlıkta bulunan insanı öğrenme günü gelip çatmıştı, işin enteresan yanı, bu aynı zamanda delikanlının hayatının en üzüntülü günlerinden biriydi. Çünkü o gün delikanlı, annesinin cenazesinin başında bulunuyordu.
Babası yavaşça cansız olarak yatan annenin yanına yaklaşarak zavallı kadının saçlarını kaldırdı. Annesinin kulaklarının olmadığını hayretler içinde gören genç gözyaşlarını tutamadı ve kendini toparladıktan sonra şunları mırıldandı:
"Oysa annem bana hep, 'uzun saçlı olmaktan çok hoşnutum' derdi."





 
Üst