EL'HALİK EL'BARİ EL'MUSAVVİR
Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler olduğu akla gelebilir.
Hepsinin de mânası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir'e göre icad, icad'dan'sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır.
İcad edici olarak da halıkdır.
Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır.
Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir.
Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde O, yaratmıştır.
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu - metrekaresi ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç vardır.
İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz.
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır... İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur, lakin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz.
Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O'dur.
Şimdi Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele alalım. Mesela, insanı...
İnsanoğlu Allah'ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı.
Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi...
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak, karışımı muhkemleşip ayak da durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan'yaratılmış olmuyor.
Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor.
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.
Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet o, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir... İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire gibi icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir.
Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler, Nitekim şair:
"Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi var ki yapar ama güzel yapamaz.” demiştir.
El-Musavvir İsmine Gelince:
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle O'na mahsustur. Bu, fiil'in vasıflandır. Bunun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allah'a mahsustur.
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek şahıs olarak mütalaa edebiliriz.
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır.
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi.
Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder.
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız...
Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz.
Ayrı ayrı her şeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, âlemin her parçasında mevcuttur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuttur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyecan veren nizam ve intizam mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyleyebiliriz...
Tenbih:
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün âlemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilâta geçmelidir.
Önce (Eşrafi mahlukat) olan insana bakar, insan vücudunu iyice inceler, vücûtta bulunan cismani organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaratılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onun, idrak, irade gibi manevi niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür.
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar... Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir.
Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir.
Ondan sonra beşeri kalplere tasarruf etmeye başlar, onlan doğru yola irşad etmeye koyulur.
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder.
İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır.
Yani vücûdi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul.
Çünkü nefsin şeklini bilmek, malumun şekline mutabıktır.
Allah'ın suretleri bilmesi, suretlerin ayanda mevcut olmasına sebeptir.
Ayanda 'mevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hâsıl olmasını sağlar.
Böylece kul, Allah'ın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır.. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir rolü yoktur... Lakin kul, Allah'ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar.
"Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk)ı değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz".
[NOT]İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphe yok ki, Rabbinizin ömrünüz boyunca nefhaları vardır. Ona koşuşun!"[/NOT]
El-Halik ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur, yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaratıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahın izni ile) tahsil edebilir.
Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:
1- Var olmalarında kul 'un hiç bir rolü yoktur:
Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi...
2- Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar.
Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.
İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde, bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcut değildiler.
Mesela satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşfeden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildi ya!...
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lakin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil.
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi...
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!...