İkinci Kısım - Sayfa 145
Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından,âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakika tarzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisatedebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır; ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:
“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umumistikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları,tevafuk ve sebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek,tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhiddeicmâları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan oumum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârâne vemüncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirinemutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemes-sil
Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından,âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakika tarzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisatedebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır; ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:
“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umumistikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları,tevafuk ve sebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek,tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhiddeicmâları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan oumum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârâne vemüncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirinemutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemes-sil
berzah: geçit, aralık | cihet: taraf, yön |
emsal: benzerler, örnekler | erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları |
gayet: son derece | hakikat: gerçek |
icmâ: fikir birliği | inbisat: genişleme, yayılma |
istidat: kàbiliyet, yetenek | istifade etmek: faydalanmak |
istikametli: doğru yolda olan | itikad: inanma |
itminankârâne: tam inanarak | ittisaf: vasıflanma |
ittisafkârâne: güzel bir şekilde niteleyen ve tanıtan | keyfiyet: durum, temel nitelik, özellik |
keşfiyat: keşifler; mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme | kâinat: evren, bütün yaratılmışlar |
lisan-ı hal: hal ve beden dili | mezhep: yol, usül, dinde tutulan yol |
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol | muamele: davranış, iş |
muhalif: aykırı, zıt | muhtelif: çeşitli, ayrı ayrı |
mukàbil: karşılık | mutabık: uygun |
mutmainâne: şüphesiz bir şekilde | mânen: mânevî olarak |
mübayin: farklı, ayrı | müncezibâne: kendini kaptırarak |
münevver: aydın, nurlanmış | müstakim: doğru yolda olan |
mütalâa: dikkatle okuma, inceleme | mütemessil: yansıtan, rengiyle renklenen |
müttefikane: ittifak ederek, birleşerek | müşahedat: gözlemleme, görme |
nisbeten: kıyasla, oranla | nokta-i imaniye: imanî nokta |
nuranî: nurlu, aydınlanmış | pür-iştiyak: çok istekli |
pür-merak: çok meraklı | râsihâne: köklü bir şekilde |
sebatkârâne: kararlılıkla | selim: sağlam, temiz |
taharri-i hakikat: gerçeği araştırma, inceleme | taife: grup, topluluk |
taife-i insaniye: insan taifesi, topluluğu | tebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek |
tetabuk: uygunluk | tevafuk: denk gelme, uygunluk |
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma | umum: bütün, genel |
vâsıl: ulaşan, kavuşan | vücub: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu |
yakîn: kesin ve doğru bilgi | zincir-i nuranî: nurlu zincir, mânevî bağ |
âlem-i berzah: dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi | âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem |
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya |