Her Gün Bir Risale

Huseyni

Müdavim
Deniyet-i hâzıranın* sistemi bozulacak


Bir meclis-i misâlîde, şeriatla medeniyet-i hâzıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-i şer’î muvâzeneleri

Birinci Harbin Mütâreke başında, bir Cuma gecesinde bir rüyâ-i sâdıkada, misâlî âleminde, bir meclis-i azîmde benden suâl ettiler:

“Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?” Asr-ı hâzır mebusu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekâsı, hem kelimetullâhın i’lâsı için, farz-ı kifâye-i cihadı, o lâzıme-i diyânet,

Deruhte ile, kendini yekvücud-u vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet

İstikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet.

Zîrâ ki şu musîbet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,

Tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet.

Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek. Muvâzene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet;

Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasâtı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel, hem kıymet.

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

Hedef-i kasdı, fazîlet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir tezâhum ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu, teâvün bedeline, bir düstur-u cidâldir. Cidâlin şe’ni budur: tenâzu’ ve tedâfü’. Bundan çıkar sefâlet.

Akvâmların beyninde râbıta-i esası: Âharın zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur dâimâ böyle müthiş tesâdüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket.

Beşincisi şudur ki: Câzibedar hizmeti hevâ, hevesi teşcî, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefâhet.

O hevâ, hem heves, şe’ni budur dâimâ: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.

Şeriattaki rahmet, semâ-i Kur’ân’dandır. Medeniyet-i Kur’ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet:

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın dâim şe’nidir adâlet ve tevâzün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekâvet.

Hedefinde menfaat yerine fazîlettir. Fazîletin şe’nidir muhabbet ve tecâzüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.

Hayattaki düsturu, cidâl kıtâl yerine düstur-u teâvündür. O düsturun şe’nidir ittihad ve tesânüd; hayatlanır cemaat.

Sûret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-i hidâyettir. O hüdânın şe’nidir insana lâyık tarzda terakkî ve refâhet,

Ruha lâzım sûrette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetü’l-vahdeti de tard eder unsuriyet, hem de menfî milliyet.

Hem onların yerine râbıta-i dindir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i imânî. Şu râbıtanın şe’nidir, samimî bir uhuvvet,

Umumî bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedâfü’. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyârıyla girmemiş. Şu medeniyet-i hâzıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esâret.

* Deniyet-i hâzıra: Şimdiki alçak ve mimsiz medeniyet. Geriye götüren.


Sözler, Lemaat, s. 1157


LÛGATÇE:

deniyet-i hâzıra: Şimdiki alçak ve mimsiz medeniyet. Geriye götüren.
tesri-i ihtizâz: Sarsıntının artması, hızlanması.
çarh: Çark. Devreden, dönen.
telâtum: Vuruşma, çarpışma.
memsuh: Sûreti daha çirkin hâle sokulmuş. Mesholunmuş.
mevâzin: Ölçüler, teraziler, mizanlar.

 

Huseyni

Müdavim

İsrailoğulları



“Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.” (Bakara Sûresi: 96.)

“Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları!” (Mâide Sûresi: 62.)

“Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” (Mâide Sûresi: 64.)

“İsrâiloğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: ‘Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız.’” (İsrâ Sûresi: 4.)

“Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” (Bakara Sûresi: 60; A’râf Sûresi: 7.)



Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayât-ı içtimâiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstûr-u umûmîyi tazammun eder ki: Hayât-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve gâliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.

Meselâ, “Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.” İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz’î bir hâdise ünvânıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla en meşhur olan millet-i Yehûdun tâ kıyâmete kadar lisân-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.

Meselâ, “Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu. (Bakara Sûresi: 61.)” Şu ünvanla o milletin mukadderât-ı istikbâliyesini umûmî bir sûrette ifade eder. İşte şu milletin seciyelerinde ve mukadderâtında münderîc olan şöyle müthiş desâtir içindir ki, Kur’ân, onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te’dib vuruyor.

İşte şu misâllerden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm ve benîisrâil’in sâir cüz’lerini ve sâir kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi, şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem’a-i îcâz gibi Kur’ân’ın basit kelimâtlarının ve cüz’î mebhaslarının arkalarında pekçok lemeât-ı i’câziye vardır; ârife işâret yeter.

Sözler, s. 366-367

***

Bismihî sübhânehû

[“Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu” (Bakara/61) âyet-i celîlesinin bir nüktesi.]

Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Refet Bey,

Yahudî milleti hubb-u hayat ve dünyâperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiyâ-yı Benîisrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.

Said Nursî

Şuâlar, s. 435


***

Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı’dır.

...


Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşrû bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir.

Mektûbat, s. 262



LÛGATÇE:

sa’y ü amel: Çalışıp gayret etmek, çalışmak ve işlemek.
muzaaf: İki kat, iki misli, katmerli.
riba: Faiz.
hud’a: Hile, oyun; aldatma, düzen.
cem-i mâl: Mal toplamak, mal biriktirmek.
havf-ı memât: Ölüm korkusu.
meskenet: Miskinlik, acizlik, beceriksizlik.
enbiyâ-yı Benîisrailiye: İsrailoğullarından olan peygamberler.
sebeb-i haybet: Kayıp ve mahrumiyet sebebi.

 

Huseyni

Müdavim

Zâhirî çirkinlikler altında parlak güzellikler vardır



İkinci Nokta:

“O herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir;
veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir.
Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle:


Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında,
nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.

Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı,
hazin firâk perdeleri arkasında,
tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden
ve tâzibinden muhâfaza etmek için,
nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber,
o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.
Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır.


Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri,
zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.

Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder.
Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder.
Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir.

Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder.
Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.

Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez.
Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder.


Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler.
Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler
ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.


Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber,
herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden,
pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder.

Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir.
Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir.
Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki,
hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.


İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir.
Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında
gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar;
ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar;
ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.

Sözler, s. 365


LÛGATÇE:

hüsün: Güzellik.
zâhir: Dış görünüş.
müşevveş: Karışık.
nebâtât: Bitkiler.
firâk: Ayrılık.
tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniye: Kusur ve noksanlıktan münezzeh olan Allah’ın celâlinin tecellileri, görüntüleri.
tâzib: Azap ve acı verme.
neşv ü nemâ: Gelişme, yayılma, olgunlaşma.
tahavvül: Bir halden diğer bir hale geçme, değişme.
zâhirperest: Dış görünüşe ehemmiyet veren.
hodgâm: Bencil, kendini beğenen.
Sâni: San'atla yaratan Allah.
esmâ: İsimler.
kudret-i Fâtıra: Benzersiz bir şekilde yaratan Allah’ın gücü.
mücehhez: Donanımlı.
taslit: Musallat olma.
inkişaf: Gelişme, açılma.
bâridâne: Soğukça.
bârid: Soğuk.
mahz-ı edebî: Tam bir edeb.
hilâf-ı edeb: Edebe ters.
âlet-i tenâsül-i insan: İnsanın üreme organı.
hacâletâver: Utandırıcı, utanç veren.
hilkat: Yaratılış.
gàyât-ı fıtrat: Yaratılış gayeleri.
ayn-ı edeb: Edebin ta kendisi.
menba-ı edeb: Edebin kaynağı.
kitâbet-i kudsiye: Kudsî yazı, kusursuz ve eksiksiz yazı.

 

Huseyni

Müdavim
Zevkin her çeşidini tatmak, ilerleme değil


Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami’, kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.

Yirmi Üçüncü Söz


Sözlük:

âlem-i âhiret: Ahiret alemi
âlem-i misal: Görüntüler alemi
berzah: Ölümden sonra kıyamete kadar yaşanacak alem
cihâzât: donanımlar
cihâzât-ı mâneviye: mânevî donanım, cihazlar (bk. a-n-y)
ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar, iman ve islamdan çıkmış olanlar
evâmir-i Kur’âniye: Kur'an'ın emirleri
hakikat-i daime: Devam eden hakikat, gerçek
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
imtisal: yerine getirme
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kuvve: Duygu, his, kabiliyet
letâif: Manevi duygular, güzel, hoş ve ruhla ilgili hisler
medar: sebebp, vasıta, vesile
musahhar: emre verilmiş, itaatkar
mübarek: bereketlenmiş, hayırlı
münevver: Nurlu, aydın
nefs-i emmâre: kötülüğü teşvik eden, emreden nefis
revnakdâr: Zinaetli, göz alıcı bir parlaklık ve güzellikte
sukut: değerden düşme, düşüş, alçalış
süflî: aşağıda bulunan, alçak, adi
şecere-i bâkiye: Daim olan ağaç, baki ağaç
şecere-i kâinatın: Kainat ağacı
tevcih: Yöneltmek, çevirmek
terakki: İlerleme, yükselme
ubudiyet: Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme
vazife-i ubûdiyet: Kulluk vazifesi
ziya: ışık, aydınlık
 

Huseyni

Müdavim
Derslerinizde fütura düşmeyin


Aziz kardeşlerim,

Bahar ve yazın meşgaleleri,
hem gecelerin kısalması,
hem şuhûr-u selâsenin gitmesi
ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması
ve daha sâir bazı esbabın bulunması,
elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir.


Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin.
Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için,
bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter.
Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil.
Cenâb-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar.
Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemîleriniz çoktur.

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye,
zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

“O Zâtın adıyla ki, semâvat kendisini yıldızların, güneşlerin, ayların ve gezegenlerin kelimeleriyle tesbih eder. Göklerdeki yıldızların sayısınca, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi sizin ve kardeşlerinizin üzerine olsun.”

Yani, semâvât zemine gıpta eder ki,
zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için,
bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar,
kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini
ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek
Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.


Hem de ilim iki kısımdır:
Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir.
Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur.
Bir defa anladım, yeter diyemez.

İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır.
Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim mufarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz, daha ziyade sevap kazanmak emâresi olarak, daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenâb-ı Hak hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden, surî iftirakımız vuku bulsa, bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telâkki etmeliyiz.

Rabian: Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakikî tesellî ve esaslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur’âniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytanların desâisle tehacümünden neş’et eden müşkülât ve gam ve kedere karşı “Sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme” demeye ihtiyaç hissetmem.

Barla Lâhikası, s. 143, (yeni tanzim, s. 418)


LÛGATÇE:

şuhûr-u selâse: Üçaylar.
ekser: Çoğu.
esbab: Sebepler.
fütur: Usanç. Gevşeklik, tembellik göstermek
ulûm-u imaniye: İmanî ilimler.
bâhusus: Özellikle.
zîşuur: Şuur sahibi.
hakaik-i imaniye: İman hakikatleri.
istimâ: Dinleme.
müstemî: İşiten, dinleyen.
mütefekkirâne: Tefekkür ederek.
sohbet-i imaniye: İmanî sohbet.
ziynet: Süs.
medar-ı şeref: Şeref vesilesi.
semâvât: Gökler.
hâlisen lillâh: Allah için ve ihlâsla.
Sâni-i Zülcelâl: Celâl sahibi ve herşeyi san'atla yaratan Allah.
âsâr-ı rahmet: Rahmet eserleri.
âsâr-ı san’at: San'at eserleri.
Sâni: Herşeyi san'atla yaratan Allah.
mufarakat: Ayrılık.
emâre: İşaret.
inayet: Yardım.
surî: Görünüşte, hakikî olmayan.
iftirak: Ayrılık.
envâr-ı imaniye: İman nurları.
esrar-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın sırları.
ehl-i dalâlet: Hak yoldan sapmışlar.
desâis: Desiseler, aldatmacalar.
tehacüm: Hücum.
neş’et: Doğma.
müşkülât: Müşkiller, zorluklar.
 

Huseyni

Müdavim
Günahlarını küçük zannetme


İ’lem eyyühe’l-aziz!

Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tâbidir. Evet, ayinede irtisam eden bir bahçe, hareket, tegayyür ve sair ahvalinde ayineye tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsa tâbidir: Gölge ve misal gibi. Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü, kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.

Mesnevi-i Nuriye


Sözlük:

ahval: haller, davranışlar
eşhas: kişiler
hususî âlem: şahsa ait, özel âlem, özel dünya
hüsün: güzellik
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında
irtisam eden: resmedilen, görünen
kasâvet: katılık, sertlik
kubuh: çirkinlik, kötülük
küsuf tutturmak: örtmek, perdelemek
letâif: insanın mânevi yapısında bulunan ince duygularmuhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
misal: aynadaki yansıma, görüntü
umumî âlem: genel dünya, evren
safvet: paklık, temizlik
şems: güneş
tegayyür: başkalaşım
ziya: ışık
zulmet: karanlık
 

Huseyni

Müdavim
İnsanlığın Baharı

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi,
düşmanın taassubunu parçalamak
ve inadını kırmak
ve tecavüzâtını def etmek,
silâhla, kılıçla olmuş.

İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet
ve maddî terakki
ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim murâdımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir.
Yoksa medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki, ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar.
Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle,
beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki,
yeryüzünü kanla bulaştırdı.
İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsini galebe edecek,
zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.


Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden;
belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden,
şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip
ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle;
Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir.
Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile
ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde,
nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve- i mâneviyesini de kırıyorsunuz?
Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki,

“Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır.
Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu”

diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.


Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş.
Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa,
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına
kefaret olacak bir saadet-i dünyevîyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki,
mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın.
Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor.
Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir.
Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir.
Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi,
nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah.

Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle,
sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Hutbe- i Şâmiye, s.41- 43


LÛGATÇE:

i’lâ- yı kelimetullah: Allah’ın adını yüceltme.
mehâsin: Güzelikler, iyilikler.
seyyiât: Fenalıklar, kötülükler.
râcih: Üstün.
İzzet- i İslâmiye: İslâmî izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti.
terakki: Yükselme, ilerleme.
mütevakkıf: Birşeye bağlı olan, onunla iş görecek olan.
harb- i umumî: Dünya Savaşı.
sulh- u umumî: Genel barış. Dünya barışı.
hüda: Doğru yol, istikamet.
hevâ: Gelip geçici istek, heves, nefsin arzusu.
tahakküm: Zorbalık etme; zorla hükmetme.
me’yus: Ümitsiz, kederli.
ye’s: Ümitsizlik.

 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.1.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ
Kırk altı sene evvel tab’ edilen [SUP]1[/SUP]

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

[SUP]2[/SUP]
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
[SUP]3[/SUP]
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Mukaddime

VAKTÂ Kİ HÜRRİYET divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.

Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Ta tahtie ile hatâya düşmeyiniz.

31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için, [SUP]4[/SUP]
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ sırrınca, kabr i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Bu tarih 1954 senesine aittir.
[SUP]2[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]3[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[SUP]4[/SUP] : “O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir.” Târık Sûresi, 86:9.


Lügatler :
acaip : hayret verici ve şaşırtıcı
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
âlem-i berzah : dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi
asabî : sinirli
bedevî : şehirde yaşamayıp, şehir hayatını bilmeyen
cemiyet-i beşeriye : insanlık topluluğu
dimağ : beyin
divanelik : delillik, çılgınlık
Divan-ı Harbî Örfî : Sıkıyönetim Mahkemesi
gaddarane : acımasızca, zulmederek
garaipperest : garip ve tuhaf şeylere düşkün olan, çok seven
hakaik : gerçekler
hâl-i ihtilâl : ayaklanma durumu, karışıklık hâli
İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi : “İki Musibet Okulunun Diploması” anlamında olan ve içinde Bediüzzaman’ın 1909 yılında Divan-ı Harb-i Örfî’de (Sıkıyönetim Mahkemesi) yaptığı savunması bulunan bir eseri
iltibas olma : karıştırılma
irad etme : sunma
irtica : gericilik
istibdat : baskı, zulüm
istikamet : hak, doğru yol ve adalet üzere olma
itidâl : her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama
kabr-i kalb : kalp kabri
kemâl-i iştiyak : tam bir istek ve arzu
mehasin : güzellikler
misafireten : misafir olarak
mizan-ı şeriat : şeriat terazisi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin teraizisi, ölçüsü
muhakeme : yargılama, değerlendirme
muvazene : karşılaştırma; ölçme, tartma
müheyya : hazır, hazırlanmış
nâmahrem : yabancı olan; görmesi ve bilmesi sakıncalı olan
nazar : bakma
nev-i benî beşer : insanoğlu, insanlık türü
nokta-i nazar : bakış ve görüş açısı
şimendifer : tren
tahtie : hatâya düşürme; “Benim yolum doğrudur, hatâ ihtimali var. Başkalarının yolu hatâdır, doğru olma ihtimali var.” görüşünde olmak
temaşa eden : bakan, seyreden
tımarhane : ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi
vaktâ ki : ne zaman ki
yâd olunma : anılma, zikredilme
zevat : zâtlar, kişiler



--
 

Huseyni

Müdavim
Hakikî milliyetimiz İslâmiyettir


Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsûr yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mu'cize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risâle-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor.

Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir.O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Emirdağ Lâhikası, s. 839



LÛGATÇE:

sulh-u umumiye: Genel barış.
selâmet-i âmme: Genelin selâmeti, esenliği, huzur ve rahatı.
mukaddeme: Başlangıç.
mucize-i mâneviye: Manevî mu'cize.
netice-i azîme: Büyük netice.
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.
seciye-i fıtrî: Yaratılıştan var olan özellikler.
mezc: Karışma, kaynaşma, birleşme.
kabil-i tefrik: Ayrılmaya kabiliyetli, ayrılması mümkün.
tehlike-i azîm: Büyük tehlike.
müsalemet-i umumiye: Umumun selâmeti, genel barış.
 

Huseyni

Müdavim
Emek ile sermâye nasıl barışır?

Şu âlemin ihtilâli nedir?”

“Sa’yin sermaye ile mücadelesidir.”

“Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?”

“Evet, vücub-i zekât ve hurmet-i riba, karz-ı hasen şerait-i sulhiyedir.
Şu riba taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir.”

Eski Said Dönemi Eserleri, Rumuz, s. 513

***

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki,
bir sermâyedar, kendi yerinde oturup,
bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde;

bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp,
kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.

Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar.

Mektûbât, s. 354, (yeni tanzim, s. 618)

***

İşârâtü’l-İ’câz’da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi,
bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.

Birinci Kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne.”
İkinci Kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm,
yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar.
O muvâzenenin esâsı ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat;
aşağısında, hürmet ve itaattir.

Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir;
ikinci kelime avâmı
kine, hasede, mübârezeye sevk edip,
rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi;
şu asırda, sa’y, sermâye ile mübâreze neticesi,
herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle
ve şedid inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi,
hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir.

Kur’ân, birinci kelimeyi esâsından vücûb-u zekât ile kal’ eder, tedâvi eder;
ikinci kelimenin esâsını hurmet-i ribâ ile kal’ edip, tedâvi eder.
Evet, âyet-i Kur’âniye, âlem kapısında durup, ribâya
“Yasaktır!” der.
“Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!”
diyerek,
insanlara ferman eder.
Şâkirdlerine,
“Girmeyiniz!” emreder.

Sözler, s. 661


LÛGATÇE:

vücûb-u zekât: Zekâtın vâcib, şart oluşu.
hurmet-i ribâ: Fâizin haram oluşu.
karz-ı hasen: Güzel borç, faizsiz verilen borç.
şerait-i sulhiye: Barış şartları.
riba: Faiz.
sa’y: Gayret, çalışma, emek.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim

Ye'cüc ve Me'cüc hâdisâtının icmali Kur'ân'da olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'ân'ın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvîlerin içtihadları karışmasıyla, tabir isterler.

Evet, bunun bir tevili şudur ki: Kur'ân'ın lisan-i semâvîsinde "Ye'cüc" ve "Me'cüc" namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı hercümerc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir.

Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır. Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir, bilâhare bolşevikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek.

Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise, hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak.

[Beşinci Şua]

Bediüzzaman Said Nursi


[NOT]Sözlük:

Acaib-i Seb’a-i Âlem: dünyanın yedi harikası
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
Zât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı
bilâhere: daha sonra
efrad: fertler, bireyler
ehemmiyet: değer, önem
gaddar: acımasız, çok zulmeden
gayet: çok
hercümerc etme: alt üst etme, yıkıp bozma
hükmüne geçmek: bir şeyle aynı hükmü almak
hürmet: saygı
hürriyetperverlik: hürriyetçilik
inkılâp etme: değişme, dönüşme
kabile: topluluk
kalb-i insanî: insan kalbi
kinaye: bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme
lisan-ı semâvî: semavî lisan, İlâhî dil
mahsul: ürün
mazlum: zulme uğrayan
merhamet: acıma, şefkat
mucizâne: mu’cizeli bir şekilde
muhakkikane: bir bilgiyi en ince ayrıntılarına kadar araştırarak elde etme
mukaddesat-ı ahlâkiye: ahlâka dayanan mukaddes şeyler
mukaddesât: kutsal değerler muvafık: lâyık, uygun
mücmel: kısa, özet münasebet: bağlantı, ilgi
nam: ad, isim
rivâyet: Peygamberimizden duyulan ve görülen şeylerin nakledilmesi
tahrip: yıkma, yok etme
tefsir eden: yorumlayan
tevellüd: doğum, doğma
te’vil: yorum
zekâvet: zeki oluş, kurnazlık
zir ü zeber etme: alt üst etme, yıkıp bozma
çapulcu: başkasının malını çalan, talan edip yağmalayan
şerait: şartlar[/NOT]
 

uður1

Well-known member
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 7.1.YAŞASIN KUR'ÂN-I KERÎM'İN KANUN-U ESASÎLERİ
26 Şubat 1324 (11 Mart 1909)
Dinî Ceride, No. 73

Ey Meb’usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûcez bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnâbında îcaz var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, bu unvan ile beraber, asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i unvan-ı muhteşem olan (1), ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın bulunan (2), ve nokta-i istinadımızı temin eden (3), ve meşrutiyeti ve cumhuriyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4), ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran (5), ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6), ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7), ve hayat ı milliyemizi muhafaza eden (8), ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9), ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemâlimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10), ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11), ve maksat ve neticede ittihâd-ı umumîyi tesis eden (12), ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13), ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14), ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15), ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi sırr-ı i’câza binaen, bir zaman-ı kasırda tayyettiren (16), ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri, yani beraber olanları tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren (17), ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18), ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19), ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzip eden (20), Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hâtemü’l-Enbiya ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren (21), ve muharrib-i medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe karşı set çeken (22), ve zulmet-i tebâyün-ü efkârı ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23), ve umum ulema ve vâizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti, meşruta-i meşruaya hâdim eden (24), ve adalet-i mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade telif ve rapt eden (25), ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26), ve hàdim-i medeniyet olan sefahet ve israfattan ve havayic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27), ve muhafaza-i âhiretle beraber imâr-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren (28), ve hayat-ı medeniye olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29), ve her birinizi, ey meb’uslar, elli bin kişinin takazasını, yani haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda tebrie eden (30), ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misâl-i meşru gösteren (31), ve hüsn-ü niyete binaen âmâlinizi ibadet gibi ettiren (32), ve üç yüz milyon Müslümanın hayat-ı mâneviyesine suikast ve cinayetten sizi tahlis eden (33), ol Kur’ân-ı mukaddesin düsturları unvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaid ile beraber ne gibi birşey kaybedeceksiniz? Vesselâm…

Yaşasın Kur’ân’ın Kanun-u Esasîleri!

Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Bu tarih 1954 senesine aittir.

Lügatler
adalet-i mahzâ : tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet
ahlâk-ı hasene : güzel ahlâk
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun

âmâl : emeller, arzular
âmi : basit, sıradan
anâsır-ı gayr-ı müslime : Müslüman olmayan unsurlar (azınlıklar)
binaen : -dayanarak
cebîn : korkak, cesaretsiz

cem-i kuvvet : gücü toplayıp bir araya getirme, güç birliği
ceride : gazete
düstur : kâide, kural
ebedî : sonsuz, sonu olmayan

ecanib : yabancılar
efkâr-ı âmme : genel düşünce, kamuoyu
esas-ı metin : sağlam esas, ana metin
evham : kuruntular, şüpheler
ezhan : zihinler
fevaid : menfaatler, faydalar
hâdim etme : hizmetçi, hizmet etme
hâdim-i medeniyet : medeniyet yıkan, yok eden
halâs etme : kurtarma
has : özel
hâtemü'l-Enbiya : Peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed (a.s.m.)
havayic-i gayr-ı zaruriye : zorunlu olmayan ihtiyaçlar, ihtiyaç olmadığı halde ihtiyaç haline gelmiş şeyler

hayat-ı mâneviye : mânevî hayat
hayat-ı medeniye : medenî hayat, uygar yaşam

hayat-ı milliye : millî hayat
hıns-ı yemin : yemini bozma, sözünde durmama
hiss-i hakikî-i terakki : gerçek ilerleme duygusu
hissiyat-ı ulviye : yüce duygular, hisler

hitaben : hitap ederek, seslenerek
hubb-u vatan : vatan sevgisi
hudud-u hürriyet : hürriyetin sınırları

hukukullah : Allah’ın hakkı, kamu hakları
hüsn-ü niyet : güzel niyet

îcaz : az sözle çok mânâlar anlatma, özlü söz
icma-ı ümmet : aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müçtehit olanların, şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri, dinî bir konuda söz birliği etmeleri
icraat-ı hükûmet : hükûmetin icraatı
imâr-ı dünya : dünyanın bayındır hâle getirilmesi, düzenlenmesi
israfat : savurganlıklar

istikbal : gelecek zaman
istinad : dayanma, dayanak
itnâb : sözü gereğinden fazla uzatma
ittihad : birleşme, birlik
ittihad-ı umumî : genel birlik, herkesin bir noktada birleşmesi
kanun-u esasî : temel kanun, Anayasa; Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve ilân edilen anayasa özelliğindeki kanunlar

kemâl : olgunluk, mükemmellik
Kur’ân-ı mukaddes : mukaddes Kur’ân

maksat : gaye, amaç
mâlik-i hakikî : gerçek sahip
manyetizmalandırma : etkileme, kendisine çekme, cezbetme
meb’us : milletvekili
meb'usan : milletvekilleri
menafi-i umumiye : umumi faydalar, umumun menfaatleri
me’haz : kaynak
mesafe-i terakki : ilerleme mesafesi, ilerlemede kat edilen mesafe
mesâvi-i medeniyet : medeniyetin kötülükleri
meşruta-i meşrua : şeriata uygun meşrutiyet

meşrutiyet : başında hükümdar bulunmakla birlikte, yasama yetkisi kısmen meclis tarafından kullanılan, kısmen de olsa kuvvetler ayrılığına dayanan idare şekli
meşveret : işlerin istişâre (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi; meclis
metanet : sağlamlık, kararlılık
mevcudiyet : varlık, var olma
misâl-i meşru : şeriata uygun timsal, örnek

muahaze-i dünyeviye ve uhreviye : dünya ve âhirette hesaba çekme
mûcez : özlü; çok mânâ ifade eden (özlü söz)
muhafaza : koruma, saklama
muhafaza-i âhiret : âhireti koruma
muharrib-i medeniyet : medeniyeti yok eden, yıkan

mutazammın : içine alan, kapsayan
müessir : tesirli, etkili
mütehassis : hislenme, duygulanma
neşat : sevinç, mutluluk

neşretme : yayınlama
nokta-i istinad : dayanak noktası
rapt : bağlama
sa’y : çalışma, emek
saadet-i millet : milletin mutluluğu
safha-i nuranî : nuranî sayfa, nurlu sayfa

sahib-i unvan-ı muhteşem : ihtişamlı isim sahibi
Sâmi : Arapça, Asurca, İbranîce ve Habeşçe konuşan çeşitli milletlerin toplandığı kol
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük; zararı yararı dikkate almadan beyinsizce davranma
sırr-ı i'câz : mu’cizelik sırrı
şahs-ı mânevî-i hükûmet : hükûmetin mânevî şahsiyeti, tüzel kişiliği
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet

şeriat-ı garrâ : parlak ve nurlu şeriat; İslâmiyet
şükûk : şekler; şüpheler
tahlis : kurtarma
takaza : hakkını dava etme, sıkıştırma

tasarruf : dilediği gibi kullanma ve yönetme
tayy : uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşma

tebrie etme : kusur ve noksandan uzak tutma
tekeffül etme : kefil olma
tekzip etme : yalanlama
telif : uzlaştırma, uyumlu hâle getirme

temin etme : sağlama
tesis etme : kurma, yerleştirme
teşettüt-ü âra : fikir dağınıklığı, kargaşası
tevhid : birleştirme, birleme
tevlid etme : doğurma, sebep olma
Turan : Türk Ülkesi
ulema : âlimler
umum : bütün, genel

varta-i hayret : tehlikeli, hayret uçurumu
vesselâm : işte bu kadar; mektup sonlarında sonsuz selâm mânâsında kullanılan bir ifade
zaman-ı kasır : kısa zaman
zann-ı fasid : bozuk, yanlış zan
zulmet-i tebâyün-i efkâr : fikirlerin uyuşmazlık karanlığı


 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.4.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
M. Sabir İhsanoğlu’nun, Türkiye’de İslamî inkişaf münasebetiyle memnuniyetini izhar eden bir mektubu
[SUP]2[/SUP]اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ [SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, muhterem kardeşlerimiz,
Dört adet mühim mektubunuzu, fotoğrafları ve Hazret-i Üstadın Sözler adlı eserini aldım. O kadar memnun oldum ki, beyan edemem. Mektubunuzda okudum ki, Türkiye’de Risale-i Nur ve İslâmiyet inkişaf ediyormuş; buna çok memnun oldum. Maalesef, eski hükûmet Üstada karşı muarız idi ve ona çok zulümler etti. Lâkin hakiki Müslüman olan bu Menderes, İslâmiyeti baskıdan kurtardı. Var olsun. İnşaallah Türkiye, yakında eski yüksek makamını alacaktır. Üstad ve Risale-i Nur’u neşredenler gibi mühim din adamları Türkiye’de vardır; hükûmetiniz niçin bunları İslâmî toplantıya göndermiyor? Salâhiyetli adamlar Türkiye’de çoktur. Kanaatim şudur ki, Üstad gibi âlim dünyada yoktur. Memleketimizden, Hazret-i Üstad gibi bir âlim çıkmadı. Maalesef ki, Kızıl Rusya ve kâfir Çin’den çok âlimler geliyorlar ve konferanslar vererek, gençleri yavaş yavaş fikren zehirlemektedirler. Eğer Türk milleti büyük Türk âlimleri gönderirse, Pakistan’da ve bütün İslâm dünyasında büyük tesirleri olacaktır.
Biz Pakistanlılar, Türkiye’yi İslâm dünyasının lideri olarak görmekteyiz.
Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz, ittihad-ı İslâm mümkün değildir. Size, Üstada dair makalelerimi gönderdim. Üstada dair makalemi ve “Şarkî Türkistan’da Çin Emperyalizmi” adlı makalemi neşrettim.
Pakistan’da ne Türkçe okulu, ne kütüphanesi, ne çalışkan adamları ve sefaretinizde de Urduca bilen adam yoktur. Onlar Pakistan’ın gençleriyle temasta değildirler; Urduca neşriyatları da yoktur. Eğer bazıları onları davet etseler, iştirak etmiyorlar. Pres Ateşeliğinizde dine dair malûmat ve kitap da yoktur.
Geçen günlerde, Lâhor’da bir İslâmî müzakere oldu. Türkiye’den meşhur zatlar gelmedi. Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Dr. Rehber (Pakistanlıdır) İslâmiyetin aleyhinde konuştu. Bütün İslâmî dünya onu lânetlediler…

Lâkin avam gazetelerde okuyup onu Türk bildiler ve çok hayret ettiler. Bu adam, dini ve Türkleri tahkir etti. Sebilürreşad’a yazıyorum.
Hazret-i Üstadın müstakil adresi nedir? Hazret-i Üstada bir adet Kur’ân-ı Kerîm ve onun hakkında makaleler neşrolunan mecmuaları takdim etmek istiyorum. Hakkınızda çok makaleler yazdım. Onları toplayıp kitap şeklinde basacağım.
Her zaman Pakistan’ın mühim zatları Hazret-i Üstada ve sıhhatine dair malûmat sormaktadırlar. Bizler, buradaki Nur talebeleriyle, Hazret-i Üstadı buraya davet ederiz.

Elbâki Hüve’l-Bâki
Kardeşiniz
M. Sabir İhsanoğlu


Pakistan’ın en büyük mecmuası “Students’ Voice”da İslâm Kongresi Reisi “Zafer Afaq Ansar”ın “İslâmın Büyük Rönesansı” adlı makalesinde Risale-i Nur’un muhterem ve muazzez müellifinden şöyle bahsediyor:
Bu hareketlerin asıl merkezini, Said Nursî’nin fazla miktarda talebesi bulunan üniversite ve kültür yerleri teşkil eder. Bu talebeler, Risale-i Nur talebeleri adını alır. “Bu gençler: Biz Kur’ân’ı kendimize düstur seçtik. Bizim gayemiz, zevki Allah’ın yolunda aramak ve İslâmiyeti bütün dünyaya yaymaktır.
Siyonizm, komünizm, Allahsızlık gibi İslâmiyete zıt olan cereyanlara karşı mücadele etmektir.
İslâmiyeti, bütün Türk gençliğinin tam mânâsıyla benimsemesine çalışmaktır.
Türkiye’yi, her türlü tehlikeye karşı müdafaa etmektir.
Irkî ve kavmî ayrılıkları bertaraf ederek, İslâm birliğini meydana getirmektir.”
Hazret-i Üstad Nursî tarafından yazılan ve 130 kitap ve risaleden ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı bu talebeler tarafından yayılmaktadır.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Lügatler
âlim : ilim sahibi
aziz : çok değerli, izzetli
fikren : düşünce olarak
Garbî : Batıya ait
hakiki : gerçek, doğru
inkişaf : açılma, gelişme
inşaallah : Allah izin verirse
iştirak : katılma
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği
izhar : gösterme
kâfir : Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse
lâkin : ama, fakat
lânetleme : bedduâ etme
malûmat : bilgi
muarız : karşı, karşıt, muhalif
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
müzakere : karşılıklı fikir söyleme, danışıp görüşme
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayın
Pres Ateşeliği : bir ülkenin yabancı ülkede kendini temsil için açtığı büyükelçilik bünyesinde bulunan Basın Ateşeliği
salâhiyet : yetki
sefaret : elçilik
sıddık : çok doğru ve gönülden bağlı




 

uður1

Well-known member
TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 13.6.RİSALE-İ NUR VE HARİÇ MEMLEKETLER(DEVAMI)
Pakistan basınında Risale-i Nur ve Üstad Said Nursî Hazretleri hakkındaki neşriyattan örnekler

31 Ocak 1958 tarihli Students’ Voice (Talebelerin Sesi) Gazetesi, Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti tarafından 15 günde bir çıkarılan ve talebeleri istikbalin büyüklerini yüksek İslâmî esaslara göre hazırlamayı gaye edinmiş bir talebe cemiyetinin neşir organıdır. Bu gazetenin “Türk Gençliği Uyanıyor” başlıklı makalesinden:
Bütün İslâm memleketlerinde ittihad-ı İslâm için çalışan İslâmî teşkilâtlar tâdât edilip, Türkiye’de de Nur talebeleri bu meyanda zikrediliyor ve en sonra ittihad-ı İslâm için çalışan ve Pakistan’ın en iyi dostları olan Nur talebelerini tanıdık; Nur talebelerinin üstadı seksen beş yaşında büyük bir âlim olan Üstad Said Nursî’dir. Hakikat-i İslâmiye için yaptığı mücadele, kendi ana vatanında—yani Türkiye’de—otuz sene işkenceli bir hayat ve sık sık hapiste yatmasına sebep oldu ve 1952’de serbest bırakıldı. Fakat bu ihtiyarın bakışları hâlâ ateşlidir. Otuz yıllık hapis ve işkenceler onu mağlûp edemedi. Bu mücadelesiyle, birbirine çok sıkı bağlı olan Nur talebeleri kitlesini meydana getirdi. Üstad Said Nursî, Risale-i Nur eserleri vasıtasıyla Türk gençliğini İslâm ideolojisinin en büyük düşmanları olan siyonist ve komünistlerin hilekâr tuzaklarına düşmekten kurtarmıştır. Türkiye Başvekili Adnan Menderes Risale-i Nur Külliyatının neşrine müsaade ettiği zaman, Türkiye’nin Pakistan Elçisi sayın Selâhaddin Rıfat Erbil vasıtası ile bu büyük adama takdir ve tebriklerimizi bildirmiştik ve bu vesileyle, Üstad Said Nursî ve Nur talebelerini de selâmlamıştık ve bu mektubumuz Türkiye’de binlerle basılarak dağıtılmıştı. Bizim programımız Türkçeye çevrildi. Biz de, birkaç önemli Risaleleri, Urducaya çevirdik.

Pakistan İslâmî Talebe Cemiyetinin onuncu yıldönümünde, Türkiye’deki İslâmî hareketi göstermek için, Türklerin, İslâm edebiyatı sergisi de vardı. Bu sergide İlâhiyat Fakültesi, Diyanet İşleri Yayınları, bazı Türkçeye çevrilmiş İslâmî eserler ve on beş adet Risale-i Nur Külliyatından eserler vardı. Nur talebelerinin faaliyeti bu sergide harita ve fotoğraflarla ve grafikle izah edildi.

***
30 Nisan 1958 tarihli Students’ Voice gazetesi “İslâm Dünyasındaki Müsbet Uyanıklık” başlıklı makaleden.
Her İslâm memleketinde, İslâmiyetin hâkimiyeti için yapılan övülmeye lâyık şerefli mücadeleler anlatılıyor ve Türkiye’de yapılan mücadelelerin neticesi olarak hükûmet, din hürriyetini sıkan bağları gevşetmiştir. Mehmed Âkif materyalist milliyetçiliği takbih eden ve halk arasında taze bir heyecan verecek olan Safahat isimli eseri yazdı.

Hazret-i Said Nursî yılmadan, hakikat-i İslâmiye için mücadele etmektedir. Kendisi, Türkiye’de en büyük cinayet telâkki edilen Atatürk aleyhtarı olmakla ittiham ve aleyhinde neşriyat yapılmışsa da, bu zulümler, halkı onun etrafında toplamıştır. 130 parça eserin sahibi olan Üstad hapiste iken verilmiş olan zehirlerin tesiriyle ihtiyarlığını geçirmekte olup, bu hal—seksen yaşını geçtiği halde—hakikat-i İslâmiye ve İslâmların saadeti için mücadelesine mani olamamıştır.


Lügatler :
aleyhtar : karşı olan, aynı fikirde olmayan
cemiyet : dernek
hakikat-i İslâmiye : İslâmiyetin hakikati, esası

hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
hilekâr : hileci, hilebaz

hürriyet : serbestlik
ideoloji : toplumu etkileyen fikir ve düşünce sistemi
istikbal : gelecek
ittihad-ı İslâm : İslâm birliği

ittiham : suçlama
izah : açıklama
mağlûp etme : yenme
meyan : arada
mücadele : uğraşma, çabalama

müsbet : olumlu
neşr : yayma, yayımlama
neşriyat : yayınlar
risale : kitap, mektup; Risale-i Nur’dan her bir bölüm

saadet : mutluluk, huzur
Students Voice : “Talebelerin Sesi” anlamına gelen ve 1950 yıllarında Pakistan’da, Pakistan Talebe Cemiyeti tarafından 15 günde bir çıkarılan bir gazete
tâdât : sayma

takbih : kötüleme, kınama
telâkki edilme : anlaşılma, kabul edilme
teşkilât : yapı, kuruluş
zikredilme : anılma, belirtilme


 

NİSANUR

Well-known member
Onuncu Asıl: Ekser tâife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef'âl ve a'mâl-i beşeriyede bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrlarıdır; yoksa, medâr-ı şeâmetleridir. Hem, gizleniyorlar; âdetâ birer şahs-ı mânevî, birer gâye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin her birisi o olmaya çalışır ve o olmak ihtimâli var. Demek o mükemmel hârika ferd, mutlak, mübhem bulunup, her yerde bulunması mümkün. Şu ibhâm itibâriyle, mantıkça kazıye-i mümkine sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani, her bir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, "Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." -1- İşte iki rekât namaz bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir iki rekât namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür.
Demek şu nev'deki rivâyetler, vukuu bilfiil dâimî ve küllî değil. Zîrâ, kabulün mâdem şartları vardır; külliyet ve dâimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibâriyledir. Meselâ, "Gıybet, katl gibidir." -2- Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kâtilden daha muzırdır. Meselâ, "Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer." -3- Şimdi terğib ve teşvik için o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir sûrette her yerde bulunmasının imkânını vâki' bir sûrette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.

sözler
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim

Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim.
Bu menzilcikte misafir olduğum gibi,
İstanbul’da da misafirim,
dünyada da misafirim.

Misafir, yolunu düşünmeli.
Nasıl ki bu odadan çıkacağım,
birgün de İstanbul’dan da çıkacağım,
diğer birgün de dünyadan çıkacağım.

Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Yirmi Altıncı Lem'a


Biri de, sen burada misafirsin.
Ve buradan da diğer bir yere gideceksin.
Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz.

Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın.
Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın.
Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış.
Vücudunu Mûcidine feda et.

Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.
Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider,
veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.

Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Habbe

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Üçüncü kâr: Her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner.

İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz'ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.

Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.

Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur.

Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder.


Sözler
 

Muvahhid1

Well-known member
Sünnet-i Seniyye edeptir.
Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.

Risale-i Nur
 

Muvahhid1

Well-known member
Sizin hakiki vazifeniz dünyâya bakmak değildir. Farz-ı muhâl olarak dünyâya da bakılsa, bakınız ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebebiyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla katiyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve katiyen inanınız ki, Nûr'un şefaati, Nûr'un duası, Nûr'un himmeti sizleri kurtaracaktır. İşte bu davanın şahidi Emirdağlı Nûrcuların dehşetli ateşten zararsız kurtulmalarıdır. Şimdiden umûmunuza müjdeler olsun.

[Bedîüzzaman Saîd NURSÎ Emirdağ Lâhikası]
 
Üst