Huseyni
Müdavim
﴿وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَاۤ اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَاۤ اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
1 ﴾
Kur’ân-ı Kerim, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiplerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’câzı intaç eden îcâza menşe olarak lâtif bir sırdır. Şöyle ki:
Belâgat, muktezâ-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’ân’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tâmim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.
Bu âyeti mâkabliyle nazm ve rapteden münasebet:
Kur’ân-ı Kerim, evvelki âyetle tâmim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet, bu âyet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilân; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.
Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şâmil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki اَلَّذِينَ
[NOT]Dipnot-1 “Onlar sana indirilen Kur’ân’a da, senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, âhirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir.” Bakara Sûresi, 2:4.
Dipnot-2 Öyle ki (bk. n-ḥ-v: İsm-i mevsûl).
Dipnot-3 Allah'tan korkanlar; takvâ sahipleri.
[/NOT]
Abdullah İbni Selâm: (bk. bilgiler) | belâgat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi |
ehl-i belâğat: belâgat âlimleri, edebiyatçılar, söz ve ifade uzmanları | ehl-i kitap: Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler |
emare: işaret, alâmet | fehim: anlayış, idrak |
hazf yapmak: bir sözü zikretmemek, düşürmek, kaldırmak | intaç etme: netice verme, sonucunu doğurma |
i’câz: mu’cize oluş; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülük | kelâm: söz, ifade |
keza: böylece, bunun gibi | lâtif: ince, güzel, hoş |
menşe: kaynak | muhavere: karşısına alarak konuşma |
muhtelif: farklı, değişik | muhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan |
muktezâ-yı hale mutabakat: hâlin icabına ve gereğine uygunluk | mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi |
mâkabli: birşeyin öncesi | mükâleme: karışılıklı konuşma |
mürsel: bir hükümle sınırlandırılmamış, kayıt altına alınmamış | mürâaten: riayet ederek, gözeterek |
mütefavit: farklı | nazm: diziliş, tertip; Allah Teâlâ tarafından dizilen, Kur'ân-ı Kerîmin mübârek ifadeleri |
nazm-ı kelâm: söz ve ifadenin tertip ve dizilişi | raptetmek: bağlamak |
risalet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği | tahsis: hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma |
tansis: nas, delil getirmek, delili yerleştirmek; en açık mânâyı, en kesin ifade ile delile dayandırarak söz etmek | tasrih etmek: açıklamak, açıkça bildirmek |
terkip: birkaç kelimeden oluşan ifade, birleşim, birleşik söz | teşmil etmek: kapsamına almak, genelleştirmek |
tâmim: umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine verme | ulûm-u Arabiye: Arap dili ve edebiyatına ilişkin ilimler; belâgat ilmi gibi |
vecih: yön, yüz | îcâz: sözü kısaltmak; maksadı açık ve net bir şekilde ifade etmek suretiyle, az sözle çok mânâları ifade etme |
şâmil olmak: kapsamak, içine almak |
<tbody>
</tbody>