Allah'ı İsimleriyle Tanıyalım.El Esmaül Hüsna.

ademyakup

Well-known member
Es-Selam

Zâtı kusurdan, sıfatları noksanlıktan ve fiilleri şerden sâlim olan.” (İmam Gazâlî)
“Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren.”
“Cennetteki kullarına selâm eden.”
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır...” (Haşr, 59/23)
Allah, Vacib-ül Vücud’dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan sâlimdir.
Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan sâlimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.
Keza, Allah’ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da sâlimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.
Ve Allah’ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan sâlimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale sâlimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.
Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa sâlimen çıkaran Allah, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından sâlimen geçirerek ‘Dârü’s-Selâm’ olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına ‘Selâm’ diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden sâlim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.
Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, ‘Allah’a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul’ anlaşılır.
•••
Selâm ismi, bizi Dârü’s-Selâm’a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Musavvir

“Tasvir eden; her şeye bir suret ve şekil veren.”
“Her şekli diğerinden farklı kılan.”
“Mahlukatını istediği sıfat ve seçtiği surette yaratan.”
“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)
Varlık âlemini seyrettiğimizde ilk önce suretler âlemi gözümüze çarpar. Bütün bu suretler, mahiyetlere göre şekil almışlardır.
Nur Külliyatı'nda geçen, ‘sima-yı istidadiye-i hususiye’ ve ‘sima-yı vechiye-i şahsiye’ ifadelerinden anlaşıldığı üzere, suretler maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her ruhun taşıdığı sıfatlar, kabiliyetler, istidatlar ile kendisini başkalarından farklı kılan bir manevî siması vardır. Tıpkı, her yüzün başka yüzlerden ayrı bir şekle sahip olması gibi.
Manevî simaları tahayyül ve tefekkür etmemiz oldukça zor olduğundan, Musavvir ismini düşünürken daha çok maddî suretleri hatırlar, onlardaki güzellikleri ve hikmetleri düşünürüz.
Mahlukat henüz yaratılmamışken, her şeyin mahiyeti Allah’ın ilmindeydi. Bu mahiyetlerin her birinin de kendine has bir ‘manevî siması’ vardı. Bunlar dünya sahnesine çıkarıldıklarında her birisine ona mahsus bir maddî suret takıldı. Görünmez suretler, görünür hale geldiler.
“Ete kemiğe büründüm, / Yunus diye göründüm,” beytinde, bu mânâ enfes bir şekilde dile getirilmiştir.
Bütün varlık âlemi için geçerli olan bu hakikati, kâinatın bir küçük misali olan insanda, daha net olarak okuyabiliyoruz.
İnsanın bir mahiyeti olduğu gibi, her bir organının da yine ayrı bir mahiyeti vardır. İlâhî ilim ve hikmet ile her organın iş görebilmesi için nasıl bir surete sahip olması gerekiyorsa, ilâhî kudret o organı ona göre yaratmış, tasvir etmiştir.
Şimdi bütün canlılar âlemine kısaca bir göz atalım:
‘İnsan, deve, keçi, kurt, güvercin, serçe, balık’ ruhlarının, birbirlerinden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu kadar farklı ruh çeşidi yaratmak Allah’a mahsustur. Yine, bedenimizin ruhumuza en uygun şekilde yaratıldığını çok iyi bildiğimizden, her hayvanın ruhunun da kendi bedeninde rahat ettiğini anlayabiliyoruz. Ve bir milyonu aşkın hayvan türünün her birine, kendi ruhlarına en uygun bir beden inşa edilmesinde, Musavvir isminin azametini hisseder gibi oluyoruz.
Suret verme hakikati sadece canlılar âlemine has değildir. Ama, bu hakikat canlılarda daha berrak bir şekilde kendini göstermekte, okutturmaktadır.
Bütün sıfatları sonsuz olan Allah, bu sıfatların ve isimlerin tecellilerinde de sonsuzluk sırrını göstermiştir. Musavvir isminin de tecellileri sonsuza doğru uzanır ve bu suretlerden hiçbiri diğerine benzemez.
Bu âlemde birbiriyle yüzde yüz uyum gösteren iki şekil bulamazsınız. Hiçbir yıldız diğerinin aynı değildir. Bulutlar her gün, her şehirde ayrı şekillerde boy gösterirler.
Birbiriyle aynı olan iki dağ göremezsiniz.
Deniz kıyısına varınız; şekilleri birbiriyle aynı olan iki çakıl taşına rastlayamazsınız.
Bu hakikatin en açık delili, insan siması ve parmak izleridir. İnsanlık âleminde, geçmiş ve gelecek zamanı da dikkate alsanız, aynı simaya sahip iki fert göremezsiniz.
Musavvir ismi tefekkür edilirken, bu başkalıkların aynı zamanda büyük bir rahmet olduğu da düşünülmeli. Meselâ, bütün insanlar aynı simaya sahip olsalardı, toplum hayatı bir keşmekeş içine girerdi.
•••
İnsan, Musavvir ismini düşünürken, suretler âlemini ve bu âlemin mahiyetler âlemiyle olan harika ilgisini hayretle tefekkür etmeli, ayrıca kendisine ihsan edilen insan suretinin de şükrünü eda etmeye çalışmalıdır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Kuddus

“Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde
her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz.”
“Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan.”
“Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs,
Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a sûresi, 62/1)

Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattan, benzetmeden de münezzehtir.

Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından ‘muhalefet-ün lil havadis’ sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.

Kuddûs isminin kâinattaki tecellisi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.

Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi:
“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.” (Lem’alar)

Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve tesbihtir. Takdis, ‘Allah’ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek’; tesbih ise ‘noksan sıfatlardan tenzih etmek’tir. Meselâ ‘Allah her şeye kâdirdir’ demek takdis; ‘Allah acizlikten münezzehtir’ demek tesbihtir.

Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.

“Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar)
•••

Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.

Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.
Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.

Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:
“O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şualar)

Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.

Mizanda günahları ağır basan mü’minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra, tertemiz olarak Cennete varacaklardır.

Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah’tan medet dileyeceklerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-ğaffar

“Mağfireti, bağışlaması pek çok olan.”
“Kullarının günahlarını affetmekle örten.” Taberî
“Tekrar tekrar affeden.” (Gazâlî)
“Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır.” (Nuh, 71/10)
Günahlarına aldırış etmeksizin, Cennete gireceğinden emin bir halde yaşamak, büyük bir gaflet olduğu gibi, isyanlarına bakarak ‘ben artık mağfiret olunmam’ demek de büyük bir hatadır.
Birinci hal Allah’ın gazabından emin olmak, ikincisi ise rahmetinden ümit kesmekle yeise düşmektir.
İşte Ğaffar ismi, insanı yeisten kurtaran en büyük bir ümit kaynağıdır.
İmam Gazâlî Hazretleri, Ğaffar isminin ‘kötüyü, çirkini örten’ mânâsına geldiğini zikrettikten sonra, önemli bir noktaya dikkatimizi çeker:
“Allah, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde;midesini, bağırsaklarını ve sair görünmesi hoş olmayan organlarını içeride yaratmıştır. Onları böylece örten Allah, kulunun günahlarını da örter”
Yine o büyük İmam, Ğaffar ismine, ‘tekrar tekrar affeden’ mânâsı vermiştir.
Bu mânâyı düşünürken, Hazreti Mevlâna’nın, bazı haddini bilmezlerce tenkit konusu yapılan bir mısrası hatırıma geldi:
“Bin defa tövbe şişesini kırmış olsan yine gel!”
‘Tövbe şişesini kırmak,’ günahkâr Müslümanlar için söz konusudur. Bu söz, o büyük insanın Ğaffar isminin inceliklerini çok iyi kavradığının işareti iken, maalesef çok yanlış şekilde ele alındı ve o muhterem zâta cahilce hücum edildi.
Tövbesini defalarca bozan bir kul, pişman olarak Allah’ın dergahına sığınsa ve affını dilese, Ğaffar ismi gereği, Allah bu kulu affeder.
Allah’ın affettiğini kulların etmemesi, işin içine nefsin, hissin ve dar görüşlülüğün girdiğini gösterir.
Kendisine yapılan bir kötülüğü yıllarca unutamayıp, mü’min kardeşini affetmeye yanaşmayan bir insanın, Hazreti Mevlâna’nın bu sözünü kavraması oldukça zordur.
•••
Ğaffar isminden nasiplenmenin birinci şartı, pişmanlık duymak, tövbe ve istiğfar ile mağfiret kapısını çalmaktır.
Bir diğer şartı da, başkalarını affetmek, kusurlarını örtmektir. Affedenin, mağfiret olunması kuvvetle umulur. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Melik

“Bütün varlıkların sahibi, tek hükümdarı.”
“Bütün âlemlerin mutlak ve tek sultanı.”
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine, insanların (gerçek) ilâhına...”( Nâs sûresi, 14/1-3)
Nur Külliyatı'nda bir terkip geçer: Saltanat-ı Rububiyet. Bu ifade bize, bütün âlemlerde her ne varsa hepsinin ilâhî terbiyeden geçtiğini ders verir. İşte bu terbiye, bir ‘rububiyet saltanatı’dır.
Allah’ın, bütün mahluklar üzerindeki bir diğer saltanatı da ‘hâlıkiyet saltanatı’dır. Zira, her şeyin zâtı ve sıfatları, O’nun yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. O ise zâtı ve sıfatlarıyla hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne Melik’tir. Bu saltanata ortak olacak bir başka melik düşünülemez.
Allah’ın, bütün rızıklananlar üzerinde de bir ‘rezzâkiyet saltanatı’ vardır.
Keza, bütün hayat sahipleri O’nun ihyasıyla hayat bulur ve bütün vefat edenler O’nun öldürmesiyle bu dünyadan ayrılırlar; bu ise bir ‘ihya ve imâte saltanatı’dır.
Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, izzet, azamet ve kibriya da ayrı birer saltanattırlar. Bunların her birinin hükmü altında nice mülkler, nice aciz, zelil ve hakir mahluklar vardır.
İnsan o mutlak Melik’e kulluk etmekle, arzın halifesi olma şerefine erer.
İnsan ruhu, bedendeki bütün organlara ve duygulara hükmetmekle Melik ismine bir aynadır; ayakları dilediği yöne doğru yürütür, ellere istediği şeyi tutturur. Bu kısa dünya hayatında insanoğlu böylece bir imtihan geçirir.
Kul olduğunu idrak ederek o Melik-i Mutlak’ın rızası istikametinde çalışanlar, Cennette nice hizmetçilere efendilik edeceklerdir. Nefsine köle olmayı hürriyet sayanlar ise, kısa süren bir saltanatı müteakip ölümü tadacaklar ve O mutlak Melik’in huzurunda hesap verdikten sonra, ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
•••
Melik ismi, her şeyi Allah’ın hükmü ve tasarrufu altında bilmemizi ders verir. Bu kâinat ülkesinin yegâne melikinin Allah olduğunu ihtar ile O’nun o haşmetli saltanatına isyan etmekten nefsimizi men eder. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Kahhar

"Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan.”
“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi.”
“Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.”
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim14/, 48)
İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, Allah’ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette Allah’ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, “iman, salih amel ve güzel ahlâktır.”
Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.
Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek; küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak; şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, Allah’ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.
Nur Külliyatı'nda, şöyle buyurulur:
“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”
Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.
Allah’ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, Allah’ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bir insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.
•••
Kahhâr ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır. Mazlumları da hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimlere azap edileceği müjdesi vererek, rahatlatır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Vehhab

“İhsanları ve bağışları bol ve devamlı olan.”
“İstihkakı olmayan kuluna da ihsan eden.”
“Kullarına karşılıksız ihsan eden.”

“Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd, 38/9)
İşçilere verilen ikramiye, ‘hibe’ değildir. Daha verimli çalışmaları için bir nevi teşviktir, yani karşılığı beklenen bir yardımdır.
Allah’ın bütün ihsan ve yardımları hep ‘hibe’ yoluyladır. Bunların hiçbiri çalışmakla elde edilecek gibi değildir.
Meselâ, yok olan bir şeyin varlık sahasına çıkarılması Vehhâb isminin tecellisiyledir. O şey, yokluk âleminde çalışarak var olmaya hak kazanmış değildir.
Keza, hayvanlar da bitki âleminde güzel işler başararak hayvanlık mertebesine terakki etmiş değillerdir.
İnsanların insan olmaları da en büyük bir ihsandır. Vehhâb isminin en güzel ve en büyük bir tecellisidir.
Organ nakli için harcanan paraları şöyle bir düşünelim; sonra en fakir bir insana da göz, kalp, böbrek, el, ayak takıldığını hatırlayalım. Daha sonra, diğer hayvanların gözlerini, kalplerini, beyinlerini ve sair organlarını göz önüne alalım...
Bu canlılardan hiçbirinin bu organların gerçek sahibi olmadıklarını anlayacak ve hepsinin ilâhî bir ihsan ve hibe olduğunu açıkça göreceğiz.
Nur Külliyatı'ndan konuyla ilgili bir hikmet dersi:
“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.” (Sözler)
Kula yaraşan, ruhundan organlarına, dağlardan bulutlara, güneşlerden yıldızlara kadar her şeyi ona karşılıksız bağışlayan ve her şeyi onun hizmetine veren O Vehhâb’a sonsuz bir şükür ve minnettarlık duymak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âleminde tam hissetmektir.
•••
Vehhâb isminden bir tecelli nasibi alan insan, başkalarına karşılıksız iyilik ve ihsanda bulunur. İbadetlerini geçmiş nimetlere şükür için yapar ve Cennete girme hususunda Vehhâb isminin tecellisini umar ve bekler. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
Er-Rahman / Er Rahim

Rahmân: “Dünya hayatında, mü’min-kâfir gözetmeksizin, mahlukatın
hepsine merhametle muamele eden.”
“Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran.”
“Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden.”
Rahîm: “Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve
ebedî nimetler veren.”
“Ahiret hayatında sadece mü’minlere ihsan ve ikram eden.”
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur.” (Haşr sûresi, 59/22)
Her iki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.
Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir.
Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:
“Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürur ve saadeti ikame etme duygusudur.”
Rahmân ismi, ‘insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten” mânâsına gelir.
Rahîm ise, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan” demektir.
Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.
Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.
Demek oluyor ki, Rahmâniyetin tecellisinde ‘cebir’, yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.
Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz’î iradesini doğru kullanması şartı vardır.
Rahmân hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bundan dolayı, Rahmân ismi başkalarına nisbet edilmez., ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.
Diğer taraftan, ‘Allah, dünyanın Rahmânı, ahiretin Rahîmidir’ buyrularak, Rahmân sıfatının ezel ile, Rahîm sıfatının ise ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Rahîm ismi, daha çok Ğafur ismiyle birlikte kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisidir.
Rahmân ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere nazarımızı çevirir.
“Güçsüzlere merhamet edene, Rahmân olan Allah da merhamet eder.” Hadis-i Şerif
Nur Külliyatı'nda, şefkatin ‘Rahîm ismine îsal’ ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir.” (Kastamonu Lahikası)
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hizmetine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak, ruh ve kalbin hastalığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gadabından fazla gadab edilmez.” (Sözler)
Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.
İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahmân isminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm isminden feyiz alır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

 

ademyakup

Well-known member
Er-Rezzak

“Maddî ve manevî her türlü rızkı ve bu rızıklara muhtaçları yaratan.”
“Canlıların rızkını dilediği şekilde veren.”
“Hiç şüphesiz, Allah Rezzak’tır; O, kuvvet sahibi, Metîn’dir.”(Zâriyât, 51/58)
İnsan denilince, ruh ve beden birlikte düşünüldüğü gibi, rızık denilince de hem maddî, hem de manevî rızıklar hatırlanmalıdır. Bununla birlikte, genellikle, rızık denildiğinde, öncelikle, bedenin ihtiyacını karşılayan, ona güç ve kuvvet kazandıran maddî nimetler hatıra gelir.
Bu nimetlerin her biri bir mucizedir. Topraktan insan yaratan Allah, aynı topraktan insanın rızkını da yaratmıştır. Tek başına ne toprak, ne su, ne ışık, ne de hava insanın karnını doyururlar. Bunlar, ilâhî bir terbiyeden geçerek ‘rızık’ haline gelirler.
Rızkımız, bütün bir kâinatın bir fabrika gibi çalışmasıyla yaratılıyor. Bir tek faktör noksan olsa, rızka kavuşamıyoruz. Öyle ise yediğimiz bir meyvenin arkasında bütün bir kâinatı görüp, şükrümüzü ona göre yapmak durumundayız.
“Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.” (Sözler)
Demek ki, rızık denilince sadece yiyecek maddelerini hatırlamak eksik kalıyor. Midesi tok fakat gözü kör bir insan da bir yönüyle aç demektir. O halde güneş de göze rızık oluyor. Buna göre, insanoğlu akşama kadar neye baksa, ağzından giren lokma misali, o şeyin görüntüsü gözünde teşekkül etmekte ve ona rızık olmaktadır.
Aynı şekilde işittiği sesler de kulağının rızkı; kokular da burnunun rızkıdır.
Manevî rızık denilince, öncelikle, ruh ve kalbi rahat ettirerek huzura kavuşturan şeyler hatıra gelir.
Aklın rızkı, nimetin kendisi değil, onu tefekkür etmektir.
Kalbin rızkı, çiçeğin rengi ve kokusu değil onu sevmek, onda tecelli eden ilâhî isimleri sevmek ve o isimlerin sahibi olan Allah’ı sevmektir.
•••
Rezzak ismi bize maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç bir kul olduğumuzu hatırlatır.
Elementleri rızık haline getirerek bizim faydamıza sunan ve manevî ihtiyaçlarımızı da en güzel şekilde yerine getiren Rabbimizin o sonsuz rahmetine karşı kalbimizi hamd, şükür ve minnettarlıkla doldurur. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Fettah
Rahmet ve rızık kapılarını açan.”
“Zorlukları kolaylaştıran.”
“Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan.”
“Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakalayıverdik.” (A’râf Sûresi, 7/96)
Bir milyondan fazla hayvan türü ve ondan daha fazla bitki türü olduğunu biliyoruz. Bu türlere giren fertlerin sayısını bilmek ise ancak Allah’a mahsus.
Sonsuz denecek kadar çok olan bu fertlerin bütün planları, nutfelerde, yumurtalarda yahut çekirdeklerde ilâhî ilim ve hikmetle yazılmış.
İşte bu noktaların kitap haline gelmesi, bu planlardan yapılar kurulması Fettâh isminin tecellisiyle başlar. Canlılar âlemine bu nazarla bakabilsek ve onları, dünkü planların canlanmış ve büyümüş halleri olarak değerlendirebilsek, Fettâh isminin sonsuz tecellilerini bir derece görür ve hayran oluruz.
Fettâh isminin bir başka sahası da manevîdir. Kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması ve o kalplerin iman ve hidayete açılması Fettâh isminin en muhteşem, en bereketli ve en kıymetli tecellisidir.
Gözü açılan bir insanın bir anda semalara çıkması, dağlarda dolaşması, denizleri kucaklaması gibi, kalbinden gaflet perdesi kalkan bir insan da ilâhî isimlere ve bu isimlerin kaynağı olan ilâhî sıfatlara muhatap olur.
İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddî hem de manevî yönü bulunduğuna işaret ederek, maddî fetih için,“Biz(Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bir fetih (yolunu) açtık.” (Fetih Sûresi, 48/1) âyet-i kerîmesini; manevî fetih için ise, “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur.” (Fâtır Sûresi, 35/2) âyet-i kerîmesini misal gösterir.
Manevî fethin çok önemli bir yönü de Nur Külliyatında şöyle nazara verilir:
“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır.
Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ‘ene’ namında bir miftahı insanın eline vermiştir.” (Mesnevî-i Nuriye)
Buna göre, insan ruhu Fettâh isminin en büyük tecellisine mazhardır. O ruha konulan ene, yani benlik, bir anahtar vazifesi görüyor. Allah, bu anahtarı kullanmasını bilen kullarına nice fennî keşiflerin yolunu açtığı gibi, esmâ-i ilâhiyenin hazinelerini de açıyor. (‘Kenz-i mahfi’nin çoğulu ‘künuz-u mahfiyye’dir ve ‘esmâ-i ilâhiye’ mânâsında kullanılır.)
İnsan kendi ruhuna takılan ilim, irade, kudret gibi sıfatların her birini bir anahtar yaparak, kıyas yoluyla, ilâhî isimlere ve sıfatlara ulaşır. Nur Külliyatı'ndan ‘Otuzuncu Söz’de tafsilatıyla işlenen bu konudan, sadece bir bölüm nakledeceğim:
“Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder ve kesbî sanatçığıyla o Sâni’-i Zülcelâl’in ibda-i sanatını anlar. Meselâ: ‘Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş’ der.” (Sözler) (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

teblið

Vefasýz
El-Fettah
Rahmet ve rızık kapılarını açan.”
“Zorlukları kolaylaştıran.”
“Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan.”

Allah (c.c.) razı olsun hocam;
;Şu sıkıntıların son bulması için Cenabı Hakkın el fettah ismi şerifinin nuruna sığındım..
 

ademyakup

Well-known member
El-Muizz / El-Müzill

Muizz: “Dilediğine izzet ve kuvvet veren, ilimde yükselten.”
Müzill: “Dilediğini zelil kılıp rahmetinden uzaklaştıran. Hor ve hakir kılan.”
“...Bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır.” (Tövbe, 9/2)
İzzet denilince aklımıza hemen gelen mânâ üstünlük ve galibiyettir. Mü’minler azizdir, kâfirler zelil. Âlimler azizdir, cahiller zelil.
İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan Allah, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O’nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler.
Kâmil insanlar, arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin Allah’tan olduğunu bilerek, O’nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar.
Secde, nefsin, zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; Allah’a yakınlık ise en büyük bir izzettir.
Allah, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir eder.
Bir kul, Allah’ın aziz kıldıklarına tâzim etmekle izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.
Nur Külliyatı'ndan bir cümle:
“İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır.” (Sözler)
Bu konuda, vaktiyle kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü arz ediyorum:
İzzet tacı da zillet gömleği de Allah’ın hazinesinde... Bunları mahlukatına sırayla giydirir...
Önceki günün azîzleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar...
Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak ve çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz.
Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar, gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan, yürürken azizdir, uyurken zelil...
Çocukluk, gençlik derken, olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve perişanlık yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor: Sûr’dan korkma ve mahşere çıkma safhası...
İnsan, dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü’minler, Allah’ın ‘azîzler diyarı’ olarak terbiye ettiği Cennete doğru yol alırken, münkir ve müşrikler, 'zeliller diyarına', Cehenneme düşecekler... ‘İzzet ve zilletin ancak Allah’tan olduğu’ hakikati bütün haşmetiyle görünecek.
Öyle ise, üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Aziz iken Hakk’ın dergahında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O’nun lütfuyla yine izzete kavuşalım. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Hafid / Er-Rafi
Hâfid: “Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.”
“Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran.”
Râfi’: “Sevdiği kullarını yükselten.” “Mü’minleri kendisine yaklaştırarak yücelten.”
“(O), alçaltan ve yüceltendir.” (Vâkıa Sûresi, 56/3)
Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz’î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfid olan Allah da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.
İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi’ olan Allah da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.
Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi’ isminin tecellileriyle. Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette daha çok inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.
Kulun, Râfi’ ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve İslâm’a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.
Ayrıca, bir mü’min, İslâm’ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi’ ismine mazhar olur. İslâm’a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
El-Alim

“Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen.”
“İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan).”
“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir (rahmeti ve kudreti genişdir), Alîm’dir.” (Bakara Sûresi, 2/115)
Allah’ın zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi ilmi de mahluk ilmine benzemez. Ezelî ilim ancak O’nundur ve O’na mahsustur. Olmuş ve olacak her şey O’nun ilminde daima hazırdır.
Evveli ve âhiri olan ve her şeyi sonradan öğrenen insanoğlu, bu dar, kısıtlı ve sınırlı ilmiyle, Allah’ın ezelî ilminin varlığını bilse de hakikatini bilemez.
İnsanın, iradesi gibi düşünmesi ve hatırlaması da cüz’îdir. Bir anda iki şey düşünemez ve hatırlayamaz. Allah’ın ilmi ise küllîdir, ‘her şeyi birlikte bilir’; mutlaktır, ‘hiçbir kayıt altına girmez’ ve muhittir, ‘her şeyi içine alır, ihata eder.’
Bu hakikat, Nur Külliyatı'nda ‘güneş’ misaliyle çok güzel açıklanır:
Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma söz konusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.
Yine Nur Külliyatında ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: ‘Fiilen bilmek’.
“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr’dir.”(Mülk Sûresi, 67/14) âyet-i kerîmesi, bu ‘fiilen bilme’yi ders veriyor.
Bir misal: Selimiye camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz, Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye’nin minarelerini yapar, kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme söz konusudur.
Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan Allah’ın, eşya hakkındaki ilmi ‘fiilî bir ilimdir,’ mahlukatın ilmine benzemez.
İnsan kendisine ihsan edilen o cüz’î ilmiyle Allah’ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bir sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.
Hadis-i şerifte, “bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı” olduğu haber verilerek, ilmin bu ulvî şerefi nazarımıza sunulur. Bu şerefi hiçe sayarcasına, akıllarını sadece dünya menfaatlerini temin ve nefsin arzularını tatmin için sarf eden insanlar ne kadar zarardadırlar! (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
Dokuzuncu Kelime
Yani, bütün hayrat Onun elinde, bütün hasenat Onun defterinde, bütün ihsanat Onun hazinesindedir. Öyleyse, hayır isteyen Ondan istemeli, iyilik arzu eden Ona yalvarmalı.
Şu kelimenin hakikatini kati bir surette göstermek için, ilm-i İlâhînin hadsiz delillerinden bir geniş delilin emârelerine ve lem'alarına şöyle işaret eder ve deriz ki:
Şu kâinatta görünen ef'âl ile tasarruf edip icad eden Sâniin, bir muhit ilmi var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhâldir. Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin.
Şu ilm-i muhit, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle herşeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o Alîm-i Zülcelâlin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhâldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, hâdis, nâkıs ve ârızî oldukları hâlde, onların nurları, mukabilindeki herşeyi görüp nüfuz ederlerse, elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle:
Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinatlar, o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar.
Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât, yine o ilm-i muhite işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur.
Hem bütün inâyetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile san'atkârâne yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergeliyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhitle olur, başka surette olamaz.


Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhitle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek; sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.
Hem umum zîhayatın, ipham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdut bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında, o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp ettirmesi, yine o ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifâtı, bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, meselâ, zîhayatın etfallerini sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ, bütün hikmetli, inâyetli rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimâmat ve san'atkârâne tasvirat ve mâhirâne tezyinat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir vaziyeti intihap etmek, derin bir ilimle olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder. Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle mütenasiptir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İşte şu sırra binaen, herbiri birer mucize-i san'at olan mevcudata bakıyoruz ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla bilir, sonra yapar.
Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!(
Mektubat | Yirminci Mektup | 235-236)
 

ademyakup

Well-known member
El-Kabıt / El-Basıt

Kâbıd: “Daraltıp sıkan.”, “Kıtlık veren”
Bâsıt: “Açıp genişlik veren.”,“Bollaştıran.”
“Allah, daraltır ve genişletir ve siz O’na döndürüleceksiniz.”( Bakara Sûresi, 2/245)
Bu iki isim hem madde, hem de mânâ âlemi için geçerlidir. Zenginlikte genişlik, fakirlikte darlık olduğu gibi, ilimde genişlik cehalette darlık vardır.
Bu iki mübarek ismin en büyük tecellileri, insanın kalb ve ruh âleminde kendini gösterir. Zira, ruh bedenden, mânâ da maddeden üstündür.
Kulun, cüz’î iradesini Hakk’ın rızası istikametinde kullanmasıyla kalb ve ruh âleminde bir genişlik hasıl olur. Aksi halde insan ruhî sıkıntılar, günümüz tabiriyle stresler içinde perişan olur.
Tahkikî imanda genişlik, iman zafiyetinde ise darlık vardır.
Tevekkülde genişlik, sabırsızlıkta darlık vardır.
Affetmede genişlik, intikam hissinde darlık vardır.
Cömertlikte genişlik, cimrilikte darlık vardır.
Bununla birlikte bu iki isim insanın manevî terakkisinin esasları olan ‘havf ve reca’ ile yani “Allah’ın kahrından korkmak ve rahmetinden ümitli olmakla” yakından ilgilidir.
Kâbıd ismi korkunun, Bâsıt ismi ise ümidin önemli bir kaynağıdır. Yani, mü’min olan insan hem Allah’ın celâl ve azametinden korkacak, kabir azabını ve Cehennemi sıkça hatırlayacak; hem de O’nun rahmet ve mağfiretinden daima ümitli olacak ve ona göre amel edecektir.
Kur’ân’ın hülasası olarak tarif edilen Fatiha Sûresi'nde, havf ve recâ sırayla işlenir; dolayısıyla da ruh ümitle korkuyu, ferahla darlığı sırayla yaşar.
‘Rabb’ül-âlemîn,’ ‘Rahmân ve Rahîm’ isimleri ruhu sevinçle ve ümitle rahatlatır.
‘Mâliki yevmiddin’ kelamı ise ruhta korku ve endişe uyandırır.
‘İbadet ve yardım dileme’ safhalarında ümitle korku iç içedir.
‘İstikamet yoluna hidayet’ istenmesi, ruh için büyük bir ümit ve saadet kapısıdır.
Bu ümidi müteakip, ‘mağdup’ ve ‘dallîn’ zümrelerinden olmanın korkusu ruhu sarar.
Bir bitkinin, gece ve gündüzden ayrı faydalar görmesi gibi, bir mü’min de Kâbıd ve Bâsıt isimlerinin her birinden ayrı bir feyiz alır.
İçinin sıkıldığı, karmaşık problemlerle kuşatıldığı, dünyanın kendisine dar geldiği anlarda, aczini ve fakrını daha iyi anlar; kulluk şuurunda inkişaf olur.
Ruhunun ferah ve sürurla dolu olduğu zamanlarda ise, bunu bir ilâhî ikram ve ihsan olarak değerlendirip şükür vazifesini eda etmeye çalışır.
İnsan, bu dünya hayatında, sıkıcı ve ferahlatıcı nice olaylarla değişik imtihanlar geçirir. Hastalanır, sıhhate kavuşur. Üzülür, sevinir. Derken bu geniş dünyadan kabre göç eder.
İmanla göçenler için o âlemde Bâsıt ismi tecelli eder ve kabir, Allah Resûlünün(a.s.m.) ifadesiyle, ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ olur. İnanmayanlar için ise Kâbıd ismi tecelli eder ve kabir, “Cehennem çukurlarından bir çukura” dönüşür, insanı sıkar durur.
Ve bu yolculuğun sonu Cennet ve Cehennemle son bulur. Birincisinde her türlü genişlik, ikincisinde ise her türlü darlık vardır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)
 

ademyakup

Well-known member
Sabri kardeş,
Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki aynada temessül eden pislik, pis değil ve aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü aynada nuranînin timsali ziya verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur.

Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe
medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.(Kastamonu lahikası)
 

ademyakup

Well-known member
El-Hafid / Er-Rafi
Hâfid: “Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.”
“Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran.”
Râfi’: “Sevdiği kullarını yükselten.” “Mü’minleri kendisine yaklaştırarak yücelten.”
“(O), alçaltan ve yüceltendir.” (Vâkıa Sûresi, 56/3)
Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz’î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfid olan Allah da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.
İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi’ olan Allah da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.
Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi’ isminin tecellileriyle. Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette daha çok inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.
Kulun, Râfi’ ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve İslâm’a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.
Ayrıca, bir mü’min, İslâm’ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi’ ismine mazhar olur. İslâm’a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

 
Üst