6. Bölüm - 12. FASIL: Hz. Peygamber'in, Gevşeklik Edip Seferden Geri Kalanları Kınaması

Huseyni

Müdavim
6. Bölüm - 12. FASIL: Hz. Peygamber'in, Gevşeklik Edip Seferden Geri Kalanları Kınaması


12. FASIL: Hz. PEYGAMBER’İN, GEVŞEKLİK EDİP SEFERDEN GERİ KALANLARI KINAMASI


Ka’b b. Malik el-Ensari’nin Kıssası


- Ka’b b. Malik şöyle anlatıyor: Tebük hariç, hiçbir gazveden geri kalmadım. Bedir gazvesinde yoktum. Fakat Allah Teâlâ, bedir gazvesine gitmeyenlerden hiç kimseyi kınamadı. Çünkü Hz. Peygamber Kureyşin kervanına gitmek üzere Medine’den çıkmıştı. Allah onunla düşmanlarını hiç hesabta olmayan bir yerde ve zamanda karşı karşıya getirdi. Ben Hz. Peygamberle sözleştiğimiz gecede, Akabe’de bulunanların arasındaydım. Ben bu gece yerine Bedir savaşında bulunmayı kendim için daha sevimli bulmam. Her ne kadar Bedir halkın arasında daha meşhur olsa da. Benim Tebük seferinden geri kalışıma gelince: Gerçekten Tebük gazvesinde peygamberden geri kaldığım zamandaki kadar hiç bir zaman kuvvet ve kolaylığa sahip değildim. Benim hiçbir zaman iki bineğim bir araya gelmedi. Fakat Tebük seterinde ise iki bineği bir araya getirdim. Hz. Peygamber’in âdeti bir gazveye gitmek istediği zaman başka bir yöne gidiyormuş gibi yapardı. Tebük seferinde ise maksadını gizlemedi. Çünkü şiddetli bir sıcak vardı ve sefer uzundu. Çöllerde çok sayıda düşman vardı. Bunun için müslümanlara Tebuk’e gitmekte olduklarını açıkça söyledi. Ta ki savaşları için tam manasıyla hazırlansınlar. Hz. Peygamberle gidenler çoktu. Onları divan defteri almıyordu. Hiç kimse gizlenmek istemiyordu. Ancak Allah’tan vahiy inmedikçe, peygamberin haberi olmaz sananlar gizlenmişlerdi. Hz. Peygamber Tebük savaşına meyvelerin ve gölgeliklerin hoş olduğu bir devrede çıktı. Rasûlullah müslümanlarla beraber yol tedbirlerini aldı. Ben de onlarla beraber tedbirimi almak üzere sabahleyin evden çıkıyor. sonra yine hiçbir şey yapmadan eve dönüyordum. Kendi kendime “Bu işi yapmağa gücüm yeter vaktim de vardır” dedim. Bu ihmallik bende durmadan devam ediyordu. Ta ki insanlar artık ciddiyetle yolculuk yapacak noktaya gelip dayandığı zamana kadar. Rasûlullah müslümanlarla beraber sabah saatlerinde yola çıktı. Fakat ben tedbirimi almış değildim. Kendi kendime “Bir veya iki gün sonra tedbirimi alır, sonra onlara yetişirim” diyordum. Onlar Medine’den ayrıldıktan sonra ben tedbirimi almak üzere gittim. Geri döndüğümde hiçbir şey yapamamıştım. Tekrar giderek geri döndüm, yine hiçbir şey yapamamıştım. Bu hâl onlar süratle yollarına devam edip ve savaş vakti geçtikten sonraya kadar devam etti. Ben develerime binip de onlara yetişmeyi düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Fakat bu da benim için takdir edilmedi. Ben peygamber çıktıktan sonra halkın arasına karıştığımda, imkânı yerinde, vücudu sağlam kimse göremedim. Bu durum beni çok üzdü. Gördüğüm ya münafık damgası vurulmuş kimse veya Allah’ın mazur saydığı zayıf kişilerdi. Hz. Peygamber yol boyunca benden bahsetmemiş, ta ki Tebük’e varıncaya kadar. Tebük’de ashab arasında otururken


“Ka’b nerede?”
diye sormuş. Benî Selîmeden birisi

“Ey Allah’ın Rasûlü, Ka’b’ın ağır kumaştan olan iki elbisesi ve iki tarafına kibir ve gururla bakması kendisini Medine’de alıkoymuştur” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Muaz b. Cebel


“Sen çok kötü bir şey söyledin. Ey Allah’ın Rasûlü yemin ederim ki, biz Ka’b b. Mâlik hakkında iyilikten başka bir şey bilmeyiz” demiş. Hz. Peygamber de susmuş, bir şey söylememiş.


Hz. Peygamber’in Medine’ye doğru gelmekte olduğunu duyunca üzüntü ve keder beni kuşattı. Durmadan nasıl yalan söyleyeceğim, ne deyip de peygamberin öfkesinden kurtulacağım diye düşünmeye başladım. Ailemden aklı yeten herkese danıştım. Bana Hz. Peygamber’in geldiği haberi ulaşınca bütün bu batıl fikirler kalbimden silindi. Anladım ki, ben bu badireden yalanla, kuşkulu bir mazeret ile asla kurtulamam. Bunun için Hz. Peygambere doğruyu söylemeye karar verdim. Bir sabah Hz. Peygamber Medine’ye girdi. Âdeti olduğu üzere ilk işi mescide girmek, orada iki rekat namaz kılmak, sonra halk arasında oturup onları dinlemek oldu. Tebük seferine gitmeyenler, ona gelerek özür dilemeye ve yeminle özürlerini teyid etmeye başladılar. Bunlar seksen küsür kişiydiler. Hz. Peygamber zahirlerine göre özür ve biatlarını kabul ederek, onlar için Allah’tan mağfiret diledi. Bunların iç yüzlerini Allah’a havale etti. Bu sırada ben de huzura geldim ve selâm verdim. Öfkeli bir tebessümle gülümsedi, sonra bana


“Gel”
dedi. Ben de yürüyüp tam önünde oturdum. Bana

“Niçin savaşa katılmadın?”
diye sordu. Sonra “Sen Akabe’de üzerine, yardım etmek için bi’at yükünü almamış mıydın?” dedi. Ben de

“Evet, sana yardım etmeye söz verdim” dedim. Sonra “Ey Allah’ın Rasûlü, yemin ederim ki, senden başka şu dünya halkından kimin yanına otursam, ona karşı göstereceğim bir mazeretle muhakkak ben onun öfkesinden yakamı kurtarabilirdim. Çünkü Allah bana güzel konuşma ve ikna yeteneği vermiştir. Fakat ben şundan eminim ki, bugün sana yalan söylesem, o yalandan dolayı sen benden hoşnut olsan, çok sürmez muhakkak Allah yalanımı bildirerek seni hakkımda gazablandırır. Eğer huzurunda seni gazablandıracak olan doğruyu söylersem, umarım ki Allah kusurumu bağışlar. Ey Allah’ın Rasûlü, vallahî benim seferden geri kalışım hakkında arzedecek hiç bir mazeretim yoktur. Vallahi senden geri kaldığımda her zamankinden daha kuvvetli daha zengindim” dedim. Bu sözlerim üzerine Hz. Peygamber


“Gerçekten bu doğru söyledi. Ey Ka’b haydi kalk, Allah hakkında hüküm verinceye kadar bekle”
buyurdu.

Hz. Peygamber’in huzurundan kalktım. Evime giderken, Benî Selime’den bazı kimseler yanıma geldiler ve benimle yürüyerek


“Biz bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Fakat sen, seferden geri kalan diğer kimseler gibi mazeret göstermediğin için zor bir duruma düştün. Halbuki bir mazeret gösterseydin Hz. Peygamber’in senin için Allah’dan af dilemesi seni kurtarırdı” dediler ve beni o kadar çok kınadılar ki, nerdeyse fikrimden dönüp kendimi yalanlayacaktım. Fakat onlara


“Benim gibi olanlar var mı?” diye sordum.


“Evet, iki kişi daha senin durumundadır” dediler.


“Onlar kim?” diye sordum.


“Mûrare b. Rabi’ el-Amrî ile Hilâl b. Ümeyye el Vâfıkî” dediler. Bana Bedir savaşında bulunan ve iyilikte birer örnek olan iki salih kişiyi söylediler. Bu iki kişiyi bana söylediklerinde, Tereddütten vazgeçip eski fikrimde sebat ettim. Hz. Peygamber, seferden geri kalan üçümüzle, müslümanların konuşmasını yasakladı. Halk bizden uzaklaştı. Halk artık bizi tanımaz oldu. Hatta ben, yeryüzünün de benden kaçtığını hissediyordum. O benim tanıdığım yeryüzü değildi. Biz bu durumda tam elli gün kaldık. İki arkadaşım ise hastalandılar, evlerinde zillet içerisinde oturup ağladılar. Bense en gençleriydim ve en kuvvetlileriydim. Çıkıyordum ve müslümanlarla beraber namaza katılıyor, çarşılarda geziyordum. Fakat hiç kimse benimle konuşmuyordu. Rasûlullaha gelerek selam veriyordum. Ben kendi kendime acaba Peygamber selâmıma karşılık vererek dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı derdim. Ayrıca namazı Hz. Peygamberin yakınında kılardım. Gizlice arasıra ona bakardım. Ben namaza yöneldiğimde o da bana bakardı. Ben ona baktığımda yüzünü benden çevirirdi. Hatta insanların bana karşı katı davranmaları bana çok uzun geldi. O zaman gittim, Ebu Katade’nin bahçesinin duvarından atlayıp içeri girdim. Ebu Katade amcamın oğluydu ve beni çok severdi. Ona selâm verdim. Vallahî benim selamımı almadı. Ben


“Ey Eba Katade! Sana Allah adına yemin vererek sorarım, benim Allah ve Rasûlünü sevdiğimi bilmez misin? dedim. Sükût etti. Tekrar sordum, yine yemin verdirdim. O yine de sükût ediyordu. Bunu tekrarladım. Üçüncüde


“Allah ve Rasûlü daha iyi bilirler” dedi. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı ve tekrar duvara çıkıp dışarı atladım. Bir gün Medine çarşısında gezerken Şam halkından Nebat’lı birisi Medine’ye yiyecek maddeleri getirmiş satıyordu ve “Kim bana Malik oğlu Kâb’ı gösterir?” diyordu. Bunun üzerine Halk beni işaret etti. O bana geldi. Bana Ğassan melikinden bir mektup getirmişti. Mektub bir parça ipekliye bağlanmıştı. Baktım ki mektupta şunlar yazılıdır:


“Haber aldığıma göre senin arkadaşın (Hz. Peygamber) sıkıntı veriyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zâyî olacak bir mevkîde yaratmamıştır. Orada durma, bize katıl. Sana bütün imkânlarımızı tahsis edelim”.


Mektubu okuduğum zaman “İşte bu da belalardan birisidir. Böylece mektubu tandıra götürüp yaktım. Biz bu durumda elli geceden kırkı geçinceye kadar kaldık. Bir gün Hz. Peygamberin gönderdiği bir adam bana geldi ve bana


“Allah’ın Rasûlü sana emrediyor ki, sen hanımından uzaklaşacaksın!” dedi. Ben de


“Onu boşayacak mıyım, yoksa başka bir şey mi yapacağım?” dedim. O bana


“Hayır, boşama, fakat ona yaklaşma!” dedi. Aynı haber öteki iki arkadaşıma da gitmişti. Hanımıma


“Ailenin yanına git. Onların yanında kal. Ta ki Allah bu hususta bir hüküm verinceye kadar!” dedim. Hilal bin Ümeyye’nin hanımı Hz. Peygambere gelerek

“Ey Allah’ın Rasûlü! Hilâl b. Ümeyye artık bir ihtiyardır, hizmetçisi yoktur. Ona hizmette bulunmamı hoş karşılamayacak mısınız?” dedi. Hz. Peygamber


“Fakat o sana yaklaşmasın”
buyurdu. Kadın

“yemin ederim onun artık hiçbir şeye karşı hareketi kalmamıştır. Vallahi bu iş olduğundan beri bugüne kadar durmadan ağlıyor” dedi. Yakınlarımdan bazıları bana


“Hanımın hakkında sen de Hz. Peygamberden izin iste. Çünkü Hilâl b. Ümeyye’nin karısına, kocasına hizmet etmek için izin verdi” dediler. Ben de “Allah’a yemin ederim, ben bu hususta Rasûlullahtan izin istemeyeceğim. Bilmiyorum ki, Rasûlullah izin istediğimde bana ne diyecektir? Ben genç bir kişiyim” dedim. Sonra on gün daha geçti. Böylece elli gün tamam oldu. Ellinci gün sabah namazını kıldıktan sonra bizim hanelerimizden birisinin damında oturuyordum. Ben Allah’ın vasfettiği haldeydim. Hayat bana güçleşmişti. Yeryüzü, genişliğine rağmen, dar gelmeye başladı. Bu sırada sel dağı üzerinde birisinin yüksek sesle


“Ey Kâ’b! Müjde!” diye bağıran sesini duydum. Allah’a secde etmek üzere yere kapandım. Anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Hz. Peygamber halka Allah’ın bizim tevbemizi kabul ettiğini, sabah namazından sonra haber vermişti. Halk bize müjde vermek üzere seferber olmuştu. Müjdeciler iki arkadaşımın yanına da gitti. Bana da bir kişi müjde vermek üzere atını sürmüştü. Eslem kabilesinden birisi koşup dağa çıktı, onun sesi attan daha önce bana geldi. Sesini işittiğim kişi bana gelip müjde verince, iki elbisemi çıkardım, müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahî o iki elbiseden başka o gün başka elbisem yoktu. Ebu Katade’den emanet olarak iki elbise alıp giydim ve hemen Hz. Peygambere geldim. Halk gurup gurup beni karşılıyor, tevbem için bana göz aydınlığı diliyorlardı. “Allah’ın tevbeni kabul etmesi sana göz aydınlığı olsun” diyorlardı. Mescide girdim, baktım ki Hz. Peygamber’in etrafında sahabîleri oturmaktadır. Talha b. Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Yemin ederim ki, Talha’dan başka muhacirlerden hiç kimse kalkmadı. Talha’nın bu iyiliğini hiç bir zaman unutmadım. Rasûlullaha selâm verdim, yüzü sevgiden pırıl pırıl parladığı halde


“Annen seni doğurduğu günden bu yana kendisinden daha hayırlı olmayan bir günle müjdelen!” dedi.


“Ey Allah’ın Rasûlü! Bu senin katından mıdır, yoksa Allah’ın katından mı?” dedim. Hz. Peygamber


“Hayır! Benim katımdan değildir. Allah’ın katından geliyor!”
dedi. Hz. Peygamber sevindiği zaman yüzü pırıl pırıl parlardı. Sanki dolunayın bir parçası gibi. Biz bunu biliyorduk. Huzurunda oturduğumda

“Ey Allah’ın Rasûlü! Benim tevbemin müjdesi olarak bütün malımdan el çekiyor, onu Allah’a ve Rasûlüne sadaka olarak teslim ediyorum!” dedim. Hz. Peygamber bana


“Malının bir kısmını kendin için sakla. O senin için daha hayırlıdır”
dedi. Ben de

“Hayber’deki payımı kendim için bırakıyorum” dedim ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah doğruluğumdan dolayı beni kurtardı. Benim tevbemin alameti olsun ki, ben artık doğrudanbaşka hiçbir şey söylemeyeceğim. Allah’a yemin ederim ki, bu sözü Rasûlullaha verdiğimden bu yana, müslümanlardan hiçbirisini aldatmadım. Ondan sonra yalan söylemek hatırımdan geçmedi. Umarım ki Allah bundan sonra da beni yalandan korur.


Allah Teâlâ Peygamberine:
“Andolsun ki Allah, Peygambere ve o güçlük saatinde ona uyan muhacirlerle ensara lutfetti de içlerinden bir kısmının kalbleri az daha meyledecek gibi olmuşken, sonra tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah müminlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Onların tevbelerini kabul ettiği gibi geri kalan üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece inanmışlardı ki yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da kendilerini sıkmıştı. Allah’tan kurtuluşun ancak Allah’a sığınmakla olacağını anlamışlardı. Sonra tevbelerini kabul buyurdu ki onlar da tevbekârlar arasına girsinler. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çokça kabul buyurandır, çokça merhametli olandır” (Tevbe: 9/117-118) ayetlerini indirdi. Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın bana ihsan ettiği nimetler içinde, beni İslâm’a hidayet etmesinden sonra, Hz. Peygambere doğru söylemekten daha büyük bir nimet yoktur. Bu Hz. Peygambere doğruyu söyleyerek helâk olmaktan kurtulma nimetidir. Çünkü Allah yalan söyleyenler hakkında, en ağır şeyleri söylemiştir. “Yalanlarına döndüğünüz vakit sizden özür dileyeceklerdir. De ki: Özür dilemeyiniz. Size asla inanmayız: Doğrusu Allah bize sizin ahvalinizden birçoklarını haber verdi. Bundan böyle de Allah ve Rasûlü yaptıklarınızı görecek, sonra gizliyi ve açıkta olanı bilene götürüleceksiniz. O da size neler yapıyor, bildiyseniz haber verecektir”. (Tevbe: 9/94)

Biz üç kişi, Rasûlullahı ikna etmek için yemin ettikleri zaman, Hz. Peygamberin özürlerini kabul edip onlara mağfiret dileyip, bi’atlaştığı kimselerin affından elli gün sonraya kalmıştık. Hz. Peygamber bizim durumumuzu Allah’ın hakkımızda hüküm vereceği güne kadar geciktirmişti. İşte bundan dolayı Allah
“O geri kalan üç kişiyi de bağışladı...” ayetini indirdi. O geri kalıştan maksat, savaştan geri kalış değildir. Hz. Peygamberin bizi, yemin edenlerden ayırıp, hüküm verilene kadar geriye bırakması demektir.[1]

___________________________________

[1] Buhari, Müslim, İbn İshak ve Beyhaki tamamını, İmam Ahmed bir takım ilavelerle rivayet etmiştir. Bidaye, V/23. Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi de muhtasar ve parçalı olarak rivayet etmiştir. Teğib, IV/366; Beyhaki, IX/33.
Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/453-458
 
Üst