Rabb'i O'na hiç küsmedi

nuriye

Well-known member
Rivâyetlere göre; Peygamber Efendimiz'e gelen vahiy bir müddet kesilmiş, Cibrîl (aleyhisselam) bu süre zarfında görünmemiş, bunun üzerine müşriklerden bazıları, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terk etti" iddiasında bulunmuşlardır.

Allah Resûlü'nü üzmek, güya O'nu ye'se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin "Rabbi O'nu terk etti." demelerine mukabil Cenâb-ı Allah; "Ey Resûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da." (Duhâ, 93/3) mealindeki ayeti indirmiştir.
Allah Teâlâ'nın, Peygamber Efendimiz'e (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) darılması ve O'nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır. Allahu a'lem, Efendimiz'in gönlünde, vahye karşı daha derin heyecanlar uyarmak ve öteleri gözlemesi, semanın dilinin çözülmesini beklemesi mevzuundaki iştiyakını tetiklemek için bir inkıtâ (kesinti) olmuştur. Bir haylûlet (araya girip perde olma) şeklindeki bu inkıtâda, O'nu geleceğe hazırlama gibi bizim bilemediğimiz başka hikmetler de vardır. Dolayısıyla, bu meseleyi, kendi düşünce tarzımız, kendi anlayışımız ve kendi ufkumuz itibariyle yorumlamaya kalkarsak, o Zât-ı âlişânı kendi seviyemize indirmiş oluruz; öyleyse, onu, Allah Resûlü'nün şahsî mülahazası ve engin ufku itibariyle ele almak lazım. Evet, değişik rivayetlerde üç, beş, dokuz hatta kırk günlük bir süre zarfında vahyin kesintiye uğradığından bahsedilmektedir. Fakat bu mevzuyu, bir dargınlığın neticesiymiş gibi göstermek kat'iyen doğru değildir. Ayrıca, Vâkıdî ve Kelbî gibi kimseler, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) vahyin kesilmesi karşısında duyduğu teessürden dolayı dağda, bayırda gezdiğini ifade etseler, onun bazı davranışlarını kendilerince farklı değerlendirseler ve bazı modern yorumcular da onların düşüncelerini aynen günümüze taşıyarak yeniden seslendirseler bile, ben bunların hiçbirine ihtimal vermiyorum. Onlara iştirak etmediğim gibi o türlü iddiaları Efendimiz'i hiç tanıyamamış olmalarına delil sayıyorum. Kendisine vahiy gelmeden evvel hayatında zerre kadar dengesizlik müşahede edilmeyen bir insanın, semalarla irtibata geçtikten ve ulûhiyet hakikatına o kadar aşina olduktan sonra, öyle bir ruh haleti içine girmesi kat'iyen mümkün değildir. Evet, mutlaka O da bir beşerdi, muktezâ-yı beşeriyet olarak bizde bulunan bazı şeyler O'na da ârız olurdu, fakat O'nda asıl olarak meydana gelen şeylerin bizde yalnızca gölgeleri hâsıl olduğu gibi, bizde asıl olarak bulunan şeylerin de O'nda sadece gölgesi bulunurdu.
SOHBET-İ CANAN İÇİN ADETA CAN ATIYORDU
Allah Resûlü'nün bakışları hep ulvî âlemlerdeydi; O'nun ötelere karşı tarifi imkânsız bir iştiyakı vardı. Bazı insanların dünyaya bağlılığının ve dünyevîliklere tiryakiliğinin çok ötesinde O öteki âlemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi. Cenab-ı Hakk'ın rızasına vesile olacak hususları öğrenmek ve Cebrail'le (aleyhisselam) bir kere daha sohbet-i Canan'da bulunmak için adeta can atıyordu. Nitekim bir gün "Ey Cibrîl! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel nedir?" demiş ve onunla daha sık bir araya gelme isteğini ifade buyurmuştu; Cibrîl-i Emin de, "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz." (Meryem, 19/64) mealindeki ayetle ona cevap vermişti. İşte, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesilmesini, ötelere müteveccih ve vahiy tiryakisi bir insanın duygu, düşünce ve iştiyak enginliği açısından değerlendirmek gerekir.
Allah Resûlü kendi ufku itibariyle, onu önemli bir inkıtâ sayabilir, bir haylûlet vâki olmuş gibi algılayabilir, yani ötelerle kendisi arasına bir perde konulduğunu ve adeta bir husûf (perdelenme, ay tutulması) yaşadığını düşünerek ciddi bir heyecan içine girebilir. Fakat kısa süreli böyle bir kesinti, belki de O'nun iştiyakını arttırmaya matuftur ve bir rahmettir. Geçici bir kabz tattırmak suretiyle, Allah (celle celâluhü) her zaman bast halinde yaşayan Habibi'nin teyakkuzunu tetiklemeyi ve tevecühünü güçlendirmeyi murad buyurmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim, "Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O'na yönel." (Müzzemmil, 73/8) mealindeki ayetlerle böyle bir teyakkuz ve teveccühe davet etmektedir. Evet, bir süreliğine vahyin kesilmesi adeta daha derin bir yöneliş çağrısıdır; fakat kat'iyen bir küskünlük ve dargınlığın neticesi değildir. Bunun en önemli delili de, Duhâ Sûresi'nin tamamı ve bilhassa "Ey Resûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da." (Duhâ, 93/3) mealindeki ayet-i kerimedir. Bu ayetler, Allah Resûlü için birer müjdedir; bulunduğu her hâlin önüne nazaran sonunun, mesela nübüvvetinin başlangıcına nazaran sonrasının, dünyaya nazaran ahiretinin daha hayırlı olacağını, Efendimiz'in daimi bir yükselişte bulunacağını; dünyada, ilahî feyizlerle ve tebliğ vazifesinde muvaffakiyetle, âhirette ise şefaat-ı uzmâ ve makam-ı mahmudla mükâfatlandırılacağını haber veren ve O'nun mutlaka razı edileceğini bildiren bir müjdedir. Selef-i salihinden bazıları, "Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimiz'in razı olması düşünülemez." demişlerdir.
ÖZETLE:
1 - Allah Teâlâ'nın, Peygamber Efendimiz'e darılması ve O'nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır.
2 - Allah Resûlü'nün bakışları hep ulvî âlemlerdeydi. Bazı insanların dünyaya bağlılığının çok ötesinde O öteki âlemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi.
 
Üst