üçüncü hüccet-i imaniye

mihrimah

Well-known member
üçüncü hüccet-i imaniye asay-ı musa 3. hüccet-i imaniye


(YİRMİÜÇÜNCÜ LEM'A)
[Tabiattan gelen fikr-i küfriyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zir ü zeber ediyor.]

İHTAR
Şu notada, Tabiiyyûnun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhallar kısmen izah edildiğinden, burada, gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hâtıra geliyor. Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler. Hem, hakikat-ı meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul (Haşiye) hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî ve kat'i bürhanlarla -şüphesi olanlara- tafsîlen beyan ve isbat etmeye hazırım.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ


Şu âyet-i kerime, istifham-ı inkâri ile "Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz

(Hâşiye) : Bu risalenin sebeb-i te'lifi, gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile "hakaik-i îmâniyyeyi" tezyif edip; bozulmuş aklı yetişmediği şey'e hurafe deyip, dinsizliği, tabiata bağlayarak; Kur'ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur'un mesleği, nezihane ve nazikâne ve kavl-i leyyindir.

(Orjinal Sayfa:141)
ve olmamalı" demekle; vücud ve Vahdâniyyet-i İlâhiyye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.

ŞU SIRRI İZAHTAN EVVEL BİR İHTAR:
Binüçyüz otuzsekizde Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah dedim. Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdâniyyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'an-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risalesi'nde yazdım. Ankara'da, Yeni Gün Matbaasında tab'ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları, bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor; herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor.

M U K A D D E M E
Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

B i r i n c i s i : "Evcedethü'l-Esbâb" Yani: "Esbab bu şey'i îcad ediyor."

İ k i n c i s i : "Teşekkele Bînefsihi" Yâni: "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."

Ü ç ü n c ü s ü: "İktezathü't-Tabiat" "Yâni: "Tabiîdir, tabiat iktiza edip îcad ediyor."

Evet, mâdem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem, mâdem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki: "Esbâb-ı âlem onu îcad ediyor."; yâni, esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor...veyahut, "o kendi kendine teşekkül ediyor." Veyahut "tabiat muktezası olarak tabiatın te'siriyle vücuda geliyor"...veyahut bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretiyle îcad edilir. Mâdem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur; evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-i kabil oldukları kat'i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdâniyyet şeksiz şüphesiz sabit olur.

(Orjinal Sayfa:142)

Amma birinci yol ki: Esbab-ı âlemin içtimaiyle, teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhâlâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

B i r i n c i s i: Bir eczahânede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir mâcun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahânede, zîhayat mâcunu ve hayatdar tiryâkı çoklukla efradını gördük. O mâcunlardan her birisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mîzan-ı mahsus ile, bir-iki dirhem bundan, üç-dört dirhem ötekinden, altı-yedi dirhem başkasından ve hâkezâ...muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o mâcun, zîhayat olamaz; hâsiyetini gösteremez. Hem, o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mîzan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak, hâssasını kaybeder.

O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mîzan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihetle imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar-yalnız o mikdar- aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o mâcunu teşkil etsinler... Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı, eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi.. herbir zîhayat, elbette zîhayat bir mâcundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddit eczâlardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve "esbab îcad etti" denilse; aynen eczahânedeki mâcunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

E l h â s ı l: Şu eczahâne-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî'nin mîzan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şey'e şâmil bir irade ile vücud bulabilir. "Kör, sağır, hudutsuz sel gibi akan küllî anâsır ve tebâyî ve esbabın işidir." diyen bedbaht, "o tiryâk-ı acib, kendi kendine şişelerrin devrilmesinden çıkıp olmuştur." diyen dîvane bir hezeyancı; sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.

İ k i n c i M u h a l: Eğer herşey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki: Âlemin pek çok anâsır ve esbabı, herbir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki: Sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, kemâl-i intizam ile gayet hassas bir mîzan ve tam bir ittifak ile, muhtelif ve birbirine zıd, mübâyin
(Orjinal Sayfa:143)
esbabın içtimaı, o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan "bu muhaldir, olamaz!" diyecektir.
Evet sineğin küçücük cismi, Kâinatın ekser anâsır ve esbabı ile alâkadardır; belki bir hulâsasıdır. Eğer kudret-i ezeliyyeye verilmezse, o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hâzır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri îcab ediyor. Çünkü sebeb, maddî ise; müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmiyen o hüceyrecikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve tebâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.
İşte Sofestâînin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanıyor.

Ü ç ü n c ü M u h a l: اَلْوَاحِدُ لاَيَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle: Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir. Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mîzan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedahe sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını, belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve câhil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır, esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine hadsiz imkânat yolları içinde ve içtimâ ve ihtilât ile, o esbâbın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.
Haydi bu muhalden kat'-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette te'sirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcudların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki: O esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar,en büyük mahlûklardan daha ziyade san'atça acîb, hilkatca bedî bir surette oldukları halde, o câmid, câhil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıd olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur!...

Amma ikinci mes'ele: "Teşekkele binefsihi"dir. Yâni: Kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhâlatı var. Çok cihetle bâtıldır., muhaldir. Nümune için muhâlâtından üç tanesini beyan ederiz.

B i r i n c i s i: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabul etmek derecesinde hükmediyor

(Orjinal Sayfa:144)
sun. Çünki, sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tegayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine; ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle hususan beka-i nev'i itibariyle alâkadar ve alış verişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar. Senin münasebatını kâinatta görüp öylece vaziyet alıyorlar. Sen zâhiri ve bâtini duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen, vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin, kanuniyle hareket eden küçücük me'murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu; veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir göz; ve bütün senin mâzi ve müstekbel ve nesil ve aslın ve anâsırının menbalarını ve rızkını mâdenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu mes'elelerde zerre kadar aklı olmıyanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir!...

İ k i n ci M u h a l: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki; o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve mânevi letâiften kat'-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ. bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbiriyle kemal-i muvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer me'mur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak..hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil.. hem hâkimiyet noktasında zıd.. hem yalnız Vâcibul-Vücuda, mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbaı.. hem gayet mukayyed..hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad'in eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi, o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derkeder.
Ü ç ü n c ü m u h a l: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelînin kalemiyle mektup olmazsa; ve tabiata, esbaba mensup matbû ise,
(Orjinal Sayfa:145)
o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillû, binler mürekkepler adedince tabiat kalıplarının bulunması lâzım gelir. Çünki: Meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektup olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o mektup olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuş denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki, tab'edilsin.

Nasılki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde bazen olduğu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfte bir sahife -ince hatla- yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım geliyor. Belki birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için, o mürekkebat adedince kalıplar lâzım geliyor.

Haydi yüz muhal içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen dahi, bu muntazam san'atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünki onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam san'atlıdırlar. Ve hâkezâ müteselsilen gittikçe gidecek...
İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratın adedince muhalât ve hurafeler içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan..Bu dalâletten vaz geç!
Ü ç ü n c ü k e l i m e: "İktezathü't-Tabiat" Yâni: Tabiat iktiza ediyor; tabiat yapıyor. İşte bu hükmün çok muhalâtı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.
B i r i n c i s i: Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen; basîrâne, hakîmane olan san'at ve îcad, Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki; kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki; tabiat, îcad için her şeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünki: Nasıl Şems'in cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâlî ve aksî Güneşcikler, semâdaki tek Güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmiyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve Güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir Güneşin harîcî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücâciye adedince tabiî Güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi..aynen bu misâl gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelî'nin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta; hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir
(Orjinal Sayfa:146)
ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir.

Hâlik-ı kâinatın san'atını, bir sineğe müteveccih mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir!..

İ k i n c i M u h a l: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san'atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir Zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa'nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun.. tâ, o parça toprak, menşe' ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünki: Çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine, tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey'etlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor.
Eğer Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse: O vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrı, tabii bir makine bulunmazsa; bu hal vücuda gelemez. Çünki tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni: Müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azotun, intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet,ziye dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşey'e karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden o hadsiz çiçeklerin teşkilâtları, ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san'atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki: O kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulundursun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensûcatları dokuyabilsin.
İşte, Tabiiyyunun fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar, "mütefennin ve akıllıyız" diye dâva ettikleri akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini, mümteni' ve hiçbir cihetle mümkün olmıyan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!...
Eğer desen: Mecudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhaller olur, imtina' derecesinde müşkilât olur; acaba Zât-ı Ehad ve Samed'e verildiği vakit, o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve suûbetli imtina' o suhuletli vücuba nasıl inkılâb eder?
E l c e v a p: Birinci muhalde, nasılki Güneşin cilve-i in'ikası, kemâl-i suhûletle, külfetsiz en küçük zerrecik câmidden tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve te'sirini misâli güneşciklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer Güneşten nisbeti kesilse o vakit herbir zerrecikte, tabiî ve bizzat bir Güneşin haricî vücudu -imtina' derecesinde bir suûbetle- olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de: Herbir mevcud doğru-
(Orjinal Sayfa:147)
dan doğruya Zât-ı Ehad ve Samede, verilse; vücub derecesinde bur suhûlet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım olan herbir şey'i, ona yetiştirebilir. Eğer o intisab kesilse ve o me'muriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina' derecesinde yüzbin müşkilât ve suûbetle sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan ve gayet hârika makine-i vücudunu îcad eden, içindeki kör tabiatın, bu kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.

E l h a s ı l: Nasılki Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'un şerik ve nazîri mümteni' ve muhaldir. Öyle de: Rubûbiyyetinde ve îcad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni' ve muhaldir.
Amma ikinci muhaldeki müşkilât ise müteaddit Risalelerde isbat edildiği gibi; Eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad'e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddit ve kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir padişaha askerlik veya me'muriyet cihetiyle intisab etse, o me'mur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazen bir şâhı esir eder. Çünki gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şâhâne olarak bir padişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillû hârika olabilir. Nasılki karınca, o me'muriyet cihetiyle Firavunun sarayını harab ediyor ve sinek o intisab ile, Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği. koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor (Hâşiye). Eğer o intisab kesilse, o me'muriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir.

Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvveti ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar!..
(Hâşiye) : Evet, eğer o intisab olsa; o çekirdek, kader-i İlâhîden bir emir alır, o hârika işlere mazhar olur. Eğer o intisab kesilse; o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atı iktiza eder. Çünki, dağdaki kudret eseri olan mücessem çam ağacının, bütün âzaları ve cihazatiyle, o çekirdekteki kader eseri olan mânevi ağaçta mevcud bulunması lâzım gelir. Çünki, o koca ağacın fabrikası, o çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.

(Orjinal Sayfa:148)
E l h a s ı l: Vâcibü'l-Vücud'a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhûleti var. Ve tabiata îcad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkil ve hâric-i daire-i akliyedir.

Ü ç ü n c ü M u h a l: Bu muhâli izah edecek bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

Birinci Misâl: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiiş, hâlî bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya; gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış...Binler muntazam san'atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, "hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilâtiyle beraber yapmıştır." diye taharriye başlıyor. Hangi şey'e bakıyor..o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın.



Sonra o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşyâ-yı âhere nisbeten, kavânin-i ilmiyenin bir unvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna, bu defteri münasebetdar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş." diyerek..vahşetini; ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş...



İşte aynen bu misâl gibi: Hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu'cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı Ulûhiyyete giden "tabiiyyûn" fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Daire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcib'ül-Vücud'un eser-i san'atı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i'raz ederek, dâire-i mümkinat içinde kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudreti İlâhîyyenin kavânîn-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hatâ olarak "tabiat" namı verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhîyye ve bir fihriste-i San'at-ı Rabbâniyyeyi görür. Ve der ki:
"Mâdem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şey'in bu defter gibi münâsebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, Rubûbiyyet-i Mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden îcadı yapamaz. Fakat mâdem Sâni-i Kadîmi kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim" der. Biz de deriz:
Ey ahmaku'l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak: Zerrattan, seyyârata kadar bütün mevcûdat, ayrı ayrı lisanlarla (O'nun) vücuduna şehadet ettikleri ve parmaklariy-

(Orjinal Sayfa:149)

le işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâl'i gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelî'nin cilvesini müşahede et, fermanına bak, Kur'anını dinle, o hezeyanlardan kurtul!...
İkinci misâl: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber tâlimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşî aklı, bir kumandanın, devletin nizamatiyle ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp, inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbirine bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünüp hayrette kalır.

Sonra gider..Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmiye, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde eder, oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semavî kanunlarının mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider...

İşte aynı bu misal gibi: Sultân-ı Ezel ve Ebed'in, hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbûd-u Ezelî'nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultân-ı Ezelî'nin hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinatın mânevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek; ve saltanat-ı Rubûbiyyetin kavânîn-i itibariyesi ve o Mâbûd-u Ezelînin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, mânevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan, ahkâmlarını ve düsturlarını birer mevcud-u hâricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlâhîyyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine îcad vermek, sonra da onlara "tabiat" namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbâniyye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek; misâldeki vahşîden bin defa aşağı bir vahşettir!...

E l h a s ı l: Tabiiyyunların; mevhum ve hakikatsız, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hâriciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir. Sâni olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri, olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlik olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir Fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; Kadir olamaz. Mistardır, masdar olamaz...

E l h a s ı l: Mâdem mevcudat var. Mâdem Onaltıncı Nota'nın başında denildiği gibi: Mevcudun vücuduna, taksîm-i aklî ile dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün -herbirinin- üç zâhir muhal-

(Orjinal Sayfa:150)
ler ile butlânı, kat'i bir surette isbat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat'i bir surette isbat olunur. O dördüncü yol ise; başdaki اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyeti, şeksiz ve şüphesiz bedahet derecesinde Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'un Ulûhiyyetini..ve herşey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını..ve Semâvat ve Arz, kabza-ı tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor..,

Ey esbabperest ve tabiata tapan bîçare adam! Mâdem herşey'in tabiatı, herşey gibi mahlûktur, çünki san'atlıdır ve yeni oluyor... Hem her müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnû'dur. Ve mâdem her şey'in vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı îcad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak'ın ne ihtiyacı var ki âciz vesâiti, Rubûbiyyetine ve îcadına teşrik etsin, Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet, vermekle eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci' olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır, yoksa hârika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle..sen hâkim ol! Veyahut bir kâtib; mürekkeb, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa, daha mı kolaydır..yoksa; o kâğıd, mürekkeb, kalem içinde, o kitabdan daha san'atlı, daha zahmetli..yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi îcad etsin; sonra o şuursuz makineye: "Haydi sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkil değil midir?

E ğ e r d e s e n: Evet bir kitabı yazan makinenin îcâdı, o kitabdan yüz defa daha müşkildir. Fakat o makine, aynı kitabın bir çok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.
E l c e v a p: Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i esmâsını, her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî sîmâları öyle bir surette halketmiştir ki; hiç bir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitabların aynı aynına olamıyor. Alâküllihal, ayrı mânaları ifade etmek için, ayrı bir simâsı bulunacak.

Eğer gözün varsa, insanın Sîmâsına bak, gör ki: Zaman-ı Âdemden şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simâda, âzâ-yı esâside ittifak ile beraber herbir simâ, umum simâlara nisbeten, herbirisine karşı birer alâ-
(Orjinal Sayfa:151)

met-i fârikası var olduğu kat'iyen sâbittir. Bunun için herbir simâ, ayrı bir kitabdır. Yalnız san'atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertib ve te'lif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan herşey'i dercetmek için, bütün bütün başka bir tezgâh ister. Haydi, farz-ı muhal olarak tabiata bir matbaa nazariyle bakdık: Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yâni muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka; o tanzimin îcadından îcadları yüz derece daha müşkül bir zîhayatın cismindeki maddeleri, aktar-ı âlemden mîzan-ı mahsusla ve has bir intizamla îcad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı îcad eden Kadîr-i Mutlak'ın kudret ve iradesine muhtaçdır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânasız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitab misâlleri gibi: Sâni-i Zülcelâl, Kadîr-i Küll-i Şey', esbabı halketmiş; müsebbebâtı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzîmine dâir kavânîn-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-î kübra-yı İlâhiyyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine ve bir ma'kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tâyin etmiştir. Ve o tabîatın vücud-u hâricîye mazhar olan vechini, kudretiyle îcad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halketmiş birbirine mezcetmiş...Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır...-acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?- yoksa câmid, şuursuz, mahlûk, masnû, basit olan o sebep ve tabiat dediğimiz maddelere, herbir şey'in vücuduna lâzım olan hadsiz cihazat ve âlâtı verip hakîmane, basîrane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina, derecesinde, imkân haricinde değil midir? Senin, o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir ve tabiat-perest diyor ki: Mâdem beni insafa dâvet ediyorsun, ben de diyorum ki; şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol, hem yüz derece muhâl, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık tahkikatınızdan zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki; esbâba, tabiata îcad vermek mümteni'dir, muhaldir. Ve her şey'i doğrudan doğruya Vâcibü'l-Vücud'a vermek; vâcibdir, zarurîdir. Elhamdülillâhi alel-îman deyip îman ediyorum.

Yalnız bir şüphem var. Cenâb-ı Hakk'ın Hâlık olduğunu kabul ediyorum; fakat bazı cüz'i esbabın ehemmiyetsiz şeylerde îcada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları, Saltanat-ı Rubûbiyyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?

E l c e v a p: Bazı Risalelerde gayet kat'i isbat ettiğimiz gibi; hâkimiyetin şe'ni müdahaleyi reddetmektir. Hattâ en ednâ bir hâkim, bir me'mur; daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ hâkimiyetine müdahale tevehhümiyle, bazı dindar padişahlar, Halife oldukla-

(Orjinal Sayfa:152)
rı halde, mâsum evlâdlarını katletmeleri, bu "redd-i müdahale kanunu"nun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği "men-i iştirâk kanunu" tarih-i beşerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahelesini men'etmeyi ve hâkimiyetinde iştirâk kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassubla muhafazaya çalışmayı gör.. sonra, hâkimiyyet-i mutlaka, Rubûbiyyet derecesinde; ve âmiriyyet-i mutlaka, Ulûhiyyet derecesinde; ve istiklâliyyet-i mutlaka, Ehadiyyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak, Kadiriyyet-i mutlak derecesinde bir Zât-ı Zülcelâl'de, bu redd-i müdahale ve men-i iştirâk ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyyetin zarurî bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas edebilirsen et.



Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz'iyatın bazı ubûdiyetlerine merci olsa, o Mâbud-u Mutlak olan Zât-ı Vâcibü'l Vücud'a müteveccih zerrattan seyyârata kadar mahlûkatın ubûdiyetlerinden ne noksan gelir?

E l c e v a p: Şu kâinatın Hâlik-ı Hakîm'i, kâinatı bir ağaç hükmünde halkedip, en mükemmel meyvesini zîşuur ve zîşuurun içinde en câmi' meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halkeden O Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıd olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ...

Hem hikmetini ve Rubûbiyyetini inkâr ettirecek, bir tarzda mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi, hiç müsaade eder mi?

Hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef'aliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubûdiyetlerini başka esbaba vermekle, kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi?

Ey tabiat-perestlikten vaz geçen arkadaş! Haydi sen söyle! O diyor: Elhamdülillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, Vahdâniyyet-i İlâhiyyeye dair ve Mâbud-u Bilhak O olduğuna ve O'dan başkaları ibâdete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, Güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.

(Orjinal Sayfa:153)

HÂTİME

Tabiat fikr-i küfrisini terkeden ve îmana gelen zât diyor ki: Elhamdülillâh, benim şüphelerim kalmadı; yalnız merakımı mûcib olan bir kaç sualim var.

B i r i n c i S u a l: Çok tenbellerden ve târik-üs-salâtlardan işitiyoruz, diyorlar ki:

Cenâb-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'anda çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İ'tidalli ve istikametli ve adâletli olan ifade-i Kur'aniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'i hatâya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?



E l c e v a p: Evet, Cenâb-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şey'e muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekîmin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var bana böyle ısrar ediyorsun? Ne kadar mânasız olduğunu anlarsın.



Amma Kur'an'ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir padişah, raiyyetinin hukukunu muhafaza etmek için âdî bir adamın raiyyetinin hukukuna zarar veren bir hatâsına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de: İbadeti ve namazı terkeden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in raiyyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünki: Mevcudatın kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbâniyye olan mevcudatı; âli makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.

Evet, herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın îtikâd-ı kalbîsine

(Orjinal Sayfa:154)
göre gösteriyor. Meselâ: Gayet me'yus ve matemli olarak ağlıyan bir insan mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür..gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir decere keşfeder ve görür..gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiyye ve meşîet-i Rabbâniyyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

E l h a s ı l: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder. Nefs ise, Cenâb-ı Hakk'ın abdi ve memlûküdür. Hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyyeye karşı bir tecavüz olduğundan dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.

İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için, Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan; mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına, hakikat-ı belâğat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.



İ k i n c i S u a l: Tabiattan vaçgeçen ve îmana gelen zât diyor ki:

Her mevcud her cihette, her işinde ve her şey'inde ve her şe'ninde meşîet-i İlâhiyyeye ve kudret-i Rabbâniyyeye tâbi olması, çok azim bir hakikattır. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sıkışmıyor. Halbuki gözümüzle gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyyet, hem hilkat ve îcad-ı eşyadaki hadsiz suhulet, hem sâbık bürhanlarınızla tahakkuk eden vahdet yolundaki -îcad-ı eşyada- nihayet derecede kolaylık ve suhûlet, hem nass-ı Kur'an ile beyan edilen;

مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

gibi âyetlerin sarahatten gösterdikleri nihayet derecede kolaylık, o hakikat-ı azîmenin, en makbul ve en mâkul bir mes'ele olduğunu gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?

(Orjinal Sayfa:155)

E l c e v a p: Yirminci Mektub'un Onuncu Kelimesi olanوَهُوَ عَلَى كُلِّى شَىْءٍ قَدِيرٌ beyanında, o sır gayet vâzıh ve kat'i ve muknî bir tarzda beyan edilmiş...Hususan o mektubun zeylinde daha ziyade vuzuh ile isbat edilmiş ki: Bütün mevcudat, Sâni-i Vâhid'e isnad edildiği vakit, bir tek mevcud hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid-i Ehad'e verilmezse bir tek mahlûkun îcadı, bütün mevcudat kadar müşkilleşir ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suûbetli olur. Eğer Sâni-i hakikîsine verilse kâinat, bir ağaç gibi; ve ağaç, bir çekirdek gibi; ve Cennet, bir bahar gibi; ve bahar, bir çiçek gibi kolaylaşır; suhûlet peyda eder. Ve bilmüşahede görünen hadsiz mebzuliyet ve ucuzluğun ve her nev'in suhûletle kesret-i efradı bulunmasının ve kesret-i suhûlet ve sür'atle muntazam, san'atlı, kıymetli mevcudatın kolayca vücuda gelmesinin sırlarına medar olan ve hikmetlerini gösteren ve başka Risalelerde tafsilen beyan edilen yüzer delillerinden bir ikisine muhtasar bir işaret ederiz.

Meselâ: Nasılki yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir neferin, yüz zâbitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi, bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi, bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, âdeta kemmiyeten bir neferin teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi.. bir neferin teçhizat-ı askeriyesi, müteaddit merkezlere, müteaddit fabrikalara, müteaddit kumandanlara havalesi de, âdeta bir ordunun teçhizatı kadar kemmiyeten müşkilâtlı oluyor. Çünki, bir tek neferin teçhizatı için, bütün orduya lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir.

Hem bir ağacın sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökde, bir merkezde, bir kanun ile mevadd-ı hayatiyesi verildiğinden; binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar suhûletli olduğu bilmüşahede görünür. Eğer vahdetten kesrete gidilse, herbir meyveye lâzım mevadd-ı hayatiye başka yerden verilse; herbir meyve, bir ağaç kadar müşkilât peyda eder. Belki ağacın bir enmuzeci ve fihristesi olan bir tek çekirdek dahi, o ağaç kadar suûbetli olur. Çünki bir ağacın hayatına lâzım olan bütün mevadd-ı hayatiye, bir tek çekirdek için de lâzım oluyor.

İşte bu misâller gibi, yüzler misâller var, gösteriyorlar ki: Vahdette, nihayet derecede suhûletle vücuda gelen binler mevcud, şirkte ve kesrette, bir tek mevcuddan daha ziyade kolay olur. Sair Risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede isbat edildiğinden, onlara havale edip, burada yalnız bu suhûlet ve kolaylığın ilim ve Kader-i İlâhî ve Kudret-i Rabbâniyye nokta-i nazarında, gayet mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Sen bir mevcudsun. Eğer Kadir-i Ezelî'ye kendini versen; bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halkeder. Eğer sen kendini ona vermezsen, belki esbâb-ı maddiyeye ve tabiata,

(Orjinal Sayfa:156)
isnad etsen; o vakit sen, kâinatın muntazam bir hülâsası, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan; seni yapmak için, kâinatı ve anâsırı ince elek ile eleyip hassas ölçülerle aktâr-ı âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir. Çünki, esbab-ı maddiye yalnız terkib eder, toplar. Kendilerinde bulunmıyanı, hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl yanında musaddaktır. Öyle ise, küçük bir zîhayatın cismini aktâr-ı âlemden toplamaya mecbur olurlar.

İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalâlette ne kadar müşkilât var olduğunu anla!

İkincisi : İlim noktasında hadsiz bir suhûlet vardır. Şöyle ki:

Kader, ilmin bir nev'idir ki, herşey'in mânevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tâyin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey'in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret îcad ettiği vakit; gayet suhûletle, o kaderî mikdar üstünde îcad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse; -sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz muhâlât ortaya düşer. Çünki: O mikdar-ı kaderî ve mikdar-i ilmî olmazsa, binler hâricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istîmal edilmek lâzım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz kolaylık ve dalâlette ve şirkte hadsiz müşkilâtın bir sırrını anla;

وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
âyeti, ne kadar hakikatlı ve doğru ve yüksek bir hakikatı ifade ettiğini bil!.

Ü ç ü n c ü S u a l: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedî diyor ki:

Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten hiçbir şey îcad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkib, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor."

E l c e v a p: Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki; tabiat ve esbab vasıtasiyle bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sâbıkan isbat ettiğimiz tarzda-imtina' derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı, Sofestâi olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini, -dalâlet mesleğinde- esbab ve tabiatın îcad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki: Dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak naktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin îcadı, hadsiz müşkilâtı var ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye îcadı inkâr



(Orjinal Sayfa:157)



ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar; ve îdamı da muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile tesadüf rüzgârlariyle, bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir "vaziyet-i îtibariye" tahayyül ediyorlar...



İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağısı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör; ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süflî ve echel yaptığını bil; ibret al!



Acaba her senede, dörtyüzbin envâı birden zemin yüzünde îcad eden ve semâvat ve arzı altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlı, hikmetli zîhayat bir kâinatı inşa eden bir Kudret-i Ezeliyye, bir İlm-i Ezelînin dairesinde plânları ve mikdarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermiyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillû, gayet kolay O mâdumat-ı hâriciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u hârici vermeği o Kudret-i Ezeliyyeden uzak görmek ve îcadı inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestâilerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz'-ü ihtiyariden başka ellerinde olmıyan Firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şey'i îdam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan îcad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinden hiçten îcad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtıl ve hatâ düsturu, Kadîr-i Mutlak'a teşmil etmek istiyorlar.



Evet, Kadîr-i Zülcelâl'in iki tarzda îcadı var:



Biri: İhtira ve ibda' iledir. Yâni: Hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona lâzım her şey'i de hiçten îcad edip eline veriyor.



Diğeri : İnşâ ile, san'at iledir. Yâni; kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzâkıyyet kanuniyle onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.



Evet Kadîr-i Mutlak'ın, iki tarzda hem ibda', hem inşa suretinde îcadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhûletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üçyüzbin envâ-i zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyât ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı "yoğu var edemez!" diyen adam, yok olmalı!...



Tabiatı bırakan ve hakikata geçen zât diyor ki: Cenâb-ı Hakka zerrat adedince şükür ve hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i îmanı kazandım, evham ve dalâletlerden kurtuldum; ve hiçbir şüphem de kalmadı. "Elhamdülillâhi alâ dîni'l-İslâm ve kemâli'l-îman."

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
 
Üst