Belki de bu, kimilerine hiç de aklî ve ilmî gelmeyecektir. „Bir eseri anlamak için onun yazarını sevmek niçin gereksin?“ diye itiraz edenler olacaktır. Gerçekten de Risâle-i Nur’u anlamak için Bediüzzaman Hazretlerini sevmek, fazla aklî ve ilmî değildir. Ancak akıl ve ilimden çok, hâlî, vicdanî ve hissî bir gerçektir.
Onu seven ve şevkle eserlerini okuyan birçok insan, fazla tahsilleri olmadığı halde okumuş nice insanın bilemediği imanî gerçekleri öğrenmiş, çevrelerine ışık saçmışlardır. Risâlelere, sevgiyle sarılmışlar, onu anlamayı kendilerine dert edinmişlerdir. Evet, bir insan, sevdiği kimsenin yazısını, eserini daha bir arzuyla okur, istifade eder. Hissen hoşlanmadığı bir kimsenin, eserlerine de soğuk ve uzak olur. Bu açıdan yaklaştığımızda Bediüzzaman Hazretleri, bütün ruh u canımızla sevip sayacağımız bir ulu şahsiyettir. Çünkü:
1-O, asrın sahibidir, müceddididir. İlimde, ahlâkta, takvada, ibadette, zikir ve taatta, hizmet ve mücadelede, sevk ve idarede emsali yoktur. İlmî seviyesi tartışılmazdır. Çağının bütün âlimleriyle münazara etmiş ve hepsinde galip gelmiştir. Takvada, ibadette o kadar ileridir ki, tüm sıkıntılara rağmen nafile dahi olsa namaz ve evradlarını terk etmemiştir. Bir taraftan ibadetin en yüksek mertebesinde iken her türlü şer güçlerin engellerine karşı tarihte emsalsiz bir hizmeti organize etmiştir.
Peygamberimizin (a.s.m.), „Âlimler peygamberlerin varisleridir“ hadisine lâyık olmuş, veraset-i nübüvvet makamında olan bir şahsiyettir. Rüyada bir hitabede, geçen asırların mümessillerine niçin hesap vermiştir? Çünkü, asrın temsilcisi seçilmiştir. Bir rüya-yı sadıkada meşhur Ağrı Dağı infilâk ederken, ona „İ’caz-ı Kur’ânı beyan et“ diyerek emreden mühim bir zat kimdir? Peygamberimizdir (a.s.m.). Büyük bir makamın görevlendirdiği şahıs, elbette büyüktür ve sevgiye lâyıktır.
2-O bizim için her türlü sıkıntıya katlanmıştır.Gelecek nesillerin imanının kurtulması için 35 yıl sürgün hayatı yaşamış, 40 ay haps-i münferidde kalmış, 21 kez zehirlenmiş ve bunlar yetmiyormuş gibi, „Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennemde yanmaya razıyım“ diyecek kadar fedakârlık göstermiştir. Basit bir hastalığa yakalansak çalışamıyoruz. Nezle, grip gibi gelip geçici rahatsızlıklar, çoğu kez programımızı aksatıyor. O ise, talebelerinden Mustafa Sungur’a, „Bende on hastalık var. Bunlardan birisi sizde olsa ayağa kalkamazsınız“ demiştir. Onca hastalık, yaşlılık, işkenceye rağmen, eser yazmaktan ve yaymaktan bir an geri durmamıştır.Bizim için her zaman istirahatini feda eden, bir an bile durmadan sürekli üreten bir kimseyi elbette gönülden sevmek ve uyarılarını dikkatle yerine getirmek gerekir.
Bütün hayatını Kur’ân’dan süzülen Risâle-i Nur eserlerine vakfeden, „Bunlar benim değil, Kur’ân’ın malıdır“ diyerek kendisi bile sürekli okuyarak istifade eden bir zatın tavsiyelerini elbette can kulağıyla dinlemeniz, şevkle yerine getirmeniz gerekir.Kendisi yazdığı halde, Onuncu Sözü, beş yüz kere okuması, onun Risâleler hakkındaki nitelendirmelerinin ne kadar yerinde olduğunu gösterir.
Onun manevî makamını, Kur’ân’a ve İslâm’a olan hizmetini, şahsiyetini, meziyetlerini, faziletlerini anlatmakla bitiremeyiz. Baştan başa Risâle-i Nur, sanki yazılı bir Bediüzzaman, kendisi de canlı bir Risâle-i Nur’dur. Çünkü ne yazmışsa yaşamış, yaşamadığını da yazmamıştır. Tarihçe-i Hayat ve onu görenlerin hatıralarından derlenen Son Şahitler dizisi, onun özelliklerini ve büyüklüğünü anlatan eserlerdir. Koskoca ciltler dolduran bir meseleyi, bizim bir yazıda anlatmamız zaten düşünülemez. Ancak bir işaretle yetiniyoruz ve diyoruz ki: Onu tanımayı ve anlamayı da kendinize dert edinin. Onun nasıl manevî zirveleri tuttuğunu ve bizim henüz o zirvenin eteğinde bile olamadığımızı bilin. Onu hakkıyla tanıyıp sevin ki, eserlerindeki mânâ çiçekleri açılsın.
Onu seven ve şevkle eserlerini okuyan birçok insan, fazla tahsilleri olmadığı halde okumuş nice insanın bilemediği imanî gerçekleri öğrenmiş, çevrelerine ışık saçmışlardır. Risâlelere, sevgiyle sarılmışlar, onu anlamayı kendilerine dert edinmişlerdir. Evet, bir insan, sevdiği kimsenin yazısını, eserini daha bir arzuyla okur, istifade eder. Hissen hoşlanmadığı bir kimsenin, eserlerine de soğuk ve uzak olur. Bu açıdan yaklaştığımızda Bediüzzaman Hazretleri, bütün ruh u canımızla sevip sayacağımız bir ulu şahsiyettir. Çünkü:
1-O, asrın sahibidir, müceddididir. İlimde, ahlâkta, takvada, ibadette, zikir ve taatta, hizmet ve mücadelede, sevk ve idarede emsali yoktur. İlmî seviyesi tartışılmazdır. Çağının bütün âlimleriyle münazara etmiş ve hepsinde galip gelmiştir. Takvada, ibadette o kadar ileridir ki, tüm sıkıntılara rağmen nafile dahi olsa namaz ve evradlarını terk etmemiştir. Bir taraftan ibadetin en yüksek mertebesinde iken her türlü şer güçlerin engellerine karşı tarihte emsalsiz bir hizmeti organize etmiştir.
Peygamberimizin (a.s.m.), „Âlimler peygamberlerin varisleridir“ hadisine lâyık olmuş, veraset-i nübüvvet makamında olan bir şahsiyettir. Rüyada bir hitabede, geçen asırların mümessillerine niçin hesap vermiştir? Çünkü, asrın temsilcisi seçilmiştir. Bir rüya-yı sadıkada meşhur Ağrı Dağı infilâk ederken, ona „İ’caz-ı Kur’ânı beyan et“ diyerek emreden mühim bir zat kimdir? Peygamberimizdir (a.s.m.). Büyük bir makamın görevlendirdiği şahıs, elbette büyüktür ve sevgiye lâyıktır.
2-O bizim için her türlü sıkıntıya katlanmıştır.Gelecek nesillerin imanının kurtulması için 35 yıl sürgün hayatı yaşamış, 40 ay haps-i münferidde kalmış, 21 kez zehirlenmiş ve bunlar yetmiyormuş gibi, „Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennemde yanmaya razıyım“ diyecek kadar fedakârlık göstermiştir. Basit bir hastalığa yakalansak çalışamıyoruz. Nezle, grip gibi gelip geçici rahatsızlıklar, çoğu kez programımızı aksatıyor. O ise, talebelerinden Mustafa Sungur’a, „Bende on hastalık var. Bunlardan birisi sizde olsa ayağa kalkamazsınız“ demiştir. Onca hastalık, yaşlılık, işkenceye rağmen, eser yazmaktan ve yaymaktan bir an geri durmamıştır.Bizim için her zaman istirahatini feda eden, bir an bile durmadan sürekli üreten bir kimseyi elbette gönülden sevmek ve uyarılarını dikkatle yerine getirmek gerekir.
Bütün hayatını Kur’ân’dan süzülen Risâle-i Nur eserlerine vakfeden, „Bunlar benim değil, Kur’ân’ın malıdır“ diyerek kendisi bile sürekli okuyarak istifade eden bir zatın tavsiyelerini elbette can kulağıyla dinlemeniz, şevkle yerine getirmeniz gerekir.Kendisi yazdığı halde, Onuncu Sözü, beş yüz kere okuması, onun Risâleler hakkındaki nitelendirmelerinin ne kadar yerinde olduğunu gösterir.
Onun manevî makamını, Kur’ân’a ve İslâm’a olan hizmetini, şahsiyetini, meziyetlerini, faziletlerini anlatmakla bitiremeyiz. Baştan başa Risâle-i Nur, sanki yazılı bir Bediüzzaman, kendisi de canlı bir Risâle-i Nur’dur. Çünkü ne yazmışsa yaşamış, yaşamadığını da yazmamıştır. Tarihçe-i Hayat ve onu görenlerin hatıralarından derlenen Son Şahitler dizisi, onun özelliklerini ve büyüklüğünü anlatan eserlerdir. Koskoca ciltler dolduran bir meseleyi, bizim bir yazıda anlatmamız zaten düşünülemez. Ancak bir işaretle yetiniyoruz ve diyoruz ki: Onu tanımayı ve anlamayı da kendinize dert edinin. Onun nasıl manevî zirveleri tuttuğunu ve bizim henüz o zirvenin eteğinde bile olamadığımızı bilin. Onu hakkıyla tanıyıp sevin ki, eserlerindeki mânâ çiçekleri açılsın.