Bediüzzaman ve Dersim olayı
29 Kasım 2011 Salı 07:26
Dersim, bugünkü Tunceli yöresi idi. Osmanlı devrinde Erzurum’a ve Elazığ’a bağlı bir sancak oldu. Osmanlı devleti zamanında idari yönden bazı isyanlar çıktı, bunlar bastırıldı. Dersim halkı, Şeyh Said ayaklanmasına katılmadı. Bununla birlikte 1930'da gerçekleşen Ağrı İsyanına katıldı. 1937 yılında vergi vermek istemeyen aşiret reisleri isyan başlattı. İsyan bastırıldıktan sonra bazı kimseler idam edildi.
1938 yılında Fransa ve İngiltere’nin tahrikiyle bir isyan daha yaşandı. Bu isyan, kanlı bir şekilde bastırıldı. Dersim İsyanını bastırmakla görevli olan subaylardan birisi de Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Albay Hulusi Yahyagil idi. Yahyagil’in, bu konudaki hatıraları şöyledir:
1938’de bizi Dersim isyanını bastırmaya memur etmişlerdi. Bize verilen emir tek kelimeyle imha idi. “Canlı bir şey bırakmayın. Genç-ihtiyar, çocuk-kadın demeden imha edin!” “Bize gelen yazıda dehşetli bir ifade vardı. Aynen şöyle diyordu: ‘Dersim’e derhal gidilecek ve orada canlı varlık adına hiçbir şey bırakılmayacaktır. Parantez içerisinde “Bunlar içerisine her çeşit hayvan dahildir. Bunlara her çeşit ot ve buğday da dahildir” deniliyordu.
Ben kıta komutanıydım. En zor ve çetin vazifeyi bize verdiler. “Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerekir” dediler. Halbuki ben o zamana kadar bütün cephelerde silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker silahsız masum insanları nasıl öldürebilir? Bu yüzden müthiş bir hüzün ve ıztırap içindeydim....
Kimseye hissimi açmaya imkan yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum... Merhum pederimle tam vedalaştım. Kapımızın önünden geçen tabura yetişmek üzere atıma bindim, gidiyordum. Zor bir durumdaydım. Baktım bizim hizmet eri elinde bir zarfla bana doğru koşuyor... (İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, s. 111, 442)
Bu mektup Üstad Bediüzzaman’dan geliyordu. Kastamonu’dan yazılmıştı. Üstad, “Birinci Talebesi”ni şöyle teselli ediyordu.
Hulûsi'nin bir sıkıntısı var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un talebelerine yardım ve rahmet, bekçilik ederler ve korurlar. Dünyanın sıkıntıları mâdem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle karşılık vermek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Kastamonu Lahikası, s. 267-269)
Hulusi Bey isyan bölgesine gittiğinde, halkın dağlara çekildiğini görür. Elini kana bulamadan geri döner.
Bediüzzaman, kendisine yapılan zulümlerden bazılarını nazara verdiği Mahkeme-i Kübrâya Şekva isimli on maddelik müdafaasında, Dokuzuncu ve Onuncu Maddelere yer vermez. Bu iki maddeyi şöyle geçiştirir:
Dokuzuncusu: Çok önemlidir; kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için susuyorum.
Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı halde sırf manasız kuruntudan küçük bir meseleyi abartıp, olduğundan büyük göstermekten ibaret olup hiçbir kanuna sığmayan bir saldırıdır. Mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için bunun hakkında da konuşmayarak….
Sonraları bu Dokuzuncu Madde Abdurrezzak ve diğerleri tarafından kaleme alınıp yayınlandı. Bu maddeler savcının Üstad’ı Mustafa Kemal’e Süfyan demiş olmasıyla ilgili. Fakat iki yerde Dersim Olayı’ndan bahsediliyor. Aktüel olduğu için müdafaalarda yer almayan bu kısma yer vermek istiyoruz:
En Has Nurculara mahsustur
Bizi mahkum eden heyetin Risale-i Nuru okumalarının hatırı için Üstadımız, Ahiretin Büyük Mahkemesine Şikayet dilekçesinin Dokuzuncu Maddesini mahrem tutup yazmamış. Fakat madem en inatçı Avrupa filozofu ve en gururlu ve tutucu Mı-sır ve Şam’ın âlimleri bir defa Zülfikar ve Asay-ı Mûsa’yı okumakla onlara taraftar olup beğendikleri halde, bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlemeye çalışmaları ve serbest bırakmadılar, öyle ise “Daha onların hatırı tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle açıklandı:
Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin 57. sayfasında bizi mahkum etmek için son suçlamalardan birisi şudur:
“Said Nursi, devletin kanunlarını uygulayarak kanunlara karşı çıkan ve muhalefet edenleri adâletin pençesine teslim eden çok âmir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, dinsiz ve münafık olarak tabir etmekle tam suçlu olduğu için mahkum ediyoruz.”
Bunların bu suçlamalarına karşı hapse giren Nurun bir kısım talebeleri şöyle cevap veriyorlar: “1938 senesinde Dersim Faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” manşetiyle bu olayın tam tamına aynını yazdı ki: Dünyada hiç örneği gerçekleşmemiş, büyük bir zındıklık, münafıklık ve vatan millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kesin olarak ispat ediyor……
Hayret vericidir ki, savcının iftira dolu suçlamasında en fazla iliştiği ve Said’i suçlama sebebi olarak gösterdiği Siracunnur’un sonundaki Beşinci Şua’nın Meselelerinde “Said demiş ki: Başa şapka koymaya zorlayan süfyan, öyle dehşetli bir baskı rejimi ile hareket eder ki: Bir câni yüzünden yüz köyü harap eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder” ifadesi için Said’in mahkumiyetine ısrarlı bir şekilde çalışıp: “...(şahsa) hakaret ediyor, inkılaplar aleyhindedir” demiş.
Cevap: Yine o cevabı veren Nur talebelerinden Abdurrezzak isminde birisi diyor ki: İşte, o davanın doğruluğunu gösteren yüz emareden birisi, 1938'deki Dersim faciasında binlerce masumu, ihtiyar kadınları hem öldürüp, hem ateşlere atması; bir isyan kuruntusu ve ihtimali yüzünden yaktırması, Beşinci Şua’nın o hükmünü kesin hakikat olarak gözlerine sokuyor. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Tarihçe-i Hayat 1:603-607)
Bir özür de Ayasofya için gerekmez mi?
28 Kasım 2011 Pazartesi 06:32
Tarihimizin en karanlık bölümü, ne acıdır ki en yakın olanı. Yakın tarihimizin büyük bölümü yeniden aydınlatılmaya muhtaç. Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı Dersim belgeleriyle başlayan tartışma, yakın tarihimizle yüzleşme için kapıyı aralamış gibi görünüyor. Resmi tarihe göre Dersim bir "isyan"dı, şimdi ise "katliam". Gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkabilmesi için tüm arşivlerin açılması, siyasilerden çok tarihçilerin meseleye el atması gerekiyor.
Evet Dersim tartışması yakın tarihimizle yüzleşmemizi sağladı. Ancak yakın tarihimizin, özellikle CHP'nin tek parti döneminin yüzleşilmesi gereken tek olayı değil Dersim... İstiklal mahkemeleri, İskilipli Atıf, Said Nursi, Türkçe ezan, Kur'an öğretenlerin çektikleri acılar, yıkılan camiler... "Hepsi mazide kaldı, bunları yeniden hatırlatmanın kime ne faydası var?" diye sorabilirsiniz. Ama mazide kalmayan, hâlâ devam eden bir acı daha var. Ayasofya...
İstanbul'un Müslümanlar tarafından fethinin simgesi Ayasofya Camii... Osmanlı dönemindeki adıyla Fethiye Camii... Osmanlı'nın son günlerinde, İstanbul işgal altındayken bile minarelerinden ezan sesi susmayan, İzmir'in düşman işgalinden kurtulduğu gün dönemin padişahınca mevlidler okutulan Ayasofya Camii hâlâ ibadete kapalı.
Gelin önce, Ayasofya Camii'nin müzeye nasıl çevrildiğini şöyle bir hatırlayalım. Ayasofya'nın müze yapılmasına kadar varan süreç, Sultan Abdülmecid döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyonla başlar. Bu adımı, 1931 yılında Harvard Üniversitesi Bizans Enstitüsü kurucusu Thomas Whittemore'a verilen mozaikleri ortaya çıkarmaya yetkisi takip eder.
1934 yılında camideki çalışmaları inceleyen Maarif Vekili Abidin Özmen, mabed dışındaki kısımlarının perişanlığını görüp, bu yerlerin ihya edilip, bir müze halinde halka açılması fikrini Atatürk'e açar. Atatürk'ün talimatıyla İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında 9 kişilik bir heyet kurulur. Heyette Tahsin Öz, Efdalettin Tekiner, Prof. Osman Ferid, Alman Prof. Erkhard Ungar gibi isimler görev alır. Ayasofya'yı inceleyen heyet, 27 Ağustos 1934 tarihinde bakanlığa sunduğu raporda, ibadet kısmının kapatılıp Bizans Asarı Müzesi haline getirilmesini önerir. Ne acıdır ki, ibadet kısmının kapatılması fikrine heyetten sadece Alman Profesör Erkhard Ungar itiraz eder.
Maarif Vekâleti, Bakanlar Kuruluna yazdığı 14.11.1934 tarihli yazısında: "... eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul'daki Ayasofya Camii'nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi bütün şark alemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle, bunun müzeye çevrilmesi..." teklifinde bulunur. 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii müzeye çevrilir. 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak açılışı yapılır.
Ancak bakanlar kurulu kararı, fiziki özellikleri ve altında yer alan Atatürk imzasındaki çelişki nedeniyle hâlâ tartışma konusu. Belgenin birinci sayfasında Kararlar Müdürlüğü, ikinci sayfasında Muamelat Müdürlüğü antetli kağıt kullanılır. Bugüne kadar, konuyu inceleyen araştırmacıların iddialarına göre, kararname 24 Kasım 1934 tarihli ve 1589 sayılı. Halbuki 22 Kasım 1934'te çıkan en son kararname numarası 1590-1606 arasında. Ayasofya kararnamesi bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış görünüyor. Dolayısıyla kararnamenin numarası 1606 sayısını takip eden bir sayı olması gerekiyor. Oysaki kararnamenin numarası, tarihi sonra; sayı numarası ise daha önceki tarihlere ait. Bu nedenle kararnamenin gerçek olup olmadığı hâlâ tartışılıyor.
Bir başka tartışma konusu ise belgenin altında bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk'e ait imzayla ilgili. 24 Kasım tarihli kararnamede "K. Atatürk" imzası bulunuyor. Soyadı kanunundan önce Gazi Mustafa Kemal imzasını kullanan Atatürk, K. Atatürk soyadını ise ancak 27 Kasım 1934'ten itibaren kullanıyor. Tarihçiler, Atatürk'ün üç gün öncesinden bu imzayı kullanmasının mümkün olmadığını belirtiyorlar.
Gazeteci Ziyad Ebuzziya'nın anlattığı şu olay da, kafaların karışmasına neden oluyor: "Ayasofya işini inceleyen komisyonun cami kısmını da müzeye çevirmek teklifinde bulunduğu Bab-ı Ali'de duyulmuştu. Komisyon'un bu yersiz ve üzücü düşüncesinin, hükümetçe ne dereceye kadar benimsendiğini öğrenmek üzere Velid Bey, beni Maarif Vekili ve Dahilliye Vekiline gönderdi. Abidin Özmen Bey'i (Maarif Vekili) ziyaret ederek Ayasofya hakkında, vekaletinin tasavvurlarını sordum. Rahmetli Ayasofya'nın ibadete kapatılmasının söz konusu olup olmadığını sorunca, irkildi ve 'İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur.' dedi. Vekilin bu sarih teminatına rağmen endişeliydim. Kendisi Atatürk'ün yakını değildi. Buna mukabil, o sırada dahiliye vekili olan Şükrü Kaya Bey ise, Atatürk'ün yakınıydı. Kendisine gittim. Aynı suali sordum. Rahmetli Şükrü Kaya Bey de 'Kesinlikle söz konusu değil.' dedi ve ilave etti: 'İbadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı.' dedi."
Sözkonusu Bakanlar Kurulu kararının Resmi Gazete'de yayınlanmaması, Sicilli Kavanin, Düstur ve Kanunlarımız gibi devletin resmi diğer kayıtlarında da izine dahi rastlanmaması ilginç bulunuyor. Anlayacağınız, Bakanlar Kurulu kararı nerede belli değil.
Araştırmacılar, Ayasofya'yı müzeye çeviren Bakanlar Kurulu Kararı'nın hukuki olmadığı görüşünü belirtiyorlar. Ayasofya vakıf malı ve vakfiyesi de Fatih Sultan Mehmet'e ait. 19 Şubat 1936 tarihli tapu senedine göre, Türkiye Cumhuriyeti tapu kayıtlarında bu gayrimenkul 57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına "Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi Müştemil Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifi" vasfı ile cami olarak tapulu. Vakıflar Genel Müdürlüğü Emlak Dairesi Arşivi'ndeki 1967 tarihli İstanbul Mazbut Hayrat Kütük Defteri'nde de bu mekan cami olarak kayıtlı bulunuyor ve sahibi Fatih Sultan Mehmet. Ancak kararname ile, Ayasofya vakfıyesinde yazılan açık hükümlere rağmen amacı dışında müzeye çevriliyor.
Başında Fatih Sultan Mehmet'in mührünün bulunduğu Ayasofya Vakfiyesi, 63.5 metre uzunluğunda. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde bulunan vakfiye, 1950'de bir sergi için İngiltere'ye götürülüyor. Ancak, büyük zarar görüyor. 5 metresi yırtılmış olarak ülkeye geri dönüyor.
İşte Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Vakfıyesi'nden bir bölüm:
"İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya'yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camii'nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allâh'ın, Peygamber'in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyyen laneti onun ve onların üzerlerine olsun; azapları hafiflemesin; haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh'ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir."
Başbakan Erdoğan'ın tam da Dersim çıkışını yaptığı günlerde, yani 24 Kasım 1934'te çıkartıldığı söylenen tartışmalı bir kararname ile Ayasofya müzeye çevriliyor. Hazır Dersim arşivlerinin açılması gündemdeyken, Ayasofya arşivlerinin de açılması çağrısında bulunuyoruz.
Gerçekten arşivlerde böyle bir kararname var mı? Belgedeki Atatürk'ün imzası gerçek mi? Ayasofya'nın mülkiyeti kimde? Alınmış bir karar varsa bu ne kadar hukuka uygun? Bunca tartışmaya rağmen neden hâlâ Ayasofya Camii ibadete açılmamaktadır? Önünde hangi engeller vardır? Batılı ülkelerde Ayasofya'yı yeniden kilise yapma gayretlerine ve Avrupa Parlamentosu'nda bu yönde karar çıkartma çabalarına rağmen, neden hâlâ bir adım atılamamaktadır?
Geliniz, Dersim için özür dilerken, bir özrü de Fatih Sultan Mehmet Han'dan dileyelim. Vakfıyesine uyup, Ayasofya'nın zincirlerini kıralım.
Atatürk'ün Said Nursi'yi ziyareti uçuk bir iddia
30 Kasım 2011 / 12:21
Said Nursi'nin talebesi Mehmet Fırıncı, Atatürk'ün Said Nursi'yi ziyaret iddiasını "Çok uçuk bir iddia" şeklinde yorumladı
Kemal Benek'in haberi:
RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi Mehmet Fırıncı, yazar Ahmet Özkılınç'ın "Atatürk Said Nursi'yi Barla'da gizlice ziyaret etti" sözlerini "Çok uçuk bir iddia" şeklinde yorumladı.
ATATÜRK'ÜN SAİD NURSİ ZİYARETİ UÇUK BİR İDDİA
Risale Haber'e konuşan Mehmet Fırıncı ağabey, bugüne kadar Bediüzzaman'ı görenlerden böyle bir şey duymadığına dikkat çekerek, "Çok uçuk bir iddia gibi geldi bana. Şimdiye kadar Barla'dakilerin bir kısmıyla görüştük. Böyle en küçük bir şey duymadık. Eğirdir'deki abiler vardı onlarla da görüştük. Üstada yapılan muameleleri anlatırlardı ama ziyaret ettiğine dair bir şey duymadım onlardan" dedi.
BİZZAT KENDİSİNİN GİTTİĞİNİ DÜŞÜNEMİYORUM
En fazla akıl yürütebileceğini ifade eden Fırıncı ağabey, "Akıl yürüterek söylüyorum belki yakın bir eleman gitmiş, Üstadla konuşmuş olabilir. Böyle bir şey olmuş olabilir diye düşünüyorum. O da sadece bir akıl yürütme. Yoksa bizzat kendisinin (Atatürk) gittiğini pek ben düşünemiyorum. Ama dünyada olmaz olmaz derler" şeklinde konuştu.
ÖNCEDEN HABERİM OLSAYDI...
Yazarın bu iddiasından önceden haberi olsaydı delilini soracağına dikkat çeken Mehmet Fırıncı ağabey sözlerini şöyle sürdürdü:
"Kitaptaki bu iddiayı evvelden görmedim. Görseydim o hususta edillesi, delili kimdir diye sorardım. Ama yayınlanmış artık.
"Bugüne kadar Üstaddan ve yakın abilerden böyle bir şey de duymadım. 1953'ten sonra evlerini Üstada tahsis eden Hacı Enver vardı. İstanbul'da kapalı çarşıda esnaftı. Üstadın sırtına yorgan alıp da çektiği fotoğrafı o çekmiş. Bu fotoğrafın Ankara'ya gönderildiğini -Allah rahmet eylesin- Hacı Enver'den dinlemiştim.
BÖYLE BİR ŞEY DUYMADIK
"Barlalılarla hep görüştük. Hacı Enver efendinin Bakırköy'de evleri vardı. Belki 10 defa evine gittik, yemeğini yedik, sohbet ettik. Annesi Zehra anne Üstada çok hizmet etmiş Barla'da. Böyle bir kimseydi. Sıddık Süleyman abiyle çok defa görüştük. Böyle bir şey duymadık. Ama Üstadın yakın takip altında olduğunda şüphe yok. Mesela Eskişehir'e götürülmezden evvel yahut götürüleceği sırada İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın, bizzat 50 mi 80 mi askerle Isparta'ya gittiği bir vakıa. Vesikalarıyla, resmi yazışmalarla sabit. Ahmet Özkılınç kardeş nerden buldu bunu bilmiyorum ama benim acizane kanaatim öyle.
ZİYARET İDDİASINDA NELER VARDI
Yazar Ahmet Özkılınç, iddiasını Asker Yıldız'ın duyduğu bir hatıraya dayandırıken hadisenin M.Kemal’in Isparta’nın Eğirdir ilçesini ziyaret ettiği günün sabahında yaşandığını belirtti. O iddia şöyleydi:
“Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘M.Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi. Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vemeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. M. Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”
www.RisaleHaber.com
Milli Gazete