Otuz İkinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 824

umum masnuat kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mizanıyla ölçülüp ve tanzim edilir. Madem bütün envâ Onun kabza-i kudretindedir. Elbette, o envâın muntazam ve mükemmel fertleri ve âlemin küçük misal-i musağğarları ve envâ-ı kâinatın bilânçoları ve kitab-ı âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz’î fertleri, bilbedâhe Onun kabza-i rububiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir.

Madem herbir zîhayat, kabza-i tedbir ve terbiyesindedir. Elbette, o zîhayatın vücudunu teşkil eden hüceyrât ve küreyvât ve âzâ ve âsab, bilbedâhe Onun kabza-i ilim ve kudretindedir.

Madem herbir hüceyre ve kandaki herbir küreyvat Onun taht-ı emrindedir ve daire-i tasarrufundadır ve Onun kanunuyla hareket ederler. Elbette, bütün bunların madde-i esasiyesi ve bütün onlardaki nakş-ı san’ata ve nesc-i nakşa mekikler ve yaylar hükmünde olan zerrat dahi, bizzarure Onun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir. Ve Onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntazam harekât yapar, mükemmel vezâif görür.

Madem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi Onun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette, teşahhusât-ı vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i farika bulunması ve simalar gibi seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedâhe, Onun ilim ve hikmetiyledir.

İşte, şu silsileye, mebde’ ve müntehâyı zikrederek işaret eden şu âyete bak:

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ َلاٰياَتٍ لِلْعَالِمِينَ
blank.gif
1


Şimdi deriz: Ey ehl-i şirkin vekili! İşte, silsile-i kâinat kadar kuvvetli burhanlar,

[NOT]Dipnot-1
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır.” Rum Sûresi, 30:22.[/NOT]



adl: adalet (bk. a-d-l)alâmet-i farika: ayırt edici işaret
bilbedâhe: ap açık bir şekildebizzarure: zorunlu olarak
burhan: delilcüz’î: küçük (bk. c-z-e)
daire-i ilim: ilim dairesi (bk. a-l-m)daire-i tasarruf: tasarruf ve kullanım dairesi (bk. ṣ-r-f)
ehl-i şirk: Allah’a ortak koşanlarenvâ: çeşitler, türler
envâ-ı kâinat: var olan şeylerin türleri, varlıkların çeşitleri (bk. k-v-n)fihriste: indeks, içindekiler
harekât: hareketlerhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüceyrât: hücrelericad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
kabza-i ilim ve kudret: kudreti ve ilmi altında bulundurması (bk. a-l-m; ḳ-d-r)kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
kabza-i rububiyet: terbiyesi ve idaresi altında bulundurma (bk. r-b-b)kabza-i tedbir: idaresi altında bulundurma (bk. d-b-r)
kitab-ı âlem: âlem kitabı, kâinat (bk. k-t-b; a-l-m)küreyvat: kürecikler; alyuvar ve akyuvarlar
madde-i esasiye: temel maddemasnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mebde’: başlangıçmekik: nakış dokumada kullanılan âlet
misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)mizan: ölçü (bk. v-z-n)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)müntehâ: son
nakş-ı san’at: san’at işlemesi (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)nesc-i nakş: nakşın dokuması (bk. n-ḳ-ş)
silsile: zincirsilsile-i kâinat: kâinat halkası, varlıklar zinciri (bk. k-v-n)
taht-ı emrinde: emri altındatanzim etmek: düzenlemek (bk. n-ẓ-m)
tedvir: çekip çevirme, idare etmetemyiz: ayırt etme
teşahhusât-ı vechiye: yüze ait belirmeler, insanın simasındaki ayırdedilme özelliğiteşkil eden: oluşturan
umum: bütünvezâif: vazifeler
vücud: beden (bk. v-c-d)zerre: atom, en küçük madde parçası
zerrât: atomlar, en küçük madde parçalarızîhayat: hayat sahibi, canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)âsab: sinirler
âzâ: âzalar, organlar

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 825

meslek-i tevhidi ispat eder ve bir Kadîr-i Mutlakı gösterir. Madem hilkat-i semâvât ve arz, bir Sâni-i Kadîri ve o Sâni-i Kadîrin nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz kudretin nihayetsiz kemâlde olduğunu gösterir. Elbette, şeriklerden istiğna-yı mutlak var. Yani, hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yok. İhtiyaç olmadığı halde neden bu zulümatlı meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki oraya giriyorsunuz?

Hem de şürekâya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-yi mutlak oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rububiyet ve icad şerikleri dahi mümtenidirler, vücutları muhaldir. Çünkü, semâvât ve arzın Sâniindeki kudret, hem nihayet kemâlde, hem nihayetsiz olduğunu ispat ettik. Eğer şerik bulunsa, mütenâhi diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gayet kemâldeki kudreti mağlûp edip bir kısım yer zaptetmek ve ona nihayet vermek ve mânen âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdit etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan, bir mütenâhi şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenâhi yapmak lâzım gelir ki, bu, muhâlâtın en gayr-ı makulü ve mümteniâtın en katmerlisidir.

Hem şerikler müstağniyetün anhâ ve mümteniatün bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi vücutları muhal oldukları halde, onları dâvâ etmek sırf tahakkümîdir. Yani, aklen, mantıken, fikren o dâvâyı ettirecek bir sebep olmadığı için, mânâsız sözler hükmündedir; ilm-i usulce “tahakkümî” tabir edilir. Yani, mânâsız dâvâ-yı mücerrettir. İlm-i kelâm ve ilm-i usulün düsturlarındandır ki, denilir:

لاَعِبْرَةَ لِلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ وَلاَينُاَفِى اْلاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقِينَ الْعِلْمِىَّ

Yani, “Bir delilden, bir emareden neş’et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok; kat’î ilme şek katmaz, yakîn-i hükmîyi sarsmaz.” Meselâ, zâtında Barla Denizi
(yani Eğirdir Gölü), imkân ve ihtimal var ki, pekmez olsun, yağa inkılâb



Eğirdir Gölü: (bk. bilgiler)Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)Sâni-i Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḳ-d-r)
arz: yer, dünyacihet: yön
dâvâ: iddiadâvâ-yı mücerret: delilsiz iddia, sadece bir iddia
düstur: prensip, kuralemâre: belirti, işaret
gayet: sonsuzgayr-ı makul: akla uymayan
hadsiz: sınırsızhilkat-i semâvat ve arz: göklerin ve yerin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; s-m-v)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)ilm-i kelâm: iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı (bk. a-l-m; k-l-m)
ilm-i usul: usul ilmi, metodoloji (bk. a-l-m)imkân: olabilirlik (bk. m-k-n)
inkılâb etmek: dönüşmekistiğna-yı mutlak: sınırsız zenginlik, hiçbir şeye muhtaç olmayış (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)
kat’î: kesinkemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
mecburiyet: zorunlulukmeslek-i tevhid: tevhid yolu (bk. v-ḥ-d)
muhal: imkânsızmuhâlât: olması imkânsız şeyler
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)mümteinatün bizzat: bizzat varlığı imkânsız olanlar
mümteni: imkansızmümteniât: olması imkansız şeyler
müstağni-yi mutlak: hiçbir şekilde ihtiyacı olmayan (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)müstağniyetün anha: kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar (bk. ğ-n-y)
mütenâhi: sonu olan, bitenneş’et: doğma, meydana gelme
nihayet: son derecerububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
semâvât: gökler (bk. s-m-v)tahakkümî: zoraki ve delilsiz iddia (bk. ḥ-k-m)
tahdit etmek: sınırlamakvücut: varlık (bk. v-c-d)
yakîn-i hükmî: ilimle kesinlik kazanmış husus, inanç, bilgi (bk. y-ḳ-n; ḥ-k-m)zaptetmek: tutmak
zulümatlı: karanlık (bk. ẓ-l-m)âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
şek: şüpheşerik: ortak
şerik-i ulûhiyet: ilâhlığa ortak dâvâ etme (bk. e-l-h)şürekâ: ortaklar

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 826

etmiş olsun. Fakat, madem bir emareden o imkân ve ihtimal neş’et etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna kat’î ilmimize tesir etmez, şek ve vesvese vermez.

İşte, bunun gibi, mevcudatın her tarafından, kâinatın her köşesinden sorduk. Birinci Mevkıfta gösterildiği gibi, zerrattan yıldızlara kadar ve İkinci Mevkıfta görüldüğü gibi, hilkat-i semâvât ve arzdan, tâ simalardaki teşahhusâta kadar hangi şeyden sorulduysa, lisan-ı hâl ile vahdâniyete şehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi; sen de gördün. Öyle ise, kâinatın mevcudatında bir emare yok ki, şirk ihtimali ona bina edilsin. Demek, dâvâ-yı şirk, sırf tahakkümî ve mânâsız söz ve dâvâ-yı mücerret olduğundan, şirki iddia etmek mahz-ı cehalet, ayn-ı belâhettir.

İşte, ehl-i dalâletin vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki: “Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır, herşeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek esbabın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa şerik olabilirler.”
Elcevap: Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbir şey bir sebeple bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kat’î ispat etmişiz ki, esbabda hakikî tesir-i icadî yok.
blank.gif
1
Şimdi yalnız bu kadar deriz ki:

Esbab içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi, insandır. İnsanın dahi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri, ekl ve kelâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise, gayet muntazam, acip, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen, ancak bir cüz’üdür. Meselâ, yemekten, bedenin tagaddî-i hüceyrâtından tut, tâ semerâtın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde insanın dest-i ihtiyarına verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik

[NOT]Dipnot-1
bk. Enfâl Sûresi, 8:17; Sâffât Sûresi, 37:96[/NOT]



acip: hayrette bırakanayn-ı belâhet: aptallığın ta kendisi
bilbedâhe: ap açık bir şekildecüz’: kısım, parça (bk. c-z-e)
dest-i ihtiyar: irade ve dileme eli (bk. ḫ-y-r)dâvâ-yı mücerret: delilsiz iddia, sadece bir iddia
dâvâ-yı şirk: Allah’a ortak koşma iddiasında bulunmaef’âl-i ihtiyariye: kişinin kendi isteğiyle yaptığı işler (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)ekl: yeme
emâre: belirti, işaretesbab: sebepler (bk. s-b-b)
esmâ: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v)eşref: en şerefli
fikir: düşünme (bk. f-k-r)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmet-i İlâhî: Allah’ın herşeyi bir sebep ve gayeye bağlaması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilkat-i semâvat ve arz: göklerin ve yerin yaratılması (bk. ḫ-l-ḳ; s-m-v)ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)
imkân: olabilirlik (bk. m-k-n)kat’î: kesin
kelâm: konuşma (bk. k-l-m)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lisan-ı hâl: hal dilimahz-ı cehalet: sırf cahillik
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mevkıf: bölüm, kısım
meşiet: irade, dilememukteza: bir şeyin gereği
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)müsebbebat: sebeplerle meydana gelmiş şeyler, sonuçlar (bk. s-b-b)
müteaddit: birçok, çeşitlineş’et: doğma, meydana gelme
rapt etmek: bağlamaksemerât: meyveler
sikke-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren işaret, mühür (bk. v-ḥ-d)silsile: zincir
silsile-i ef’al: fiiller zinciri (bk. f-a-l)sima: yüz, çehre
tagaddî-i hüceyrât: hücrelerin gıda alması, beslenmesitahakkümî: zoraki ve delilsiz olma (bk. ḥ-k-m)
tahrik etmek: harekete geçirmektasarrufat: dilediği gibi kullanma ve idare etme (bk. ṣ-r-f)
tertib-i esbab: sebeplerin düzenlenmesi (bk. s-b-b)tesir-i icadî: yaratma kabiliyeti (bk. v-c-d)
tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)teşahhusât: belirlenmeler, şekillenmeler
teşekkül: oluşumvahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
vesvese: şüphe, kuruntuvâsi: geniş
vücud: varlık (bk. v-c-d)zerrât: atomlar, en küçük madde parçaları
zâhir: açık, görünen (bk. ẓ-h-r)şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şek: şüpheşerik: ortak
şirk: Allah’a ortak koşma

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 827

edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden, yalnız mehâric-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir; hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir, milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli nasıl yetişir?

Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sair cemâdat ve behîmat ve anâsır ve tabiat nasıl hakikî mutasarrıf olabilirler? Yalnız, o esbab birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbâniyeye birer kılıftırlar. Ve hedâyâ-yı Rahmâniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de, esbab-ı zâhiriye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlâhiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz; hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur.

İKİNCİ MAKSAT


Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihetle ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini teşkikâtıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:

“Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اَللهُ الصَّمَدُ’Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, Sameddir.
blank.gif
1 Hem herşeyin Hâlıkı Odur.
blank.gif
2 Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya herşeyin dizgini Onun elinde, herşeyin anahtarı kabzasında,
blank.gif
3 herşeyin nâsiyesini tutuyor,
blank.gif
4 bir iş bir işe mâni olmuyor,
blank.gif
5 bütün eşyada bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’
blank.gif
6 Böyle acip bir hakikate nasıl

[NOT]Dipnot-1
İhlâs Sûresi, 112:1-2.
Dipnot-2
bk. En’am Sûresi, 6:102; Ra’d Sûresi, 13:16; Zümer Sûresi, 39:62; Mü’min Sûresi, 40:62.
Dipnot-3
bk. Mâide Sûresi, 5:120; En’âm Sûresi, 6:59; Hicr Sûresi, 15:21; Yâsîn Sûresi, 36:83.
Dipnot-4
bk. Hûd Sûresi, 11:56.
Dipnot-5
bk. Hûd Sûresi, 11:107; Rahmân Sûresi, 55:29; Bürûc Sûresi, 85:16.
Dipnot-6
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:26.[/NOT]


Ehad: bir olan ve herbir varlıkta birliği tecellî eden Allah (bk. v-ḥ-d)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m)Samed: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Kendisine muhtaç olan Allah (bk. ṣ-m-d)
acip: hayrette bırakanahvâl: haller, vaziyetler
anâsır: unsurlarbehîmat: hayvanlar
cemâdat: cansız varlıklarcihet: yön
ehadiyet-i Zâtiye: Allah’ın Zâtına ait birlik (bk. v-ḥ-d)ehl-i tevhid: Allah’ın birliğine ve herşeyin Ondan geldiğine iman edenler (bk. v-ḥ-d)
ehl-i şirk: Allah’a ortak koşanlaresbab: sebepler (bk. s-b-b)
esbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)eşref: en şerefli
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hedâyâ-yı Rahmâniye: Allah’ın rahmet hediyeleri (bk. r-ḥ-m)hezeyan: boş söz, saçmalama
hizmet-i ubûdiyet: kulluk hizmeti (bk. a-b-d)icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)kabza: el
masnuat-ı Rabbâniye: Allah tarafından san’atla yaratılan varlıklar (bk. ṣ-n-a; r-b-b)mehâric-i huruf: harflerin çıkış yerleri
meslek-i şirk: şirk mesleği, yolumeyus: ümitsiz
misalî: yansıma şeklindeki (bk. m-s̱-l)mutasarrıf: dilediği gibi kullanan ve idare eden (bk. ṣ-r-f)
nefer: asker, ernâsiye: alın, çehre
rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi (bk. r-b-b; e-l-h)sair: diğer, başka
silsile: zincirtabiat: canlı cansız bütün varlıklar, doğa (bk. ṭ-b-a)
tablacı: tezgâhtar, sunucutahrip: bozma, yok etme
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)tevehhüm eden: zanneden
teşkikât: şüpheye düşürmevesait-i suriye: görünüşteki vasıtalar, sebepler
ziyade: çok, fazlaşerik: ortak

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 828

inanılabilir? Müşahhas birtek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?”

Elcevap: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı ehadiyet ve samediyetin beyanıyla cevap verilir. Fikr-i beşer ise, o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfâtında misil ve misali yok.
blank.gif
1 Fakat mesel ve temsille bir derece şuûnâtına bakılabilir.
blank.gif
2 İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.

BİRİNCİ TEMSİL: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüz’î-yi hakikî iken, şuûnât-ı kesireye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet, nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup, cismanî birtek şey o âyinelerde bir külliyet kesb eder. Öyle de, nuranî şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler ki, o nuranîler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede ve o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nuranî oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetlerine mâlik oldukları için, cismaniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismanîlerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin aynları olmadığı gibi, hâsiyetlerine dahi mâlik değil; ölü sayılırlar.

Meselâ, güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi


[NOT]Dipnot-1
bk. Şûrâ Sûresi, 42:11.
Dipnot-2
bk. Nahl Sûresi, 16:60.[/NOT]


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)akis: yansıma
ayn: aynısı, kendisiberk: şimşek
beyan: açıklama (bk. b-y-n)cismaniyet: maddî yapıya sahip olma
cismanî: maddî yapısı olancüzî: fert (bk. c-z-e)
cüz’î-yi hakikî: gerçek bir fert (bk. c-z-e; ḥ-ḳ-ḳ)esir: bütün kâinatı kapladığına inanılan madde
eşya: varlıklarfikr-i beşer: insan fikri (bk. f-k-r)
hararet: ısı, sıcaklıkhâsiyet: özellik
katre: damlakesb etmek: kazanmak
kesif: katı, yoğun, saydam olmayankülfetsiz: zahmetsiz, kolay
külliyet: çokluk, genellik (bk. k-l-l)küllî: çok, fertler topluluğu (bk. k-l-l)
menâzil-i lâtife: güzel ve hoş, madde ötesi mekânlar (bk. n-z-l; l-ṭ-f)merâyâ-yı nazife: lekesiz, tertemiz aynalar (bk. n-ẓ-f)
mesel: örnek, benzer (bk. m-s̱-l)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misal: örnek; görüntü (bk. m-s̱-l)misalî: görüntüden ibaret (bk. m-s̱-l)
misil: benzer, eş değer (bk. m-s̱-l)muhtelif: çeşitli
mâlik: sahip (bk. m-l-k)müşahhas: somut, maddî yapıya sahip
nevi: çeşit, türnihayetsiz: sınırsız
nuranî: maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış olan (bk. n-v-r)rasat: büyük dürbün
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması (bk. ṣ-m-d)
suretine geçmek: şekline bürünmek (bk. ṣ-v-r)sırr-ı ehadiyet: Allah’ın her bir varlıkta görülen birlik tecellîsi (bk. v-ḥ-d)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)temsilât-ı maddiye: maddî benzetmeler, örnekler (bk. m-s̱-l)
vasıta-i seyir: gezinti aracızemin: yer
zerrecik: atom, en küçük madde parçasıziya: ışık
zât-ı müşahhas: somut ve gerçek varlığa sahip birisizâtı: kendisi
âlem-i misal: görüntü âlemi; bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
şuûnât-ı kesireye mâlik: pek çok halleri, özellikleri, etkinlikleri bulunan; pek çok işi yapabilen (bk. ş-e-n; k-s̱-r)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - 829

misali, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Birşey, birşeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.

Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?

İKİNCİ TEMSİL:
Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikine misal olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını kâinata bir misal-i musağğar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onunla göstereceğiz. Şöyle ki:

Şu ağacın lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin birşeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o küllî işler



Nur: bütün varlığı aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
cilve-i Ehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir şeyde görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)cilve-i irade: Cenâb-ı Hakkın iradesinin yansıması, görünmesi (bk. c-l-y; r-v-d)
cilve-i irade-i İlâhiye: İlâhî iradenin yansıması, görünmesi (bk. c-l-y; r-v-d; e-l-h)câmid: cansız
cüz’î: ferdî (bk. c-z-e)ehadiyet: Allah’ın her bir varlıkta kendi varlığına ve sıfatlarına işaret eden birlik tecellîsi (bk. v-ḥ-d)
ehadiyet-i zâtiye: Allah’ın zâtının birliği; Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)faraza: varsayalım ki
hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hararet: sıcaklık, ısı
icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)intişar: yayılma
kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)kavânîn-i teşkiliye: oluşma, meydana gelme kanunları (bk. ḳ-n-n)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)küllî: fertlerden oluşan topluluk (bk. k-l-l)
laâkal: en azmasnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)
mazhar: erişme; yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)mazhar olmak: erişmek (bk. ẓ-h-r)
menzil: ev, mekân (bk. n-z-l)merkeziyet: merkezlik
misal: görüntü, örnek (bk. m-s̱-l)misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)muhabere: haberleşme
muhtelif: çeşitlimuhteşem: ihtişamlı, görkemli
mâni: engelmüşahhas: somut, maddî varlığa sahip
nihayetsiz: sonsuznüve-i emr-i Rabbânî: Rabbânî emrin çekirdeği (bk. r-b-b)
sed çekmek: engel koymaktabir etmek: adlandırmak (bk. a-b-r)
tecezzî: parçalara ayrılma (bk. c-z-e)temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
teşahhus: şahıslanma, maddi yapıya sahip olmaukde-i hayatiye: hayat düğümü (bk. ḥ-y-y)
ziya: ışıkzîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
çekirdek-i aslî: asıl çekirdek, özşecere: ağaç
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - 830

münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde‑i hayatiye herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.

Madem, bilmüşahede, Zât-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz’îsi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.

On Altıncı Sözde ispat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli; hem umum vücut


Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)cilve-i cüz’î: ferdî bir yansıma, görünme (bk. c-l-y; c-z-e)
cilve-i irade/iradî cilve: Cenâb-ı Hakkın iradesinin yansıması, görünmesi (bk. c-l-y; r-v-d)cüz-ü ihtiyar: insanın elindeki çok az seçim gücü (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
cüz’: parça, kısım (bk. c-z-e)cüz’î: fert (bk. c-z-e)
ecza: parçalar, kısımlar (bk. c-z-e)envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r)
envâr-ı kudsiye-i esmâiye: Allah’ın isimlerinin mukaddes nurları (bk. n-v-r; ḳ-d-s; s-m-v)inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
irade: dileme, tercih, seçme gücü (bk. r-v-d)izah: açıklama
kanun-u emrî/emrî kanun: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)kesafet: yoğunluk, katılık, saydam olmama
kesb etmek: kazanmak, çalışarak elde etmekkesif: yoğun, katı, saydam olmayan
küllî: fertlerden oluşan topluluk (bk. k-l-l)mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
masnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)medar: dayanak, vesile
merkez-i tasarruf: tasarruf merkezi (bk. ṣ-r-f)muallâ: yüce
muhtelif: çeşitlimukayyed: kayıtlı, sınırlı
musahhar: boyun eğdirilmiş, emre verilmişmutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
mâni: engelmüberrâ: uzak, yüce
mücerred: soyutlanmışmünezzeh: arınmış, temiz, pâk (bk. n-z-h)
münâfî: zıt, aykırımüşahhas: somut; maddî varlığa sahip
nim-nuranî: yarı nurlu (bk. n-v-r)nuraniyat: nurdan varlıklar (bk. n-v-r)
nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
tahdid: sınırlamatasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
tecellî-i kudret ve irade: Allah’ın irade ve kudretinin tecellîsi, yansıması (bk. c-l-y; ḳ-d-r; r-v-d)teşkil: oluşturma, meydana getirme
ukde-i hayat: hayat düğümü (bk. ḥ-y-y)umum: bütün
vesile-i teshil ve takrib: yakınlaştırma ve kolaylaştırma vesilesivücut: varlık (bk. v-c-d)
yakîn: şüphesiz ve kesin olarak bilme (bk. y-ḳ-n)zerrât: atomlar, en küçük madde parçaları
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)zılâl: gölge
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 831

ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir?
blank.gif
1 Hangi iş Ona ağır gelebilir?
blank.gif
2 Hangi yer Ondan gizlenebilir?
blank.gif
3 Hangi fert Ondan uzak kalabilir?
blank.gif
4 Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir?
blank.gif
5 Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi?
blank.gif
6 Hiç bir iş bir işe mâni olur mu?
blank.gif
7 Hiç bir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?
blank.gif
8 İbn-i Abbas Radıyallahu Anhın dediği gibi, “herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i“ bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi? Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları


[NOT]Dipnot-1
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:29, 118; İbrahim Sûresi, 14:38; Ahzâp Sûresi, 32:37, 54; Fussilet Sûresi, 41:40.
Dipnot-2
bk. Bakara Sûresi, 2:255.
Dipnot-3
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:5; İbrahim Sûresi, 14:38.
Dipnot-4
bk. Sebe Sûresi, 34:50; Vâkıa Sûresi, 56:85; Hadîd Sûresi, 57:4; Mücadele Sûresi, 58:7.
Dipnot-5
bk. Mutaffifin Sûresi, 83:21.
Dipnot-6
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:5; İbrahim Sûresi, 14:38.
Dipnot-7
bk. Bakara Sûresi, 2:253; Enbiyâ Sûresi, 21:23; Hac Sûresi, 22:14, 18; Bürûc Sûresi, 85:16.
Dipnot-8
bk. Nisâ Sûresi, 4:78; Mâide Sûresi, 5:17-18; Fâtır Sûresi, 35:13; Mücadele Sûresi, 58:7.[/NOT]



Radıyallahu Anh: “Allah ondan razı olsun”Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)
avâik: engellerbasar: görme (bk. b-ṣ-r)
cereyan: hareket, akımcilve-i ef’âl: Allah’ın fiillerinin görünmesi, ortaya çıkması (bk. c-l-y; f-a-l)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)evâmir: emirler
eşya: varlıklarhassa: nitelik, özellik
hâli: uzak, ıssızilm-i muhit: herşeyi kuşatıcı ilim (bk. a-l-m)
imkân: mümkün olma, olabilirlik (bk. m-k-n)irade-i külliye: herşeyi kuşatan irade (bk. r-v-d; k-l-l)
kesafet: yoğunluk, katılık, saydam olmamakesbetmek: kazanmak
kesir: çok (bk. k-s̱-r)kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
kudret-i mutlaka: sınırsız güç ve iktidar (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)kurbiyet: yakınlık
külliye: kapsamlı, genel (bk. k-l-l)külliyet: genele hitap etme, kapsamlılık (bk. k-l-l)
mahdudiyet: sınırlılık, hududu çizilmişmahdut: sınırlı
mahsus: özelmevcud: varlık (bk. v-c-d)
mevâni: mâniler, engellermuhîta: kapsamlı, kuşatıcı
mukayyet: kayıtlı, sınırlımâni: engel
mümkin: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)münhasır: bağlı ve sınırlı olma
nim-şeffaf: yarı şeffafsem’: işitme (bk. s-m-a)
silsile-i eşya: varlıklar zincirisıfât: vasıflar, nitelikler (bk. v-ṣ-f)
tabakat-ı vücud: varlık tabakaları (bk. v-c-d)tahayyüz: yer tutma, yer alma
takayyüd: kayıt altında olma, sınırlılıktasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
tecellî-i sıfât: Allah’ın sıfatlarının yansıması, görünmesi (bk. c-l-y; v-ṣ-f)temekkün: mekân tutma, yerleşme (bk. m-k-n)
teveccüh-ü ehadiyet: Allah’ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü, yönelmesi (bk. v-ḥ-d)vesait: vasıtalar, araçlar
vesâil: vesileler, sebeplerzahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)
zâhir: açık, görünen (bk. ẓ-h-r)âlem-i berzah: dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi (bk. a-l-m)
âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ)âlem-i misal: görüntü âlemi; bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)
âyine-i cemâl: güzelliğin aynası (bk. c-m-l)şuhud: görme (bk. ş-h-d)
şuûnât: fiiller, işler, faaliyetler (bk. ş-e-n)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 832

olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen‑i izzetine yanaşır mı?

İKİNCİ MAKSADIN HÂTİMESİ: Bir zaman, ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım; Arabiyü’l-ibâre bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmişse, öyle Arabî olarak yazıp, sonra kısa bir meâlini söyleyeceğim. İşte:

نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ، خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ، هَدَايَا الرَّحْمَةِ، بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ، بَشَاۤئِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلاَخِرَةِ، شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ، بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ، بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ، كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ، اِشَارَاتُ الْقَدَرِ، رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ، بِاَنَّ تاَكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ، تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ، ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ، وَكَذَا هُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلىَ الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ، ثُمَّ اِلٰى جُزْئِهِ، اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هٰذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهٰذِهِ الْكَاۤئِنَاتِ، فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَزْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ. وَالْقَلْبُ كَالنُّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْاٰةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَاۤئِنَاتِ ...مِنْ هٰذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هٰذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهٰذِهِ الْكَاۤئِنَاتِ.


Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazıNuru’l-Envar: bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah (bk. n-v-r)
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d)
Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
dâmen-i izzet: izzet eteği, şeref ve yücelik dairesi (bk. a-z-z)ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)
hudud: sınırhâtime: sonuç, son bölüm
kuyud: kayıtlar, sınırlamalarlâhik: eklenen, ilâve edilen
meâl: açıklama, anlammuallâ: yüce
mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)müberrâ: uzak, yüce
mücerred: soyut, soyutlanmışmünezzeh: arınmış, temiz, pâk (bk. n-z-h)
silsile-i tefekkür: düşünme zinciri (bk. f-k-r)tagayyür: başkalaşma
tahayyüz: yer tutma, yer almatebeddül: değişme
tecezzî: parçalara ayrılma (bk. c-z-e)tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 833

Bu Arabî fıkranın mebdei şudur:

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ: مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ، مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ، مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ، مَدَارَ حِكْمَتِهِ، مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ، مَزْرَعَ جَنَّتِهِ، مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ، مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ، مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ، فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ، مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ، مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ، مُزَهَّرُ النَّبَاتَات،ِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ، خَوَارِقُ صُنْعِهِ، هَدَايَا جُودِهِ، بَشَائِرُ لُطْفِهِ، تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ، تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ، تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلٰى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ، تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمٰنٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَالرُّوحِ وَالْحَيَوَانِ وَالْمَلَكِ وَالْجَاۤنِّ.

[NOT]İşte bu Arabî tefekkürün kısa bir meâli şudur ki:


Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin birer harikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer burhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihatasına ve ilminin şümulüne birer şahid-i sadık oldukları gibi, şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. Enzârı kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hâl ile herbirisi der: “Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma. Bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir.”

Hattâ, her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyinesi oldukları gibi, zikr-i kalbiyy-i hafî ile, koca ağacın zikr-i cehrî suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.


Hem o meyveler, tohumlar, vahdetin âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud[/NOT]


Arabî: Arapçaaktâr: her taraf
burhan-ı maddî: maddî delileltâf-ı İlâhiye: Allah’ın lütufları, ikramları (bk. l-ṭ-f; e-l-h)
enzâr: nazarlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)esmâ: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v)
fıkra: bölüm, kısımhikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b)
ihata: kapsayıcılık, kuşatıcılıkkader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
lisan-ı hâl: hal dilimebde’: başlangıç
meâl: açıklama, anlammeşhud: görünen (bk. ş-h-d)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)nevi: çeşit, tür
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; e-l-h)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)
tekessür etmek: çoğalmak (bk. k-s̱-r)vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)
vahdet-i İlâhiye: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d; e-l-h)zikr-i cehrî: açıktan yapılan sesli zikir
zikr-i kalbiyy-i hafî: kalben yapılan gizli zikirzikretmek: Allah’ı anmak
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)âlem: dünya (bk. a-l-m)
âlem-i kesret: çokluk âlemi, varlıklar âlemi (bk. a-l-m; k-s̱-r)şahid-i sadık: doğru şahit (bk. s-d-ḳ)
şümul: kapsam

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 834

işârâtı ve kudretin mücessem rumuzâtıdır ki, kader onlarla işaret eder ve kudret o kelimelerle remzen der:

“Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”

Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbâniyenin telvihatıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki:

“Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünkü o meyve o ağaca bir misal-i musağğardır. Hem o ağaçtan maksud odur. Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü çekirdek umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbirini gören Zât, o tedbirle alâkadar bütün esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrip edilir; daha güzel, bâki meyveler vermek için aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer, kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi’ bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâplara medar olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline sebep olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp âhiret kapısı açılır.”



Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)Sâni-i Kâinat: kâinatı mükemmel bir san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; k-v-n)
alâkadar: alâkalı, ilgilibeşer: insan
bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)cihet: yön
câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)derc etmek: yerleştirmek
ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r)esmâ: isimler (bk. s-m-v)
fihriste: içindekiler, programhakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk: yaratma (bk. ḫ-l-ḳ)haşir: toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti, varlıkları yaratırken gözettiği gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m; r-b-b)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)icad-ı mevcudat: varlıkların yaratılışı (bk. v-c-d)
inkılâp: değişim, dönüşümintişar: yayılma
işârât: işaretlerkesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
kesret-i mevcudat: varlıkların çokluğu (bk. k-s̱-r; v-c-d)kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)
kudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
külliyet: genellik, kapsamlılık (bk. k-l-l)küllî: genel ve kapsamlı (bk. k-l-l)
maksud: kastedilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)medar: dayanak, vesile
menba-ı vahdet: birlik kaynağı (bk. v-ḥ-d)misal-i musağğar: küçültülmüş nümune (bk. m-s̱-l)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)muhakeme: yargılama (bk. ḥ-k-m)
mücessem: cisimleşmiş, maddî yapısı olanmünevver: nurlu, parlak (bk. n-v-r)
müteveccih: yöneliknazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
neşir: yayılmaremzen: işareten
rumuzât: remizler, işaretlersemere: meyve
sırr-ı vahdet: birlik sırrı (bk. v-ḥ-d)tahrip: yıkıp bozma, yok etme
tasvir: suret ve şekil verme (bk. ṣ-v-r)tebdil: değiştirme
tecdid: yenilemetedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)
tekessür: çoğalma (bk. k-s̱-r)telvihat: ince işaretler
terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma (bk. r-b-b)umum: bütün
umumiyet: genellikvahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)
vücud: varlık (bk. v-c-d)şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 835

Madem haşrin bahsi geldi. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın, haşrin ispatına dair cezâlet-i beyanını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatini beyan etmeye münasebet geldi. Şöyle ki:

Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için, lüzum olsa bütün kâinat tahrip edilir; ve tahrip ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin merâtibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyât-ı ruhiye ve fikriyenin derecâtına göre görünür ve ilim ve marifeti lâzım olur. Kur’ân-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat’î ve kuvvetli ispat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.

İşte, umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra ruhları başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor; fakat insanın cesedinde bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acbüzzeneb“ tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp, Cenâb-ı Hak onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir.
blank.gif
1 İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misali görülüyor.

İşte, bazan şu mertebeyi ispat için âyât-ı Kur’âniye öyle bir daireyi gösteriyor ki, bütün zerrâtı haşir ve neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir.
blank.gif
2 Bazan da, bütün mahlûkatı fenâya gönderip yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.
blank.gif
3 Bazı, yıldızları dağıtıp semâvâtı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir.
blank.gif
4 Bazı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden, def’aten, bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını

[NOT]Dipnot-1
bk. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 39:3; Müslim, Fiten 141-143.
Dipnot-2
bk. En’am Sûresi, 6:38; Fussilet Sûresi, 41:39; Ahkaf Sûresi, 46:33; Kaf Sûresi, 50:41-44.
Dipnot-3
bk. Yûnus Sûresi, 10:3:6; Hicr Sûresi, 15:23; Tâhâ Sûresi, 20:55; Enbiyâ Sûresi, 21:103-104.
Dipnot-4
bk. Sebe Sûresi, 34:9; Rahmân Sûresi, 55:37; Hâkka Sûresi, 69:16; Müzzemmil Sûresi, 73:118; Mürselât Sûresi, 77:1-19; Tekvîr Sûresi, 81:1-13.[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Kur’ân-ı Hakim: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamaları mu’cize Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)acbüzeneb: kuyruk sokumundaki en küçük kemik
beyan: açıklama (bk. b-y-n)beşer: insan
bâki: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)cesed-i insanî: insanın cesedi, bedeni
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki güçlülük, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)cüz’: parça (bk. c-z-e)
daire-i haşr: haşir dairesi (bk. ḥ-ş-r)def’î: birden bire, âni
derecât: derecelerfarz: Allah’ın kesinlikle yapılmasını emrettiği şey
fenâ: gelip geçicilik, ölümlülük (bk. f-n-y)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşir ve neşretmek: öldükten sonra yeniden diriltip toplamak ve tekrar yaymak (bk. ḥ-ş-r)haşr: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)kat’î: kesin
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)kuvvet-i ifade: ifade gücü
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
marifet: bilme ve tanıma (bk. a-r-f)mertebe: derece
merâtib: mertebeler, derecelermisal: örnek (bk. m-s̱-l)
muhakeme: yargılama (bk. ḥ-k-m)münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)
nükte-i hakikat: gerçeği ve doğruyu ifade eden ince ve derin mânâ (bk. ḥ-ḳ-ḳ)saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sayha: seslenişsemâvât: gökler (bk. s-m-v)
tabir edilen: adlandırılan (bk. a-b-r)tahrip: yıkıp bozma, yok etme
tasarrufât: tasarruflar, icraatlar, faaliyetler (bk. ṣ-r-f)tebdil: değiştirme
tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)terâkkiyât-ı ruhiye ve fikriye: ruhî ve düşünceyle ilgili ilerlemeler (bk. r-v-ḥ; f-k-r)
umum: genel, herkeszerrât: atomlar, en küçük madde parçaları
zîhayat: hayat sahibi, canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)âsâr: eserler
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 836

gösterir.
blank.gif
1 Bazı, bütün rû-yi zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir.
blank.gif
2 Bazan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.

Demek, herkese imanı ve marifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir.
blank.gif
3 Hikmet-i Rabbâniye iktiza etmişse, elbette haşir ve neşr-i insanî ile beraber, umum onları dahi yapacak veyahut bazı mühimlerini yapar.

Bir sual: Diyorsunuz ki: “Sen Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimal ediyorsun. Halbuki, fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî yakîni ifade etmiyor.
blank.gif
4 Mesâil-i yakîniyede burhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-ü fıkıh ulemasınca zann-ı galip kâfi olan metâlipte istimal edilir. Hem de, sen temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur.”

Elcevap: İlm-i mantıkça, çendan, “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor”
blank.gif
5 denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki, mantığın yakînî burhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:

Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususî maddede gösteriyor—tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz’î maddeler ona ircâ edilsin. Meselâ, “Güneş,

[NOT]Dipnot-1
bk. Kehf Sûresi, 18:99; Neml Sûresi, 27:87-88; Yâsîn Sûresi, 36:49-53; Sâd Sûresi, 38:15; Zümer Sûresi, 39:68; Kaf Sûresi, 50:41-44; Hâkka Sûresi, 69:13-16.
Dipnot-2
bk. Fâtır Sûresi, 35:9; Zuhruf Sûresi, 43:11.
Dipnot-3
bk. Tûr Sûresi, 52:7-11; Vâkıa Sûresi, 56:3-6; Hâkka Sûresi, 69:13-14; Meâric Sûresi, 70:8-9; Müzzemmil Sûresi, 73:13-14; Mürselât Sûresi, 77:7-10.
Dipnot-4
bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf 2:18.
Dipnot-5
bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf 2:18.[/NOT]




bina etme: kurmaburhan-ı mantıkî: mantık kaidelerine uygun delil
cüz’î: ferdî, bireysel (bk. c-z-e)farz: Allah’ın kesinlikle yapılmasını emrettiği şey
fenn-i mantık: mantık ilmihakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i küllî: kapsamlı ve büyük bir hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-l)hakikat-i uzmâ: büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşir ve neşr-i insanî: insanların öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanması ve tekrar dağılıp yayılması (bk. ḥ-ş-r)
haşir ve neşretmek: öldükten sonra yeniden diriltip toplamak ve tekrar yaymak (bk. ḥ-ş-r)haşr: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b)
hususî: özeliktiza: gerektirme
ilm-i mantık: mantık ilmi (bk. a-l-m)ircâ: döndürme
istimal etmek: kullanmakkudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kâfi: yeterliküre-i arz: yerküre, dünya
kıyas-ı temsilî: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)marifet: bilme ve tanıma (bk. a-r-f)
mertebe-i haşir: haşir mertebesi (bk. ḥ-ş-r)mesâil-i yakîni: kesin bilgiye ait meseleler (bk. m-s̱-l; y-ḳ-n)
metâlip: kaziyyeler, kàideler, ispat istemeyen konular (bk. ṭ-l-b)muhalif: aykırı, zıt
nev’: çeşit, türrû-yi zemin: yeryüzü
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tecellîyat: yansımalar, görüntüler (bk. c-l-y)
temsil-i cüz’î: bireysel, ferdî bir temsil (bk. m-s̱-l; c-z-e)temsilât: temsiller, kıyaslama tarzında benzetmeler (bk. m-s̱-l)
ulema: âlimler (bk. a-l-m)umum: bütün
usul-ü fıkh: fıkıh usulü, metodolojisivakıa: olay
yakîn: şüphesiz ve kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)yakîn-i kat’î: şüphesiz ve kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)
yakînî burhan: şüphesiz, kesin delilzann-ı galip: üstün gelen kanaat
zîhayat: hayat sahibi, canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)âsâr: eserler
çendan: gerçi

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 837

nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nuranî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekân onu zaptedemez.

Hem meselâ, “ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin kanununu gayet kat’î bir surette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelânıdır.

İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İkinci suale cevap: Malûmdur ki, fenn-i belâğatte, bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikîsi başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona “lâfz-ı kinâî” denilir. Ve “kinâî” tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinâî mânâsıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğruysa o kelâm sadıktır; mânâ-yı aslî kâzip dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-yı kinâî doğru değilse, mânâ-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâziptir. Meselâ, kinâî misallerinden, “Fülânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “kılıcının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâziptir. Çünkü mânâ‑yı aslîsi maksud değil.
blank.gif
1

İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri kinâiyat kısmındandırlar ki, be-gayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mânâ-yı kinâiyeleridir.

[NOT]Dipnot-1 bk. el-Kazvînî, el-İzâh 1:301; el-Hamevî, Hizânetü’l-Edeb 2:263; 265; el-Mevsılî, el-Meselu’s-Sâir 2:187.[/NOT]



be-gayet: son derecebend: bağ
burhan-ı kat’î-yi mantıkî: mantık kurallarına uygun kesin delilfenn-i belâğat: belâğat ilmi (bk. b-l-ğ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)kamet: boy, endam
kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)kanun-u hakikat: hakikat kanunu (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḳ-n-n)
kat’î: kesinkelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)
kinâi/kinâye: maksadı, kapalı bir şekilde ve dolaylı olarak anlatan sözkâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kâzip: yalanküllî: genel ve kapsamlı (bk. k-l-l)
kıyâsât-ı temsiliye: benzetmeye dayanan kıyaslar (bk. m-s̱-l)lâfz: söz
maksat/maksud: kastedilen şey, anlatılmak ve ispat edilmek istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)malûm: bilinen (bk. a-l-m)
mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)medar-ı sıdk ve kizb: doğruluk ve yalana zemin oluşturacak şey (bk. s-d-ḳ)
mekân: yer (bk. m-k-n)meydan-ı cevelân: hareket etme alanı
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)mutabık-ı vaki: gerçeğe uygun
mânâ-yı aslî: asıl anlam, kelimenin kendi anlamı (bk. a-n-y)mânâ-yı hakikî: gerçek ve mecâzî olmayan anlam (bk. a-n-y; ḥ-ḳ-ḳ)
mânâ-yı kinâî: kastedilen mânâ (bk. a-n-y)müsavi: eşit, denk
nur: aydınlık, ışık (bk. n-v-r)nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)
nuranî: nurlu, parlak, aydınlık (bk. n-v-r)sadık: doğru (bk. s-d-ḳ)
sair: diğer, başkasuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
sıdk: doğruluk (bk. s-d-ḳ)sırr-ı ehadiyet: Allah’ın her bir varlıkta görülen birlik tecellîsinin sırrı (bk. v-ḥ-d)
tabir edilen: adlandırılan (bk. a-b-r)tasvir: suret ve şekil verme (bk. ṣ-v-r)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)teşkil: oluşturma, meydana getirme
yakîn: şüphesiz ve kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)âlet-i mülâhaza: düşünme vasıtası

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 838

Mânâ-yı asliyeleri bir temsil-i dürbinîdir; nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için, lisan-ı hâl lisan-ı kàl suretinde ve şahs-ı mânevî bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.

ÜÇÜNCÜ MAKSAT

Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci sualineHAŞİYE-1 karşı kat’î ve mukni ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor. Diyor ki:

“Kur’ân’da اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
blank.gif
1 ،اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
blank.gif
2 gibi kelimat, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş’ar eder. Hem diyorsunuz ki, ‘Hâlık-ı Âlemin nihayetsiz kemâlâtı var; bütün envâ-ı kemâlâtın en nihayet mertebelerini câmidir.’ Halbuki, eşyanın kemâlâtı ezdad ile bilinir. Elem olmazsa, lezzet bir kemâl olmaz. Zulmet olmazsa, ziya tahakkuk etmez. Firak olmazsa, visal lezzet vermez, ve hâkezâ...”

Elcevap: Birinci şıkka Beş İşaretle cevap veririz.

BİRİNCİ İŞARET: Kur’ân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i kat’îdir ki, Kur’ân-ı Hakîmin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقِينَdemesi, “Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir” demektir ki, başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, sair sıfatlar gibi çok meratibi var. اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demek, “merâtib-i hâlıkıyetin en güzel, en müntehâ mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir” demektir.



[NOT]Haşiye-1
İkinci Maksadın başındaki sual demektir. Yoksa, Hâtimenin âhirindeki bu küçücük sual değildir.
Dipnot-1
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Yaratıcıların en güzeli.” Mü’minûn Sûresi, 23:14; Sâffât Sûresi, 37:125.
Dipnot-2
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Merhametlilerin en merhametlisi.” A’râf Sûresi, 7:151; Yûsuf Sûresi, 12:64.[/NOT]



Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakim: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)ahsen: en güzel (bk. ḥ-s-n)
belki: aslında, gerçektecâmi’: kapsayan (bk. c-m-a)
delil-i kat’î: kesin delildelâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)elem: acı, sıkıntı
envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin çeşitleri (bk. k-m-l)ezdad: zıtlar
eşya: varlıklarfehmetmek: anlamak
firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothâkezâ: böylece, bunun gibi
hâlık: yaratıcı (bk. ḫ-l-ḳ)hâlıkıyet: yaratıcılık (bk. ḫ-l-ḳ)
hâtime: sonuç, son bölümiş’ar: işaret etme, belirtme
kat’î: kesinkelimat: kelimeler (bk. k-l-m)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstün özellikler (bk. k-m-l)
lisan-ı hâl: hal ile anlatımlisan-ı kàl: söz ile anlatım
meratib: mertebeler, derecelermerâtib-i hâlıkıyet: yaratıcılık mertebesi (bk. ḫ-l-ḳ)
mukni: ikna edicimânâ-yı asliye: asıl anlam, kelimenin kendi anlamı (bk. a-n-y)
mülzim: susturanmüntehâ: son
nevi: çeşit, türnihayetsiz: sonsuz
râhim: şefkat ve marhamet sahibi (bk. r-ḥ-m)sair: diğer
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)sıdk: doğruluk (bk. s-d-ḳ)
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)tefhim: anlatma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)temsil-i dürbinî: uzağı yakınlaştıran kıyaslama tarzında olan benzetme (bk. m-s̱-l)
tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)umum: bütün, genel
visal: kavuşmaziya: ışık
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)âhir: son (bk. e-ḫ-r)
şahs-ı maddî: maddî şahısşahs-ı mânevî: mânevî şahıs (bk. a-n-y)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 839

İKİNCİ İŞARET:
blank.gif
1 اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tabirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor, belki mahlûkıyetin envâına bakıyor. Yani, “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır.” Nasıl ki, şu mânâyı
اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ
blank.gif
2 gibi âyetler ifade eder.


ÜÇÜNCÜ İŞARET:

اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ , اَللهُ أَكْبَرُ
blank.gif
3 , خَيْرُ الْفَاصِلِينَ
blank.gif
4 , خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ
blank.gif
5

gibi tabirattaki muvazene, Cenâb-ı Hakkın vakideki sıfât ve ef’âli, sair o sıfât ve ef’âlin nümunelerine mâlik olanlarla muvazene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kâinatta, cin ve ins ve melekte olan kemâlât, Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir; nasıl muvazeneye gelebilir? Belki muvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir.

Meselâ, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de, yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte, böyle bir nefere karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi, şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, surî kumandanlığını muvazene değil. Çünkü, o muvazene ve tafdil mânâsızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.

İşte, bunun gibi, hâlık ve mün’im tevehhüm olunan zâhirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakikîye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve


[NOT]Dipnot-1
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Yaratıcıların en güzeli.” Mü’minûn Sûresi, 23:14; Sâffât Sûresi, 37:125.
Dipnot-2
“O herşeyi en güzel şekilde yarattı.” Secde Sûresi, 32:7.
Dipnot-3
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Allah en büyüktür.” Ebû Hanîfe, el-Müsned s. 148; Ebû Yûsuf, Kitabu’l-Âsâr s. 18; eş Şafiî, es-Sünenu’l-Me’sûra s. 290; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef 6:75; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 5:28.
Dipnot-4
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Ayırt edenlerin en hayırlısı.” En’âm Sûresi, 6:57.
Dipnot-5
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “İhsan edenlerin en hayırlısı.” [/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ)bahusus: özellikle
cin ve ins: cinler ve insanlarcüz’î: ferdî (bk. c-z-e)
ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)ehl-i gaflet: âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ğ-f-l)
envâ: türler, çeşitleresbab: sebepler (bk. s-b-b)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşmetli: görkemli, heybetlihâlık: yaratıcı (bk. ḫ-l-ḳ)
irtibat: bağlılıkkemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâl-i itaat ve hürmet: tam bir itaat ve saygı (bk. k-m-l; ḥ-r-m)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzlar (bk. k-m-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)mahlûkiyet: yaratılmışlık (bk. ḫ-l-ḳ)
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)mâlik: sahip (bk. m-l-k)
mün’im: nimet verici (bk. n-a-m)nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı ehemmiyet: önem verme bakışı (bk. n-ẓ-r)nefer: asker, er
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)nümune: örnek
surî: görünüştekisıfât: vasıflar, nitelikler (bk. v-ṣ-f)
taaddüd: birden fazla olmatabir: ifade (bk. a-b-r)
tabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)tafdil: üstün tutma (bk. f-ḍ-l)
tevehhüm olunmak: sanılmak, kuruntuya kapılmakteşekkürat: teşekkürler (bk. ş-k-r)
vaki: meydana gelen, olanzahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 840

ihsanı onlardan bilir, medih ve senâlarını onlara verir. Kur’ân der ki: “Cenâb-ı Hak daha büyüktür,
blank.gif
1 daha güzel bir Hâlıktır,
blank.gif
2 daha iyi bir Muhsindir.
blank.gif
3 Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz.”
blank.gif
4

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Muvazene ve tafdil, vaki mevcutlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki, ekser mahiyetlerde müteaddit merâtip bulunur. Öyle de, esmâ-i İlâhiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibarıyla hadsiz merâtip bulunabilir. Halbuki, Cenâb-ı Hak, o sıfât ve esmânın mümkün ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şahittir.

لَهُ اْلأَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى
blank.gif
5 bütün esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.

BEŞİNCİ İŞARET: Şu muvazene ve mufadale, Cenâb-ı Hakkın mâsivâya mukabil değil. Belki iki nevi tecelliyat-ı sıfâtı var:

Biri, vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.

İkincisi, ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccühle tasarruftur.

İşte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâsı ise, vesait ve esbabın mezâhiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından


[NOT]Dipnot-1
bk. En’âm Sûresi, 6:100; A’râf Sûresi, 7:190; Yûnus Sûresi, 10:18; İsrâ Sûresi, 17:43; Neml Sûresi, 27:63; Rûm Sûresi, 30:40.
Dipnot-2
bk. Mü’minûn Sûresi, 23:4; Sâffât Sûresi, 37:25.
Dipnot-3
bk. Secde Sûresi, 32:7.
Dipnot-4
bk. Bakara Sûresi, 2:152, 172; Nahl Sûresi, 16:114; Ankebût Sûresi, 29:17; Lokman Sûresi, 31:12, 14; Sebe Sûresi, 34:15.
Dipnot-5
“En güzel isimler Onundur.” Haşir Sûresi, 59:24.[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
Muhsin: yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah (bk. ḥ-s-n)ahsen: en güzel (bk. ḥ-s-n)
ahseniyet: güzellik (bk. ḥ-s-n)ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)eşya: varlıklar
farazî: hayalî, varsayılanhadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hususî: özel
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
imkânî: varlığı ile yokluğu eşit olan, varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)itibarıyla: özelliğiyle (bk. a-b-r)
kanun-u umumî: genel kanun (bk. ḳ-n-n)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
kibriyâ: azamet, büyüklük (bk. k-b-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
mahiyet: öz nitelik, özellik, esasmedih: övgü
merâtip: mertebeler, derecelermevcut: varlık (bk. v-c-d)
mezâhir: birşeyin göründüğü yerler, aynalar (bk. ẓ-h-r)mufadale: bir şeyi diğerine üstün tutma (bk. f-ḍ-l)
mukabil: karşılıkmutasavver: imkân dahilinde, olabilir
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)mâsivâ: Allah’tan başka herşey
müteaddit: bir çok, çeşitlinevi: çeşit
senâ: övme, yüceltmesuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)sıfât-ı kudsiye: kusursuz sıfatlar, vasıflar ve özellikler (bk. v-ṣ-f; ḳ-d-s)
tafdil: üstün tutma (bk. f-ḍ-l)tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
tavsif: vasıflandırma (bk. v-ṣ-f)tecellîyat-ı sıfât: İlâhî sıfatların yansıması, görünmesi (bk. c-l-y; v-ṣ-f)
teveccüh: yönelme, ilgivaki: olmuş, meydana gelmiş
vesait: vâsıtalarvâhidiyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik tecellîsi (bk. v-ḥ-d)
âsâr-ı ihsan: bağış ve iyilik eserleri (bk. ḥ-s-n)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 841

daha büyük, daha güzel, daha yüksektir demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın—fakat velî bir padişahın—ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat Onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir:Birisi, umumî bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.

İkincisi, umumî kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsânât-ı şahanesi ve icraatı, daha güzel, daha yüksek denilebilir.

Öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rububiyetini göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hassa ile mükellef edip

blank.gif
1اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan, yüzlerini kendine çevirir.

İşte
blank.gif
2 اَللهُ أَكْبَرُ,
blank.gif
3 اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ,
blank.gif
4 اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ meânîsi şu mânâya da bakıyor.

Vekilin ikinci şık sualine Beş Remiz ile cevaptır:

BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: “Birşeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?”

Elcevap: Şu sual sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, yalnız nisbî bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar hakikî değiller; nisbîdirler, zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır.


[NOT]Dipnot-1
“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
Dipnot-2
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Allah en büyüktür.” Ebû Hanîfe, el-Müsned s. 148; Ebû Yûsuf, Kitabu’l-Âsâr s. 18; eş Şafiî, es-Sünenu’l-Me’sûra s. 290; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 5:28.
Dipnot-3
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Merhametlilerin en merhametlisi.” A’râf Sûresi, 7:151; Yûsuf Sûresi, 12:64.
Dipnot-4
Yanlış anlaşılan zâhirî mânâ: “Yaratıcıların en güzeli.” Mü’minûn Sûresi, 23:14; Sâffât Sûresi, 37:125.[/NOT]



Hâlık-ı Kâinat: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)Sultan-ı Ezel ve Ebed: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; e-z-l; e-b-d)
elem: acı, sıkıntıesbab: sebepler (bk. s-b-b)
farz etmek: varsaymakfazilet: değer, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
gayr: diğeri, başkasıhakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının haşmeti, görkemi (bk. r-b-b)hususî: özel
hüküm: yargı, karar (bk. ḥ-k-m)ibâd: kullar (bk. a-b-d)
ihsânât-ı şahane: padişahın bağış ve iyilikleri (bk. ḥ-s-n)kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)meziyet: üstün özellikler
meânî: mânâlar (bk. a-n-y)mükellef etmek: yükümlü tutmak
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nisbî: kıyaslama ile olan, göreceli (bk. n-s-b)remiz: işaret
sukut etmek: düşmeksuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
sâkıt olmak: düşmektasarrufat: herşeyi dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
tefevvuk: üstünlükteveccüh etmek: yönelmek
ubûdiyet-i hassa: hâlis, samimi kulluk (bk. a-b-d)umum: bütün
umumî: genelvelî: Allah dostu (bk. v-l-y)
vesait: vasıtalarzahiri: görünürde (bk. ẓ-h-r)
çendan: gerçi

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 842

Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i bekâ ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfât ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

İşte, Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler.

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif Cürcânî Şerhu’l-Mevâkıf’ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemâldir. Çünkü kemâl mahbub-u lizâtihîdir.”
blank.gif
1 Yani, ne şeyi seversen, ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebep, bir garaz lâzım değil; o bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda sahib-i kemâlât insanları herkes sever; onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârâne muhabbet edilir.

İşte, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtipleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler; mahbûbetün lizâtihâdırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habîb-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî


[NOT]Dipnot-1
bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf 6:138.[/NOT]


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
Fâtır-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-m-l)Habîb-i Hakikî: gerçek sevgili olan Allah (bk. ḥ-b-b; ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi olan ve herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-m-l)Mahbub-u Bilhak: gerçek anlamda sevilmeye layık olan Allah (bk. ḥ-b-b; ḥ-ḳ-ḳ)
Seyyid Şerif Cürcânî: (bk. bilgiler)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)bina etme: üzerine kurma
fazilet: değer, üstünlük (bk. f-ḍ-l)garaz: gaye, hedef, istek
gayr: diğeri, başkasıhakikat-i mukarrere: sabit, kesinleşmiş gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikiye: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hüsn-ü basar: görme sıfatındaki güzellik (bk. ḥ-s-n; b-ṣ-r)hüsn-ü kelâm: sözdeki güzellik (bk. ḥ-s-n; k-l-m)
hüsn-ü kerem: ikram etmedeki güzellik (bk. ḥ-s-n; k-r-m)hüsn-ü nur: nurdaki güzellik (bk. ḥ-s-n; n-v-r)
hüsn-ü suret: dış görünüşteki güzellik (bk. ḥ-s-n; ṣ-v-r)hüsn-ü sîret: ahlâktaki güzellik (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)
istihsankârâne: güzel bulup beğenerek (bk. ḥ-s-n)kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâl-i Zât: Zâtındaki mükemmellik (bk. k-m-l)kemâl-i ef’al: fiil ve işlerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l)
kemâl-i sıfât: vasıf ve özelliklerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; v-ṣ-f)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lezzet-i bekà: devamlılık ve kalıcılıktaki lezzet (bk. b-ḳ-y)lezzet-i hayat: hayattaki lezzet (bk. ḥ-y-y)
lezzet-i iman: imandaki lezzet (bk. e-m-n)lezzet-i marifet: ilim ve irfandaki lezzet (bk. a-r-f)
lezzet-i muhabbet: sevgideki lezzet (bk. ḥ-b-b)lezzet-i rahmet: merhametteki lezzet (bk. r-ḥ-m)
lezzet-i vücut: varlıktaki lezzet (bk. v-c-d)lezzet-i şefkat: şefkatteki lezzet (bk. ş-f-ḳ)
mahbub-u lizâtihî: zâtı itibariyle sevilen, bizzat sevilen (bk. ḥ-b-b)mahbûbetün lizâtihâ: bizzat sevilen (bk. ḥ-b-b)
merâtib: mertebeler, derecelermeyil: arzu, istek
meyl-i cinsiyet: tür ve cins yakınlığı açısından meyletmemeziyet: üstün özellikler
mezâhir: göründüğü yerler, aynalar (bk. ẓ-h-r)muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mâsivâ: Allah’ın dışındaki varlıklarmüşâkele-i cinsiye: tür veya soyla ilgili yakınlık, akrabalık
müşâkelet: cinsî yakınlık ve türdeşlikremiz: işaret
sahib-i kemâlât: üstün özellik ve fazilet sahibi (bk. k-m-l)sebeb-i muhabbet: sevginin sebebi (bk. s-b-b; ḥ-b-b)
tasavvur: düşünme, hayal (bk. ṣ-v-r)tebeddül etmek: değişmek
zât: kendisizâtî: zâta ait, öznel

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuz İkinci Söz - Sayfa 843

olan kemâlâtını ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidü’l-Mürselîn ve Sultanü’l-Evliya olan Habîb-i Ekremini sever. Yani, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habîbini sever. Ve kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habîbini ve ihvânını sever. Ve san’atını sevmesiyle, o san’atın dellâl ve teşhircisi olan o Habîbini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı “Maşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar!” diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habîbini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi’ olan o Habîb-i Ekremini ve onun etbâ ve ihvânını sever, muhabbet eder.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum kemâlât, bir Zât-ı Zülcelâlin kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işârâtıdır. Belki, hakikî kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş hüccetine icmâlen işaret ederiz.

Birinci hüccet: Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve “nakkâş” ve “musavvir” gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san’atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san’at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl‑i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.


Bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)Habîb: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b)
Habîb-i Ekrem: Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b; k-r-m)Maşallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış
Seyyidü’l-Mürselîn: peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l)Sultanü’l-Evliya: bütün velilerin sultanı olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. s-l-ṭ; v-l-y)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)bilbedâhe: ap açık bir şekilde
bizzarure: zorunlu olarakcemâl: güzellik (bk. c-m-l)
câmi’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)dellâl: ilancı, duyurucu
delâlet: delil olma, işaret etmedülgerlik: yapı ustalığı
emsâl: benzerler (bk. m-s̱-l)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)etbâ: tabi olanlar, uyanlar
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)fâil: işi yapan (bk. f-a-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hususan: özelliklehüccet: delil
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
ihvân: kardeşleristihsan etmek: beğenmek (bk. ḥ-s-n)
işârât: işaretler, belirtilerkemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâl-i istidat ve kabiliyet: istidat ve kabiliyetin mükemmelliği (bk. k-m-l; a-d-d)kemâl-i san’at ve sıfat: san’at ve sıfattaki mükemmellik (bk. k-m-l; ṣ-n-a; v-ṣ-f)
kemâl-i zât: zâtının mükemmelliği (bk. k-m-l)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mazhar-ı câmi’: kapsamlı görünme yeri (bk. ẓ-h-r; c-m-a)mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mehâsin-i ahlâk: ahlâk güzellikleri (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)muhabbet etmek: sevmek (bk. ḥ-b-b)
musavvir: şekil ve suret verici (bk. ṣ-v-r)münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)nakkaş: işleme ustası (bk. n-ḳ-ş)
nakkaşlık: işleme ustalığı (bk. n-ḳ-ş)nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
remiz: işaretsan’atkârâne: san’atkâra yakışır şekilde (bk. ṣ-n-a)
sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)teşhirci: sergileyici
ulviyet-i mahiyet: mahiyetin yüceliğiumum: bütün
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âyât: âyetler, deliller

<tbody>
</tbody>
 
Üst