Huseyni
Müdavim
Ziya Kazıcı
Prof. Dr., MÜ, İlahiyat Fakültesi, Öğretim Üyesi.
Günümüzde “hoşgörü” diye ifade edilen prensip ve anlayışa eskiden “müsamaha” deniyordu. Sözlüklerde bu kelime “görmezliğe gelme, aldırmama, bir kabahatlıya karşı şiddet göstermeyip geçivermek”1 şeklinde manalandırılmaktadır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında Selçuklu-Bizans sınırlarında ortaya çıkan küçük bir beylikti. Bu beylik, kuruluşundan kısa müddet sonra büyüyerek, tarihin akışını değiştirecek derecede kudretli bir devlet haline geldi. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak bölgeye, İslam-Türk damgasını vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hala devam etmektedir. Tarihçiler, bunu henüz izah edilememiş bir mesele olarak görmektedirler.
Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesi ve şartların gerektirdiği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti, sağlam temeller üzerine bina edip geliştirdiği ve kemal mertebesine ulaştırdığı müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkanını buldu. Devletin, hayatiyet sırlarını oluşturan ve onu, Anadolu’daki diğer beyliklere göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de şüphesiz ki hoşgörü adını verdiğimiz anlayıştır.
Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinat eden yapısı ile şer’i hukuku hem nazari, hem de ameli bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,2 bu anlayışını devletin bütün sistem ve organlarında da devam ettiriyordu. Zira “bu devlette din asıl, devlet ise onun bir fer’i olarak görülmüştür”.3 Bu bakımdan devletin sosyal bünyesini bu prensibe göre organizesi normal karşılanmalıdır. Bu hoşgörü anlayışı sebebiyledir ki, Osmanlılar, Balkanlarda idarelerine aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale etmedikleri gibi, onların her türlü baskıdan da kurtarmışlardı.
İslam’ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak ettiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlandığı ve emirlerini gereğini yapmaya çalıştığı bu yeni dinin, başka dinden olanlara karşı toleranslı davranma prensibini de benimsemişti. Onların bu konudaki rehberleri bizzat Kur’an-ı Kerim idi.
İslam, Müslümanları fethettikleri topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile batıl arasındaki farkları, inançlar arasındaki doğru ve orta yolun hangisi olduğunu ortaya koymakla yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olma keyfiyetinin İslami bir hareket tarzı olmadığını söylemekten çekinmez. Tarihte geçmiş olan, pek çok Müslüman devletin idaresi altında sayısız gayr-i müslimin yaşaması ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmesi, böyle bir anlayışın sonucudur.
İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlılar, idareleri altında bulunan gayr-i müslim vatandaşlarının dini hak ve hürriyetlerini koruma hususunda titizlikle hareket ediyorlardı. Bu konuda arşiv belgeleri, Şer’iyye Sicilleri, Piskopos Mukataası Kalemi Defterleri, gayr-i müslim cemaatlara ait olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine adeta şahitlik yapmaktadırlar.
Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve bölgedeki Moğol hakimiyetinin zayıflaması üzerine, Anadolu’daki siyasi birlik ve bütünlük parçalandığından burada, sayıları yirmiye yaklaşan beylikler dönemi başlamıştı. Bu dönemde de gayr-i müslimler için farklı ve olumsuz bir durumun meydana geldiği söylenemez. Bu konu ile ilgili pek çok örnek, XIV. yüzyılda İslam dünyası ile Türklük alemini gezip gören ve buralardaki sosyal yapıyı canlı levhalar halinde günümüze aksettiren Mağripli ibn Batuta (1304-1369) seyahatnamesi ve diğer çağdaş kaynaklarda bulunmaktadır.
Başlangıçta Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Beyliği’nde de durumun farklı olmadığını düşünmek yanlış olmaz. Zira Osmanlıların mensubu bulunduğu din (İslam), onların başka türlü hareket etmelerinde rıza göstermezdi. Gerçekten daha devletin (beyliğin) kuruluşundan itibaren insanlar arasında din farkının gözetilmediğini görüyoruz. Nitekim Hammer, Osman’ın Bey ünvanıyla beyliğin başına geçtiği andan itibaren gayr-i müslim, yani Müslüman olmayan ve hatta kendi vatandaşı bulunmayan insanların haklarını nasıl koruduğunu şu ifadelerle dile getirir:
“Osman, bey ünvanını alıp, beyliğin başına geçtikten sonra ikametgahı olan Karacahisar’da her türlü işlere bakmak ve halk arasında meydana gelen davaları hafta sonu olan Cuma günlerinde karara bağlamak için, bir Molla (Kadı) seçti. Kayınbabası Edebali ve dost silah arkadaşı (kardeşi Gündüzalp, Turgutalp, Hasanalp, ve Aykutalp) ile istişare ettikten sonra, Şeyh Edebali’nin talebesi olan Karaman’lı Dursun Fakih’i imam olarak tayin etti. Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin düzeni koruma görevinin de ona verdi. Bir Cuma günü Germiyan Türk Beyi Alişir’in tebaasından bir Müslüman ile Bilecik Rum liderine bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyan’ın lehine hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede, Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve adaletseverliğinden söz edilmeye başlandı. Bunun sonucunda da halk, Karacahisar pazarına daha çok gel-meye başladı.4 Osmanlıların, Müslüman olmayan vatandaşlarına karşı olan bu hoşgörü ve toleransla hareket etme anlayışı, devletin tarih sayfaları içindeki yerini almasına kadar hiçbir değişikliğe uğramadan devam etti. Hatta bu devletin duraklama ve gerilemesinde, Osmanlı toplumunun yüksek hoşgörüsünün de menfi tesirlerinin olduğu söylenmektedir. Kuruluş ve yükseliş devirlerinde tek devlet idaresine ve huzura kavuşan gayr-i müslimler, gittikçe çoğalmışlar, zenginleşmişler, tamamen hür bir şekilde dini yaşayışlarını, örf ve adetlerini sürdürmüşlerdir. Devlet tarafından cemaat işlerine asla müdahale edilmediği için onlar da din , dil ve milliyetlerini korumuşlardır. Bu esnada Türkler, fetih ve fethedilen yerleri korumakla, başka bir ifade ile askerlikle meşgul idiler. Bu yüzden ticaret ve sanayide gerilemişlerdir.
Üç kıta üzerinde 10-50 derece Kuzey enlemleri ile 10-60 derece Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının (vatandaşının) din, dil, mezhep, ırk gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare edebilmişti.5
Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslimlerin coğrafi dağılışı için iki ayrı tablo çizmek gerekir. Bunlardan biri, gayr-i müslimlerin din ve mezheb bakımından coğrafi dağılışı, diğeri de etnik bakımdan coğrafi dağılıştır. Birinci grup için şöyle bir tablo çizilebilir:
1. Hıristiyanlar
Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlerin din ve mezheb bakımından coğrafi dağılışlarının tafsilatına girmeden onların, etnik bakımdan olan coğrafi dağılışlarını da sadece isim olarak vermek istiyoruz. Buna göre:
Gerek arşiv belgelerinden, gerekse yerli ve yabancı diğer kaynaklardan anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti ve onun asil unsuru olan Müslüman tebaası (vatandaşı), Müslüman olmayan tebaasının haklarına riayet ettiği gibi, bu hakların kullanılması esnasında ortaya çıkacak bir müdahale, ister bir Müslüman, isterse başka bir gayr-i müslimden gelsin fark etmiyordu. Bu konuda birçok belge ve kanunname maddesi bulunmaktadır. Bununla beraber konuyu daha fazla uzatmadan birkaç örnekle yetinmek istiyoruz. 7 Receb 972 (9 Şubat 1565) tarihini taşıyan, Rum Beylerbeyi ile Sivas ve Divriği kadılarına gönderilen bir hükümde, Divriği’ye bağlı bir Hıristiyan köyünden Mehmed ile Himmet adında Müslüman iki sipahinin zimmilere (devletin Müslüman olmayan vatandaşı) haksızlık ettikleri ve köylülerden fazla para aldıkları tespit edildiğinden, bu adamların ellerinden bir daha geri verilmemek şartıyla tımarlarının alınması ve zimmilerin haklarının istirdad edilmesi emrolunmaktadır.7 Bu hükümden anlaşıldığına göre, sipahilerin, Hıristiyan vatandaşlara yaptıkları haksızlık, anında ortadan kaldırıldığı gibi, kanun gereği kendilerine de bir daha tımar verilmemek üzere büyük bir ceza verilmiştir. Dönemin sosyal ve ekonomik şartları göz önüne alındığı zaman bu cezanın ne denli büyük olduğu anlaşılır. Benzer bir hüküm de Çorum Beyi’ne gönderilmiştir. 21 Cemaziyülevvel 972 (25 Aralık 1564) tarihini taşıyan bu hükme göre, 3300 akça tımara tasarrufu olan Veled adındaki sipahi, reayaya zarar vermek ve onlara haksızlık etmek suretiyle yetkilerini aşıyormuş. Durumu, müfettiş kadılar tarafından sabit görüldüğünden, yaptığı haksızlığa uygun bir ceza olarak, kendisinin İstanbul’a gönderilmesi ve kürek cezası ile cezalandırılması emredilmektedir.8 Bu arada Trabzon’da yaşayan Ermeni vatandaşların şikayetleri, muhtemelen bir mezheb farklılığını gündeme getirmiş olmalıdır. Buna göre şikayet sahipleri, eskiden beri kilise ve okullarında hem ayinlerini icra ediyor, hem de çocuklarını okutuyorlarmış. Bu şikayetleri yerinde bulan ilgililer, onların haklarını koruma hususunda gerekenleri yapmaktan geri kalmamışlardı.9
Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslim tebaa, din farklılığının getirdiği bazı uygulamaları (Zekat ile Cizye örneğinde olduğu gibi) bir kenara bırakacak olursak, tamamen Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetlere sahip idiler. Hatta belki Müslümanlardan daha fazla haklara sahip idiler de denebilir. Zira Cizye veren zimmi bir tebaa, askerlik yapmak gibi bir mükellefiyetle karşı karşıya gelmiyordu. O günün şartlarında müessese-ler ile buna bağlı uygulamalar her ne kadar iç içe ve girift bir manzara arz ediyorlarsa da biz, gayr-i müslim hak ve hürriyetlerini:
a. Din, inanç ve düşünce konusundaki hürriyetler,
b. Ekonomik ve sosyal hürriyetler olmak üzere bir tasnife tabi tutabiliriz.
Prof. Dr., MÜ, İlahiyat Fakültesi, Öğretim Üyesi.
Günümüzde “hoşgörü” diye ifade edilen prensip ve anlayışa eskiden “müsamaha” deniyordu. Sözlüklerde bu kelime “görmezliğe gelme, aldırmama, bir kabahatlıya karşı şiddet göstermeyip geçivermek”1 şeklinde manalandırılmaktadır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında Selçuklu-Bizans sınırlarında ortaya çıkan küçük bir beylikti. Bu beylik, kuruluşundan kısa müddet sonra büyüyerek, tarihin akışını değiştirecek derecede kudretli bir devlet haline geldi. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak bölgeye, İslam-Türk damgasını vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hala devam etmektedir. Tarihçiler, bunu henüz izah edilememiş bir mesele olarak görmektedirler.
Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesi ve şartların gerektirdiği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti, sağlam temeller üzerine bina edip geliştirdiği ve kemal mertebesine ulaştırdığı müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkanını buldu. Devletin, hayatiyet sırlarını oluşturan ve onu, Anadolu’daki diğer beyliklere göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de şüphesiz ki hoşgörü adını verdiğimiz anlayıştır.
Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinat eden yapısı ile şer’i hukuku hem nazari, hem de ameli bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,2 bu anlayışını devletin bütün sistem ve organlarında da devam ettiriyordu. Zira “bu devlette din asıl, devlet ise onun bir fer’i olarak görülmüştür”.3 Bu bakımdan devletin sosyal bünyesini bu prensibe göre organizesi normal karşılanmalıdır. Bu hoşgörü anlayışı sebebiyledir ki, Osmanlılar, Balkanlarda idarelerine aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale etmedikleri gibi, onların her türlü baskıdan da kurtarmışlardı.
İslam’ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak ettiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlandığı ve emirlerini gereğini yapmaya çalıştığı bu yeni dinin, başka dinden olanlara karşı toleranslı davranma prensibini de benimsemişti. Onların bu konudaki rehberleri bizzat Kur’an-ı Kerim idi.
İslam, Müslümanları fethettikleri topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile batıl arasındaki farkları, inançlar arasındaki doğru ve orta yolun hangisi olduğunu ortaya koymakla yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olma keyfiyetinin İslami bir hareket tarzı olmadığını söylemekten çekinmez. Tarihte geçmiş olan, pek çok Müslüman devletin idaresi altında sayısız gayr-i müslimin yaşaması ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmesi, böyle bir anlayışın sonucudur.
İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlılar, idareleri altında bulunan gayr-i müslim vatandaşlarının dini hak ve hürriyetlerini koruma hususunda titizlikle hareket ediyorlardı. Bu konuda arşiv belgeleri, Şer’iyye Sicilleri, Piskopos Mukataası Kalemi Defterleri, gayr-i müslim cemaatlara ait olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine adeta şahitlik yapmaktadırlar.
Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve bölgedeki Moğol hakimiyetinin zayıflaması üzerine, Anadolu’daki siyasi birlik ve bütünlük parçalandığından burada, sayıları yirmiye yaklaşan beylikler dönemi başlamıştı. Bu dönemde de gayr-i müslimler için farklı ve olumsuz bir durumun meydana geldiği söylenemez. Bu konu ile ilgili pek çok örnek, XIV. yüzyılda İslam dünyası ile Türklük alemini gezip gören ve buralardaki sosyal yapıyı canlı levhalar halinde günümüze aksettiren Mağripli ibn Batuta (1304-1369) seyahatnamesi ve diğer çağdaş kaynaklarda bulunmaktadır.
Başlangıçta Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Beyliği’nde de durumun farklı olmadığını düşünmek yanlış olmaz. Zira Osmanlıların mensubu bulunduğu din (İslam), onların başka türlü hareket etmelerinde rıza göstermezdi. Gerçekten daha devletin (beyliğin) kuruluşundan itibaren insanlar arasında din farkının gözetilmediğini görüyoruz. Nitekim Hammer, Osman’ın Bey ünvanıyla beyliğin başına geçtiği andan itibaren gayr-i müslim, yani Müslüman olmayan ve hatta kendi vatandaşı bulunmayan insanların haklarını nasıl koruduğunu şu ifadelerle dile getirir:
“Osman, bey ünvanını alıp, beyliğin başına geçtikten sonra ikametgahı olan Karacahisar’da her türlü işlere bakmak ve halk arasında meydana gelen davaları hafta sonu olan Cuma günlerinde karara bağlamak için, bir Molla (Kadı) seçti. Kayınbabası Edebali ve dost silah arkadaşı (kardeşi Gündüzalp, Turgutalp, Hasanalp, ve Aykutalp) ile istişare ettikten sonra, Şeyh Edebali’nin talebesi olan Karaman’lı Dursun Fakih’i imam olarak tayin etti. Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin düzeni koruma görevinin de ona verdi. Bir Cuma günü Germiyan Türk Beyi Alişir’in tebaasından bir Müslüman ile Bilecik Rum liderine bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyan’ın lehine hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede, Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve adaletseverliğinden söz edilmeye başlandı. Bunun sonucunda da halk, Karacahisar pazarına daha çok gel-meye başladı.4 Osmanlıların, Müslüman olmayan vatandaşlarına karşı olan bu hoşgörü ve toleransla hareket etme anlayışı, devletin tarih sayfaları içindeki yerini almasına kadar hiçbir değişikliğe uğramadan devam etti. Hatta bu devletin duraklama ve gerilemesinde, Osmanlı toplumunun yüksek hoşgörüsünün de menfi tesirlerinin olduğu söylenmektedir. Kuruluş ve yükseliş devirlerinde tek devlet idaresine ve huzura kavuşan gayr-i müslimler, gittikçe çoğalmışlar, zenginleşmişler, tamamen hür bir şekilde dini yaşayışlarını, örf ve adetlerini sürdürmüşlerdir. Devlet tarafından cemaat işlerine asla müdahale edilmediği için onlar da din , dil ve milliyetlerini korumuşlardır. Bu esnada Türkler, fetih ve fethedilen yerleri korumakla, başka bir ifade ile askerlikle meşgul idiler. Bu yüzden ticaret ve sanayide gerilemişlerdir.
Üç kıta üzerinde 10-50 derece Kuzey enlemleri ile 10-60 derece Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının (vatandaşının) din, dil, mezhep, ırk gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare edebilmişti.5
Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslimlerin coğrafi dağılışı için iki ayrı tablo çizmek gerekir. Bunlardan biri, gayr-i müslimlerin din ve mezheb bakımından coğrafi dağılışı, diğeri de etnik bakımdan coğrafi dağılıştır. Birinci grup için şöyle bir tablo çizilebilir:
1. Hıristiyanlar
a. Katolikler
2. Museviler Latinler (ayin ve ibadetlerini Latince yapan Avrupa milletleri)
Katolik Ermeniler
Katolik Gürcüler
Katolik Süryaniler
Kildaniler
Maruniler
Kıptiler
Katolik Rumlar
b. Katolik olmayanlar Katolik Ermeniler
Katolik Gürcüler
Katolik Süryaniler
Kildaniler
Maruniler
Kıptiler
Katolik Rumlar
Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian, ve Bogomiller)
Gregoryenler
Nasturiler
Yakubiler
Melkitler
Mandeiler
Gregoryenler
Nasturiler
Yakubiler
Melkitler
Mandeiler
a. Rabbaniler
b. Karailer
c. Samiriler
3. Sabiiler b. Karailer
c. Samiriler
Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlerin din ve mezheb bakımından coğrafi dağılışlarının tafsilatına girmeden onların, etnik bakımdan olan coğrafi dağılışlarını da sadece isim olarak vermek istiyoruz. Buna göre:
1. Rumlar
2. Yunanlılar
3. Bulgarlar
4. Pomaklar
5. Sırplar
6. Hırvatlar
7. Karadağlılar
8. Bosnalılar
9. Arnavutlar
10. Macarlar
11. Polonyalılar
12. Çingeneler
13. Ermeniler
14. Gürcüler
15. Süryaniler
16. Kildaniler
17. Araplar (Maruni, Melkit vs.)
18. Yahudiler
19. Romenler
20. Türkler (Gagavuzlar)
21. Kıptiler
22. Habeşler 6
Verdiğimiz bu tablolardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti, gerek din, gerek mezheb gerekse ırk bakımından birbirlerinden farklı pek çok unsuru idare edi-yordu. Özellikle ulaşım bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında bunca farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip insanı idare etmek ve bir arada insanca yaşamalarını temin etmek zannedildiği kadar kolay değildi. 2. Yunanlılar
3. Bulgarlar
4. Pomaklar
5. Sırplar
6. Hırvatlar
7. Karadağlılar
8. Bosnalılar
9. Arnavutlar
10. Macarlar
11. Polonyalılar
12. Çingeneler
13. Ermeniler
14. Gürcüler
15. Süryaniler
16. Kildaniler
17. Araplar (Maruni, Melkit vs.)
18. Yahudiler
19. Romenler
20. Türkler (Gagavuzlar)
21. Kıptiler
22. Habeşler 6
Gerek arşiv belgelerinden, gerekse yerli ve yabancı diğer kaynaklardan anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti ve onun asil unsuru olan Müslüman tebaası (vatandaşı), Müslüman olmayan tebaasının haklarına riayet ettiği gibi, bu hakların kullanılması esnasında ortaya çıkacak bir müdahale, ister bir Müslüman, isterse başka bir gayr-i müslimden gelsin fark etmiyordu. Bu konuda birçok belge ve kanunname maddesi bulunmaktadır. Bununla beraber konuyu daha fazla uzatmadan birkaç örnekle yetinmek istiyoruz. 7 Receb 972 (9 Şubat 1565) tarihini taşıyan, Rum Beylerbeyi ile Sivas ve Divriği kadılarına gönderilen bir hükümde, Divriği’ye bağlı bir Hıristiyan köyünden Mehmed ile Himmet adında Müslüman iki sipahinin zimmilere (devletin Müslüman olmayan vatandaşı) haksızlık ettikleri ve köylülerden fazla para aldıkları tespit edildiğinden, bu adamların ellerinden bir daha geri verilmemek şartıyla tımarlarının alınması ve zimmilerin haklarının istirdad edilmesi emrolunmaktadır.7 Bu hükümden anlaşıldığına göre, sipahilerin, Hıristiyan vatandaşlara yaptıkları haksızlık, anında ortadan kaldırıldığı gibi, kanun gereği kendilerine de bir daha tımar verilmemek üzere büyük bir ceza verilmiştir. Dönemin sosyal ve ekonomik şartları göz önüne alındığı zaman bu cezanın ne denli büyük olduğu anlaşılır. Benzer bir hüküm de Çorum Beyi’ne gönderilmiştir. 21 Cemaziyülevvel 972 (25 Aralık 1564) tarihini taşıyan bu hükme göre, 3300 akça tımara tasarrufu olan Veled adındaki sipahi, reayaya zarar vermek ve onlara haksızlık etmek suretiyle yetkilerini aşıyormuş. Durumu, müfettiş kadılar tarafından sabit görüldüğünden, yaptığı haksızlığa uygun bir ceza olarak, kendisinin İstanbul’a gönderilmesi ve kürek cezası ile cezalandırılması emredilmektedir.8 Bu arada Trabzon’da yaşayan Ermeni vatandaşların şikayetleri, muhtemelen bir mezheb farklılığını gündeme getirmiş olmalıdır. Buna göre şikayet sahipleri, eskiden beri kilise ve okullarında hem ayinlerini icra ediyor, hem de çocuklarını okutuyorlarmış. Bu şikayetleri yerinde bulan ilgililer, onların haklarını koruma hususunda gerekenleri yapmaktan geri kalmamışlardı.9
Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslim tebaa, din farklılığının getirdiği bazı uygulamaları (Zekat ile Cizye örneğinde olduğu gibi) bir kenara bırakacak olursak, tamamen Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetlere sahip idiler. Hatta belki Müslümanlardan daha fazla haklara sahip idiler de denebilir. Zira Cizye veren zimmi bir tebaa, askerlik yapmak gibi bir mükellefiyetle karşı karşıya gelmiyordu. O günün şartlarında müessese-ler ile buna bağlı uygulamalar her ne kadar iç içe ve girift bir manzara arz ediyorlarsa da biz, gayr-i müslim hak ve hürriyetlerini:
a. Din, inanç ve düşünce konusundaki hürriyetler,
b. Ekonomik ve sosyal hürriyetler olmak üzere bir tasnife tabi tutabiliriz.