Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Osmanlı Akılcılığı
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 231696" data-attributes="member: 27"><p><strong>Yüz Elli Yılda Değişmeden Devam Eden Bir Sistem </strong></p><p><strong></strong></p><p>Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de Osmanlı yönetim sisteminde genellikle sık sık yaşadığımız gibi “Ali yazar Veli bozar” ilkelliğinin değil, tersine istikrarın, geleneğe bağlılığın, müesseseleşmenin ve akılcılık üzerinde ısrarın geçerli kılınmasıdır. Gerçekten yukarıda ana hatları verilen yönetim tarzı çok sağlıklı şekilde yüz elli yıl, belli özelliklerini taşır şekilde ise yüzlerce yıl ayakta kalabilmiştir. </p><p></p><p></p><p> Sistemdeki bu derinlik ve yapısallaşmayı çok sayıda araştırmacı vurguladığı gibi doğrudan doğruya Enderundan yetişmiş kişiler de vurgular. Bunlardan biri Menavino’dur. Bu kişi bizzat kendi öyküsünü anlatır. Ricaut ise sultanın hizmetinde on dokuz yıl kalan ve büyük mevkilere gelen bir Lehden öğrendiklerini aktarır. Bu belgelerin yazılış tarihleri arasında yüz elli yıllık fark olmasına karşın anlatılan temel özellik aynıdır. Menavino, Silah ve süvarilik eğitimlerine değinmez, ama kaçtığı zaman, gözü pek olmasa da oldukça iyi yetişmiş bir binici olduğunu ortaya koyar. Menavino’dan yirmi yıl kadar sonra, Postel bu eğitimi daha ayrıntılı olarak yazar. Postel’in bu bilgileri, bir yerde yetkili kaynak olarak tanımladığı Cabazolles adındaki Fransız İçoğlanından almış olması muhtemeldir. (Lybyer, s. 78) </p><p></p><p></p><p> İçoğlanlarına savaş sanatı öğretilir, atıcılık ve binicilïk dersleri verilirdi. Kanuni, İçoğlanlarının binicilikteki gelişmelerini izlemekten özel zevk duyar, beğendiği bir İçoğlanını yanına çağırtır, onunla konuşur ve armağanlar verirdi. Ayrıca, eski bir Doğu geleneği uyarınca her İçoğlanına bir zenaat da öğretilirdi. Bunun amacı da, hiç kuşkusuz gerektiği zaman bu yoldan geçimini sağlayabilmesiydi. </p><p></p><p></p><p>Menavino, seksen ila yüz gencin yetiştirildiği Yeni Odadaki öğrenim sistemini anlatır. “Çocuk o okulda beş altı gün kaldıktan sonra, alfabe öğretilmeye başlanır. Okulda dört öğretmen vardır. Bunlardan biri eğitimin ilk yılında çocuklara okuma öğretir. Bir başkası Arapça Kur’an öğretir ve tefsirler yapar. Üçüncü öğretmen, Farsça kitaplar okutur. Öğrencilerin bir kısmı biraz Farsça yazı öğrenirler, ama öğretmenler yazma öğretmeyi pek istemez. Dördüncü öğretmen ise, edebi değeri olan ve olmayan çeşitli Arapça kitaplar okutur”. Başlangıçtan itibaren, çalışma karşılığı ödeme yapılması gibi ödüllendirmelerin bulunması ilginçtir. Menavino şöyle sürdürür: “Bu çocuklara, ilk yıl günde iki, ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akça harçlık verilir ve bu harçlık her yıl artar. Yılda iki kez kırmızı bağ, yaz için de beyaz giysi verilir.” Postel, çocukların Arapça ve Türkçe yazı ile hukuk öğrendiklerini belirtir. Ricaut da, temel öğretim amacının, hukuk ve başta Kur’an olmak üzere din kitaplarını incelemek için okuma yazma öğretmek olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Arapça’nın hukukçuların yazılarını okumak ve din bilgisi edinmek için, Farsça öğretilir. </p><p></p><p></p><p> Yirmi beş yaşına basan her İçoğlanı okuldan çıkarılırdı. İç Odadan geçenler derhal Müteferrikada görev alır veya valiliklere atanırlardı. Gençlerin çoğunluğu Saray Sipahisi olurdu. Okuldan ayrılanlar için bir veda töreni düzenlenirdi. Sultan hepsiyle tek tek görüşür, ne yapacaklarını söyler ve yeni görevinde gereği gibi davranmasını öğütler ve onları yüreklendirirdi. Her birine işlemeli bir kaftan hediye eder ve kendi cins atlarından bir at verirdi. </p><p></p><p></p><p> <strong>Liyakati Esas Alan Sistem </strong></p><p><strong></strong></p><p>Akılcılığın başta gelen ilkelerinden biri de her konuda liyakatin esas alınmasıdır. Bu konu devlet yönetiminin belli bir alanı ise daha da hayati olur. Akılcılık, herhangi bir din, ırk, kabile, parti, ekol veya mezhebin üyesi olduğu için değil, o işe liyakati olduğu için insanların istihdam edilmesini gerektirir. İnsan istihdamı konusunda zamanımızda yaşanan akıldışılıklar ister istemez insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hatta tüm tarihimiz de mi böyleydi diye genel olarak tarihi hakkında da antipati beslemesine neden oluyor. İnsan ister istemez, Türk-İslam tarihinin tüm dönemlerinde de personel istihdamında hep ideolojik bağnazlık, yakın veya parti kayırmacılığı, yağcılık ve dalkavukluk gibi akıldışı faktörler mi belirleyici olmuştur acaba, diye sormadan edemiyor. Ancak tarihimizin en iyi bilinen dönemlerinden 15-17.yy’ları arasında hiç olmazsa insan istihdamı konusunda ileri düzeyde bir akılcılığın uygulandığını bilmemiz insanı gerçekten rahatlatan ve sevindiren bir gelişme. Bir Batılı yazar bu konuda bize ayrıntılı bilgi verir. Yine ondan özetleyerek izleyelim: </p><p></p><p></p><p> Osmanlı yönetim sistemi başından sonuna kadar, liyakati ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü özlemi doyuracak biçimde düzenlenmişti. Devlet yönetimi için saraylarda özel olarak yetiştirilen gençleri biri manevi, diğeri maddi olmak üzere iki paralel ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma Enderunda bir sınıftan ötekine yükseltmek ve en yetenekli ve uygun şartlarda olanların sultanın kişisel hizmetinden Has Odaya terfi ettirilmesiyle gerçekleşirdi. Bu oda kademesine gelenler, on iki yönetim görevinden birine veya daha yüksek görevlere terfi ettirilirdi. Acemioğlanlar sürekli gözetim altında tutularak ve sınanarak, bu işlem yürütülür, gençler aşama aşama yükseltilir ve mevkileri yükseldikçe onlara daha fazla sorumluluk verilirdi. Parasal ödüllendirme ise, İçoğlanlarının Enderuna girdiği anda başlardı. O dönemde verilen para, kalifiye olmayan bir işçinin gündeliği kadardı. Bu para her yıl arttırılır ve Has Oda kademesine gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. Birinci aşamada, Acemioğlanların ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. O aşamadan sonra, yavaş yavaş artardı. Hepsinin yiyeceği, yatacağı, giyeceklerinin bir kısmı karşılanır ve başarı ve liyakatine göre içlerinden özel ihsanlar alanlar da olurdu. </p><p></p><p></p><p> Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En düşük rütbedeki Yeniçeri, yükselmeyi umut edebilir, ya kendi birliğindeki hiyerarşik düzen içinde terfi eder ya da süvari olmak veya faal yönetici olmak üzere birliğinden alınarak yükseltilirdi. Enderundan geçmiş İçoğlanları, büyük ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi. Gerçekten de, sadrazam hemen hemen sultanın tüm gücüne sahipti. Sık ve çetin savaşlar, pek seyrek olmayan aziller ve idamlar yüzünden verilen kayıplar, alt kademelerdekilere yükselme fırsatı verirdi. Fetihler de sürekli olarak yeni görevler ve kumandanlıklar icad edilmesine neden oluyordu. Deyim yerindeyse, Yönetim kurumunun tümü, sürekli kaynama durumundaydı. Bu kaynamanın içinde insan zerreleri hızla en tepeye yükseliyordu. </p><p></p><p></p><p> Yükselme, kesinlikle raslantısal veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi. Arada bir bu düzenin bozulduğu, göze girmenin yükselmede rol oynadığı olurdu, ama bu olay, Kanuni’nin padişahlığı sona erinceye kadar çok ender görülen bir olaydı. Kimi zaman da, savaşta çok fazla kayıp verildiği için geçici bir kargaşa görülür, ama çok geçmeden düzen yeniden kurulurdu. Tarihin hiçbir döneminde, Osmanlı Yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasal kurum olmadığına inanmak gerekir. Atina demokrasisi, benzersiz bir ortalama zeka ve akıl düzeyi tutturmuştu, ama bu demokrasi yönetiminde olağanüstü zeka, olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür demokrasiler de, yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Bu sistemler bütünü itibariyle Osmanlı sisteminden üstündür, çünkü kapsamlıdır ve bireysel özgürlük vardır; ama salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa, Osmanlı Yönetim kurumu, Atina demokrasisiyle de, bugünkü demokrasilerle de yarışabilecek durumdadır. (Lybyer, 1987, s. 84) </p><p></p><p></p><p> Kanuni dönemini anlatan bir Batılı yazar tüm yöneticilerin tamamen kendi liyakatlerine dayalı olarak yükseldiklerini, bu yükselmede en ufak bir kayırmanın söz konusu olmadığını vurgular. Kanuni’yle görüşen Busbecq, tespit ettiği izlenimlerini şöyle anlatır: “Oradaki büyük kalabalık içinde, mevkiini kişisel değer ve liyakatinden başka bir şeye borçlu olan kimse yoktu. Türkler, insanlara kalıtımsal ayrıcalık tanımazlar, bu ayrıcalıklar kişilerin kamu hizmetindeki yararlılık ve değerleriyle belirlenir. Kimse yükselmek için başkala-rıyla mücadele etmez. Herkesin yeri, yaptığı işlerle saptanır. Sultan birini göreve atarken, servetine veya mevkiine bakmadığı gibi, başkalarının önerilerine veya kişilerin ünlü veya ünsüz olmasına da bakmaz. Herkesi kendi liyakatine göre değerlendirir, karakterini, yeteneğini, davranışlarını ve eğilimlerini sınayarak karar verir. Yüksek kademedeki görevlerin sadece yetenekli kişilere verilmesini sağlayan bu sistemde, insanlar liyakatleri oranında yükselirler. Türkiye’deki herkes, soyluluğunu ve mevkiini kendisi elde eder. Sonucu kendi elinde olan bu durumu isterse yükseltebilir, başaramazsa fırsatları tüketir. Sultandan en yüksek görevleri alanların çocuğu, çobanların veya sığırtmaçların oğullarıdır ve babalarından utanmak şöyle dursun, soylu bir ailenin çocuğu olmaya hiçbir şey borçlu olmadıkları için bu durumlarıyla övünürler. Kişilerdeki üstün niteliklerin anadan doğma ya da kalıtımsal olduğuna inanmazlar, bu nitelik ve üstünlüklerin babadan oğula aktarılabileceğini düşünmezler, bunların biraz tanrı vergisi, büyük ölçüde de iyi yetişme, çok çalışma ve çaba sonucunda gerçekleştiğine inanırlar. Üstün nitelik ve mevkilerin, müzik, matematik ve benzeri yetenekler gibi babadan oğula veya varise geçmeyeceğini, akıl ve zekanın babadan kaynaklanmadığını, bu nedenle de oğulun ille de babasının karakterinde olması gerekmediğini, akıl ve zekanın Tanrı vergisi olup doğrudan o kişiye bahşedildiğini ileri sürerler. Bu yüzden Türklerde, onur payeleri, rütbeler, yüksek mevkiler, yetenek ve hizmetin karşılığında verilenler birer ödüldür. Kişi dürüst değilse, tembelse dikkatsiz ve özensiz ise, merdivenin en alt basamağında kalır, çünkü Türkiye’de bu nitelikler onurlandırılmaz! </p><p></p><p></p><p> “İşte bu yüzden Türkler bütün girişimlerinde başarılıdırlar, başkalarını egemenlikleri altına alırlar ve imparatorluklarının sınırlarını günden güne genişletirler. Bizler bu görüşte değiliz, bizde liyakate yer yoktur, her şeyin standardını kişinin doğduğu şartlar belirler. Kamu hizmetinde yükselme-nin tek yolu, soylu doğmaktan geçer.” (Ge-niş bilgi için bkz: Lybyer, 1987, s. 86, 87) </p><p></p><p></p><p> Sonuç olarak; Osmanlı toplumu gibi büyük işleri başarmamız ve yepyeni bir uygarlık var edebilmemiz için yeniden ve pazarlıksız olarak akılcılığa dönmek zorundayız. Doğal içgüdülerimizin, ideolojik saplantılarımızın, hazcılığımızın, çıkarcılığımızın, bencilliğimizin, ırkçılığımızın, başkalarını gereksiz kendimizi üstün görme hastalığımızın, ideolojik saplantı ve ideolojik körlüğümüzün üstesinden gelerek o duyguları bastırmalı, bunların yerine akli ve ahlaki ilkeleri ikame etmeliyiz. Liyakate değer vermeyi, bilim adamına saygı duyup onun önerileri doğrultusunda hayatı dizayn etmeyi, yardımseverlik, sevgi ve beraber yaşama uzlaşmacılığını, taviz verebilme erdemliliğini bir ahlaki ve akli ilke olarak derinleştirme zorundayız. Aksi takdirde doğa yasalarına muhalefetten yok olup gitmekten kendimizi kurtaramayız.</p><p></p><p></p><p><strong><a href="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=65" target="_blank">KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye</a></strong></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 231696, member: 27"] [B]Yüz Elli Yılda Değişmeden Devam Eden Bir Sistem [/B] Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de Osmanlı yönetim sisteminde genellikle sık sık yaşadığımız gibi “Ali yazar Veli bozar” ilkelliğinin değil, tersine istikrarın, geleneğe bağlılığın, müesseseleşmenin ve akılcılık üzerinde ısrarın geçerli kılınmasıdır. Gerçekten yukarıda ana hatları verilen yönetim tarzı çok sağlıklı şekilde yüz elli yıl, belli özelliklerini taşır şekilde ise yüzlerce yıl ayakta kalabilmiştir. Sistemdeki bu derinlik ve yapısallaşmayı çok sayıda araştırmacı vurguladığı gibi doğrudan doğruya Enderundan yetişmiş kişiler de vurgular. Bunlardan biri Menavino’dur. Bu kişi bizzat kendi öyküsünü anlatır. Ricaut ise sultanın hizmetinde on dokuz yıl kalan ve büyük mevkilere gelen bir Lehden öğrendiklerini aktarır. Bu belgelerin yazılış tarihleri arasında yüz elli yıllık fark olmasına karşın anlatılan temel özellik aynıdır. Menavino, Silah ve süvarilik eğitimlerine değinmez, ama kaçtığı zaman, gözü pek olmasa da oldukça iyi yetişmiş bir binici olduğunu ortaya koyar. Menavino’dan yirmi yıl kadar sonra, Postel bu eğitimi daha ayrıntılı olarak yazar. Postel’in bu bilgileri, bir yerde yetkili kaynak olarak tanımladığı Cabazolles adındaki Fransız İçoğlanından almış olması muhtemeldir. (Lybyer, s. 78) İçoğlanlarına savaş sanatı öğretilir, atıcılık ve binicilïk dersleri verilirdi. Kanuni, İçoğlanlarının binicilikteki gelişmelerini izlemekten özel zevk duyar, beğendiği bir İçoğlanını yanına çağırtır, onunla konuşur ve armağanlar verirdi. Ayrıca, eski bir Doğu geleneği uyarınca her İçoğlanına bir zenaat da öğretilirdi. Bunun amacı da, hiç kuşkusuz gerektiği zaman bu yoldan geçimini sağlayabilmesiydi. Menavino, seksen ila yüz gencin yetiştirildiği Yeni Odadaki öğrenim sistemini anlatır. “Çocuk o okulda beş altı gün kaldıktan sonra, alfabe öğretilmeye başlanır. Okulda dört öğretmen vardır. Bunlardan biri eğitimin ilk yılında çocuklara okuma öğretir. Bir başkası Arapça Kur’an öğretir ve tefsirler yapar. Üçüncü öğretmen, Farsça kitaplar okutur. Öğrencilerin bir kısmı biraz Farsça yazı öğrenirler, ama öğretmenler yazma öğretmeyi pek istemez. Dördüncü öğretmen ise, edebi değeri olan ve olmayan çeşitli Arapça kitaplar okutur”. Başlangıçtan itibaren, çalışma karşılığı ödeme yapılması gibi ödüllendirmelerin bulunması ilginçtir. Menavino şöyle sürdürür: “Bu çocuklara, ilk yıl günde iki, ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akça harçlık verilir ve bu harçlık her yıl artar. Yılda iki kez kırmızı bağ, yaz için de beyaz giysi verilir.” Postel, çocukların Arapça ve Türkçe yazı ile hukuk öğrendiklerini belirtir. Ricaut da, temel öğretim amacının, hukuk ve başta Kur’an olmak üzere din kitaplarını incelemek için okuma yazma öğretmek olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Arapça’nın hukukçuların yazılarını okumak ve din bilgisi edinmek için, Farsça öğretilir. Yirmi beş yaşına basan her İçoğlanı okuldan çıkarılırdı. İç Odadan geçenler derhal Müteferrikada görev alır veya valiliklere atanırlardı. Gençlerin çoğunluğu Saray Sipahisi olurdu. Okuldan ayrılanlar için bir veda töreni düzenlenirdi. Sultan hepsiyle tek tek görüşür, ne yapacaklarını söyler ve yeni görevinde gereği gibi davranmasını öğütler ve onları yüreklendirirdi. Her birine işlemeli bir kaftan hediye eder ve kendi cins atlarından bir at verirdi. [B]Liyakati Esas Alan Sistem [/B] Akılcılığın başta gelen ilkelerinden biri de her konuda liyakatin esas alınmasıdır. Bu konu devlet yönetiminin belli bir alanı ise daha da hayati olur. Akılcılık, herhangi bir din, ırk, kabile, parti, ekol veya mezhebin üyesi olduğu için değil, o işe liyakati olduğu için insanların istihdam edilmesini gerektirir. İnsan istihdamı konusunda zamanımızda yaşanan akıldışılıklar ister istemez insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hatta tüm tarihimiz de mi böyleydi diye genel olarak tarihi hakkında da antipati beslemesine neden oluyor. İnsan ister istemez, Türk-İslam tarihinin tüm dönemlerinde de personel istihdamında hep ideolojik bağnazlık, yakın veya parti kayırmacılığı, yağcılık ve dalkavukluk gibi akıldışı faktörler mi belirleyici olmuştur acaba, diye sormadan edemiyor. Ancak tarihimizin en iyi bilinen dönemlerinden 15-17.yy’ları arasında hiç olmazsa insan istihdamı konusunda ileri düzeyde bir akılcılığın uygulandığını bilmemiz insanı gerçekten rahatlatan ve sevindiren bir gelişme. Bir Batılı yazar bu konuda bize ayrıntılı bilgi verir. Yine ondan özetleyerek izleyelim: Osmanlı yönetim sistemi başından sonuna kadar, liyakati ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü özlemi doyuracak biçimde düzenlenmişti. Devlet yönetimi için saraylarda özel olarak yetiştirilen gençleri biri manevi, diğeri maddi olmak üzere iki paralel ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma Enderunda bir sınıftan ötekine yükseltmek ve en yetenekli ve uygun şartlarda olanların sultanın kişisel hizmetinden Has Odaya terfi ettirilmesiyle gerçekleşirdi. Bu oda kademesine gelenler, on iki yönetim görevinden birine veya daha yüksek görevlere terfi ettirilirdi. Acemioğlanlar sürekli gözetim altında tutularak ve sınanarak, bu işlem yürütülür, gençler aşama aşama yükseltilir ve mevkileri yükseldikçe onlara daha fazla sorumluluk verilirdi. Parasal ödüllendirme ise, İçoğlanlarının Enderuna girdiği anda başlardı. O dönemde verilen para, kalifiye olmayan bir işçinin gündeliği kadardı. Bu para her yıl arttırılır ve Has Oda kademesine gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. Birinci aşamada, Acemioğlanların ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. O aşamadan sonra, yavaş yavaş artardı. Hepsinin yiyeceği, yatacağı, giyeceklerinin bir kısmı karşılanır ve başarı ve liyakatine göre içlerinden özel ihsanlar alanlar da olurdu. Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En düşük rütbedeki Yeniçeri, yükselmeyi umut edebilir, ya kendi birliğindeki hiyerarşik düzen içinde terfi eder ya da süvari olmak veya faal yönetici olmak üzere birliğinden alınarak yükseltilirdi. Enderundan geçmiş İçoğlanları, büyük ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi. Gerçekten de, sadrazam hemen hemen sultanın tüm gücüne sahipti. Sık ve çetin savaşlar, pek seyrek olmayan aziller ve idamlar yüzünden verilen kayıplar, alt kademelerdekilere yükselme fırsatı verirdi. Fetihler de sürekli olarak yeni görevler ve kumandanlıklar icad edilmesine neden oluyordu. Deyim yerindeyse, Yönetim kurumunun tümü, sürekli kaynama durumundaydı. Bu kaynamanın içinde insan zerreleri hızla en tepeye yükseliyordu. Yükselme, kesinlikle raslantısal veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi. Arada bir bu düzenin bozulduğu, göze girmenin yükselmede rol oynadığı olurdu, ama bu olay, Kanuni’nin padişahlığı sona erinceye kadar çok ender görülen bir olaydı. Kimi zaman da, savaşta çok fazla kayıp verildiği için geçici bir kargaşa görülür, ama çok geçmeden düzen yeniden kurulurdu. Tarihin hiçbir döneminde, Osmanlı Yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasal kurum olmadığına inanmak gerekir. Atina demokrasisi, benzersiz bir ortalama zeka ve akıl düzeyi tutturmuştu, ama bu demokrasi yönetiminde olağanüstü zeka, olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür demokrasiler de, yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Bu sistemler bütünü itibariyle Osmanlı sisteminden üstündür, çünkü kapsamlıdır ve bireysel özgürlük vardır; ama salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa, Osmanlı Yönetim kurumu, Atina demokrasisiyle de, bugünkü demokrasilerle de yarışabilecek durumdadır. (Lybyer, 1987, s. 84) Kanuni dönemini anlatan bir Batılı yazar tüm yöneticilerin tamamen kendi liyakatlerine dayalı olarak yükseldiklerini, bu yükselmede en ufak bir kayırmanın söz konusu olmadığını vurgular. Kanuni’yle görüşen Busbecq, tespit ettiği izlenimlerini şöyle anlatır: “Oradaki büyük kalabalık içinde, mevkiini kişisel değer ve liyakatinden başka bir şeye borçlu olan kimse yoktu. Türkler, insanlara kalıtımsal ayrıcalık tanımazlar, bu ayrıcalıklar kişilerin kamu hizmetindeki yararlılık ve değerleriyle belirlenir. Kimse yükselmek için başkala-rıyla mücadele etmez. Herkesin yeri, yaptığı işlerle saptanır. Sultan birini göreve atarken, servetine veya mevkiine bakmadığı gibi, başkalarının önerilerine veya kişilerin ünlü veya ünsüz olmasına da bakmaz. Herkesi kendi liyakatine göre değerlendirir, karakterini, yeteneğini, davranışlarını ve eğilimlerini sınayarak karar verir. Yüksek kademedeki görevlerin sadece yetenekli kişilere verilmesini sağlayan bu sistemde, insanlar liyakatleri oranında yükselirler. Türkiye’deki herkes, soyluluğunu ve mevkiini kendisi elde eder. Sonucu kendi elinde olan bu durumu isterse yükseltebilir, başaramazsa fırsatları tüketir. Sultandan en yüksek görevleri alanların çocuğu, çobanların veya sığırtmaçların oğullarıdır ve babalarından utanmak şöyle dursun, soylu bir ailenin çocuğu olmaya hiçbir şey borçlu olmadıkları için bu durumlarıyla övünürler. Kişilerdeki üstün niteliklerin anadan doğma ya da kalıtımsal olduğuna inanmazlar, bu nitelik ve üstünlüklerin babadan oğula aktarılabileceğini düşünmezler, bunların biraz tanrı vergisi, büyük ölçüde de iyi yetişme, çok çalışma ve çaba sonucunda gerçekleştiğine inanırlar. Üstün nitelik ve mevkilerin, müzik, matematik ve benzeri yetenekler gibi babadan oğula veya varise geçmeyeceğini, akıl ve zekanın babadan kaynaklanmadığını, bu nedenle de oğulun ille de babasının karakterinde olması gerekmediğini, akıl ve zekanın Tanrı vergisi olup doğrudan o kişiye bahşedildiğini ileri sürerler. Bu yüzden Türklerde, onur payeleri, rütbeler, yüksek mevkiler, yetenek ve hizmetin karşılığında verilenler birer ödüldür. Kişi dürüst değilse, tembelse dikkatsiz ve özensiz ise, merdivenin en alt basamağında kalır, çünkü Türkiye’de bu nitelikler onurlandırılmaz! “İşte bu yüzden Türkler bütün girişimlerinde başarılıdırlar, başkalarını egemenlikleri altına alırlar ve imparatorluklarının sınırlarını günden güne genişletirler. Bizler bu görüşte değiliz, bizde liyakate yer yoktur, her şeyin standardını kişinin doğduğu şartlar belirler. Kamu hizmetinde yükselme-nin tek yolu, soylu doğmaktan geçer.” (Ge-niş bilgi için bkz: Lybyer, 1987, s. 86, 87) Sonuç olarak; Osmanlı toplumu gibi büyük işleri başarmamız ve yepyeni bir uygarlık var edebilmemiz için yeniden ve pazarlıksız olarak akılcılığa dönmek zorundayız. Doğal içgüdülerimizin, ideolojik saplantılarımızın, hazcılığımızın, çıkarcılığımızın, bencilliğimizin, ırkçılığımızın, başkalarını gereksiz kendimizi üstün görme hastalığımızın, ideolojik saplantı ve ideolojik körlüğümüzün üstesinden gelerek o duyguları bastırmalı, bunların yerine akli ve ahlaki ilkeleri ikame etmeliyiz. Liyakate değer vermeyi, bilim adamına saygı duyup onun önerileri doğrultusunda hayatı dizayn etmeyi, yardımseverlik, sevgi ve beraber yaşama uzlaşmacılığını, taviz verebilme erdemliliğini bir ahlaki ve akli ilke olarak derinleştirme zorundayız. Aksi takdirde doğa yasalarına muhalefetten yok olup gitmekten kendimizi kurtaramayız. [B][URL="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=65"]KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye[/URL][/B] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Osmanlı Akılcılığı
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst