Onuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - İkinci Hakikat - Sayfa 102

keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli, içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.

Meselâ, bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.

Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar herşey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.

Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle HAŞİYE-1 ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.

Bu âlemin Mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin te’dibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz


[NOT]Haşiye-1 Evet, aç bir arslan, zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı, kendi çamur yiyerek, yavrusu olan meyvelerine halis süt vermesi, bilbedâhe, nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir Zâtın hesabıyla hareket ettiklerini, kör olmayana gösteriyorlar. Evet, nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârâne ve hakîmâne işler görmesi bizzarure gösterir ki, gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, Onun namıyla işliyorlar.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kerîm: sınırsız ikram, ihsan ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td><td>Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı ve yetkisi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>arz: dünya</td></tr><tr><td>azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>bedaheten: açıkça</td></tr><tr><td>behimiyat: hayvanlar</td><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde</td></tr><tr><td>bizzarure: kaçınılmaz şekilde</td><td>celâl: haşmet, görkem, yücelik, (bk. c-l-l)</td></tr><tr><td>cemil: güzel (bk. c-m-l)</td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>haddi tecavüz: haddi aşma, ileri gitme</td><td>hakîmâne: hikmetli biçimde (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>halis: saf, temiz (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>heybet: saygıyla beraber korku duygusunu uyandıran hal, haşmet</td><td>himaye: koruma</td></tr><tr><td>ikram: bağış, iyilik (bk.k-r-m)</td><td>itaat: emre uyma, boyun eğme</td></tr><tr><td>izzet: değer, kıymet, şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td><td>kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kerem: cömertlik, ikram, lütuf, bağış (bk. k-r-m)</td><td>libas: elbise</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>murassaat: değerli mücevherlerle süslenmiş şeyler</td><td>musannâ: sanatlı (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nebatî: bitkisel</td><td>nefis: can, hayat (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan, esirgeme (bk. r-ḥ-m) </td></tr><tr><td>rahîm: merhametli, şefkatli (bk. r-ḥ-m)</td><td>sündüs-misal: ipekli elbise gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tahtında: altında</td><td>takdim: sunma (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>te’dip: edeplendirme, haddini bildirme</td><td>umumî: genel</td></tr><tr><td>valide: anne</td><td>zerrece: en küçük bir şekilde</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>Şefîk: şefkatli, merhamet eden ve esirgeyen Allah (bk. ş-f-ḳ)</td><td>şuur: bilinç, anlayış, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr><tr><td>şuurkârâne: şuurlu ve bilinçli bir şekilde (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - İkinci Hakikat - Sayfa 103

rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki, bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder.

Demek, o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dar-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zevâl ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş’um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir.

Hem o celâl ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit maruzdur.

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın?
Hem hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla; ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle; ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dar-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyi veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Rahmân-ı Rahîm: kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>azap: acı, sıkıntı, ceza</td><td>celâl: haşmet, görkem, yücelik (bk. c-l-l) </td></tr><tr><td>cereyan eden: meydana gelen</td><td>cüz: kısım, parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dar-ı mücazat: ceza yeri</td><td>dar-ı mükâfat: mükâfat, ödül yeri</td></tr><tr><td>dar-ı saadet: mutluluk yeri</td><td>ekseriya: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elem: acı, sıkıntı</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>gayret: şeref, haysiyet, izzet (bk. ğ-y-r)</td><td>hakikat-i rahmet: rahmetin aslı, esası, gerçek mahiyeti (bk. ḥ-ḳ-ḳ; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hamd: övgü ve şükür (bk. ḥ-m-d)</td><td>hürmet etmek: saygı göstermek (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>hırkat: ayrılık ateşi</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>inkâr etmek: inanmamak, kabul etmemek, yok saymak (bk. n-k-r)</td><td>intifâ: sönme</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>izzet: değer, kıymet, şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>kalb ettirmek: dönüştürmek</td><td>kerem: cömertlik, ikram, lütuf, bağış (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kurûn-u sâlife: geçmiş çağlar</td><td>maruz: tesirinde ve karşısında olma</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mazlum: zulme, haksızlığa uğrayan (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meş’um: uğursuz</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>mukabil: karşılık </td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mütemerrid: inatçı, inanmamakta direnen</td></tr><tr><td>mü’min: iman etmiş, inanmış (bk. e-m-n)</td><td>nıkmet: sıkıntı, azap</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan, esirgeme (bk. r-ḥ-m) </td><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>sille: tokat, şamar</td><td>tecelli: yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tehir edilmek: ertelenmek</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zevâl: geçip gitme, kaybolma (bk. z-v-l)</td><td>zillet: hor, hakir, aşağılanma</td></tr><tr><td>âsi: isyankâr, isyan eden</td><td>şayeste: layık, uygun</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Üçüncü Hakikat - Sayfa 104

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, HAŞİYE-1 zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona burhan mı istersin? Herşeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz’ünde faideler ve hikmetlerin gözetilmesi; hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faideler takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.
Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz


[NOT]Haşiye-1 Evet, “Hiç mümkün müdür ki...” Şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalâlet, istib’addan ileri gelir. Yani, akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte, Haşir Sözünde kat’iyen gösterilmiştir ki, hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina derecesinde müşkülât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir. Ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde suhulet, iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir. Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabirle gösterir, onların ağızlarına bir şamar vurur.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>adalet: her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>burhan: delil</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>cenah-ı himaye: koruyucu kanat</td><td>cereyan eden: meydana gelen</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>cüz’: parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>ehl-i felsefe: felsefe ile uğraşanlar</td><td>ehl-i hidayet: doğru ve hak yolda olanlar (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hüceyrât: hücrecikler</td><td>icra edilmek: yerine getirilmek</td></tr><tr><td>iltica eden: sığınan</td><td>imtina: imkansızlık</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>istib’ad: akıldan uzak görme</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>makuliyet: akla uygunluk</td><td>maslahat: gaye, fayda (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>mizan: ölçü, denge (bk. v-z-n)</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muhaliyet: imkansızlık</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>müşkülât: zorluklar</td><td>mü’min: iman etmiş, inanmış (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>riayet: uyma, gözetme</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>saadet-i uzmâ: en büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>suûbet: zorluk</td></tr><tr><td>sır: gizem, gizli gerçek</td><td>taltif etmek: lütuf ve iyilikte bulunmak (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>tasarruf eden: herşeyi dilediği gibi kullanan ve yöneten (bk. ṣ-r-f)</td><td>tehir edilmek: ertelenmek, sonraya bırakılmak</td></tr><tr><td>tevfik-i hareket eden: uygun davranışta bulunan</td><td>te’dip: edeplendirme</td></tr><tr><td>tuğyan: taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>uzuv: organ</td><td>vücub: kesinlik, gereklilik (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>zerre: atom, en küçük madde parçası</td><td>Âdil: adaletle iş gören, sonsuz adalet sahibi Allah (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âzâ: organlar</td></tr><tr><td>şamar: tokat</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Üçüncü Hakikat - Sayfa 105

bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin dakik programını küçücük bir tohumunda derc etmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.
Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması, nihayet derecede Hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının âyinelerini derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rububiyette hâkim bir hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Hem adalet ve mizanla iş görüldüğüne burhan mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir.
Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun en küçük bir hâcetinin imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun bekà gibi en büyük bir hacetini mühmel bıraksın? En büyük istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin?



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>adl: adalet (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>burhan: delil</td></tr><tr><td>cihâzât: donanım, cihazlar</td><td>daimî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>dakik: ince</td><td>derc etmek: yerleştirmek</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fihriste: içindekiler, indeks</td><td>fihriste-i cihâzât: organların indeksi</td></tr><tr><td>hassas: duyarlı</td><td>hazâin-i rahmet: rahmet hazineleri (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>haşmet: görkem, heybet</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>hâkim: hükmeden, sultan (bk. ḥ-k-m) </td><td>hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td><td>icraat-ı Rububiyet: rububiyetin gereği olan icraatlar, işler (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>ihtiyac-ı fitrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)</td><td>iltica etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>istimdat: yardım isteme</td></tr><tr><td>itaat: emre uyma</td><td>kader: Allah’ın meydana gelecek şeyleri olmadan önce bilip takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>levâzımât: gerekli şeyler</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mizan: ölçü, denge, tartı (bk. v-z-n)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>mühmel bırakmak: ihmal etmek</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbetinde: ölçüsünde (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>sahife-i a’mâl: işlerin kaydedildiği sahife</td><td>sual: istek</td></tr><tr><td>sual edilmek: istenilmek</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taltif: iyilik ve lütufta bulunmak (bk. l-ṭ-f)</td><td>tarihçe-i hayat: özetlenmiş hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>tarz: biçim, şekil</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>ıztırar: çaresizlik</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dördüncü Hakikat - Sayfa 106

Halbuki, şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor. Zira, hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün. Madem şu fâni, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin daimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

Bâb-ı Cûd ve Cemâldir. İsm-i Cevâd ve Cemîlin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz cûd ve sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl, bir dar-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?

Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdit etmek, hadsiz bir cûd ve sehâveti gösterir.
Böyle nihayetsiz bir cûd ve sehâvet, öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dar-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat’î ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Ta zevâl ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem, lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez. Demek, ebedî bir Cenneti, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cûd ve sehâ, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cemîl: bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah (bk. c-m-l)</td><td>Cevâd: sınırsız cömertlik sahibi olan ve çok çok ihsan eden Allah (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>Zât-ı Celîl-i Zülcemâl: sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l)</td><td>Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td><td>belki: aslında, işin doğrusu</td></tr><tr><td>bâb: kapı </td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>cûd: cömertlik, el açıklığı, muhtaçlara iyilikte, yardım ve bağışta bulunma (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli</td><td>dar-ı saadet: mutluluk yurdu</td></tr><tr><td>dar-ı ziyafet: ziyafet yurdu</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>elem: acı, sıkıntı</td></tr><tr><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk olunmak: yaratılmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>ihsan: ikram, bağış iyilik (bk. h-s-n)</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>mahall-i saadet: mutluluk yeri</td></tr><tr><td>mahall-i ziyafet: ziyafet yeri</td><td>mahiyet: esas, nitelik, özellik</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mat’umat: yiyecekler</td></tr><tr><td>mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td><td>mazhariyet: erişme, kavuşma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>misilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)</td><td>mücazat: ceza</td></tr><tr><td>mükâfat: ödül</td><td>mütehayyir: hayrete düşmüş</td></tr><tr><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td><td>müştak âyinedar: Allah’ın güzel isimlerini bir ayna gibi üzerinde aksettiren ve Onun sonsuz güzelliğine düşkün olan insan</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)</td><td>sehâ: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)</td><td>sermedî: sürekli</td></tr><tr><td>sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)</td><td>tecdit: yenileme</td></tr><tr><td>telezzüz eden: lezzetlenen</td><td>zevâl: yokluk, sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zevâl-i elem: acının bitmesi</td><td>zevâl-i lezzet: lezzetin bitmesi</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>Âdil: adalet sahibi, herşeye hakkını veren Allah (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>şâkir: şükreden (bk. ş-k-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dördüncü Hakikat - Sayfa 107

Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Ta, daimî tena’umla o daimî in’âma karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa, zevâl ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehânın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

Hem dahi, meşher-i san’at-ı İlâhiye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilânât-ı Rabbâniyeye dikkat et. HAŞİYE-1Mehâsin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni-i Zülcelâlin kusursuz kemâlâtını, harika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzâr-ı dikkati celb ediyorlar.

Demek, bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır; bu harika san’atlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, “Mâşaallah” diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezahür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekàsı olmayan istihsan edicinin nazarında kemâlâtın kıymeti sukut eder. HAŞİYE-2


[NOT]Haşiye-1 Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musannâ ve murassâ bir meyve, elbette gayet san’atperver, mucizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san’atını zîşuura okutturan bir ilânnamedir. İşte, nebatata hayvanatı dahi kıyas et.

Haşiye-2
Evet, durub-u emsaldendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, “Tuh, ne kadar çirkindir!” der, o güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer, üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi lisanıyla “Ekşidir” der, gümler gider.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>aktâr-ı âlem: âlemin dört bir yanı (bk. a-l-m)</td><td>bekà: kalıcılık, devamlılık ve süreklilik (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>cûd u sehâ: cömertlik (bk. c-v-d)</td><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli</td><td>dellâl: duyurucu, ilan edici</td></tr><tr><td>devam-ı vücud: varlığın devamı (bk. v-c-d)</td><td>durub-u emsal: atasözleri, meşhur sözler</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>enzâr-ı dikkat: dikkatli bakışlar (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>evliya: veliler (bk. v-l-y)</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmettar: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihsan: bağış, ikram (bk. ḥ-s-n)</td><td>ilânname: duyuru</td></tr><tr><td>ilânât-ı Rabbâniye: Allah tarafından gönderilen ve Allah’a işaret eden duyurular (bk. r-b-b)</td><td>in’âm: nimetlendirme (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>istihsan edici: güzel bulan, beğenen (bk. ḥ-s-n)</td><td>kabil-i tevfik: bağdaşan</td></tr><tr><td>kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)</td><td>mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>meftun: aşık</td><td>mehâsin-i rububiyet: Rablığın güzellikleri; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri (bk. ḥ-s-n; r-b-b)</td></tr><tr><td>mehâsin-i san’at: san’at güzellikleri (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td><td>meşher-i san’at-ı İlâhiye: Allah’ın sanat eserlerinin sergilendiği yer (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td></tr><tr><td>minnettarlık: şükran duygusu</td><td>mukteza: gereklilik</td></tr><tr><td>murassâ: süslenmiş</td><td>musannâ: san’atlı (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mu’cizekâr: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td><td>mâşaallah: “Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış”</td></tr><tr><td>münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)</td><td>müttefikan: ittifakla, fikir birliğiyle</td></tr><tr><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td><td>müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nazarında: gözünde</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nefyetmek: inkâr etmek, reddetmek</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>san’atperver: san’ata düşkün (bk. ṣ-n-a)</td><td>sukut etmek: düşmek</td></tr><tr><td>tard etmek: kovmak</td><td>telezzüz: lezzetlenme</td></tr><tr><td>tena’um: nimetlenme (bk. n-a-m)</td><td>tezahür: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>teşhir: sergileme</td><td>zevâl: yokluk, sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dördüncü Hakikat - Sayfa 108

Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz, mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir. Ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş’ar ediyor.HAŞİYE-1 O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.

İşte şu derece âli, nazirsiz, gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vech ile kendi cemâline bakmak; biri, herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşahede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesiyle müşahede etmek ister.
Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

Madem o nihayetsiz sehâvet, cûd, o misilsiz cemâl, hüsün, o kusursuz kemâlât


[NOT]Haşiye-1 Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zevâl ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunması gösterir ki, cemâl onların değil. Belki o cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemâl-i mukaddesin âyâtı ve emârâtıdır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adavet: düşmanlık</td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>cemâl-i mukaddes: kutsal ve kusursuz güzellik (bk. c-m-l; ḳ-d-s) </td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cûd: cömertlik, el açıklığı (bk. c-v-d)</td><td>daimî: sürekli</td></tr><tr><td>define: hazine</td><td>derecât: dereceler</td></tr><tr><td>devam-ı vücut: varlığın devamı (bk. v-c-d)</td><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>emârât: izler, belirtiler</td><td>esmâ: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fenâ: son bulma, ölümlülük (bk. f-n-y)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hafî: gizli</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hodgâm: bencil</td><td>hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>hüsn-ü münezzeh: her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış güzellik (bk. ḥ-s-n; n-z-h) </td></tr><tr><td>inkâr: inanmama, kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>istihfaf: hafife alma</td></tr><tr><td>istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)</td><td>istihsancı: güzel bulan, beğenen (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>iş’ar etmek: bildirmek</td><td>kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâfir: Allah’ı veya Onun kesin olarak emrettiği şeylerden herhangi birini inkâr eden kimse (bk. k-f-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>letâif: güzellikler (bk. l-ṭ-f)</td><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meyletmek: yönelmek</td></tr><tr><td>mikyas: ölçek</td><td>mir’at: ayna</td></tr><tr><td>misilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mukabele: karşılık</td><td>mukaddes: her türlü kusur ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>münezzeh: her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış (bk. n-z-h)</td><td>mütehayyir: hayrete düşen</td></tr><tr><td>müşahede: görme (bk. ş-h-d)</td><td>müştak: düşkün, şiddetle arzulayan, aşık</td></tr><tr><td>nazarıyla: bakışıyla, gözüyle</td><td>nazirsiz: benzersiz (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>sermedî: sürekli, devamlı</td><td>tahkir: hakaret, küçümseme</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme, hayal (bk. ṣ-v-r)</td><td>vecih: yön</td></tr><tr><td>zevâl: gelip geçicilik, kaybolma (bk. z-v-l)</td><td>zira: çünkü</td></tr><tr><td>zâil: yok olup gidici (bk. z-v-l)</td><td>zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td></tr><tr><td>zımnen: gizlice</td><td>âli: yüce</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>âyine-misal: ayna gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>âyât: âyetler, deliller</td><td>şevk: şiddetli istek ve arzu</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Beşinci Hakikat - Sayfa 109

ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz, herkes çabuk gidip kayboluyor. O sehâvetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştahası açılır, fakat yemez, gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

Elhasıl: Nasıl ki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni-i Zülcelâline kat’î delâlet eder. Sâni-i Zülcelâlin de sıfât ve esmâ-i kudsiyesi, dar-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.

BEŞİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Şefkat ve Ubûdiyet-i Muhammediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). İsm-i Mücîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir haceti en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, ummadığı yerden is’âf eden ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden,HAŞİYE-1 en sevgili bir mahlûkundan, en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duayı işitip kabul etmesin?


[NOT]Haşiye-1 Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve hergün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemâlâtına şehadet eden ve kemâl-i itaatle evamirine inkıyad eden; ve arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zâtın sıbğı ile sıbğalansa, yani mânevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbî-i ervahı olsa, elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabbin en büyük abdidir. Hem ekser envâ-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği bekà gibi bir haceti ki, o hacet ise, insanı esfel-i sâfilînden âlâ-yı illiyyîne çıkarıyor; elbette o hacet, en büyük bir hacettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kàdıyu’l-Hâcâttan isteyecek.[/NOT]

<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mücîb: bütün dualara cevap veren Allah (bk. c-v-b)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td></tr><tr><td>arzın nısfı: dünyanın yarısı</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td><td>dar-ı âhiret: âhiret yurdu (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ednâ: önemsiz, basit</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>envâ-ı kâinat: kâinattaki varlıkların türleri (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>esmâ-i kudsiye: Allah’ın kutsal, her türlü kusur ve noksanlıktan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s)</td><td>evamir: emirler</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>icabet etme: cevap verme (bk. c-v-b)</td><td>ihsan: bağış, iyilik, lütuf (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>imdad: yardım </td></tr><tr><td>inkıyad eden: boyun eğen</td><td>is’âf etmek: yardıma koşmak</td></tr><tr><td>iştiha: iştah, fazla arzu ve istek</td><td>kat’i: kesin</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>kemâl-i itaat: tam itaat, emre uyma (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i şefkat: tam ve mükemmel şefkat (bk. k-m-l; ş-f-ḳ)</td><td>kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan-ı hâl ve kal: hal ve konuşma dili</td></tr><tr><td>mahbub-u kulûb: kalplerin sevgilisi (bk. ḥ-b-b)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meyve-i mu’cize: mu’cizenin meyvesi, neticesi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td><td>mürebbî-i ervah: ruhların terbiyecisi (bk. r-b-b; r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>müstahsin: beğenen, güzel bulan (bk. ḥ-s-n)</td><td>müteşekkir: teşekkür eden (bk. ş-k-r)</td></tr><tr><td>müştak: şiddetle arzulayan, düşkün</td><td>nev-i beşerin humsu: insanlığın beşte biri</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>raiyet: halk, tabi olanlar</td></tr><tr><td>saltanat: hükümranlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td><td>sehavet: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>seyrangâh-ı daimî: devamlı gezinti yeri</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sıbğa: boya</td><td>sıfat: vasıf, özellik (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tasarruf eden: herşeyi dilediği gibi idare edip kullanan (bk. ṣ-r-f)</td><td>tecdid-i biat: bağlılık sözünü yenileme</td></tr><tr><td>ubûdiyet-i Muhammediye: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mükemmel kulluğu (bk. a-b-d; ḥ-m-d)</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>şefkat: içten ve karşılıksız sevgi, merhamet (bk. ş-f-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Beşinci Hakikat - Sayfa 110

Evet, meselâ hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve suhuleti gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Sözde izah ettiğim vech ile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: “Bir adada bir içtima var. Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki:

Gel, bu zamandan tecerrüt edip, fikren Asr-ı Saadete ve hayalen Ceziretü’l-Araba gidiyoruz. Ta ki, Resul-i Ekremi (aleyhissalâtü vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp ziyaret ederiz.
Bak: O zât nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesile-i icadıdır.

İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki; güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü, ubûdiyeti ise, ona ittiba eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder. Hem o salât-ı kübrâyı öyle bir cemaat-i uzmâda kılar, niyaz ediyor ki,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Asr-ı Saadet: Peygamberimizin yaşadığı dönem, mutluluk asrı</td><td>Ceziretü’l-Arap: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kâdıyu’l-Hâcât: varlıkların bütün ihtiyaçlarını karşılayan Allah (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>Mâlik: herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k)</td><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bekà: süreklilik, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cemaat-i uzmâ: çok büyük cemaat (bk. c-m-a; a-ẓ-m)</td><td>cezire: yarımada</td></tr><tr><td>efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hidayet: doğru ve hak yolda oluş, İslâmiyet (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslama dayanan benzetmeli hikâye (bk. m-s̱-l)</td><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>ibadet-i ulyâ: en yüce ibadet (bk. a-b-d)</td><td>istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>ittiba: tabi olmak, uymak</td><td>içtima: toplanma (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kabil: mümkün, olabilir</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lütûf: yardım, iyilik, bağış (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>muvafakat: uygunluk</td></tr><tr><td>mükerreren: tekrarlayarak</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) </td><td>niyaz: dua, yalvarma, yakarma</td></tr><tr><td>rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)</td><td>rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>salât-ı kübrâ: en büyük namaz (bk. ṣ-l-v; k-b-r) </td><td>sebeb-i husul: meydana gelme sebebi</td></tr><tr><td>sebeb-i vücud: varlık sebebi (bk. v-c-d)</td><td>suhulet: kolaylık</td></tr><tr><td>sırr-ı ubûdiyet: kulluk sırrı (bk. a-b-d)</td><td>tazammun: içerme, içine alma</td></tr><tr><td>tecerrüt: sıyrılma</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>umum: genel, herkes</td><td>vecih: yön, şekil </td></tr><tr><td>vesile-i icad: varlık vesilesi (bk. v-c-d)</td><td>vesile-i vusul: kavuşma vesilesi</td></tr><tr><td>yaver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m)</td><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi </td></tr><tr><td>ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Beşinci Hakikat - Sayfa 111

güya benî Âdemin Hazret-i Âdem’den asrımıza, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler.HAŞİYE-1

Bak: Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile “Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz” diyorlar. Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki,
blank.gif
1
bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.
Bak: Hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubât-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak: Hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin, Allahümme âmin” dedirtiyor.HAŞİYE-2


[NOT]Haşiye-1 Evet, münacat-ı Ahmediye (a.s.m.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen herbir salâvat dahi, onun duasına birer âmindir. Ve ümmetinin herbir ferdi, herbir namazın içinde ona salât ve selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmindir. İşte, bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle, bütün kuvvetiyle istediği bekà ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına zât-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında âmin diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabule karîn olmasın?

Dipnot-1
bk. Tirmizî, Deavât 30.

Haşiye-2
Evet, şu âlemin Mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurâne, alîmâne, hakîmâne olduğu halde, hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde, ona karşı lâkayt kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm, onun dualarına lâkayt kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin. Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti. Ve göründü ki, şu kâinatın mevcudatı, esmâ-i İlâhiyeyi okutan birer mektubât-ı Samedâniye, birer muvazzaf memur ve bekàya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcutturlar. Eğer o nur olmasaydı, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karma karışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte, şu sırdandır ki, insanlar zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi, Arş ve ferş ve serâdan Süreyyaya kadar bütün mevcudat, onun nuruyla iftihar edip alâkadarlık gösteriyorlar. Zaten ubûdiyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır. Meselâ, bir çekirdeğin hareketi, Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır.
[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Allahümme âmin: ey Allahım kabul eyle (bk. e-m-n)</td><td>Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td></tr><tr><td>Hz. Âdem: (bk. bilgiler)</td><td>Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>abesiyet: faydasızlık, gayesizlik</td><td>alîmâne: herşeyi çok iyi bilerek (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y)</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>beşer: insanlar</td><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>ehl-i arz: yeryüzündekiler</td></tr><tr><td>ehl-i semavat: semâdaki varlıklar; melekler, ruhanîler vb. (bk. s-m-v)</td><td>esfel-i sâfilin: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>fena-yı mutlak: sonsuz yok oluş (bk. f-n-y; ṭ-l-ḳ)</td><td>fizâr-ı istimdatkârâne: yardım dileyerek inleyip ağlamak</td></tr><tr><td>fıtrat-ı insaniyet: insanlığın yaratılışı, tabiatı (bk. f-ṭ-r)</td><td>hakîmâne: hikmetle bir şekilde (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hazinâne: hüzünlü bir şekilde</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hâcet-i amme: genel ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td><td>iktida: uyma</td></tr><tr><td>iştirak etmek: katılmak</td><td>iştirak-ı umumî: genel katılım</td></tr><tr><td>kamet: farz namaza durmadan önce okunan ezan</td><td>karîn: yakın</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kâmil: olgunluk ve kemâl sahibi (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td></tr><tr><td>mahbubâne: sevimli bir şekilde (bk. ḥ-b-b)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mümtaz: üstün, seçkin</td></tr><tr><td>münacat-ı Ahmediye: Peygamberimizin duası (bk. n-c-v; ḥ-m-d)</td><td>müştakane: çok isteyerek, iştiyakla</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>niyaz: istek, dua</td></tr><tr><td>niyaz-ı istirhamkârâne: rahmet dileyerek dua etmek (bk. r-ḥ-m)</td><td>nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>saadet-i bakiye: devamlı, sonsuz bir mutluluk (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>salât: Peygamberimiz için yapılan dua (bk. ṣ-l-v)</td></tr><tr><td>salâvat: Peygamberimize rahmet ve esenlik dileme (bk. ṣ-l-v)</td><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sukut: düşüş </td><td>tasarrufat: herşeyi dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tazarrukârâne: yalvarıp yakararak</td><td>tebaiyet: tabi olma, uyma</td></tr><tr><td>ulvî: yüce</td><td>umumî: genel</td></tr><tr><td>vecd: kendini kaybedercesine İlâhî aşka dalma</td><td>yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>zat-ı Ahmediye: Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)</td><td>âlem: dünya, kâinat (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td><td>âmin: Allahım kabul eyle (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>âmin-i daimî: sürekli tekrarlanan “Allahım kabul eyle!” duası (bk. e-m-n)</td><td>ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler</td></tr><tr><td>Şafiî: İmam-ı Şafiî’nin kurduğu mezhepten olanlar (bk. bilgiler)</td><td>şuurâne: şuurlu bir şekilde (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Beşinci Hakikat - Sayfa 112

Bak: Hem öyle Semî’ ve Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki, bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafi bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder, lisan-ı hâl ile de olsa icabet eder. Öyle suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ve icabet eder ki, şüphe bırakmaz, o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîre mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.

Acaba, bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-ı ubûdiyetini cami’ hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm: herşeyi hakkıyla bilen, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)</td><td>Arş/Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>Basîr: herşeyi gören Allah (bk. b-ṣ-r)</td><td>Fahr-i Kâinat: kâinatın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>Kerîm: sınırsız ikram, lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td><td>Mutasarrıf-ı Alîm: herşeyi bilerek yöneten ve kullanan, sonsuz tasarruf ve yetki sahibi olan Allah (bk. ṣ-r-f; a-l-m)</td></tr><tr><td>Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm: herşeyde istediği gibi tasarruf edebilen ve herşeye gücü yeten, merhamet ve şefkat sahibi Allah (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; r-ḥ-m)</td><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Semî’: herşeyi duyan ve işiten Allah (bk. s-m-a)</td><td>Süreyya: Ülker yıldızı</td></tr><tr><td>abes: gayesiz, faydasız</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>basîrâne: görerek, bilerek (bk. b-ṣ-r)</td><td>bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>cami’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>daavât: dualar (bk. d-a-v)</td><td>dua: Allah’a yalvarma, yakarma (bk. d-a-v)</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>fena-yı mutlak: sonsuz yok oluş (bk. f-n-y; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>ferd-i mümtaz: seçkin insan (bk. f-r-d)</td><td>ferîd-i kevn ü zaman: zamanın ve yaratılan herşeyin bir tanesi (bk. f-r-d; k-v-n)</td></tr><tr><td>ferş: yer</td><td>hafi: gizli</td></tr><tr><td>hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye: Peygamberimizin kulluğunun aslı ve esası (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-b-d; ḥ-m-d)</td><td>harekât: hareketler</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hidemât: hizmetler, vazifeler</td></tr><tr><td>hülasâ-ı ubûdiyet: ibadetin, kulluğun özü (bk. a-b-d)</td><td>icabet etmek: cevap vermek (bk. c-v-b)</td></tr><tr><td>iftihar: övünme</td><td>inkişaf etmek: açığa çıkmak (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td><td>lâkayt: ilgisiz</td></tr><tr><td>mahiyet-i hakikiye: gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mahsus: özel, özgü</td></tr><tr><td>mazhar: sahip, erişmiş (bk. ẓ-h-r)</td><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevcut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muvazzaf: görevli</td><td>mânidar: mânâlı, anlamlı (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>müteveccihen: yönelerek</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>niyaz: dua, yalvarma </td><td>nur: ışık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>rahîmâne: şefkatli ve merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>serâ: yer, dünya</td><td>suret-i hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ṣ-v-r; ḥ-k-m) </td></tr><tr><td>sır: gizli gerçek, gizem</td><td>tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>ubûdiyet-i Ahmediye: Peygamber Efendimizin mükemmel kulluk ve ibadeti (bk. a-b-d; ḥ-m-d)</td><td>zat-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin zâtı, kişiliği (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>zulmet-i evham: vehimler, kuruntular karanlığı (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>âlem: dünya, kâinat (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âmin: Allahım kabul eyle (bk. e-m-n)</td><td>ıttıla: bilgi sahibi olma</td></tr><tr><td>şeref-i nev-i insan: insanlığın şerefi</td><td>şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Beşinci Hakikat - Sayfa 113

Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Cennet istiyor. Hem, mevcudat âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.HAŞİYE-1

Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, Cennetin icadı nasıl ağır olabilir? Demek, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,

لَوْلاٰكَ لَوْلاٰكَ لَمٰا خَلَقْتُ اْلاَفْلاٰكَ
blank.gif
1
sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyeti dahi, öteki dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, misilsiz cemâl-i rububiyet, o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?


[NOT]Haşiye-1 Evet, âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rû-yi zeminde had ve hesaba gelmeyen harika san’at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek ve üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam envâ-ı masnuatı o tek sahifede kemâl-i intizamla yazıp derc etmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntazam Cennetin binasından ve icadından daha müşküldür. Evet, Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati, o Cennetten daha müşküldür ve hayretfezâdır denilebilir.

Dipnot-1
“Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” Ali el-Kâri, Şerhü’ş-Şifâ: 1:6; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:164. Ayrıca el-Hâkim’in el-Müstedrek’inde bu mânâyı teyit eden şu sahih hadis naklediliyor: “Peygamber Efendimiz buyurdu: Allah İsâ’ya (a.s.) şöyle vahyetti, ‘Ey İsâ, Muhammed’e iman et. Ümmetine de emret ki onlardan ona ulaşanlar da iman etsinler. Muhammed olmasaydı Âdem’i yaratmazdım. Muhammed olmasaydı Cennet ve Cehennemi yaratmazdım. Su üzerinde Arşı yarattığımda arş çırpındı. Üzerine Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Resûlullah yazdım, sakinleşti.” (el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:615) Ayrıca bk. et-Taberâni, El-Mu’cemü’l-Evsât, 6:314; et-Taberânî, El-Mu’cemü’s-Sağîr, 2:182; El-Hallâl, es-Sünne, 1:237; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5:489.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḥ-l-ḳ; r-ḥ-m)</td><td>Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) </td></tr><tr><td>bekà: süreklilik, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>cemâl-i rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği (bk. c-m-l; r-b-b)</td><td>dar-ı imtihan: imtihan yeri, dünya</td></tr><tr><td>dar-ı saadet: mutluluk yeri, âhiret</td><td>delâil-i vücud: varlık delilleri (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>derc etmek: yerleştirmek</td><td>envâ-ı masnuat: san’at eseri varlık çeşitleri (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>esbab-ı mucibe: gerektirici sebepler (bk. s-b-b; c-v-b)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h) </td><td>had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak</td></tr><tr><td>hayretfezâ: hayret verici, şaşırtıcı</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hüsn-ü san’at: güzel san’at (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td><td>icabet: cevap verme (bk. c-v-b)</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizam-ı âlem: kâinattaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; a-l-m) </td><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahşer: haşir meydanı, toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>misilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>müşkül: zor</td><td>nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler</td><td>şefaat: bağışlanma için aracılık (bk. (bk. ş-f-a)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Sayfa 114

Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz. HAŞİYE-1 Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubûdiyetiyle de âhiretin kapısını açar.


عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمٰنِ مِلْءَ الدُّنْياٰ وَدَارِ الْجِنَانِ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدّٰارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ وَعَلٰى اِخْوٰانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ اٰمِينَ
blank.gif
1


ALTINCI HAKİKAT

Bâb-ı Haşmet ve Sermediyet olup, ism-i Celîl ve Bâkî cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, bütün mevcudatı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyet, şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âli bir medâr-ı rububiyeti icad etmesin?


[NOT]Haşiye-1 Evet, inkılâb-ı hakaik ittifaken muhaldir. Ve inkılâb-ı hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde, bilbedahe bin derece muhal şudur ki, zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ, nihayetsiz bir cemâl, hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte, şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemâl‑i Rububiyet, cemâl-i Rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte, dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir.

Dipnot-1
Dünya ve Cennetler dolusu Rahmân’ın rahmeti onun üzerine olsun. Allahım! Kulun ve resulün olan, iki cihanın efendisi ve iki âlemin medar-ı iftiharı ve iki dünyanın hayatı ve iki cihan saadetinin vesilesi ve zülcenâheyn ve cin ve insin peygamberi olan şu Habîbine, bütün âl ve ashabına ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Bâkî: yok olmayan, sürekli ve kalıcı olan Allah (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>Celîl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. c-l-l)</td><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>acib: ilginç, şaşırtıcı</td><td>ayn-ı çirkinlik: çirkinliğin ta kendisi</td></tr><tr><td>bilbedahe: açıkça</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>bâtıl: yalan, sahte</td><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>cemâl-i Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliği (bk. c-m-l; r-b-b) </td><td>cüz’î: kıymetsiz, önemsiz (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>daire-i haşmet: haşmet dairesi</td><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>emirber nefer: emre hazır asker</td><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>haşmet: göz kamaştırıcı büyüklük, görkem, heybet</td><td>haşmet-i Rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ifa etmek: yerine getirmek</td><td>inkılâb: değişme, dönüşme</td></tr><tr><td>inkılâb-ı ezdad: zıtların değişmesi</td><td>inkılâb-ı hakaik: gerçeklerin tersine değişmesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ittifaken: fikir birliğiyle, birleşerek</td><td>kat’iyyü’l-vücud: varlığı kesin olma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mahiyet: özellik, nitelik</td><td>medâr-ı Rububiyet: İlâhî rububiyetin cereyan ettiği yer (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meşhud: görünen (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlık</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sermediyet: devamlılık, süreklilik</td><td>sermedî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>teshir eden: boyun eğdiren</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>zerre: atom, en küçük madde parçası</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âli: yüksek, yüce</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Sayfa 115

Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyârâtın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve arzı insana beşik, güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş küre-i arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât gösteriyor ki, perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister.

Halbuki, görüyorsun, mahiyetçe en cami’ ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, muvakkaten toplanmışlar. Misafirhane ise, hergün dolar, boşanır.
Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebeddül eder.

Hem bütün o raiyet, Sâni-i Zülcelâlin kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında, o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre—eğer kaybetmezse—orada bir saadeti vardır. Evet, öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki, şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun.

Şu hakikate şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun. Görüyorsun ki, yol içinde bir han var. Bir büyük zât, o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor. Hem o misafirler, o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>antika: kıymetli sanat eseri</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bende: kul</td><td>cami’: kapsayıcı, kuşatıcı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halis: saf, temiz (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>harekât: hareketler</td><td>haşmetli: görkemli, heybetli</td></tr><tr><td>icraat: faaliyet, iş</td><td>ihsânât: iyilikler, ikramlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>kat’î: kesin olarak</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td></tr><tr><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td><td>mahiyet: esas, nitelik, içyüz</td></tr><tr><td>mazhar: yansıma ve görünme yeri; sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td><td>medar: sebep, vesile, eksen</td></tr><tr><td>mesken: yer, mekan (bk. s-k-n)</td><td>meydan-ı imtihan: imtihan meydanı</td></tr><tr><td>meşher: sergi</td><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td></tr><tr><td>muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td><td>muvakkaten: geçici olarak</td></tr><tr><td>müstemir: yerleşmiş, devamlı</td><td>nazarında: gözünde</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>raiyet: halk</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)</td><td>saltanat-ı rububiyet: Rablık saltanatı (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sermedî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>seyyârât: gezegenler</td><td>suret: şekil, tarz; görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahavvül: değişme</td><td>tahvilât: değişimler</td></tr><tr><td>tayyare-misal: uçak gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>tebeddül etmek: değişmek</td></tr><tr><td>tecrübe-i hizmet: hizmet deneyimi</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>temâşâ: seyretme, bakma</td><td>tenezzüh: gezinti (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>teshirat: itaat ettirmeler</td><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>teşhirgâh: sergi yeri</td><td>vaziyet: durum</td></tr><tr><td>zelil: aşağılık, alçak</td><td>zâil: geçip gidici, yok olucu (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>çarşı-yı âlem: dünya çarşısı (bk. a-l-m)</td><td>şayeste: layık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Birinci Esas - İkinci Esas - Üçüncü Esas Sayfa 116

o nimetlerden pek az bir vakitte, az birşey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zâtın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkatle alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki, o zât, her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirlere yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî, pek âli menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini, kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor. Ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor.

Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen, şu Dokuz Esası anlarsın:

BİRİNCİ ESAS: Anlarsın ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İKİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîmi, onları Dârü’s-Selâma davet eder.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihasını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat ibret içindir,HAŞİYE-1 şükür içindir. Usul-ü daimîsine teşvik içindir; başka, gayet ulvî gayeler içindir.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki müzeyyenat ise,HAŞİYE-2


[NOT]Haşiye-1 Evet, madem herşeyin kıymeti ve dekaik-i san’atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde, müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin suretleri hükmündedirler. Ve madem müşterilerin nazarlarını asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat, bir Rahmân-ı Rahîmin rahmetiyle, sevdiği ibâdına hazırladığı niam-ı Cennetin nümuneleridir denilebilir ve denilir ve öyledir.

Haşiye-2
Evet, herşeyin vücudunun müteaddit gayeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir—ta abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki herşeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır: Birincisi ve en ulvîsi Sâniine bakar ki, o şeye taktığı harika-i san’at murassaâtını, Şâhid-i Ezelînin nazarına resmigeçit tarzında arz etmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, seriüzzevâl lâtif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer harika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamihâ verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez. Demek, herşey, hayatıyla, vücuduyla Sâniinin mucizât-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâlin nazarına arz etmek birinci gayesidir. İkinci kısım gaye-i vücut ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani, herşey, Sâni-i Zülcelâlin birer mektub-u hakaiknümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki, melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arz eder, mütalâaya davet eder. Demek, ona bakan her zîşuura ibretnümâ bir mütalâagâhtır. Üçüncü kısım gaye-i vücut ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki, telezzüz ve tenezzüh ve bekà ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ, azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi, sefine itibarıyla yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait, doksan dokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâniine ait doksan dokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki, birbirine zıt ve münafi görünen hikmet ve iktisat, cûd ve sehâ ve bilhassa nihâyetsiz sehâ ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd ve sehâ hükmeder, ism-i Cevâd tecellî eder. Meyveler, hubublar, o tek gaye nokta-i nazarında bigayri hisabdır; nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecellî eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var; belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki, beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile, sehâ ile içtima ediyor. Meselâ, asker ordusunun bir gayesi temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudut ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcut ancak kâfi gelir; kemâl-i hikmetle muvazenededir. İşte, hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Dârü’s-Selâm: esenlik ve güvenlik yeri olan Cennet (bk. s-l-m)</td><td>Rabb-i Kerîm: sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b; k-r-m)</td></tr><tr><td>Rahmân-ı Rahîm: dünya ve âhirette yarattığı varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>abesiyet: faydasızlık, anlamsızlık</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli</td><td>dekaik-i san’at: sanatın incelikleri (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td><td>elem: acı, üzüntü</td></tr><tr><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>ibret: uyanıklığa sebep olan ders</td><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>kafile-i mahlûkat: yaratıklar, varlıklar topluluğu (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td></tr><tr><td>mahsus: özel</td><td>menzil: yer, mekan (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>müddet: süre</td><td>münhasır: sınırlı, ait</td></tr><tr><td>müstemir: yerleşmiş, devamlı</td><td>müteaddit: birçok, çeşitli</td></tr><tr><td>müzeyyenat: süslenmiş şeyler (bk. ẓ-y-n)</td><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi; insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>niam-ı Cennet: Cennet nimetleri (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>rağbet: düşkünlük, istek</td><td>sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>suret: görüntü, resim (bk. ṣ-v-r)</td><td>suret-i muamele: davranış şekli, görüntüsü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahrip: yıkıp yok etme, bozma</td><td>telezzüz: lezzetlenme, zevklenme</td></tr><tr><td>tenezzüh: gezinti (bk. n-z-h)</td><td>tevehhüm: zan, kuruntu</td></tr><tr><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td><td>ulvî: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>usul-ü daimî: daimî asıllar</td><td>vaziyet: durum</td></tr><tr><td>âli: yüce</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Dördüncü Esas - Sayfa 117

Cennette ehl-i iman için rahmet-i Rahmân ile iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sultan-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin sultanı olan Allah (bk. s-l-ṭ; ẕü; c-l-l) </td><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>abesiyet: faydasızlık, anlamsızlık</td></tr><tr><td>arz etmek: sunmak</td><td>azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>bigayri hisab: hesapsız, sayısız</td><td>bilkuvve: potansiyel, duygu ve kabiliyet halinde</td></tr><tr><td>bitamamihâ: tamamen, bütünüyle</td><td>cûd: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük, kıymetsiz (bk. c-z-e)</td><td>ehl-i iman: inananlar (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)</td><td>gaye-i vücut: varlığın gayesi (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>gayât-ı vücud: var oluş gayeleri (bk. v-c-d)</td><td>harika-i san’at: san’at harikası (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>hubub: tohumlar, taneler</td><td>hükûmet: idare etme (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hıfz-ı hudut: sınırın korunması (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>ibretnümâ: ibret ve ders verici</td></tr><tr><td>iddihar olunmak: depolanmak</td><td>ism-i Cevâd: Allah’ın çok çok bağışta bulunduğunu ve çok cömert olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; c-v-d)</td></tr><tr><td>ism-i Hakîm: Allah’ın herşeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. s-m-v; ḥ-k-m)</td><td>istidad: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>içtima: toplanma (bk. c-m-a)</td><td>kaside-i letâfetnümâ: hoş ve güzel görülen şiir gibi ölçülü herbir yaratık (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>kelime-i hikmet-edâ: hikmet ifade eden kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td><td>kemâl-i hikmet: tam ve mükemmel bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mektub-u hakaiknümâ: gerçekleri gösteren mektup (bk. k-t-b; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>murassaât: süslenmiş şeyler</td><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>mücahede-i a’dâ: düşmanla savaş (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>münafi: zıt, aykırı</td><td>mütalâa: dikkatlice okuma, inceleme</td></tr><tr><td>mütalâagâh: dikkatlice okuma ve inceleme yeri</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>netâic-i hayat: hayatın neticeleri (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)</td><td>rahmet-i Rahmân: rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah’ın rahmeti (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sefine: gemi</td></tr><tr><td>sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ)</td><td>sehâ: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>seriüzzevâl: çabuk yok olup giden (bk. z-v-l)</td><td>suret: görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sırr-ı tevfik: uygunluk sırrı</td><td>taaddüd-ü gayat: gayelerin çokluğu</td></tr><tr><td>tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tefrik edilmek: ayrılmak</td></tr><tr><td>telezzüz: lezzetlenme</td><td>temin-i asayiş: güvenliğin sağlanması</td></tr><tr><td>tenezzüh: gezinti (bk. n-z-h)</td><td>teşhir: sergileme</td></tr><tr><td>ulvî: yüksek, yüce</td><td>zîşuur: şuur sahibi (bk. ẕî; ş-a-r)</td></tr><tr><td>ân-ı seyyâle: bir anda akıp giden zaman dilimi</td><td>âsâr-ı san’at: sanat eserleri (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>ücret-i cüz’iye: küçük ve az ücret (bk. c-z-e)</td><td>Şâhid-i Ezelî: ezelden ebede herşeyi gören ve herşeye şahid olan (bk. ş-h-d; e-z-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Beşinci Esas - Altıncı Esas - Sayfa 118

BEŞİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu fâni masnuat fena için değil; bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar—belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp, matlup bir vaziyet alıp, ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zaptedilsin. Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nesc edilsin. Hem âlem-i bekàda başka gayelere medar olsun.

Eşya bekà için yaratıldığını, fena için olmadığını, belki sureten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki, fâni birşey, bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ, kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki, kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar; derakab, fena perdesinde saklanır. Fakat, senin ağzından çıkan kelime gibi o gider; fakat binler misallerini kulaklara tevdi eder, dinleyen akıllar adedince mânâlarını akıllarda ibkà eder. Çünkü, vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider; fakat, onu gören herşeyin hafızasında zahirî suretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor. Güya her hafıza ile her tohum, hıfz-ı ziyneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekàsı için birer menzildirler.

En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervâh-ı bâkıye sahibi olan insan ne kadar bekà ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen herbirinin kanun-u teşekkülâtı, timsal-i sureti, zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizamla, dağdağalı inkılâplar içinde ibkà ve muhafaza edilmesiyle; gayet cem’iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücut giydirilmiş, zîşuur, nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer ne derece bekà ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.

ALTINCI ESAS: Hem anlarsın ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.
blank.gif
1



[NOT]Dipnot-1 bk. Kehf Sûresi, 18:49; Kaf Sûresi, 50:17-18; İnfitâr Sûresi, 82:10-12.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>alâkadar: alâkalı, ilgili</td><td>amel: davranış, iş</td></tr><tr><td>bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>bâki: devamlı, kalıcı, sonsuz (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cem’iyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>dağdağalı: karışık, sıkıntılı, gürültülü</td><td>derakab: hemen, çabucak</td></tr><tr><td>devam-ı bekà: devamlı ve kalıcı olma (bk. b-ḳ-y)</td><td>ehl-i ebed: sonsuzluk ehli (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ervâh-ı bâkiye: kalıcı ve davamlı ruh (bk. r-v-ḥ; b-ḳ-y) </td><td>fena: geçicilik, ölümlülük (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>güya: sanki</td></tr><tr><td>haricî: dışa ait</td><td>hıfz-ı ziynet: süsün korunması, saklanması (bk. ḥ-f-ẓ; z-y-n) </td></tr><tr><td>ibkà etmek: kalıcı ve sürekli hale getirmek (bk. b-ḳ-y)</td><td>ifade-i mânâ: anlamının ifadesi (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>inkılâp: değişim, dönüşüm</td><td>kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kanun-u teşekkülât: oluşum kanunu (bk. ḳ-n-n)</td><td>kemâl-i intizam: tam bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td></tr><tr><td>kudret: Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarı (bk. ḳ-d-r)</td><td>mahiyet: nitelik, özellik, asıl, esas</td></tr><tr><td>mahvolmak: yok olmak</td><td>masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>matlup: istenilen (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>menzil: yer, durak (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>merbut: bağlı</td><td>mertebe-i hayat: hayat derecesi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>misal: örnek, benzer (bk. m-s̱-l)</td><td>muhafaza edilme: korunma, saklanma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhasebe: hesaba çekilme</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mânâ: anlam (bk. a-n-y)</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nesc edilmek: dokunmak</td><td>nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>ruh-u beşer: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabaka-i hayat: hayat tabakası (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>tamam-ı vazife ve terhis: görevin son bulması, salıverilme</td><td>tevdi etmek: bırakmak</td></tr><tr><td>timsal: örnek, benzer (bk. m-s̱-l)</td><td>timsal-i suret: suretinin, şeklinin örneği (bk. m-s̱-l; ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zaptedilmek: kaydedilmek; korunup saklanmak</td><td>zerrecik: atom</td></tr><tr><td>zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı âlem (bk. a-l-m; b-ḳ-y) </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Altıncı Hakikat - Yedinci Esas - Sekizinci Esas Yedinci Hakikat - Sayfa 119

YEDİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, güz mevsiminde, yaz-bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribatı idam değil; belki, vazifelerinin tamamıyla, terhisatıdır.HAŞİYE-1 Hem, yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrigattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhâniyedir.

SEKİZİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.
DOKUZUNCU ESAS: Hem anlarsın ki, öyle bir Rahmân, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb‑i beşere hutur etmiştir.
blank.gif
1
Âmennâ!

YEDİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âli herşeyi kemâl-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir Hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede,
blank.gif
2
emanet-i kübrâ
blank.gif
3
gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rububiyet-i âmmeye


[NOT]Haşiye-1 Evet, rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar, ihtiyar olup vazifelerinin hitâma ermesiyle gitmelidirler. Ta, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa, rahmetin vüs’atine ve sair ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle, hem zelil, hem perişan olurlar. İşte, bahar dahi mahşernümâ bir meyvedar ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi ibretnümâ bir şeceredir. Arz dahi mahşer-i acaip bir şecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümâdır.

Dipnot-1
bk. Secde Sûresi, 32:17, Zuhruf Sûresi, 43:71; Buhari, Bed’ü’l-Halk: 8, Tefsîr-u Sûreti: 32:1, Tevhid: 35; Müslim, Îmân: 312, Cennet: 2-5; Tirmizî, Tefsîr-u Sûreti: 32:2, 56:1; İbn-i Mâce, Zühd: 39.

Dipnot-2
bk. Bakara Sûresi, 2:30; En’âm Sûresi, 6:165; Yûnus Sûresi, 10:14; Enbiya Sûresi, 21:105; Neml Sûresi, 27:62; Kasas Sûresi, 28:5; Fâtır Sûresi, 35:39.

Dipnot-3
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hafîz: yarattıklarını gözetip esirgeyen, amellerini koruyan Allah (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>Hafîziyet: Allah’ın herşeyi koruyup saklaması (bk. ḥ-f-ẓ) </td></tr><tr><td>Rahmân: kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m) </td><td>Rakîb: görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah (bk. r-ḳ-b)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>bâki: kalıcı, devamlı (bk. b-ḳ-y)</td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>emanet-i kübrâ: en büyük emanet; Allah’a karşı kulluk vazifelerimiz (bk. e-m-n; k-b-r)</td><td>erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, dinin emir ve yasaklarına duyarsızlık (bk. ğ-f-l)</td><td>güz: sonbahar </td></tr><tr><td>has: özel</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hilâfet-i kübrâ: insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi (bk. ḫ-l-f; k-b-r)</td><td>hitâm: son</td></tr><tr><td>hutur: akla gelme, kalbe doğma</td><td>hıfz: koruma, saklama, muhafaza etme (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>ibretnümâ: ibret verici</td><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ihvan: kardeşler</td><td>ihzarat: hazırlamalar (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>ikazât-ı Sübhâniye: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın ikazları, uyarıları (bk. s-b-ḥ)</td><td>kalb-i beşer: insan kalbi</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam ve mizan: mükemmel düzen ve ölçü (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n) </td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahşer-i acaip: hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri (bk. ḥ-ş-r)</td><td>mahşernümâ: mahşer gibi (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhasebe: hesaba çekme, sorgulama</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sed çekilmek: engel olunmak</td><td>sermedî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>tahribat: yıkılıp bozulmalar</td><td>tefrigat: yer açma, boşaltma</td></tr><tr><td>terhisat: görevin sona ermesi</td><td>teşvik: şevklendirme, isteklendirme</td></tr><tr><td>vazifedar: vazifeli, görevli</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>zelil: zillete düşme, alçalma</td><td>zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âdi: normal, basit</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>âmenna: “iman ettik” (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>şecere: ağaç</td><td>şecere-i hayretnümâ: hayret uyandırıcı ağaç</td></tr><tr><td>şecere-i kudret: Allah’ın kudret ağacı (bk. ḳ-d-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Yedinci Hakikat - Sayfa 120

temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olanHAŞİYE-1 hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor.

Görmüyor musun ki, koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a’mâli ve teşkilâtının kanunları ve suretlerinin timsalleri, mahdut bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde, sahife-i amellerini neşredip, kemâl-i intizam ve hikmetle koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle, Hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekàsız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse; âlem-i gaybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervahta, rububiyet-i âmmede mühim semere


[NOT]Haşiye-1 Yedinci Suretin haşiyesine bak.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hafîz-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah (bk. ḥ-f-ẓ; ẕü; c-l-l)</td><td>Hafîziyet: Allah’ın herşeyi koruyup saklaması (bk. ḥ-f-ẓ) </td></tr><tr><td>Rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>amel: iş, davranış</td></tr><tr><td>azamet-i ihata: kuşatıcılığının büyüklüğü (bk. a-ẓ-m)</td><td>bekàsız: gelip geçici, yok olucu (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>bâtın: görünmeyen</td></tr><tr><td>cereyan etme: meydana gelme</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elvâh-ı mahfuza: herşeyin kaydedilip korunduğu mânevî levhalar (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>hafıza: bellek (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hıfz: saklama, koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>ibkà etmek: sürekli ve kalıcı hale getirmek (bk. b-ḳ-y)</td><td>ihata: kapsama, kuşatma</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>kanun-u Hafîziyet: Allah’ın bütün kâinatta geçerli olan muhafaza edicilik kanunu (bk. ḳ-n-n; ḥ-f-ẓ)</td><td>kemâl-i intizam ve hikmet: mükemmel bir düzen ve hikmet (bk. k-m-l; n-ẓ-m; ḥ-k-m) </td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlı</td><td>masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>misalî: görüntüden ibaret (bk. m-s̱-l)</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>muhasebe: hesaba çekme, sorgulama</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>nakşetmek: işlemek (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>neşretmek: yazmak, yayımlamak</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>sahife-i amel: amellerin yazıldığı sayfa</td></tr><tr><td>sahâif-i a’mâl: amellerin yazıldığı sahifeler</td><td>suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahtında: altında</td><td>tarihçe-i hayat: hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>tezahür: meydana çıkma, görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>teşkilât: yapı, kuruluş</td></tr><tr><td>timsal: örnek, nümune (bk. m-s̱-l)</td><td>zâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>âdi: basit, önemsiz</td><td>âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ) </td></tr><tr><td>âlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi, öteki dünya (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d) </td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>şayeste: layık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Yedinci Hakikat - Sayfa 121

veren beşerin amelleri, hıfz içinde gözetilmek suretiyle, ehemmiyetle zaptedilmemesi kabil midir? Hayır ve asla!

Evet, şu Hafîziyetin bu suretle tecellîsinden anlaşılıyor ki, şu mevcudatın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır; mülkünde cereyan eden herşeyin suretini müteaddit şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mâl defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba hiç kabil midir ki, insan, hilâfet
blank.gif
1
ve emanetle
blank.gif
2
mükerrem olsun, Rububiyetin külliyât-ı şuûnuna şahit olarak kesret dairelerinde vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da, sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden sual edilmesin, mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı görmesin? Hayır ve asla!

Hem bütün gelecek zamanda olanHAŞİYE-1mümkinâta kàdir olduğuna, bütün geçmiş


[NOT]Dipnot-1 bk. Bakara Sûresi, 2:30; En’âm Sûresi; 6:165; Yûnus Sûresi, 10:14; Enbiyâ Sûresi, 21:105; Neml Sûresi 27:62; Kasas Sûresi, 28:5; Fâtır Sûresi, 35:39.

Dipnot-2
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Haşiye-1
Evet, zaman-ı hâzırdan, ta iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi, umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı birer satırdır, birer sahifedir, birer kitaptır ki, kalem-i kader ile tersim edilmiştir; dest-i kudret, mucizât-ı âyâtını onlarda kemâl-i hikmet ve intizamla yazmıştır. Şu zamandan ta kıyamete, ta Cennete, ta ebede kadar olan zaman-ı istikbal, umumen imkânattır. Yani, mazi vukuattır, istikbal imkânattır. İşte, o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse: Nasıl ki dünkü günü halk eden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden Zât, yarınki günü mevcudatıyla halk etmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de, şüphe yoktur ki, şu meydan-ı garaip olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve harikaları, bir Kadîr-i Zül-celâlin mucizâtıdır; kat’î şehadet ederler ki, o Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtın icadına, bü-tün acaibinin izharına muktedirdir. Evet, nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musağğarıdır. Hem san’at itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir harika-i san’attır ki, onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemâl-i hikmet ve intizamla takıp gösteren, elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î ispat etmişiz ki: Herşeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz. Ve birtek şeyi halk eden herşeyi yapabilir. Hem eşyanın icadı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddit esbaba verilse ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin icadı, bütün eşyanın icadı kadar müşkilâtlı olur ve imtinâ derecesinde suûbet peyda eder.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hafîziyet: Allah’ın herşeyi koruyup saklaması (bk. ḥ-f-ẓ) </td><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>Mâlik: herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k)</td><td>Rububiyet-i saltanat/Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>amel: iş, davranış</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bilhassa: özellikle</td><td>cereyan eden: meydana gelen</td></tr><tr><td>dellâl: rehber, ilan edici</td><td>dest-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>emanet: insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hilafet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>hâkimiyet: egemenlik, hükümranlık (bk. ḥ-k-m)</td><td>hıfz: koruma, saklama (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>ihtimam: özen, önem verme</td><td>inzibat: güvenlik ve düzen</td></tr><tr><td>iptida-i hilkat-i âlem: kâinatın yaratılışının başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m)</td><td>kabil: mümkün, olabilir</td></tr><tr><td>kalem-i kader: kader kalemi; Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r)</td><td>kemâl-i hikmet ve intizam: mükemmel bir hikmet ve düzen (bk. k-m-l; ḥ-k-m; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kàdir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>külliyât-ı şuûn: Allah’ın herşeyi kuşatan işleri ve icraatları (bk. k-l-l; ş-e-n)</td><td>mahiyetçe: nitelikçe, özellikçe</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahşer: kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mizan: tartı, terazi (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muhasebe-i a’mâl: yapılan işlerden hesaba çekilme, sorgulanma</td><td>mu’cizât-ı âyât: âyetlerin, delillerin mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mükerrem: ikram edilen, saygı gösterilen (bk. k-r-m)</td><td>mülk: sahip olunan ve hükmedilen yer (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mümkinât: olması imkan dahilinde olan şeyler (bk. m-k-n)</td><td>müteaddit: çeşitli, birçok</td></tr><tr><td>müşahitlik: gözlemcilik (bk. ş-h-d)</td><td>müşerref: şerefli, değerli</td></tr><tr><td>neşredilmek: yayımlanmak</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>sahife-i amel: amellerin yazıldığı sahife</td><td>semere: meyve, netice</td></tr><tr><td>sual edilmek: sorguya çekilmek</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tersim edilmek: resmedilmek, çizilmek</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td><td>umumen: genellikle</td></tr><tr><td>vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d; e-l-h)</td><td>vukuat: meydana gelmiş</td></tr><tr><td>vücuda gelmek: var olmak (bk. v-c-d)</td><td>zabitlik: gözeticilik</td></tr><tr><td>zaman-ı hâzır: şimdiki zaman</td><td>zaman-ı mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>zaptedilmek: kaydedilmek, korunmak</td></tr></tbody></table>
 
Üst