Onuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Yedinci Hakikat - Sekizinci Hakikat - Sayfa 122

zamandaki mucizât-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden ve kıyamet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede icad eden bir Kadîr-i Zülcelâlden, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir?

Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.

SEKİZİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Vaad ve Vaîddir. İsm-i Cemîl ve Celîlin cilvesidir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Celîl: sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah (bk. c-l-l)</td><td>Cemîl: bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td><td>Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td><td>acaib: şaşırtıcı, garip şeyler</td></tr><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>bilhassa: özellikle</td></tr><tr><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>eşya: varlıklar</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>harika-i san’at: san’at harikası (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>icad eden: yaratan, yoktan var eden (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>imkânat: olması imkan dahilinde olan şeyler (bk. m-k-n)</td><td>imtinâ: imkansızlık</td></tr><tr><td>isnad edilmek: dayandırılmak (bk. s-n-d)</td><td>istikbal: gelecek</td></tr><tr><td>itibarıyla: özelliğiyle</td><td>izhar: meydana çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kemâl-i hikmet ve intizam: mükemmel bir hikmet ve düzen (bk. k-m-l; ḥ-k-m; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması; kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları, mahşerde toplanmaları (bk. ḳ-v-m)</td><td>mahsus: özel</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>meydan-ı garaip: garip şeylerin meydana geldiği yer</td><td>misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhasebe: hesaba çekme, sorgulama</td><td>mukabele edilme: karşılaştırılma</td></tr><tr><td>muktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td><td>mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>mümkinât: olması imkan dahilinde olan şeyler (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>müteaddit: birçok, çeşitli</td><td>müşkilâtlı: zor</td></tr><tr><td>saadet-i uzmâ: en büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)</td><td>silsile: zincir</td></tr><tr><td>suhulet peyda etmek: kolaylık kazanmak</td><td>suûbet peyda etmek: zorluk kazanmak</td></tr><tr><td>tarih-i hayat: hayatının tarihi (bk. ḥ-y-y)</td><td>umumen: genellikle</td></tr><tr><td>vaad: Allah’ın mükafat için söz vermesi (bk. v-a-d)</td><td>vaîd: Allah’ın azap ve cezayla korkutması (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>vecih: şekil, yön</td><td>vukuat: meydana gelmiş olaylar</td></tr><tr><td>zaman-ı istikbal: gelecek zaman</td><td>zaman-ı mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Sekizinci Hakikat - Sayfa 123

Hiç mümkün müdür ki, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sânii, bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icmâ ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlâhîsini yerine getirmeyip—hâşâ—acz ve cehlini göstersin? Halbuki, vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay; geçmiş baharın hesapsız mevcudatını gelecek baharda kısmen aynen,HAŞİYE-1 kısmen mislenHAŞİYE-2 iadesi kadar kolaydır. İfa-yı vaad ise, hem bize, hem herşeye, hem kendisine, hem saltanat-ı Rububiyetine pek çok lâzımdır. Hulfü’l-vaad ise, hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihata-i ilmiyesine münafidir. Zira, hulfü’l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir.

Ey münkir! Bilir misin ki, küfür ve inkârınla ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki, kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vech ile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vech ile hilâf Onun izzetine ve haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir Zâtı tekzip ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun. Elbette ebedî, büyük cezaya müstehak olursun. “Bazı ehl-i Cehennemin bir dişi, dağ kadar olması,”
blank.gif
1
cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. Misalin şu yolcuya benzer ki, güneşin ziyasından gözünü kapar, kafası içindeki hayaline bakar. Vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor.

Madem şu mevcudat hak söyleyen sadık kelimeleri, şu hâdisât-ı kâinat doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş. Elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktır. Bir saadet-i uzmâ verecektir.


[NOT]Haşiye-1 Ağaç ve otların kökleri gibi.

Haşiye-2
Yapraklar, meyveler gibi.

Dipnot-1
bk. Müslim, Cennet: 44; Tirmizi, Cehennem: 3; İbni Mâce, Zühd: 38; Müsned, 2:26, 328, 3:29.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm-i Mutlak: ilmi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi Allah (bk. a-l-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>acz: acizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>cehl: cahillik, bilgisizlik</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ehl-i Cehennem: Cehennem ehli</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haysiyet: itibar, şeref</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hezeyancı: saçmalayan</td><td>hilâf: yalan, cayma</td></tr><tr><td>hulf: verdiği sözü tutmama</td><td>hulfü’l-vaad: verdiği sözden dönme (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>hâdisât-ı kâinat: kâinatta meydana gelen olaylar (bk. k-v-n)</td><td>hâşâ: asla, öyle değil</td></tr><tr><td>icma: fikir birliği (bk. c-m-a)</td><td>ifa-yı vaad: sözünü yerine getirmek (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>ihata-i ilmiye: Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi (bk. a-l-m)</td><td>izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>izzet-i iktidar: herşeyi idaresi altında bulunduran Allah’ın izzet ve şerefi (bk. a-z-z; ḳ-d-r)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>küfür: inanmama, kabul etmeme (bk. k-f-r)</td><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mikyas: ölçek</td></tr><tr><td>mislen: benzer olarak (bk. m-s̱-l)</td><td>mükerrer: tekrar tekrar</td></tr><tr><td>münafi: zıt</td><td>münkir: inkâr eden (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nâtık: konuşan</td><td>saadet-i uzmâ: en büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>sadık: dos doğru (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td></tr><tr><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tekzip etmek: yalanlamak</td></tr><tr><td>tenvir: nurlandırma, aydınlatma (bk. n-v-r)</td><td>tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber</td></tr><tr><td>vaad etmek: söz vermek (bk. v-a-d)</td><td>vaad ve vaîd-i İlâhî: Cenab-ı Allah’ın mükafat için söz vermesi ve azapla korkutması (bk. v-a-d; e-l-h)</td></tr><tr><td>vecih: yön, şekil</td><td>vehm: kuruntu, zan</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âyet: delil, Allah’ın varlığına işaret eden şey</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dokuzuncu Hakikat - Sayfa 124

DOKUZUNCU HAKİKAT

Bâb-ı İhyâ ve İmâtedir. İsm-i Hayy-ı Kayyûmun, Muhyî ve Mümîtin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ eden; ve o ihyâ içinde, herbiri beşer haşri gibi acip, üç yüz binden ziyade envâ-ı mahlûkatı haşir ve neşredip kudretini gösteren; ve o haşir ve neşir içinde, nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren; ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyeye çeviren; ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip, emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rububiyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en cami’ ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek herşeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihyâ etmesin veya edemesin, Mahkeme-i Kübrâyı açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!

Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşânı, her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rû-yi zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve nümunelerini ve işârâtını icad ediyor. Ezcümle:

Haşr-i baharîde görüyoruz ki, beş altı gün zarfında, küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan, üç yüz binden ziyade envâı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihyâ edip iade ediyor. Başkalarını


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm-i Hakîm: herşeyi hakkıyla bilen ve hikmetle yaratıp donatan Allah (bk. a-l-m; ḥ-k-m)</td><td>Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; r-ḥ-m)</td><td>Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)</td></tr><tr><td>Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)</td><td>Mutasarrıf-ı Zîşân: şan ve şeref sahibi ve herşeyde istediği gibi tasarruf eden Allah (bk. ṣ-r-f; ẕî)</td></tr><tr><td>Mümît: ölümü yaratan, can verdiği varlıkları vakti gelince öldüren Allah (bk. m-v-t)</td><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azamet-i Rububiyet: Rablığın büyüklüğü; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. a-ẓ-m; r-b-b) </td></tr><tr><td>beşer haşri: insanların öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah huzurunda toplanmaları (bk. ḥ-ş-r)</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>emsal: benzerler, örnekler (bk. m-s-l)</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>envâ-ı mahlûkat: yaratılmışların türleri, çeşitleri (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>enzâr: bakışlar (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>ezcümle: özetle</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşir ve neşretmek: yeniden diriltip toplamak ve yaymak (bk. ḥ-ş-r)</td><td>haşr-i baharî: bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>haşr-i ekber: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; k-b-r)</td><td>hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td><td>icad etme: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ihata-i ilmiye: ilminin kuşatıcılığı ve genişliği (bk. a-l-m)</td><td>ihtilât: karışıklık</td></tr><tr><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td><td>imtiyaz: ayrıcalık</td></tr><tr><td>imâte: öldürme (bk. m-v-t)</td><td>irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>ittihaz: edinme, kabullenme</td><td>işârât: işaretler</td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meydan-ı kıyamet: kıyamet meydanı (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>musahhar kılmak: boyun eğdirmek</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>nazdar: nazlı</td><td>nazenin: ince, narin, duyarlı</td></tr><tr><td>nazik: ince, zarif</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>niyazdar: dua eden, yalvarıp yakaran</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>semavî ferman: vahiyle gelmiş emir ve tebliğler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tefrik: fark, ayırma </td><td>vaad etmek: söz vermek (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dokuzuncu Hakikat - Sayfa 125

ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor. Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar, o kadar karışmışken, kemâl-i imtiyaz ve teşhis ile, o kadar sür’at ve vüs’at ve suhulet içinde, kemâl-i intizam ve mizan ile, altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor.
Hiç kabil midir ki, bu işleri yapan Zâta birşey ağır gelebilsin, semâvât ve arzı altı günde halk edemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!

Acaba, muciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sahifede, karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazarsa; birisi sana dese, “Şu kâtip, kendi telif ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hafızasından yazacak”; sen diyebilir misin ki, “Yapamaz ve inanmam”?
Veyahut bir sultan-ı mucizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için, bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki, büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese, “O zât, bir işaretle, o taşı, ne kadar büyük olursa olsun, kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki, “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”
Veyahut, bir zât, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “O zât, bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar; taburlar nizamı altına girerler.” Sen desen ki, “İnanmam”; ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.

İşte, şu üç temsili fehmettinse, bak: Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rû-yi arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envâı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar. Birbiri içinde, birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.
Evet, en büyük bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Nakkaş-ı Ezelî: herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen ve evveli olmayan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)</td><td>Zât-ı Hakîm-i Hafîz: herşeyi koruyup saklayan ve hikmetli bir şekilde yapan Zât, Allah (bk. ḥ-k-m; ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>ahsen-i suret: en güzel şekil (bk. ḥ-s-n; ṣ-v-r)</td><td>arz: yer</td></tr><tr><td>ayniyet: aynılık, aynı oluş</td><td>derc etmek: yerleştirmek</td></tr><tr><td>divanece: akılsızca</td><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>fehmetmek: anlamak</td></tr><tr><td>galatsız: yanlışsız, hatasız</td><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>huruf: harfler</td></tr><tr><td>hâşâ: asla öyle değil</td><td>ibret: ders çıkarma</td></tr><tr><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td><td>ihya: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td><td>istirahat: dinlenme</td></tr><tr><td>kabil: mümkün, olabilir</td><td>kemâl-i imtiyaz ve teşhis: mükemmel bir seçme ve ayırma (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam ve mizan: mükemmel bir düzen ve ölçü (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n) </td><td>kudret ve kader kalemi: Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması, takdir etmesi ve yaratması (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâtip: yazar (bk. k-t-b)</td><td>mahvolmak: yok olmak</td></tr><tr><td>mani: engel </td><td>misliyet: benzerlik (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)</td><td>rû-yi arz: yeryüzü</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>sehivsiz: yanılmadan, şaşırmadan</td></tr><tr><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td><td>suhulet: kolaylık </td></tr><tr><td>sultan-ı mu’cizekâr: mu’cize gösteren sultan (bk. s-l-ṭ; a-c-z)</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>suretçe: şekilce (bk. ṣ-v-r)</td><td>sür’at: hız</td></tr><tr><td>tabur: bir askerî birlik</td><td>tebdil etmek: değiştirmek</td></tr><tr><td>telif etmek: yazmak</td><td>temsil: analoji; kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenezzüh: gezinti (bk. n-z-h)</td><td>teşkil etmek: meydana getirmek</td></tr><tr><td>teşkilce: meydana gelişiyle, oluşuyla</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dokuzuncu Hakikat - Sayfa 126

nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemâl-i intizamla zerrâtı emr-i
blank.gif
1
كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zât-ı Zülcelâl, tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye ve eczâ-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?

Hem bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icad ve ifnâsında haşre nümune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir ve kıyametin nümunelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümune ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın. Bak, Ferman-ı Âzam, bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor:

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۤ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
2
Elhasıl:Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise, herşeydir. Evet, mahşer-i acaip olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihyâ eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı meleklerine tayyare yapan bir Zâtın,


[NOT]Dipnot-1 “(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-2
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kadirdir.” Rum Sûresi, 30:50.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Ferman-ı Âzam: en büyük buyruk olan Kur’ân-ı Kerim (bk. a-ẓ-m)</td><td>Zât-ı Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>bahar haşri: bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>cenah: taraf, yön</td><td>cevv-i hava: hava boşluğu </td></tr><tr><td>divanelik: akılsızlık</td><td>eczâ-yı asliye: esas parçalar (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>emare: belirti, işaret</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>haşr-i cismânî: âhirette tekrar bedenlerin ve vücudların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)</td><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ifnâ: öldürme, yok etme (bk. f-n-y)</td><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>imâte: öldürme (bk. m-v-t)</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>istib’âd: akıldan uzak görme</td><td>kemâl-i intizam: mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) </td></tr><tr><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td><td>kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>mahşer-i acaip: şaşkınlık veren şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)</td><td>mazi: geçmiş</td></tr><tr><td>misal: örnek, benzer (bk. m-s̱-l)</td><td>misal-i haşir: haşrin benzeri (bk. m-s̱-l; ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>muktazî: gerekçe, gerektirici sebep</td><td>mâni: engel</td></tr><tr><td>müstakbel: gelecek</td><td>müşahede etmek: görmek, gözlemlemek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>nümune: örnek</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>seyyârât: gezegenler</td></tr><tr><td>tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>tayyare: uçak</td></tr><tr><td>tebdil: değişme</td><td>zerrât: zerreler, atomlar</td></tr><tr><td>zerrât-ı esasiye: temel zerreler</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âdi: sıradan, basit</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dokuzuncu Hakikat - Sayfa 127

bu derece muhteşem ve sermedî Rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şayeste, daimî, berkarar, zevâlsiz, muhteşem bir diyar-ı âhar var, başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder. Ve oraya nakledeceğine, zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervâh-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukul‑u nuraniye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.

Hulfü’l-vaad ise, hem zillet, hem tezellüldür; hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise, ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür cinayet-i mutlakadır;HAŞİYE-1affa kabil değil. Kadîr-i Mutlak ise, aczden münezzeh ve mukaddestir.


[NOT]Haşiye-1 Evet, küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve mânâsızlıkla itham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan, bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdâniyete olan şehadetlerini reddettiğinden, bütün mahlûkata karşı bir tekzip olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlûkatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ ["Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13] şu mânâyı ifade eder.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) </td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>adem-i af: affedilmeme</td><td>bekàsız: gelip geçici, ölümlü (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>berkarar: kararlı, yerleşmiş</td><td>bâki: kalıcı ve sürekli (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>bîkarar: kararsız</td><td>celâl-i kudsiyet: kutsal büyüklük, haşmet (bk. c-l-l; ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>cihet: yön, şekil</td><td>cilve-i Esmâ: Allah’ın isimlerinin varlıklardaki yansıması, görüntüsü (bk. c-l-y; s-m-v) </td></tr><tr><td>cinayet-i mutlaka: sınırsız cinayet (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>diyar-ı âhar: başka memleket (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>ervâh-ı neyyire ashabı: nurlu ruhların sahipleri, peygamberler gibi (bk. r-v-ḥ)</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayr: iyilik (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hukuk: haklar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hulfü’l-vaad: verdiği sözden dönme (bk. v-a-d)</td><td>hulfü’l-vaîd: söz verdiği halde azap ve cezayı yerine getirmeme (bk. v-a-d)</td></tr><tr><td>hâkimiyet: hükümranlık, egemenlik (bk. ḥ-k-m)</td><td>ifsad etmek: bozmak</td></tr><tr><td>ihzar etmek: hazırlamak (bk. ḥ-ḍ-r)</td><td>iktiza etme: gerektirme</td></tr><tr><td>iskat: düşürme</td><td>istidad-ı insanî: insanın yaratılışında var olan bütün özellikleri, konuşma, sevme gibi (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>kabil: mümkün, olabilir</td></tr><tr><td>kulûb-u münevvere aktâbı: nurlu kalplerin kutupları, veliler gibi (bk. n-v-r)</td><td>kurb-u huzur: huzura yakınlık (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>liyakat: layık olma</td><td>mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muazzam: azametli, çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>muhît: kapsamlı, kuşatıcı</td><td>mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>mücazat: ceza</td><td>mükerreren: tekrarla, defalarca</td></tr><tr><td>mükâfat: ödül</td><td>münezzeh: her türlü kusur ve noksandan arınmış (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>mütegayyir: değişen</td><td>müttefikan: ittifakla, birleşerek</td></tr><tr><td>müşerref olan: şereflenen</td><td>nefs-i kâfir: inanmayan kişinin kendisi (bk. n-f-s; k-f-r)</td></tr><tr><td>nâkıs: eksik, noksan</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>salâh: düzelme (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>sermedî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>tahkir: hakaret etme</td><td>tecavüz: saldırma</td></tr><tr><td>tekemmülsüz: olgunlaşmamış (bk. k-m-l)</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>tezellül: alçalma</td><td>tezyif: hakaret, küçük düşürme</td></tr><tr><td>ukul-u nuraniye erbabı: aydın akılların erbabı, âlimler gibi (bk. n-v-r)</td><td>umûr-u dünya: dünya işleri</td></tr><tr><td>vaad: söz verme (bk. v-a-d)</td><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>zahir: görünür (bk. ẓ-h-r)</td><td>zevâlsiz: devamlı, yok olmayan (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td><td>zulm-ü azîm: çok büyük zulüm (bk. ẓ-l-m; a-ẓ-m) </td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>şayeste: layık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Dokuzuncu Hakikat - Onuncu Hakikat - Sayfa 128

Şahitler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemâl-i ittifakla şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalara müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.

Elhasıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâvâ, daha zahir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.

ONUNCU HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir.
İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?
Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kerîm: sonsuz ikram ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl: bütün mülkün gerçek sahibi, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)</td><td>Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Zât-ı Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Zât, Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>adalet: hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>aziz: şerefli, değerli, büyük (bk. a-z-z)</td><td>bekàsız: geçici, devamsız (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>beyder: harman yeri</td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>bâhir: açık, görünen, berrak</td><td>bâki: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>daimî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>daire-i memleket: memleket dairesi (bk. m-l-k)</td><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ehl-i ihtisas: sahasında uzman olan kimseler</td><td>ehl-i ispat: doğruyu ortaya çıkaran kimseler</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>fen: ilim</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay</td><td>icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>ihbar: haber verme</td><td>ihbar eden: haber veren</td></tr><tr><td>inayet: yardım, ikram; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td><td>kabil: mümkün, olabilir</td></tr><tr><td>kahir: üstün</td><td>kemâl-i ittifak: tam ve mükemmel birlik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>keyfiyet: nitelik, içerik</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahzen: erzak yeri, içinde eşya saklanacak yer</td><td>mahşer: haşir meydanı, toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>mesken: oturulacak ve kalınacak yer (bk. s-k-n)</td><td>meslek: hizmet yolu, ekolü</td></tr><tr><td>mevki: konum</td><td>meydan-ı imtihan: imtihan meydanı</td></tr><tr><td>mezhep: tutulan yol, ekol (bk. ẕ-h-b)</td><td>mezraa: tarla</td></tr><tr><td>meşrep: tarz, usül </td><td>misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi</td></tr><tr><td>muhbir: haber veren</td><td>muhtelif: çeşitli, farklı</td></tr><tr><td>mukim: ikamet eden, oturan</td><td>münkir: inkârcı (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>müreccah: tercih edilir</td><td>müsbit: ispat edici</td></tr><tr><td>müttehid: birleşmiş</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>nâfî: yok edici, inkârcı</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>sebatsız: sabit olmayan</td><td>sübut: meydana çıkma, gerçekleşme</td></tr><tr><td>taife: topluluk, grup</td><td>tevatür: doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber</td></tr><tr><td>teşhirgâh-ı arz: yeryüzü sergisi</td><td>vâsi: geniş</td></tr><tr><td>zahir: açık, âşikar (bk. ẓ-h-r)</td><td>Âdil: sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>âlem-i mülk ve melekût: görünen ve görünmeyen âlem, herşeyin dış ve iç yüzü (bk. a-l-m; m-l-k) </td><td>âsâr: eserler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onuncu Hakikat - Sayfa 129

küllî muhatap ve cami’ bir âyine yapıp bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o biçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?
Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekàsını gaye yapsın? Ve bunları âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın, ta hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?

Evet, hiç mümkün müdür ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla, kendi evsâf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin zıtlarıyla—hâşâ, sümme hâşâ—muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzip etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delâletlerini iptal etsin?

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin? Adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafi, mânâsız iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td><td>Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi, herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Kerîm: sonsuz ikram ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td><td>Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>abes: anlamsız, faydasız</td><td>adalet-i hakikiye: gerçek adalet (bk. a-d-l; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>adl: adalet (bk. a-d-l)</td><td>bekà: varlığın devamı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli </td><td>delâlet: delil olma, işaret etme </td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>evsaf-ı hakikiye: gerçek özellikler (bk. v-s-f; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hardal: çok küçük tohumları olan bir bitki</td></tr><tr><td>havas: duyular, hisler</td><td>hazâin-i rahmet: rahmet hazineleri (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i hakikiye: gerçek hikmet (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>ihtifâlât-ı mühimme: önemli merasimler</td><td>kerem: lütuf, ikram, cömertlik (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>makul: akla uygun</td></tr><tr><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mes’ud: mutlu</td></tr><tr><td>mevcud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mezra: tarla </td><td>muttasıf: vasıflı (bk. v-s-f)</td></tr><tr><td>münafi: zıt, aykırı</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>müştemilât: içindekiler</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>saadetgâh: mutluluk yeri</td><td>semere: meyve</td></tr><tr><td>tekzip: yalanlama</td><td>uzuv: organ </td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>Âdil: sonsuz adalet sahibi, adaletle iş gören, herşeyin hakkını veren Allah (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>âlem-i mânâ: maddî gözle görünmeyen mânevî âlem (bk. a-l-m; a-n-y)</td><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>ücret-i dünyeviye: dünyaya ait ücret</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onuncu Hakikat - Sayfa 130

edip göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan bekà ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün; ve kendini o zâta benzetsin ki, öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, herbir tarafında binler ziynetler ve herbir menzilinde binler kıymettar âlât ve levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam yapmasın, herşey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

Hayr-ı mutlaktan hayır gelir. Cemîl-i Mutlaktan güzellik gelir. Hakîm-i Mutlaktan abes birşey gelmez. Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde intizamca, acaipçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.Hem görecek ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, o derece zahir bir inâyetin işârâtı, o mertebe kahir bir adaletin emârâtı, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakinen bilecek ki, o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz; ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil; ve o emârâtı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur; ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.Eğer, farz-ı muhal olarak, şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cemîl-i Mutlak: sınırsız güzellik sahibi olan Allah (bk. c-m-l; ṭ-l-ḳ) </td><td>Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi, herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Sultan-ı Sermedî: hükümdarlığının sonu olmayan, daimî ve sürekli olan Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ)</td><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>abes: anlamsız, faydasız</td><td>abesiyet-i mutlaka: akla ve gerçeğe tamamen aykırılık (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>acaip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>basiretsiz: ferasetsiz, görüşü ve sezişi yetersiz (bk. b-ṣ-r)</td></tr><tr><td>bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td><td>bekàsız: devamsız, sürekli olmayan (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>beyhude: boşuna, gayesiz</td><td>bâhir: açık, görünen</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>daimî: sürekli, devamlı</td></tr><tr><td>daire-i memleket: memleket dairesi (bk. m-l-k)</td><td>dam: tavan</td></tr><tr><td>dereke: aşağı seviye</td><td>ecell: daha büyük (bk. c-l-l)</td></tr><tr><td>ecmel: daha güzel (bk. c-m-l)</td><td>ekmel: daha mükemmel (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>elzem: çok lüzumlu</td><td>emârât: izler, belirtiler</td></tr><tr><td>eşmel: daha kapsamlı, daha geniş</td><td>farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım</td></tr><tr><td>fikren: düşünce olarak (bk. f-k-r)</td><td>hayr-ı mutlak: her yönüyle hayırlı olan (bk. ḫ-y-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>inayet: yardım, ikram; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td><td>intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizâmât: düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)</td><td>işârât: işaretler</td></tr><tr><td>kabil: mümkün, olabilir</td><td>kahir: üstün</td></tr><tr><td>keyfiyet: özellik, esas, nitelik</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td><td>levâzımat-ı beytiye: ev için gerekli olan şeyler</td></tr><tr><td>lika: kavuşma, buluşma</td><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş zaman</td><td>menba: kaynak</td></tr><tr><td>menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)</td><td>menzil-i dünya: dünya durağı (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>meydan-ı iptilâ: imtihan meydanı</td><td>meşher: sergi yeri</td></tr><tr><td>meşher-i eşya: varlıkların sergilendiği yer</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>sebatsız: kalıcı olmayan, geçici</td></tr><tr><td>semerât: meyveler, neticeler</td><td>suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tasavvur etmek: düşünmek, hayal etmek (bk. ṣ-v-r)</td><td>vâsi: geniş</td></tr><tr><td>yakinen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)</td><td>zahir: açık, âşikar (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zaman-ı hazır: şimdiki zaman</td><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âli: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>âlât: aletler</td><td>âsâr: eserler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onuncu Hakikat - Sayfa 131

sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adalet, inâyet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücutlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, şu bekàsız dünya ve mâfîhâ, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu herşeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı görünen adaleti inkâr etmekHAŞİYE-1 ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini—hâşâ, sümme hâşâ—sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki, nihayetsiz muhal


[NOT]Haşiye-1 Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, Üçüncü Hakikatte ispat edildiği gibi, herşeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâlden istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat’î vardır. İkinci kısım menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dip ve te’ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve benzeri olmayan şeyleri yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>adalet: hak sahibine hakkını verme, haksız terbiye etme ve cezalandırma (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>anâsır-ı mâneviye: mânevî unsurlar (bk. a-n-y)</td><td>anâsır-ı zahiriye: görünen unsurlar; toprak, ateş, hava, su (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>bedahet: açıklık, görünürlük</td><td>bekàsız: devamsız, geçici (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td><td>bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>divanelik: akılsızlık, delilik</td><td>ef’âl-i kerîmâne: cömertlik ve ikramla yapılan işler (bk. f-a-l; k-r-m) </td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>emârât: izler, belirtiler</td></tr><tr><td>ezcümle: özetle</td><td>eşya: şeyler, varlıklar </td></tr><tr><td>gaddar: acımasız</td><td>hads-i kat’î: kesin bilgi, seziş (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas, içyüz (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>icraat-ı hakîmâne: hikmetli işler, icraatlar (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihata: kapsayıcılık, kuşatıcılık</td></tr><tr><td>ihsas: hissettirme</td><td>ihsânât-ı rahîmane: şefkatle yapılan ihsanlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen, doğal ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)</td><td>inayet: yardım, ikram; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>inkâr: inanmama (bk. n-k-r)</td><td>istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>işarat: işaretler</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kavm-i Semûd: Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın helâk ettiği kavim</td><td>kavm-i Âd: Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği ancak azgınlıklarından ve Allah’a isyanlarından dolayı Allah tarafından helak edilen Yemen tarafında yaşamış bir kavim</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahsus: özel</td></tr><tr><td>matlubat: istekler (bk. ṭ-l-b)</td><td>mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>menfi: olumsuz, negatif</td><td>mesken: ev, mekân (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>mes’ud: mutlu</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>muayyen: belirli</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>mukim: ikamet eden, oturan</td><td>mâfîhâ: içindekiler</td></tr><tr><td>mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)</td><td>müsbet: olumlu, pozitif</td></tr><tr><td>mütemerrid: inatçı, kötü fiilinde direnen</td><td>müşahede: görme (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi; can, hayat (bk. n-f-s)</td><td>nefyetmek: inkâr etmek, reddetmek</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>sefih: zevk ve eğlencesine düşkün</td></tr><tr><td>sille-i te’dip: terbiye tokadı</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tazip: azap verme</td><td>tecziye: cezalandırma</td></tr><tr><td>tezahür: görünme (bk. ẓ-h-r)</td><td>te’ziyâne-i tâzip: ceza ve azap kamçısı</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>âli: yüksek, yüce</td><td>çendan: gerçi</td></tr><tr><td>ıztırar: çaresizlik, ihtiyaç hali </td><td>şümullu: kapsamlı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onuncu Hakikat - Sayfa 132

bir inkılâb-ı hakaiktir. Hattâ, herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.
Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve sür’atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait, bu dünya-yı fânide, kısa bir zamanda, malûmumuz olan semerât-ı cüz’iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, adeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyen şehadet eder ki, bu mevcudatın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir; münasip meyveleri orada veriyor. Ve gözleri Esmâ-i Kudsiyeye dikkat ediyor. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.

Evet, şu eşyanın esmâ-i İlâhiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki, mucize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin,HAŞİYE-1 bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var. Ve o harika-i san’at ve manzume-i rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden


[NOT]Haşiye-1 Sual: Eğer dense, “Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?” Elcevap: Çünkü onlar hem mucizât-ı kudretin en antikaları, en harikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Kudsiye: Allah’ın mukaddes, her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s) </td><td>Sofestâîler: kâinatın yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hatta kendilerini dahi inkâr edenler</td></tr><tr><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>dünya-yı fani: geçici ve ölümlü dünya (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td><td>ehl-i felsefe: felsefeyle uğraşanlar</td></tr><tr><td>ehl-i tabiat: herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğine inananlar (bk. ṭ-b-a)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>gaye-i cüz’iye: küçük bir gaye (bk. c-z-e)</td><td>harika-i san’at: san’at harikası (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>iftirakat-ı mevtiye: ölümle gelen ayrılıklar (bk. f-r-ḳ; m-v-t)</td><td>ihtifâlât: törenler, merasimler</td></tr><tr><td>inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)</td><td>inkâr: inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>inkılâb-ı hakaik: sabit gerçeklerin zıttına dönüşmesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>içtimaat-ı hayatiye: hayatın devamlılığını sağlayan parçaların bir araya gelmesi (bk. c-m-a; ḥ-y-y)</td><td>kalem-i kader ve kudret yazması: Allah’ın olacak hadiseleri önceden bilip takdir etmesi, yazması ve kudretiyle yaratması (bk. ḳ-d-r) </td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kelime-i hikmet: hikmet ifade eden kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>mabeyn: ara</td><td>mahsul: ürün</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>manzume-i rahmet: rahmet dizilişleri (bk. n-ẓ-m; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>münasebet: ilgi, bağlantı (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>nazenin: ince, latîf, narin</td><td>nisbetsizlik: ölçüsüzlük, oransızlık (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>semerât-ı cüz’iye: az miktardaki verim (bk. c-z-e)</td><td>sür’atli: hızlı</td></tr><tr><td>tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td><td>tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tecelliyat: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>vüs’atli: geniş</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)</td></tr><tr><td>âlem-i mânâ: maddî gözle görünmeyen mânevî âlem (bk. a-l-m; a-n-y)</td><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi, öteki dünya (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>şuûnat: işler, fiiller ve tasarruflar (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onuncu Hakikat - Onbirinci Hakikat - Sayfa 133

birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.
Madem bu fâni eşya başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. Demek bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvâle benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor; ta suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki, suretler alınıp terkip edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfz edilsin; ta, bir mecma-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek, hadis-i şerifte, “Dünya âhiret mezraasıdır”
blank.gif
1
diye, bu hakikatı ifade ediyor.

Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adalet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi kat’î olarak, âhiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhâyı inkâr etmek demektir.
Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.

ON BİRİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı İnsaniyettir.
İsm-i Hakkın cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, Cenâb-ı Hak ve Mâbûd-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı


[NOT]Dipnot-1 bk. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1320.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)cihet</td><td>Hak: herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Mâbûd-u Bilhak: hakkıyla ibadete layık olan Allah (bk. a-b-d; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ahval: haller, vaziyetler</td></tr><tr><td>bâb: kapı</td><td>bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ecel: ölüm vakti</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>hadis-i şerif: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hıfz edilmek: saklanmak (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>inayet: yardım, ikram; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>inkâr: reddetme, inanmama (bk. n-k-r)</td><td>istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>içtima: toplanma (bk. c-m-a)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>mecma-ı ekber: çok büyük toplanma yeri (bk. c-m-a; k-b-r)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>mezra: tarla</td><td>meşher-i âzam: çok büyük sergi yeri (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>muhasebe: sorgu, hesaba çekilme</td><td>mâfîhâ: içindekiler</td></tr><tr><td>mânâ: anlam (bk. a-n-y)</td><td>müddet zarfında: süre içinde</td></tr><tr><td>netice-i amel: yapılan işin neticesi</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>rububiyet-i mutlaka/rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ)</td><td>saadet-i uzmâ: çok büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>sermedî: devamlı, sürekli</td><td>suret: görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)</td><td>terkip: birleştirme, sentez</td></tr><tr><td>tertip: düzenleme</td><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>teşkil: meydana getirme</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âsâr: eserler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onbirinci Hakikat - Sayfa 134

en ehemmiyetli bir abd ve hitâbât-ı Sübhâniyesine en mütefekkir bir muhatap ve mazhariyet-i esmâsına en cami’ bir âyine ve onu İsm-i Âzamın tecellîsine ve her isimde bulunan İsm-i Âzamlık mertebesinin tecellîsine mazhar bir ahsen-i takvimde, en güzel bir mucize-i kudret ve hazâin-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için, en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekàya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidatça en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dar-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-i insaniyeyi iptal ederek, kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin?

Hem hiç kabil midir ki, Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak, insana öyle bir istidat verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrâyı tahammül edip, yani küçücük, cüz’î ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının muhît sıfatlarını, küllî şuûnâtını, nihayetsiz tecelliyâtını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zayıf yaratıp, halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlûkatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlâhiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip Rububiyet-i Sübhâniyeyi fiilen ve kàlen kâinatta ilân ettirmek,


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâkim-i Bilhak: hak ve adalet ile hükmeden, yargılayan Allah (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Rahîm-i Mutlak: sınırsız şefkat ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m; ṭ-l-ḳ) </td><td>Rububiyet-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutması (bk. r-b-b; s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>ahsen-i takvim: yaratılışın en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>bedbaht: talihsiz</td><td>bekà: kalıcılık ve devamlılık (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dar-ı ebedî: sonsuzluk yurdu (bk. e-b-d)</td><td>emanet-i kübrâ: en büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler (bk. e-m-n; k-b-r)</td></tr><tr><td>fena: gelip geçicilik, yok oluş (bk. f-n-y)</td><td>hakikat nazarında: gerçek açısından (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>hakikat-i insaniye: insanın gerçek mahiyeti (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayvanî: hayvansal (bk. ḥ-y-y)</td><td>hazâin-i rahmet: rahmet hazineleri (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hitâbât-ı Sübhâniye: her türlü kusur ve noksanlıktan yüce olan Allah’ın Kendi Zâtına has hitapları (bk. ḫ-ṭ-b; s-b-ḥ)</td><td>icraat-ı İlâhiye: Allah’ın icraat ve faaliyeti (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>istidat: beceriler, ruhsal özellikler, sevmek, konuşmak gibi (bk. a-d-d)</td><td>kabil: mümkün, olabilir</td></tr><tr><td>kàlen: sözle</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)</td><td>mahiyet: özellik, esas, nitelik</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mazhar: ayna olma, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mazhariyet-i esmâ: Allah’ın isimlerinin yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r; s-m-v) </td><td>mikyas: ölçek</td></tr><tr><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td><td>muhît: kapsamlı, herşeyi içine alan</td></tr><tr><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>müdakkik: dikkatli bir şekilde inceleyen</td><td>müstaid: istidat ve kabiliyet sahibi (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>müteellim: elemli, acı duyan</td><td>mütefekkir: tefekkür eden, düşünen (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>müştak: iştiyaklı, arzulu, aşık</td><td>müştemilât: içindekiler</td></tr><tr><td>nazdar: nazlı</td><td>nazenin: ince, nazik, duyarlı</td></tr><tr><td>nebatî: bitkisel</td><td>nevi: tür, çeşit </td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahammül: yüklenme</td><td>tanzimat: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tarz-ı tesbihat: tesbihat şekli, Allah’ı anma usulü (bk. s-b-ḥ)</td><td>tecelliyat: yansımalar, görünümler (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma, görünme (bk. c-l-y)</td><td>ulvî: yüce, yüksek</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>şuûnât: işler, filler ve tasarruflar (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onbirinci Hakikat - Sayfa 135

meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdiği halde; ona, bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin? Onu bütün mahlûkatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp, en mübarek, nuranî ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı, o biçareye en meş’um ve zulmânî bir alet-i tâzip yapıp, hikmet-i mutlakasına büs bütün zıt ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafi bir merhametsizlik etsin? Hâşâ ve kellâ!

Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüştük ki: Hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihazatı bize gösterdi ki, o zabit, o muvakkat meydan için değil; belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi, insanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşif müttefiktirler. Ezcümle:

Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, “Sana bir milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, “Oh” yerine “Ah” diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.

İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>alet-i tâzip: azap verme aleti</td><td>bedbaht: talihsiz</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>cihazat: donanım</td></tr><tr><td>cihazat-ı insaniye: insana ait cihazlar, duygular</td><td>cüzdan: kimlik</td></tr><tr><td>dereke: aşağı seviye</td><td>dertmend: dertli</td></tr><tr><td>düstur-u hareket: hareket prensibi, tarzı</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>ehl-i tahkik ve keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-ş-f) </td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emel: arzu, istek</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>ezcümle: özetle</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>halk edilmek: yaratılmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>havas: duyular</td></tr><tr><td>hediye-i hikmet: hikmet hediyesi (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmet-i mutlaka: sınırsız hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hikâye-i temsiliye: kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik hikâye (bk. m-s̱-l)</td><td>hilafet: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>hizmetkâr: hizmetçi</td><td>hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>ihata: kuşatma, içine alma</td><td>intizar: bekleme</td></tr><tr><td>istidat: beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi (bk. a-d-d)</td><td>kuvve-i hayaliye: hayal duygusu (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>külliyen: bütünüyle (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>letâif: lâtifeler, duygular (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>merhamet-i mutlaka: sınırsız merhamet (bk. r-ḥ-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>meş’um: kötü, uğursuz</td></tr><tr><td>musibetzede: musibete uğrayan</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)</td><td>münafi: zıt, aykırı</td></tr><tr><td>müstekar: yerleşmiş</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>müttefik: birleşmiş</td><td>müttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle</td></tr><tr><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>saltanat-ı dünya: dünya saltanatı (bk. s-l-ṭ)</td><td>semere: meyve, netice</td></tr><tr><td>tasvirci: resimleyici, suret verici (bk. ṣ-v-r)</td><td>teessüf etmek: üzülmek</td></tr><tr><td>tevehhüm: vehimlenme, kuruntuya kapılma</td><td>teçhiz edilmek: cihazlanmak, donatılmak</td></tr><tr><td>zabit: subay</td><td>zelil: aşağı, alçak</td></tr><tr><td>zulmânî: karanlıklı (bk. ẓ-l-m)</td><td>âhirde: sonunda (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td><td>âlet-i tes’id: mutluluğa ulaştırma aleti</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onikinci Hakikat - Sayfa 136

ON İKİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Risalet ve’t-Tenzildir.
Bismillâhirrahmânirrahîm’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, bütün enbiya, mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya, keşif ve kerametlerine istinad edip dâvâsını tasdik ettikleri ve bütün asfiya, tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallâllahu Aleyhi ve Sellemin tahakkuk etmiş bin mucizâtının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vech ile mucize olan Kur’ân-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek bütün kat’iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhi vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin?

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Geçen Hakikatlerden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle râsih bir hakikattir ki, küre-i arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zira, o hakikati Cenâb-ı Hak bütün esmâ ve sıfâtının iktizasıyla tesbit ediyor. Ve Resul-i Ekremi bütün mucizat ve berâhiniyle tasdik ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu ispat ediyor. Ve şu kâinat bütün âyât-ı tekvîniye ve şuûnât-ı hakîmânesiyle şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde Vâcibü’l-Vücud ile bütün mevcudat-kâfirler müstesna olarak-ittifak etmiş olsun; kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler, o dağ gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!

Sakın zannetme, delâil-i haşriye bahsettiğimiz On İki Hakikate münhasırdır.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-h-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>Sallâllahu Aleyhi ve Sellem: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)</td><td>berâhin: deliller</td></tr><tr><td>bâb: kapı </td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>delâil-i haşriye: haşre ait deliller (bk. ḥ-ş-r)</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>esma: isimler (bk. s-m-v)</td><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i râsiha-i âliye: yüce ve sağlam gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>istinad: dayanma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>ittifak etmek: birleşmek</td><td>kat’iyet: kesinlik</td></tr><tr><td>keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareketler (bk. k-r-m)</td><td>keşif: mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri kalp gözüyle görme (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>kâfir: inanmayan, inkâr eden (bk. k-f-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td><td>küşad etmek: açmak</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>münhasır: sınırlı</td></tr><tr><td>müstesna: dışında</td><td>risalet ve’t-tenzil: peygamberlik ve Cenâb-ı Allah’ın peygamberlere vahiy yoluyla kitaplar indirmesi (bk. r-s-l; n-z-l)</td></tr><tr><td>râsih: sağlam</td><td>tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tesbit etmek: sağlam şekilde yerleştirmek</td><td>teyid: destekleme</td></tr><tr><td>vecih: yön</td><td>vehim: kuruntu, zan</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>vâhi: zayıf, önemsiz</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âyât: âyetler, deliller</td></tr><tr><td>âyât-ı kat’iye: kesin âyetler</td><td>âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait deliller, bütün varlıklar (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td><td>şuûnât-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde yapılan işler (bk. ş-e-n; ḥ-k-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Onikinci Hakikat - Sayfa 137

Hayır, belki yalnız Kur’ân-ı Hakîm, geçen şu On İki Hakikatleri bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavî bir emaredir ki, Hâlıkımız bizi bu dar-ı fâniden bir dar-ı bâkiye nakledecektir.

Hem sakın zannetme ki, haşri iktiza eden esmâ-i İlâhiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.

Hem zannetme ki, haşre delâlet eden kâinatın âyât-ı tekvîniyesi şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki, bir vechi Sânie şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ, insanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti Sânii gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zevâl bulması, haşri gösterir. Bazı kere bir vech ile iki nazarla bakılsa, hem Sânii, hem haşri gösterir. Meselâ, ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi, nasıl ki mahiyetlerine bakılsa bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür.
Demek ki, herşey lisan-ı hâl ile “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” okuyor ve okutturuyor.

endOfSection.gif
endOfSection.gif



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hafîz: herşeyi koruyup saklayan ve yarattıklarını esirgeyip gözeten Allah (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td><td>Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ahsen-i takvim: yaratılışın en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)</td><td>dar-ı bâki: devamlı ve kalıcı yer, âhiret (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>dar-ı fâni: gelip geçici yer, dünya (bk. f-n-y)</td><td>delâlet: delil olma, işaret etme </td></tr><tr><td>dest-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>emaret: belirti, işaret</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>eşya: varlıklar</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hadsiz: sonsuz</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hüsn-ü masnuiyet: sanatındaki güzellik (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>inayet: ikram, lütuf; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>istilzam: gerektirme</td><td>kabiliyet-i camia: çok kapsamlı kabiliyet (bk. a-d-d; c-m-a)</td></tr><tr><td>kavî: kuvvetli</td><td>keyfiyet: durum, nitelik</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td></tr><tr><td>mahiyet: esas, nitelik, öz</td><td>mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>münhasır: sınırlı</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>taltif: lütuf ve iyilikte bulunma (bk. l-ṭ-f)</td><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td><td>tedbir: idare (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>tevzin: ölçülü yapma, dengeleme (bk. v-z-n)</td><td>tezyin: süsleme (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>vecih: yön</td><td>vücuh: vecihler, yönler</td></tr><tr><td>zevâl bulma: geçip gitme, yok olma (bk. z-v-l)</td><td>Âdil: adaletle iş gören, sonsuz adalet sahibi Allah (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir: “Allah’a ve âhiret gününe iman ettim” (bk. e-m-n; e-ḫ-r)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait deliller, bütün varlıklar (bk. k-v-n)</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Hatime - Sayfa 138

Hâtime
GEÇEN ON İKİ HAKİKAT, birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var, şu demir gibi, belki elmas gibi on iki muhkem surları delip geçebilsin, ta hısn-ı hasinde olan haşr-i imanîyi sarssın?

blank.gif
1
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍâyet-i kerîmesi ifade ediyor ki, bütün insanların halk olunması ve haşredilmesi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi âsândır.

Evet, öyledir. Nokta namında bir risalede, haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakikati tafsilen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilâtıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o Nokta’ya müracaat et.
blank.gif
2

Mesela,
blank.gif
3
وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى temsilde kusur yok, nasıl ki, nuraniyet sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle verdiği cilveyi, aynı suhuletle hadsiz şeffâfâta da verir.

Hem şeffâfiyet sırrıyla, bir zerre-i şeffâfenin küçük gözbebeği, güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.

Hem intizam sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.


[NOT]Dipnot-1 “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

Dipnot-2
Nokta Risalesi, Mesnevî-i Nuriye’nin sonunda yer almaktadır. Ancak Üstad Hazretlerinin bu risale hakkında şöyle bir notu vardır: “Nokta’nın İkinci Kısmı haşir, melâike ve bekà-i rûha ait olduğundan bu hakikatleri Yirmi Dokuzuncu Söz ve Onuncu Söz gâyet parlak bir surette izah ettiğinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi. Üçüncü kısım ise, on dört dersten ibaret Nurun İlk Kapısı nâmıyla ayrıca neşredildi.”

Dipnot-3
“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>akis: yansıma</td><td>bekà-i ruh: ruhun devamlılığı (bk. b-ḳ-y; r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>cilve: yansıma (bk. c-l-y)</td><td>dercetmek: yerleştirmek</td></tr><tr><td>diritnot: büyük harp gemisi</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk: yaratma (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>haşr-i imanî: haşre iman (bk. ḥ-ş-r; e-m-n)</td></tr><tr><td>hâtime: sonuç, son bölüm</td><td>hülâsa: özet</td></tr><tr><td>hısn-ı hasin: çok sağlam kale</td><td>ihtiyar: dileme, istek, irade (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>ittihad: birlik, birleşme</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>muhkem: sağlam (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>müsavi: eşit, denk</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>neşretmek: yayınlamak</td><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nuraniyet: nurlu oluş, parlaklık (bk. n-v-r)</td><td>risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tafsilen: ayrıntılı olarak</td><td>tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>temsilât: temsiller (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>teyid: destekleme</td><td>vehim: kuruntu</td></tr><tr><td>zerre: atom, en küçük madde parçası</td><td>zerre-i şeffâfe: saydam zerre, atom</td></tr><tr><td>âsân: kolay</td><td>şeffâfiyet: saydamlık</td></tr><tr><td>şeffâfât: saydam şeyler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Hatime - Sayfa 139

Hem imtisal sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

Hem muvazene sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi—ki, öyle hakikî, hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder; ve iki güneşi de istiab edip tartar—o iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini Arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.

Madem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffâfiyet ve intizam ve imtisal ve muvazene sırlarıyla en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz, hesapsız şeyler birtek şeye müsavi görünür. Elbette, Kadîr-i Mutlakın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyâtı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffâfiyeti ve hikmet ve kaderin intizâmâtı ve eşyanın evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisali ve mümkinatın vücut ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki muvazenesi sırlarıyla, az çok, büyük küçük Ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.

Hem birşeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Meselâ hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Demek, asıl, zâtî olan birşeyde meratip yoktur.
Madem Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhaldir ki tedahül etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: göğün en yüksek katı (bk. a-r-ş)</td><td>Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) </td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>acz: güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>adem: yokluk</td><td>arş: haydi!</td></tr><tr><td>cem-i zıddeyn: iki zıddın bir arada olması (bk. c-m-a)</td><td>cevv-i feza: uzay boşluğu</td></tr><tr><td>derecat: dereceler</td><td>ehven: kolay</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>ferş: yer</td></tr><tr><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>hararet: sıcaklık</td><td>haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>imkân: mümkün olma, olabilirlik (bk. m-k-n)</td><td>imtisal: uyma, tabi olma</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>intizâmât: düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>isnad: dayandırma (bk. s-n-d)</td><td>istiab: içine alma, kaplama</td></tr><tr><td>kader: Allah’ın meydana gelecek şeyleri olmadan önce takdir edip planlaması (bk. ḳ-d-r)</td><td>kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i imtisal: tam ve mükemmel bir şekilde emre uyma (bk. k-m-l)</td><td>kemâl-i mutlak: her yönüyle ve kesin mükemmellik (bk. k-m-l; ṭ-l-ḳ) </td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>melekûtiyet-i eşya: eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>meratib: mertebeler, dereceler</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td><td>müdahale: karışma</td></tr><tr><td>mümkinat: olması imkan dahilinde olan, varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan şeyler (bk. m-k-n)</td><td>müsavat: eşitlik</td></tr><tr><td>müsavi: eşit, denk</td><td>nefer: asker, er</td></tr><tr><td>nefis: ferd, kişi (bk. n-f-s)</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>nuraniyet: nurlu oluş, parlaklık (bk. n-v-r)</td><td>nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nâkıs: eksik</td><td>sayha: ses, sesleniş</td></tr><tr><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td><td>tabakat: tabakalar</td></tr><tr><td>tahrik: harekete geçirme</td><td>tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tedahül etmek: iç içe olmak</td><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zaaf: zayıflık</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>zâtî: kendisinden olan</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>ârızî: kendisinden olmayan, ilinti</td><td>şeffâfiyet: şeffaflık, saydam olma </td></tr><tr><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Hatime - Sayfa 140

Mesele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’ân’ındır. Zira söz odur ve söz onundur.
blank.gif
1
Dinleyelim:


فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْباَلِغَةُ
blank.gif
2
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
3

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
blank.gif
4
يَاۤ اَيُّهاَ النَّاسُ اتَّقوُا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّاۤ اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكاَرٰى وَمَا هُمْ بِسُكاَرٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللهِ شَدِيدٌ
blank.gif
5

اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثاً
blank.gif
6
اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
blank.gif
7
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهاَ وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَقاَلَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْباَرَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتاَتاً


[NOT]Dipnot-1 bk. Nisâ Sûresi, 4:87, 122; Müslim, Cum’a 43, 44; Nesâî, Salâtü’l-Iydeyn 22; İbni Mâce, Mukaddime 7; Müsned 3:310, 371.

Dipnot-2
“Tam ve kesin delil Allah’ındır.” En’âm Sûresi, 6:149.

Dipnot-3
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kadirdir.” Rum Sûresi, 30:50.

Dipnot-4
“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. Sen de ki: ‘Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.

Dipnot-5
“Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Kıyamet gününün zelzelesi, muhakkak ki pek büyük birşeydir. Onu gördüğünüz gün, herbir emzikli kadın emzirdiğini unutur, herbir hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir; lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” Hac Sûresi, 22:1-2.

Dipnot-6
“Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. And olsun ki, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde O sizi kabirlerinizden toplayıp diriltecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim var?” Nisâ Sûresi, 4:87.

Dipnot-7
“İhlâs ile kulluk edenler, nimetlerle dolu Cennet içindedir. Günaha dalan kâfirler ise Cehennem ateşindedir.” İnfitar Sûresi, 82:13-14.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakim: içinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>feyz: ilham, bereket (bk. f-y-ḍ)</td><td>hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td><td>mesele-i haşr: haşir konusu (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Mukaddime - Hatime - Sayfa 141

لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرّاً يَرَهُ
blank.gif
1

اَلْقَارِعَةُ مَا الْقاَرِعَةُ وَمَاۤ اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكوُنُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثوُثِ وَتَكوُنُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفوُشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَاۤ اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ
blank.gif
2
وَ ِللهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَـةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
3

Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinât-ı Kur’âniyeyi
dinleyip, “Âmennâ ve saddaknâ” diyelim.


اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَاَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَاَنَّ مُنْكَراً وَنَكِيراً حَقٌّ وَاَنَّ اللهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبوُرِ اَشْهَدُ اَنْ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللهِ اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰۤى اَلْطَفِ وَاَشْرَفِ وَاَكْمَلِ وَاَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاۤءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَوَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلٰۤى اَزْيَنِ وَاَحْسَنِ وَاَجْلٰى وَاَعْلٰى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاۤءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلٰى دَارِ


[NOT]Dipnot-1 “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfatını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.” Zilzâl Sûresi, 99:1-8.

Dipnot-2
“Çarpacak olan felâket. Nedir o çarpacak olan felâket? O çarpacak felâketin ne olduğunu bilir misin? O gün insanlar ateşe çarpıp yere serilmiş pervanelere döner. Dağlar ise atılmış rengârenk yün gibi olur. Mizanı ağır gelen, hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Mizanı hafif gelenin sığınacağı yer de hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu bilir misin? O kızgın bir ateştir.” Karia Sûresi, 101:1-11.

Dipnot-3
“Göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek Allah’a mahsustur. Kıyametin gerçekleşmesi ise, göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır. Şüphesiz ki Allah’ın kudreti herşeye yeter.” Nahl Sûresi, 16:77.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>âmennâ ve saddaknâ: “İnandık ve tasdik ettik” (bk. e-m-n; ṣ-d-ḳ)</td><td>âyât-ı beyyinât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın ap açık âyetleri (bk. b-y-n)</td></tr></tbody></table>
 
Üst