Kâinattaki Muhteşem Güzellik

Ahmet.1

Well-known member
Ruhi ERİŞ

Yeni bir iş yolculuğuna çıkmıştı. Dünya çapında bir şirketin araştırma-geliştirme bölümünde çalışıyordu. Firmanın gözde personellerinden biriydi. İnşaat, enerji, elektronik, genetik, tekstil, bilişim ve savunma sanayi gibi alanlarda altyapı ve danışmanlık hizmeti veriyorlardı.

Kabin görevlilerinin uçuşla alâkalı ikazlarının ardından, uçak maviliklere doğru yükselmeye başladı. Uçakta bir şeyler okumaya bir türlü alışamamıştı. Uçuşlarda gökyüzünün cazibedar güzelliklerini seyredip, hayallere dalmayı tercih ediyordu.

Uzakdoğu'da firmaların yeni ürünlerini sergileyecekleri bir fuara, gözlemci olarak katılacaktı. Dünyanın sayılı firmalarının büyük bir gizlilikle hazırladıkları projeleri, burada görücüye çıkacaktı. Her ay dünyanın farklı bir köşesinde bu tür fuarları takip ediyor, oralarda teşhir edilen ürünleri, gelişmeleri kendi projelerine uyarlıyordu. Birçok fuarda sergilenenlerin, kendi tasarladıklarının gerisinde olduğunu görmek, şirketleri adına bir motivasyon vesilesiydi. Buna rağmen firma yönetimi; "Bizden daha ileride olanlar var mı?" endişesi yaşıyordu. Gördükleri en küçük gelişmeyi, ne pahasına olursa olsun, kendi bünyelerine katıyorlardı. Bu fuarda da farklı bir şey çıkabileceğine ihtimal vermiyordu. Bu düşünceler içinde, altında sıra dağlar gibi uzanan bembeyaz bulutları seyrediyordu. Ne zamandır bu manzarayı kaydetmeyi düşünüyordu. Avuç içi kamerasını çalıştırıp kayda başladı. Bir müddet sonra gözleri yoruldu.



Kendini şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemeyen bir fuarın ortasında etrafını seyreder hâlde buldu. Etrafına baktıkça şaşkınlığı artıyor, hayretini ifade edecek kelime bulamıyordu. Hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu: "Böyle bir şey olamaz!" Manzara şimdiye kadar gördüklerinden oldukça farklıydı. Bu ne mükemmel bir sunumdu. Etrafını seyreden sadece kendisi değildi. Herkes aynı hayranlıkla manzarayı izliyordu. Bir açıdan bakınca bir şehir, farklı bir yönden bakınca sırlı bir memleket, başka bir yönden bakınca da eşi benzeri olmayan bir sarayda geziyorlardı sanki. Her şey akıllara durgunluk verecek bir nizam ve intizam içindeydi. Fuarda teşhir edilen ürünler, daha önce hiç görmedikleri şeylerdi.

Eserleri yakından incelediğinde, firmaların en büyük harcama kalemlerini teşkil eden hammadde, işgücü ve ulaşım giderlerinin tamamen halledildiğini gördü. Bu, teknoloji ve endüstri adına müthiş bir inkılâptı. "Bunların hepsini kaydetmeliyim." diyerek kamerasına davrandı. Fakat kamera zaten kayıttaydı. Kayıt düğmesine ne zaman bastığını hatırlayamadı. Sergilenenler, ziyaretçilere bir fikir vermek için konmuş çalışmalar değildi. Gördüğü makine, tam kapasite üretim yapıyor ve maksadına uygun kullanılıyordu. Buradaki görevlilerin her biri şimdiye kadar görmediği türden bir çalışma anlayışındaydı. Mükemmel bir iş bölümü vardı. Mesai anlayışı, dayanışma, yardımlaşma, verimli üretim araştırmacıların hayal edemeyeceği türdendi.

Neden sonra bütün alanlarda çalışanların aynı olduğunu fark etti. İnsan desen değildi; robot desen, hiç değildi. Robot teknolojisi bu derece mükemmel robot yapacak seviyede değildi. Akıl ve gözleri olmayan, kendi kendilerine hareket edebilme kabiliyetinden mahrum bu varlıklar, bir binadan bir fabrikaya, oradan çok daha girift yapılara girip çıkıyor ve neticede görevlerini süratle yapıyordu. Bu süreçte ne enerji, ne zaman, ne hammadde, ne de işgücü kaybı vardı. Bütün araştırma-geliştirme çalışmalarında, bu hedefe ulaşmak için milyarlarca dolar harcanıyordu. Bütün bunlar gözünün önünde olmasa, bir rüyadayım deyip işin içinden çıkmak kolaydı. Peş peşe sorular, beynini kemiriyordu: "Bu teknolojiyi biz bulmadıysak kimler buldu?" Bir taraftan gördüklerini kaydetmeye devam ediyordu. "Bu görüntüleri yönetim kuruluna sunsam, ne pahasına olursa olsun, bu teknolojiyi hemen satın alırlar ve bizi de kapının önüne koyarlar." diye geçirdi içinden. Sonra "Bu teknolojiyi bizim şirkete adapte etmeliyiz. O zaman dünya devi oluruz." diye düşündü. Bu esnada başka bir şey daha dikkatini çekti. Bir kısım varlıklar, kendi aralarında farklı bir dille konuşuyorlardı. Birçok dili biliyordu; fakat onların konuştuğu dili anlayamamıştı.

Başka bir bölümde gördükleri onun hayretini daha da artırdı. Tekstil tezgâhlarına benzer makineler, çalışmaya başladı. Makinelerde, bir gram civarında pamuk benzeri bir maddeden harika şeyler yapılıyordu. Zerdali veya kavun çekirdeği gibi bir şey; nasıl da kadifeden daha güzel dokunmuş yaprakları, rengârenk çiçekleri, şekerlemeden daha tatlı, daha latif, daha leziz, daha şirin meyveleri, ziyaretçilere takdim ediyordu. Kameranın hafıza kartını değiştirdi, çekime kaldığı yerden devam etti. Gördüklerinin hangi ülkeye ait olduğunu bir türlü çözememişti. "Nasıl olsa, bu güzel işleri yapanlar bize kendilerini de tanıtırlar." düşüncesiyle gezisine devam etti. Gördüğü her şey, bir öncekinden daha etkileyiciydi. Bir başka meydanda, toprakta bulunan su, demir, karbon, azot, çinko gibi madenler, görünmeyen bir elin tesiriyle birer canlı hâline geliyordu. Bir şey daha fark etti: Her şey sürekli değişiyordu. Bu cansız ve hissiz cisimlerin her biri, âdeta bütün eşyaya hükmediyor gibiydi. Artık beyni durmuştu. Az ileride tuhaf bir makine daha dikkatini çekti. Bu makine, bir taşa kurulmuştu ve durmadan çalışıyordu. Yüzlerce tezgâhı incecik dallarında taşıyor; yaprak, çiçek ve meyve yapıyor; bunları çeşitli renk ve tatlarla süslüyor ve ziyaretçilere sunuyordu. Makinenin çalışması için gerekli maddeler, uzak yerlerden geliyordu.

Sergi, gezmekle bitecek gibi değildi. Birden bu sistemin enerji kaynağını merak etti. Hem bu enerji kaynağını görme hem de daha geniş açıdan çekim yapma düşüncesiyle, yüksekçe bir tepeye çıktı. Serginin kubbesindeki lâmbayı orada fark etti. Bu lâmba, hem ışık veriyor, hem de bütün ürünlerin gelişmesine yardımcı oluyordu.



Hostesin sesiyle kendine geldi: "Beyefendi, içecek olarak ne alırsınız?" Kamerayı sımsıkı tutan parmakları uyuşmuştu. Gördükleri rüya mıydı? Hostesten meyve suyu istedi. Kamera kayıtlarına baktı. Bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Gördüklerini zihninde canlandırmaya çalışırken, yanındaki yolcunun okuduğu kitabın arka kapağındaki yazılar gözüne ilişti: "Şu muhteşem âlemin elbette bir tanzim edicisi ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu sanatlı süslerle yapılmış sarayın bir ustası vardır. Anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren ve eserlerini gösteren odur. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Dillerini bilmediğimiz ve bizi dinlemeyen şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştanbaşa harika şeylerle dolduran ve donatan Zât'ın, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Şüphe yok ki O'nu (celle celâluhu) tanımamızı ve bizden is*tediklerini yerine ge**tirmemizi murad etmektedir."
 
Üst