ism-i a'zamı gösteren gayet büyük bir pencere

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻥَّ ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍﺧْﺘِﻠﺎَﻑِ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﻭَﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﻭَﺍﻟْﻔُﻠْﻚِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺗَﺠْﺮِﻯ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮِ ﺑِﻤَﺎ ﻳَﻨْﻔَﻊُ ﺍﻟﻨَّﺎﺱَ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﻧْﺰَﻝَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻣِﻦْ ﻣَٓﺎﺀٍ ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎ ﺑِﻪِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻬَﺎ ﻭَﺑَﺚَّ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﻭَﺗَﺼْﺮِﻳﻒِ ﺍﻟﺮِّﻳَﺎﺡِ ﻭَﺍﻟﺴَّﺤَﺎﺏِ ﺍﻟْﻤُﺴَﺨَّﺮِ ﺑَﻴْﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻟَﺎَﻳَﺎﺕٍ ﻟِﻘَﻮْﻡٍ ﻳَﻌْﻘِﻠُﻮﻥَ Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boynun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Suresi: 164.)

Şu âyet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir ism-i a'zamı gösteren gayet büyük bir penceredir.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
İsm-i a'zam: En büyük isim. *Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olanı.


İşte şu âyetin hülâsat-ül hülâsası şudur ki: Kâinatın ulvî ve süflî tabakatındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisanla bir tek neticeyi, yani bir tek Sâni'-i Hakîm'in rububiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki:
Hülâsat-ül hülâsa: Özetin özeti, özün özü.
Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Süflî: Alçak, aşağı, bayağı, adi.
Tabakat: Tabakalar, katlar, mertebeler, dereceler.
Sâni'-i Hakîm: Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah (cc).
Rububiyet: Rabblık, ilâhlık. *Cenâb-ı Allah'ın her zaman, her yerde, her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye, tedbir ve mâlikiyeti ve besleyiciliği keyfiyeti. *Efendilik, sahiplik.


Nasıl göklerde (hattâ Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi) gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler, bir Kadîr-i Zülcelal'in vücud ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Kozmoğrafya: Astronomi, gök ilmi.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük, haşmet ve kudret sahibi, Allah (cc).
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Öyle de: Zeminde bilmüşahede (hattâ Coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla) gayet büyük maslahatlar için mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelal'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
İkrar: Kabul etmek, itiraf etmek.
Maslahat: Fayda, yarar.
Tahavvülât: Tahavvüller, değişmeler.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve herşeye kudreti (gücü) yeten Allah (cc).
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.


Hem nasıl berr'de ve bahr'de kemal-i rahmet ile rızıkları verilen ve kemal-i hikmet ile muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün hayvanat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelal'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Berr: Kara, yeryüzü, toprak.
Bahr: Deniz.
Kemal-i rahmet: Rahmetin mükemmelliği, acımanın son derecesi.
Kemal-i hikmet: Tab bir hikmet, kusuruz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.
Teçhiz: Cihazlama, donatma.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Azamet-i uluhiyet: Herşeyin sahibi yaratıcısı ve idarecisi olmanın büyüklüğü.


Öyle de: Bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber külliyetleriyle gayet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Nebatat: Bitkiler.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Mevzun: Ölçülü.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Külliyet: Umumîlik, bütünlük, genellik.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Cevv-i sema: Gök yüzü, gök boşluğu, atmosfer.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Tavzif: Vazifelendirme, görevlendirme.
Katre: Damla.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.


Öyle de: Zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin ayrı ayrı hâsiyetleriyle beraber ayrı ayrı maslahatlar için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hâsiyet: Özellik, te'sir, etkileyicilik, fayda ve kuvvet.
Maslahat: Fayda, yarar.
İhzar: Hazırlama, hazır etme, huzura (yanına) getirme.
İddihar: Toplama, biriktirme, yığma, depolama.
Metanet: Sağlamlık, kararlılık.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.


Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Haşmet-i saltanat: Saltanatın haşmeti, üstün ve parlak hakimiyet, idare etme gücünün üstünlük ve büyüklüğü.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Öyle de: Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârane mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Eşkâl-i muntazam: Muntazam (düzgün) şekiller.
Cezbekârane: Kendinden geçmiş gibi, cezbeye tutulmuş gibi.
Mevzun: Ölçülü.


Hem nasıl bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârane teveccühleri, herbiri ferden-ferda yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder. Ve heyet-i mecmuasıyla gayet büyük bir mikyasta ihata-i kudretini ve şümul-ü hikmetini ve cemal-i san'atını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Ecsam-ı nâmiye: Büyüyen ve gelişen cisimler.
Âlât: Aletler.
Teçhiz: Cihazlama, donatma.
Şuurkârane: Şuurlucasına, bilinçli şekilde, bilinçlicesine.
Teveccüh: Yönelme, dönme, yöneliş. *Alaka, ilgi gösterme.
Ferden-ferda: Fert fert, tek tek.
İhata-i kudret: Kudretin ihatası, sonsuz güç ve kuvvetin kuşatıcılığı.
Şümul-ü hikmet: Gayelerin ve faydaların kapsamı ve genişliği.


Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü türlü hizmetlerde kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Kemal-i hikmet: Tab bir hikmet, kusuruz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Kemal-i intizam: Tam düzgünlük, mükemmel kusursuz düzgünlük.
Teslih: Silahlandırma.


Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm'in vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.
Nevi: Çeşit, tür.
Ulûm: İlimler, bilgiler.
Hacet: İhtiyaç
İlhamat-ı gaybiye: Gaybî ilhamlar, görünmez gizli taraftan gelen ilhamlar.
Rabb-ı Rahîm: Rahim olan Rab, çok merhametli ve şefkatli olan Rab (sahip ve terbiyeci).
İhsas: Hissettirme.
Rububiyet: Allah'ın (cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.

Öyle de: Gözlere kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan şuaat-ı ayniye gibi zahirî ve bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni'-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerim'in vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.
Şuaat-ı ayniye: Göze ait ışıklar, gözün nurları.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Fâtır-ı Alîm: Sonsuz ilim sahibi yaratıcı.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Rezzak-ı Kerim: Çok cömert ve bağış sahibi olan rızık verici Allah (cc).


İşte şu yukarıda geçen oniki ayrı ayrı pencerelerden, oniki vecihten bir pencere-i a'zam açılıyor ki; oniki renkli bir ziya-yı hakikat ile Cenab-ı Hakk'ın ehadiyetini ve vahdaniyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Vecih: Yön, taraf, yüz.
Pencere-i a'zam: En büyük pencere, çok büyük pencere.
Ziya-yı hakikat: Hakikat ziyası, gerçeğin ışığı.
Ehadiyet: Teklik, birlik, Allah'ın (cc) isimlerinin çoğunun tek bir şeyde görünmesi.


İşte ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu maden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?...
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Daire-i arz: Yer dairesi, yer, dünya.
Medar-ı senevî: Senelik yörünge, bir senede güneşin etrafındaki dönüş dairesi.
Maden-i nur: Nur madeni, ışık kaynağı.
Perde-i gaflet: Gaflet perdesi, Allah'a (cc), emir ve yasaklarına karşı ilgisiz kalma perdesi, Allah'ı düşünmeme, unutma ve hesaba katmama alışkanlığı.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
"Sözleri dinleyip en güzeline tâbi' olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır" Şuâlar
 

Ahmet.1

Well-known member
Her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve her şeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şâmile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vâsia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatler ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi bir tek Zat-ı Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzak, Hay ve Muhyî'yi bilbedahe gösteriyorlar. Lemalar
 
Üst