Işarat-ül İ'caz

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Mebhas:

ﺍﻟٓﻢٓ i'cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:

1-
ﺍﻟٓﻢٓ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki:

Elif,
ﻫَﺬَﺍ ﻛَﻠﺎَﻡُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﺎَﺯَﻟِﻰِّ hükmüne ve kaziyesine; lâm, ﻧَﺰَﻝَ ﺑِﻪِ ﺟِﺒْﺮِﻳﻞُ hükmüne ve kaziyesine; mimﻋَﻠَﻰ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﻉ.ﺹ.ﻡ.hükmüne ve kaziyesine remzen ve îmaen işarettir.

Evet nasılki Kur'anın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de "sin, lâm, mim" gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik
ﺍﻟٓﻢٓ in herbir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.

2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dadır.

3- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.

4- Şu harflerin taktîi; harf ve lafızların hâvi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrar-ül hurufta beyan edildiği gibi, aded ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir. {(Haşiye): Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lem'a-i i'cazı körlere dahi göstermiştir.}

5-
ﺍﻟٓﻢٓ taktîiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan "halk, vasat, şefe" mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki; zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.

Ey zihnini belâgatın boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan,
ﻫَﺬَﺍ ﻛَﻠﺎَﻡُ ﺍﻟﻠَّﻪِ içinden çıkacaktır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Mebhas:

ﺍﻟٓﻢٓ emsaliyle beraber, terkib şeklinden taktî' suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tâbi' olmadığına ve hiç kimseyi taklid etmiş olmadığına ve üslûbları acib, çeşitleri garib yeni saha-i vücuda gelen bir bedîa olduğuna işarettir.

Bu mebhasda da birkaç letaif vardır.

1- Hatib ve beliglerin âdetindendir ki mesleklerinde daima bir misale tâbi' oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur'an hiçbir misale tâbi' olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belâgat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.

2- Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu heyet üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet Kur'an, milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır, bu ise muhaldir; öyle ise hepsinin fevkindedir, öyle ise Allah'ın kelâmıdır.

3- Beşerin san'atı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur'an ise, ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

Ey belâgat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki, bal arısı
ﺍَﺷْﻬَﺪُ ﺍَﻥَّ ﻫَﺬَﺍ ﻛَﻠﺎَﻡُ ﺍﻟﻠَّﻪِ balını çıkarsın.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ:

Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki:

Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, belig kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıdların, heyetlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.

Birinci Misal:
ﻭَ ﻟَﺌِﻦْ ﻣَﺴَّﺘْﻬُﻢْ ﻧَﻔْﺤَﺔٌ ﻣِﻦْ ﻋَﺬَﺍﺏِ ﺭَﺑِّﻚَ olan âyet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir azab ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıdlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.

Ezcümle: Şekk ve ihtimali ifade eden
ﺍِﻥْ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir.

Ve keza
ﻧَﻔْﺤَﺔٌ sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır.

Ve keza
ﻣَﺲَّ kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir.

Ve keza teb'îzi ifade eden
ﻣِﻦْ ve şiddeti gösteren "nekal" kelimesine bedel, hıffeti îma eden ﻋَﺬَﺍﺏِ kelimesi ve ﺭَﺏّ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:

ﻋِﺒَﺎﺭَﺍﺗُﻨَﺎ ﺷَﺘَّﻰ ﻭَ ﺣُﺴْﻨُﻚَ ﻭَﺍﺣِﺪٌ ﻭَ ﻛُﻞٌّ ﺍِﻟَﻰ ﺫَﺍﻙَ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝِ ﻳُﺸِﻴﺮُ

Yani: "İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar."
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci Misal:
ﺍﻟٓﻢٓ ٭ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَolan âyet-i kerimedir. Bu âyette maksad-ı esas, Kur'anın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden, ﺍﻟٓﻢٓ، ﺫَﻟِﻚَ، ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏ، ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ kayıdlarıdır. Evet bu kayıdlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.

Ezcümle:
ﺍﻟٓﻢٓ kasem olduğu cihetle Kur'anın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkûr letaif cihetiyle de davanın isbatına işaret eder.

Ve keza
ﺫَﻟِﻚَ zât ile sıfâtı gösteren bir işaret olması itibariyle hem Kur'anın azametine, hem azameti isbat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder.

Ve keza
ﺫَﻟِﻚَ işaret-i hissiyeye mahsus iken, işaret-i akliyede kullanılması, ta'zim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, makul olan Kur'anı mahsûs suretinde göstermesi, Kur'anı ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arzetmekle, tesettürü îcab eden hile, za'fiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir.

Ve keza
ﺫَﻟِﻚَ nin vasıtasıyla ifade ettiği bu'd, Kur'anın kemaline delalet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir.

Ve keza
ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏ daki ﺍﻝ hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur'anın azametine ve başka kitabların mehasinini cem'etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir.

Ve keza "kitab" tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir.

Ve keza
ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ, zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur'anın kemalini isbat veya te'kid eder.

Ve keza istiğrakı ifade eden
ﻟﺎَ Kur'anın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şübheleri def' ile, Kur'anın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilân eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okur:

ﻭَ ﻛَﻢْ ﻣِﻦْ ﻋَٓﺎﺋِﺐٍ ﻗَﻮْﻟﺎً ﺻَﺤِﻴﺤًﺎ ﻭَ ﺍَﻓَﺘُﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻔَﻬْﻢِ ﺍﻟﺴَّﻘِﻴﻢِ

Yani: Kur'anda ta'yib edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur'an gibi sahih kavilleri ta'yib etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor.

Ve keza zarfiyeti ifade eden
ﻓِﻰ tabiri, Kur'anın sathına ve zahirine konan şek ve şübhe varsa, içerisindeki hakaik ile def'edilebileceğine işarettir.

Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey'ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgatı ve kevser-i fesahatı doyuncaya kadar iç, "Elhamdülillah!" de.
 

Ahmet.1

Well-known member
S- ﺍﻟٓﻢٓ ٭ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ âyet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?

C- O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul. Yani hem delildir, hem neticedir.

Evet ﺍﻟٓﻢٓ lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu'ciz olduğunu ilân eder.

ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ hem bütün kitablara faik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

ﻟﺎَ ﺭَﻳْﺐَ ﻓِﻴﻪِ hem Kur'anın şek ve şübhe yeri olmadığını tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder.

ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ hem tarîk-ı müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilân eder.

İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci manasıyla da onlara neticedir.

Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i'caza menba, belâgata medar olan oniki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikr, ötekileri de sana havale ederim.

1- ﺍﻟٓﻢٓ bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyle ise, en yüksek bir kitabdır. Öyle ise, bir yakîn sadefidir. Zira kitabın kemali, yakîn iledir. Öyle ise, nev'-i beşer için mücessem bir hidayettir.

2- ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ yani emsaline tefevvuk etmiştir. Öyle ise, müstesnadır. Çünki şek ve şübhe yeri değildir. Çünki müttakilere doğru yolu gösterir. Öyle ise, mu'cizdir.

3- ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ Yani, tarîk-ı müstakime irşad eder. Öyle ise, yakîniyattandır. Öyle ise, mümtazdır. Öyle ise, mu'cizdir.

Ey arkadaş! Şu ﻫُﺪًﻯ ﻟِﻠْﻤُﺘَّﻘِﻴﻦَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir.

1- Bu cümlede mübteda mahzuftur. Bu hazf; (cümleyi teşkil eden mübteda ile haber arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki mübteda hazfolmayıp haberin içerisine girmiş) haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir.

2- ﻫَﺎﺩِﻯ yerinde ﻫُﺪًﻯ yani ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur'anın husule geldiğine işarettir.

3- ﻫُﺪًﻯ deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur'an öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünki marifenin zıddı olan "nekre"; ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş'et eder. Buna binaendir ki, "tenkir" bazan tahkiri bazan ta'zimi ifade eder, denilmiştir.

4- Müteaddid kelimelere bedel ism-i fâil sîgasıyla ihtiyar edilen ﻣُﺘَّﻘِﻴﻦَ kelimesi ile yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir.
 

Ahmet.1

Well-known member
S- Gayet mahdud, az birkaç noktadan beşerin tâkatinden hariç denilen i'cazın doğması ihtimali var mıdır?

C- Maddî ve manevî her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır.

Evet in'ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse, on olur. On içtima ederse, kırk olur. Çünki herşeyde bir nevi in'ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasılki birbirine mukabil tutulan iki âyinede çok âyineler görünüyor; kezalik iki-üç nükte veya iki-üç hüsn içtima ettikleri zaman pekçok nükteler, pekçok hüsünler tevellüd eder.

Bu sırra binaendir ki, her hüsn sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtrî bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeğe meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.

S- Belâgat ve hidayetten maksad, hakikatı vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

C- Malûmdur ki, Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci'dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur'anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev'-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.

Hülâsa: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz'etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur'anın i'caz vecihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslûbdadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻐَﻴْﺐِ: Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını îcab ettiren münasebet vecihleri ise:

Bu cümle, mü'minleri medheder, evvelki cümle de Kur'anı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki; o onu ister, o onu ister. Çünki ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünki mü'minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise, bir nevi hidayettir.
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ile ﻣُﺘَّﻘِﻴﻦَ arasındaki münasebete gelince: Bunların biri tahliye ﺗَﺨْﻠِﻴَﻪ, diğeri tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ dir. Tahliye ﺗَﺨْﻠِﻴَﻪ tathir etmek ve temizlemektir. Tahliye ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi, daima birbirini takib ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.

Kur'an-ı Kerim, tahliye-i seyyiatı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk; ikincisi, maasiyi terk; üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir.

Tahliye
ﺗَﺤْﻠِﻴَﻪ ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalb ile olur veya kalıb ve beden ile olur veyahut mal ile olur.

A'mal-i kalbînin şemsi, imandır.

A'mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.

A'mal-i maliyenin kutbu, zekattır.

S-
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻐَﻴْﺐِ hal iktizasına göre îcaz ise de, aynı manayı ifade eden ﺍَﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet ﺍﻝ harfi ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ile; ﻣُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesi ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın îcaza tercih sebebi nedir?

C-
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ esma-i mübhemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir. Başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder. Amma ﻣُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesine bedel, fiil sîgasıylaﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ nin tercihi; iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dâhilî ve haricî delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüd etmesine işarettir. Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.

ﺑِﺎﻟْﻐَﻴْﺐِ Yani, nifaksız ihlas-ı kalb ile iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar.

İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
 

Ahmet.1

Well-known member
S- Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir?

C- Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz.

Evet çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhîlerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır.

Maahâza imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bu âlem bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde, tasarrufunda bulunan Sâni'in yarattığı bu âlemin bir cihetinde olup olmadığı gibi bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihetinde değildir!" dese kâfidir. Çünki nefiy cihetinin, yani Sâni'siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.

İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." denilmiştir.

Öyle ise iman, Şems-i Ezelî'den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve herşeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza iman, Şems-i Ezelî'den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

ﻭَ ﻳُﻘِﻴﻤُﻮﻥَ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮﺓَ: Bu cümlenin evvelki cümle ile bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlardan namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet nasılki Fatiha Kur'ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünki namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Meselâ: Secdede, rükû'da, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.

S-
ﻳُﻘِﻴﻤُﻮﻥَ nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?

C- Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sami'lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.

Evet dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa sevkettiren malûm âletin sesi gibi, âlem sahrasında dağılmış insanları cemaate davet eden ezan-ı Muhammedî'nin (A.S.M.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyl, bir şevk husule gelir.
 

Ahmet.1

Well-known member
S- ﻳُﺼَﻠُّﻮﻥَ kelimesine bedel, itnablı ﻳُﻘِﻴﻤُﻮﻥَ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮﺓَ nin zikrinde ne hikmet vardır?

C- Namazda lâzım olan ta'dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.

Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir.

Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.

Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَ ﻣِﻤَّﺎ ﺭَﺯَﻗْﻨَﺎﻫُﻢْ ﻳُﻨْﻔِﻘُﻮﻥَ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını îcab ettiren münasebet ise:

Namaz
ﻋِﻤَﺎﺩُ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

Zekat ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

1- Sadakayı vermekte israf olmaması.

2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

3- Minnetle in'amın bozulmaması.

4- Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi.

5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır.

Kur'an-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için
ﻳُﺰَﻛُّﻮﻥَ veya ﻳَﺘَﺼَﺪَّﻗُﻮﻥَ veyahut ﻳُﺆْﺗُﻮﻥَ ﻟﺰَّﻛَﻮﺓَ gibi îcazlı bir ifadeyi terkedip, ﻭَ ﻣِﻤَّﺎ ﺭَﺯَﻗْﻨَﺎﻫُﻢْ ﻳُﻨْﻔِﻘُﻮﻥَ gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

1- Teb'izi ifade eden
ﻣِﻦْ israfın reddine.

2-
ﻣِﻤَّﺎ nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna.

3-
ﺭَﺯَﻗْﻨَﺎ minnetin olmamasına. Çünki veren Allah'tır, kul ise bir vasıtadır.

4- Rızkın
ﻧَﺎ ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına.

5- Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına.

6- Nafaka maddesi; alanın, sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarfetmesine işaretlerdir.

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekat hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan
ﺍَﻟﺰَّﻛَﻮﺓُ ﻗَﻨْﻄَﺮَﺓُ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡِ hadîs-i şerifi mervidir. Yani müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası, zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekattır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı muavenettir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Evet zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesadlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

*Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne."

*İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.

Nev'-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevkedip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.

Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahm kalmaz.

Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir.

Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahidler mevcuddur.

Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﻤَٓﺎ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ ﻭَﺑِﺎﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ ﻫُﻢْ ﻳُﻮﻗِﻨُﻮﻥَ

Kur'an-ı Kerim, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiblerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i'cazı intac eden îcaza menşe' olarak latif bir sırdır. Şöyle ki:

Belâgat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor; çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.

Bu âyeti mâkabliyle nazm ve rabteden münasebet:

Kur'an-ı Kerim, evvelki âyetle tamim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet bu âyet, ehl-i kitabdan iman edenleri tahsisle şereflerini ilân ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah İbn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah İbn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.

Ve keza Kur'an-ı Kerim'in bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediye'nin bütün milletlere şamil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ile ﻣُﺘَّﻘِﻴﻦَ nin her iki kısmına tansis edilmiştir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ve keza ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻐَﻴْﺐِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için, icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünki bu âyet; kitablara, kıyamete sarahaten; rusül ve melaikeye zımnen delalet eder.

Kur'an-ı Azîmüşşan burada
ﻭَﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﺎﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ gibi îcazlı ifadeleri terkedip, ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺑِﻤَٓﺎ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir.

1- Esma-i mevsule ve mübhemeden bulunan
ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ, burada hükmün medarı ve maksadın esası iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tâbi' ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.

2- Yalnız zamanların birinde sübutu ifade eden
ﻣُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesine bedel fiil sîgasıyla ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir.

3- İbhamı ifade eden
ﻣَﺎ, iman-ı icmalînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur'an gibi zahirî vahiylere şamil olduğuna işarettir.

4-
ﺍُﻧْﺰِﻝَ maddesi itibariyle; Kur'ana iman, Kur'anın Allah'tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik Allah'a iman; Allah'ın vücuduna iman, âhirete iman, âhiretin gelmesine iman demektir.

5-
ﺍُﻧْﺰِﻝَ, maziye delalet eden heyeti itibariyle, henüz nâzil olmayanın nüzulü, nâzil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahâza ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ deki istikbal, ﺍُﻧْﺰِﻝَ nin maziliğinden neş'et eden noksanı telafi eder. Yani henüz nâzil olmayan kısım ﺍُﻧْﺰِﻝَ nin şümulü dâhilinde değilse de, ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ nin şümulü altındadır. Bu tenzil mes'elesi, Kur'anın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazan mazi, istikbale misafir gider. Bazan da muzari, mazinin memleketine gelir. Bunda, çok latif bir belâgat vardır. Şöyle ki:

Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş bir şeyi maziye delalet eden bir sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır; anlar ki, muhatab yalnız o değildir. Belki arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih edilen hitabları, nidaları, İlahî hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.

ﻋَﻠَﻴْﻚَ ye bedel ﺍِﻟَﻴْﻚَ nin zikri: Resul-i Ekrem (A.S.M.) in teklif edilen risalet vazifesini cüz'-i ihtiyarîsiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünki ﻋَﻠَﻰ da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delalet eder.

ﺍِﻟَﻴْﻚَ deki zamirin ism-i zahire tercih sebebi, Kur'an ve Kur'ana ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (A.S.M.) yalnız muhatab olup; kelâm, Allah'ın kelâmı olduğuna işarettir. Bu kelâmın îcaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı.

ﻭَﻣَٓﺎ ﺍُﻧْﺰِﻝَ ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ: Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sami'leri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor.

Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair "dört letaif" vardır.

1- Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:

Ey insanlar! Kur'ana iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünki Kur'an, onların sıdkına delil ve şahiddir.

2- Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:

Ey ehl-i kitab! Geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ile Kur'ana da iman ediniz! Zira onlar, Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitablarının sıdkına olan deliller, hakikatıyla, ruhuyla Kur'anda ve Hazret-i Muhammed'de (A.S.M.) bulunmuştur. Öyle ise, Kur'an Allah'ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (A.S.M.) de resulü olduğunu tarîk-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.

3- Zaman-ı Saadette, Kur'andan neş'et eden İslâmiyet sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı saadette sabit olmakla damarları o zamanın âb-ı hayat menba'larından kuvvet ve hayat alarak, her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor. Evet İslâmiyet mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek istirahat-ı umumiyeyi temin ediyor.

4- Kur'an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:

Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem' etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur.

Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünki fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ: Kur'anda hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun.

Evet Kur'anın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tâc-ı zerrîn gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.

Ezcümle:
ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ kelimesine bak! Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu âyet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet mes'elesinde "Beş Maksad" vardır. Bu maksadlar, beş nükte ve letaiften in'ikas etmiştir. Bu beş letaif, ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ nin sadefindedir. Maksadlar ise:

1- Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, resuldür.

2- Ekmel-ür Rusüldür.

3- Hâtem-ül Enbiyadır.

4- Risaleti, âmmedir.

5- Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem' ile onların nâsihidir.

Birinci maksadın
ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ den vech-i in'ikası:

Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat,
ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ kelimesinden îmaen fehmolunur. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ deki zamire merci olması, o cemaatten ma'dud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitablarının sıdkına olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletine ve Kur'anın Allah'tan nâzil olduğuna bir hüccet-i katıa olduğu gibi, onların mu'cizeleri de Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) davasına bir mu'cize hükmüne geçer.

İkinci maksadın vech-i in'ikası:

Üç kaideden tezahür eder.

1- Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.

2- Nev'-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.

3- Alelekser, halefin mehareti, selefinden daha ziyadedir.

İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.

Üçüncü maksadın vech-i in'ikası:

Meşhur bir kaidedir ki; bir vâhid çoğalsa teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesîr olanlar ittihad etse, kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, hâtem-ül enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki, ondan sonra peygamber gelmez. Hâtemiyetine hâtem ve imza basar.

Dördüncü maksadın vech-i in'ikası:

ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ kelimesinin ifade ettiği gibi, Hazret-i Muhammed (A.S.M.), onların halefidir. Ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. Binaenaleyh halefin selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o hazretin bütün seleflerine nâib ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder.

Evet bu kaide, hikmete uygun fıtrî bir kaidedir. Zira zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an'anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü
 

Ahmet.1

Well-known member
Beşinci maksadın vech-i in'ikası:
ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚ deki ﻣِﻦْ, ibtida manasını ifade eder. İbtida ise, bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delalet eder. Öyle ise o hazret, Hâtem-ül Enbiya'dır ve âlem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.

ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ kelimesinin bu beş letaife ma'kes ve mazhar olmasına nazar-ı belâgatça delalet eden emare şudur ki: Bu beş maksad, bir nehir gibi şu âyetlerin altında cereyan etmekle, âyetten âyete intikal neticesinde, ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻠِﻚَ havuzunda içtima etmiştir.

Evet kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delalet ve îma eder. Maahâza bu maksadların beyanına ayrı ayrı âyetler tahsis edilmiştir.


ﻭَ ﺑِﺎﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ ﻫُﻢْ ﻳُﻮﻗِﻨُﻮﻥَ: Bu âyet, haşir mes'elesine işarettir. Haşrin isbatı hakkında feyz-i Kur'andan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilâtıyla zikrettiğim on bürhanın hülâsasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:

*Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır.

*Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır.

*Âlemde abes yok.

*Fıtratta israf yok.

Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev'in nizamına bir şahid-i âdildir.

*Ve keza yevm ve sene vesaire gibi her nev'de, nev'î bir kıyamet-i mükerrere vardır.

*Ve keza beşerdeki istidad, kıyamete bir remizdir.

*Ve keza beşerin gayr-ı mütenahî meyil ve emelleri, kıyameti ister.

*Ve keza Sâni'-i Hakîm'in rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir.

*Ve keza sıdk ve emanetle maruf Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sarahaten ilân ediyor.

*Ve keza Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan
ﻭَ ﻗَﺪْ ﺧَﻠَﻘَﻜُﻢْ ﺍَﻃْﻮَﺍﺭًﺍ ٭ ﻭَ ﻣَﺎ ﺭَﺑُّﻚَ ﺑِﻈَﻠﺎَّﻡٍ ﻟِﻠْﻌَﺒِﻴﺪِ âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat'iyyetle isbat ediyor. İşte tam ona baliğ olan şahidler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o Cennet'in kapılarını açarlar.

Birinci Bürhan: Evet kâinat saadet-i ebediyeyi intac etmese, akılları hayrette bırakan, kâinatta görünen en bâriz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zaîf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nisbetler hep heba olur. Öyle ise o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak âlem-i âhirette sünbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilân ediyor.

İkinci Bürhan: Herbir nev'de, herbir ferdde hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tâmme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünki aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faideleri inkâr etmemiz lâzım gelir. Çünki o faidelerin, o hikmetlerin, o maslahatların herbirisi zıddına inkılab ederler. Bu hal ise, safsatadır.

Üçüncü Bürhan: İkinci bürhanı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi Sâni'-i Hakîm her şeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin bulunmadığına delalet eder. Bu ise ciddiyete delalet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tahavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh olduğunu şu
ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻣَﺎ ﺧَﻠَﻘْﺖَ ﻫَﺬَﺍ ﺑَﺎﻃِﻠﺎً kelâmıyla i'lam ve talim eden Zât-ı Zülcelal sözüne nasıl muhalefet eder?
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Bürhan: Üçüncü Bürhanı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et.

Evet "Fenn-i Menafi'-ül A'zâ"nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben ikiyüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmidört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor.

Âlem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur. Çünki saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatlar, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere mâlik olmakla, hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birdenbire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder?

Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, a'zâsındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-ı sabite ve devam ile yaşayışını îma eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismanî yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilâlden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta odur ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.

Beşinci Bürhan: Evet her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrar ile vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal:

Evet haftalık saate bak. O saatte sâniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden sâniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilân ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i'lam ediyor. İşte birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.

Kezalik Sâni'-i Hakîm'in kâinat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar; günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.

Sual: Kâinatta görünen şu nev'î kıyametlerde eşya aynıyla iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam aynıyla iade edilir?

Elcevab: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev'i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvî, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimî kılmıştır. Başka nev'lerin ferdleri ise, böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz'î, kıymetleri şahsî, nazarları mahdud, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri ânîdir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev'i hükmündedir. Binaenaleyh, o nev'lerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa, efrad-ı insaniye de öyledir.

Altıncı Bürhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır. Evet Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var.

Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş'et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.

Yedinci Bürhan: Evet Rahman ve Rahîm olan Sâni'-i Hakîm'in rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet, ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet, ancak o saadet ile nimet olur. Evet bütün nimetleri nıkmetlere çeviren ebedî ayrılmaktan doğan ve umumî matemlerden yükselen o belalardan, kâinatı bilhâssa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünki bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükâbere ile inkâr lâzım gelir.

Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkate bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder. Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? (Vallahi hâyır!..)
ﻟﺎَ ﻭَﺍﻟﻠَّﻪِ

Ancak o rahmetin şe'nindendir ki, firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.

Sekizinci Bürhan: Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, parmağıyla kameri şakkettiği gibi, lisanıyla de saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icma'ları, bir hüccet-i katıadır.

Dokuzuncu Bürhan: Onüç asırdan beri yedi vecihle i'cazı tasdik edilen Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Onuncu Bürhan: Bu bürhan, binlerce bürhanları müctemi'dir. Bu bürhanları, çok âyetler tazammun etmişlerdir. Evet Kur'an-ı Kerim, çok âyetlerinden haşre nâzır pencereler açmıştır.

Ezcümle:
ﻭَ ﻗَﺪْ ﺧَﻠَﻘَﻜُﻢْ ﺍَﻃْﻮَﺍﺭًﺍ âyetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir kıyas-ı temsilîye işaret etmiştir. Kezalik ﻭَ ﻣَﺎ ﺭَﺑُّﻚَ ﺑِﻈَﻠﺎَّﻡٍ ﻟِﻠْﻌَﺒِﻴﺪِâyet-i kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adlîye işaret etmiştir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Birinci âyetle işaret edilen kıyas-ı temsilî:

Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıbdan kalıba girip çıktığını gör.

Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücud libasını her sene değiştirir. Bu vücud değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün a'zânın erzak mahzeni hükmünde olan, Cenab-ı Hakk'ın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latifeden alınan ecza ile yapılır.

Sonra o madde-i latifenin ahvaline bak. Nasıl a'zânın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanun ile taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizam ile muntazaman dağıtılır. Yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latife, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir. Hem yine şâyan-ı dikkattir ki; o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile, mahsus bir nizam ile cem' ve tahsil edilirler.

İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor.

Evet meselâ Habib'in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki; o zerre, toprakta iken Habib'in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i'zam kılınmıştır (yükseltilmiştir.)

Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir. Çünki o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi' olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmiş ise, muntazam bir hareket ile sevkedilmiştir.

Hülâsa: Neş'e-i ûlâya dikkat edenin, neş'e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emrettiği gibi: "Neş'e-i ûlâyı gören adam, neş'e-i uhrayı inkâr edebilir mi?" Çünki: İkinci teşekkül, yani ikinci yapılış; birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

Meselâ: Bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden, yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba'de-t teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silâha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.

Kezalik birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlık'ın izniyle, İsrafil'in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insanîyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâza kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.

Arkadaş! Zahire nazaran, haşirde ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi "Acb-üz zeneb" tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci âyetle işaret edilen delil-i adlî ise:

Evet görüyoruz ki; alelekser gaddar, fâcir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki; masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pâk ve münezzehtirler. Öyle ise, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki; biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

ﻭَ ﺑِﺎﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ ﻫُﻢْ ﻳُﻮﻗِﻨُﻮﻥَ: Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm ve nizam:

1- Bu cümlenin mâkabliyle bağlanmasını ifade eden ﻭbu rükn-ü imanînin burada sarahaten zikredilmesi için âmm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atf yapılmıştır.

2- Takdimiyle hasrı ifade eden
ﺑِﺎﻟْﺎَﺧِﺮَﺓِ kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta'rizdir. Çünki onların ﻟَﻦْ ﺗَﻤَﺴَّﻨَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺭُ ﺍِﻟﺎَّٓ ﺍَﻳَّﺎﻣًﺎ ﻣَﻌْﺪُﻭﺩَﺓً âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: "Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır." gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.

3- Malûm ve ma'hud olan şeye işaret için vaz'edilen
ﺍﻝ edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden ma'hud âhirete işarettir. Veyahut mezkûr delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve âhiret ile anılan hakikata işarettir.

4- Mukadder bulunan neş'enin sıfatına âhiret tabiri, zihinleri neş'e-i ûlâya çevirip, ondan neş'e-i uhraya bil'intikal imkân yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.

5- Yakîn ile beraber tasdiki birlikte ifade eden
ﻳُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ kelimesine bedel ﻳُﻮﻗِﻨُﻮﻥَ tabiri, haşir mes'elesi şek ve şübhelere bir mahşer ve bir mecma' olduğu için, tasdikten fazla îkan ve yakîn daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakînden hâlî olduğundan, onların imanı, iman olmadığına işarettir.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ﻋَﻠَﻰ ﻫُﺪًﻯ ﻣِﻦْ ﺭَﺑِّﻬِﻢْ:
Bu cümledeki nüktelere işaret eden me'hazlar şunlardır:

1- Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı.

2-
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ile işaret-i hissiye.

3-
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ deki uzaklık.

4-
ﻋَﻠَﻰ daki ulviyet.

5-
ﻫُﺪًﻯ deki tenkir.

6-
ﻣِﻦْ

7-
ﺭَﺑِّﻬِﻢْ deki terbiyeden ibaret yedi me'hazdir.

Birincisi: Bu cümleyi mâkabliyle bağlayan münasebetlerdir.

Birinci münasebet: Bu cümle mâkablinden neş'et eden üç suale cevabdır.

Birincisi: Hidayetten neş'et eden o güzel vasıfları lâbis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen sâile cevabdır.

İkincisi: "O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?" diye sual eden sâmie cevabdır. Yani illet ve sebeb,
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ile işaret edilen vasıflardır.

S- Sâbıkan mezkûr vasıfların tafsilen zikirleri,
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ kelimesindeki icmalden daha vâzıh bir surette sebebi gösteriyor?

C- İcmal, bazan tafsilden daha vâzıh olur. Bilhâssa matlub birkaç şeyden mürekkeb olduğu zaman, sâmiin gabaveti veya nisyanı dolayısıyla o mürekkebin eczasını mezcetmekle sebebi çıkarmak müşkil olur.

Üçüncüsü: "Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?" diye sual eden sâile cevabdır. Yani hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, belki ruhun cennetidir (nasıl ki dalalet, ruhun cehennemidir); ve bilâhere âhiretin felâh ve saadetini intac eder.

İkinci me'haz:
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ile yapılan işaret-i hissiye. Bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsûs olmasına sebeb olduğuna işarettir. Maahâza sâbıkan zikirlerinden bir ma'hudiyet çıkar. Bu ma'hudiyet-i zikriye, ma'hudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Haricî olan ma'hudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev'-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

Üçüncü me'haz: Uzaklığı ifade eden
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ: Onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-i mertebelerine mecazî bir işaret olduğuna işarettir. Çünki uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahâza zamanî ve mekânî olan bu'd-u hakikî kasdedilirse, belâgata daha uygun olur. Çünki bütün asırlar asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise, ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu'd, hakikî olur, mecazî değildir. Binaenaleyh onların hakikaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-i mertebelerine işarettir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü me'haz: Ulviyeti ifade eden ﻋَﻠَﻰ kelimesidir.

Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki; onları âyine gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Meselâ: Bir parça cam, büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki; bir kelime, uzun ve hayalî bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acib bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelâm, zihnini alır, misalî âlem-i misallere kadar götürür, gezdirir.

Meselâ:
ﺑَﺎﺭَﺯَ kelimesi, muharebe meydanını; ﺛَﻤَﺮَﺓٌ kelimesi, büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen buradaki ﻋَﻠَﻰ kelimesi, temsilî bir üslûba pencere açar, gösterir kasdıyla zikredilmiştir. Şöyle ki:

Sanki hidayet-i İlahî, bir burak olup mü'minlere gönderilmiştir. Mü'minler tarîk-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta yürürler.

Beşinci me'haz:
ﻫُﺪًﻯ deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse; o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden ﻫُﺪًﻯ evvelki ﻫُﺪًﻯ in aynı değildir. Ancak evvelki ﻫُﺪًﻯmasdardır. İkincisi, hasıl-ı bil'masdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır.

Altıncı me'haz: Hidayetin Allah'tan olduğunu ifade eden
ﻣِﻦْ kelimesinden burada bir cebr hissedilmekte ise de, hakikatte cebr değildir. Çünki onların cüz'-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bil'masdar olan hidayete yürümeleri üzerine, Cenab-ı Hak o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah'tandır.

Yedinci me'haz: Terbiyeyi ifade eden
ﺭَﺏِّ kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızk ile terbiyeleri rububiyetin şe'ninden olduğu gibi, hidayetle de tegaddileri rububiyetin şe'ninden olduğuna işarettir.
 
Üst