İNSANIN YOL AYRIMI: HAK-BATIL

Eyvàh!

Well-known member
İçine düştüğümüz belirsizliğin, zeminsizliğin temelinde doğru ile yanlışı ayırt edememek yatıyor. Doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini; yani hak ile batılı ayırt edememek...

Bu durum Rabbimiz'in bize öğütlediği ve öğrettiği hakikatlerden uzaklaşmanın bir sonucu.

Hak ve hakikat yerli yerinde duruyor. Değişen ise biziz.

Bu değişim hakikate doğru bir gelişme değil ne yazık ki. Tam aksine hakikatten uzaklaşma, yönü kaybetme olarak gerçekleşiyor. Çağa, zamana uyum adına, hakka-hakikate uyumumuzu kaybettik. Bunun bizden başka sorumlusu yok.

İçinde bulunduğumuz durum; bizim iyiyi, güzeli, doğruyu ne kadar istediğimiz, ne kadar hakettiğimizle ilgili. Biz gerçekten istesek değişeceği kesin.

Doğrunun ve yanlışın; yani hakkın ve batılın bulunduğu iki yol var. Adem a.s.'dan beri insana sunulan hak ve yine O'ndan beri haktan saptırmak isteyen batıl.

Hakkı hak bilmek tek kurtuluş yolumuz.

İkiden fazla yol yok. Hak ve batıl.

Tercih bize kalmış...

Batılı gibi düşünme ve Batılı gibi yaşama tarzının hayatın temeline yerleştirildiği son 200 yıllık sürece “modern dönem” diyoruz. Toplum olarak, arka plânını çok da iyi sorgulamadan kullandığımız “bireysel özgürlükler”, “çağdaş anlayış”, “uygar insan olma”, “diyalog ve hoşgörü” gibi birçok kavram aracılığıyla değer yargılarımızı şekillendiren ve hayatımızı derinden etkileyen bu dönem, çevremize, olaylara, varlığa ve hayata “müslümanca” bakışımızı da etkisi altına aldı.

Bu kavramların üretildiği kaynak Batı olduğu için, bunlar vasıtasıyla insanlığın yönlendirilmek istendiği istikamet de Batı tarzı düşünce ve Batı tarzı hayattan başkası değil.

Bu anlayışa göre, Batı'nın ulaştığı nokta, insanlığın varabileceği en ideal ve mükemmel seviyedir. Madem ki Batı dünyası bilimde ve teknolojide bu kadar ileriye gitmiştir, öyleyse biz de ilerlemek için Batılılar gibi düşünmeli, onlar gibi davranmalı, hayata onların baktığı pencereden bakmalıyız; yani Batılılaşmalıyız.


Unutulan değerler ve savrulma

Batılı düşünce, bir ilke olarak benimsediği “çoğulculuk” gereği toplumdaki kimi farklılıkları belli bir hoşgörüyle karşılıyor olabilir. Ancak temel noktalarda “modern anlayış” ile bağdaşmayan değer yargıları ve anlayışlar, hor görülmeye ve hayatın dışına itilmeye mahkûm durumdadır. Bizim ve daha birçok toplumun yaşadığı nice tecrübe bu durumu ispat etmektedir.

Sözünü ettiğimiz bu anlayış, müslümanlar olarak bize temel kavramlarımızın ve değer yargılarımızın birçoğunu unutturdu. Kelimenin tam anlamıyla bir kimlik erozyonuna uğradık. İleri ve uygar olmak adına toplum ve fert olarak bizi biz yapan değerleri arkamıza attık. “İyiliği emredip kötülükten sakındırma”nın yerini hoşgörü, “haya”nın yerini özgür davranma, “infak”ın yerini nemelazımcılık, fedakârlığın yerini bencillik... aldı.

Gün geçtikçe hayatımızdan biraz daha uzaklaşan bize özgü değer yargılarının başında hak-batıl ayrımının geldiğinde şüphe yok. Zira hakkı hak, batılı batıl olarak gören bir toplumda, batılın bu derece aleniyet kazanması, hakkın ise açığa vurulmaması gereken bir “ar” olarak görülmesi mümkün değildir.

Her şeyin baş aşağı olduğu bu dönemde biz müslümanlar için bugün “hak” ve “batıl” kavramları ne ifade ediyor? Temel kaynaklarımızın ve bizden önceki nesillerin bu noktadaki tavrı nedir? Ve bu iki kavramın bireysel ve toplumsal hayatımızda oynaması gereken rolü nasıl ortaya koyabiliriz?

Dünyanın tek merkezli ve tek kutuplu bir hayata doğru hızla itildiği günümüzde bu sorular bizim için hayatî bir önem arz ediyor.


Hak nedir?

Çok geniş bir anlam sahasına ve kullanım zenginliğine sahip olan “hak” kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde sıkça geçmektedir . Kur'an'da 247 yerde zikredilen bu kelimenin, “mutlak gerçek, sabit, tartışmasız doğru, varlığı kesin olan” şeklindeki anlamları konumuz açısından son derece önemlidir. Yüce Allah'ın Esma-i Hüsna'sından birisi olan “el-Hakk ” ism-i şerifi de, “varlığı ve gerçekliği tartışmasız biçimde kesin olan, bütün fiillerinde hikmet bulunan” anlamındadır.

Yolunu şaşırdığı her dönemde insanoğlunu hidayete ve sırat-ı müstakime kılavuzlamak için gönderilen ilahî kitaplar da mutlak gerçeği ihtiva etmeleri dolayısıyla “hak”tır. Yani Hak'tan gelen hak!..

Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in, “hak” kelimesini bizzat kendisi için kullanmış olması manidardır: “De ki: “Bu hak (kitap) Rabbiniz'dendir.” (Kehf, 29)

Kendisi hak olan ve Hak'tan gelen bu Kitab'ın getirdiği inanç ilkeleri, hükümler, emir/yasaklar ve değer yargıları da elbette hak, yani mutlak gerçek, tartışmasız hakikat ve kesin doğru olacaktır. Böyle olduğu içindir ki “hakkın gelmesiyle batıl zail olmuştur.” (İsra, 81)

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Mekke'nin fethinde, müşrikler tarafından Kâbe'nin etrafına dizilmiş olan putları elindeki sopa ile bir bir devirirken, “Hak geldi, batıl zail oldu” ayetini okuyordu. Burada farkına varmamız gereken hassas nokta şurasıdır: Efendimiz s.a.v., bu hareketiyle sadece Tevhid inancının gelmesiyle birlikte şirkin ve inkârcılığın ortadan kalktığını değil; aynı zamanda o putlar merkezinde şekillenen ve bütünüyle sahte olan hayatın, değer yargılarının ve anlayışların da son bulduğunu ilan ediyordu.

Kısaca ifade edecek olursak hak, Cenab-ı Hakk'ın gerek Kur'an , gerekse Efendimiz s.a.v. vasıtasıyla bizi varlığından haberdar ettiği, bizi teşvik ettiği ve bize emrettiği her şeydir.

Efendimiz s.a.v, “hak” kelimesinin geniş anlam muhtevasını, teheccüd namazı kılmak için kalktığında okuduğu şu duada bize son derece çarpıcı biçimde öğretmektedir:

“Allahım! Hamdler sanadır. Sen yerin ve göklerin kayyumusun, onları ayakta tutansın. Hamdler yalnızca senin içindir. Sen göklerin ve yerin nurusun; hamdler sana mahsustur. Sen Hak'sın, vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır...” (Buharî) [/b]
 
Üst