Huruf-u muakattaa Sure-i Bakara

mihrimah

Well-known member
huruf-u muakattaa Sure-i Bakara işarat-ül i'caz


Sure-i Bakara



Sual: Îcaz ile i'caz sıfatlarını hâvi Kur'an-ı Azîmüşşan'da بِسْمِ اللَّهِ الرّحْمَنِ الرَّحِيمِ ve فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا ve وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ الخ gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belâgata münafîdir, usanç veriyor?

Cevab: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumî değildir. Her yere, her kelâma ve her kitaba şamil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zâhirî tekrarlar, belâgatça istihsan ve takdir edilmektedir. Evet insanın yediği yemekler; biri gıda, diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır. Birinci kısım tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebeb olur. İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır. Kezalik kelâmlar da iki kısımdır. Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlardır ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez. Buna binaen Kur'an heyet-i mecmuasıyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verdiği gibi, Kur'anın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.

هُوَ الْمِسْكُ مَا كَرَّرْتَهُ يَتَضَوَّعُ



sh: » (İ: 31)

Ezcümle: بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَ اُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا kabilinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Mûsa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur'an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altun şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir.

الم : Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı "Dört Mebhas"da zikredeceğiz.

Birinci Mebhas: الم ile, surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden i'caz hakkındadır. İ'caz, inci gibi incecik letaif-i belâgatın parıltılarının imtizac ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasda, bu nuru birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat, herbir latife ince ve ziyası az ise de, letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sâdık çıkacaktır.

1- Hece harflerinin adedi -elif-i sâkine hariç kalmak şartıyla- yirmisekiz harftir. Kur'an-ı Azîmüşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terketmiştir.

2- Kur'anın almış olduğu nısf, terkettiği nısıftan daha ziyade kesîr-ül istimaldir.



sh: » (İ: 32)

3- Kur'an, surelerin başında zikrettiği kısım içinde, lisan üzerine daha sühuletli olan "elif, lâm"ı çok tekrar etmiştir.

4- Kur'an, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.

5- Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta'liye, münhafıza, müntabıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır.

6- Çifti, yâni eşi olmayan -evtar- kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır. Kalkale, zelâka gibi.

7- Kur'an-ı Azîmüşşan'ın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarîk, beşyüzdört ihtimalden intihab edilmiştir. Ve intihab edilen şu tarîkten başka hiçbir ihtimal ile mezkûr tansif mümkün değildir. Çünki taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i'caz lem'alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin.

İkinci Mebhas: Bu mebhasde de birkaç letaif vardır:

1- الم ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garib ve acib bir şeyin mukaddemesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.

2- Bu surelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me'hazine ve neden neş'et ettiğine işarettir.

3- Bu harflerin taktîi; müsemmanın vâhid-i itibarî olup, terkib-i mezcî olmadığına işarettir.

4- Bu harflerin taktî' ve ta'dadı, san'atın madde ve me'hazini muhataba göstermekle muarazaya talib olanlara karşı meydan okuyarak, "İşte i'caz-ı san'atı, şu gördüğünüz harflerin nazm ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!" diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.

5- Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilân ediyor ki: "Ben sizden belîğ manaları, hükümleri, hakikatları ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta'dad ettiğim harflerden bir nazîre yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!"

6- Harfleri tâdad ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan



sh: » (İ: 33)

mübtedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki: Kur'an, ümmî bir kavme ve mübtedi bir muhite muallimlik yapıyor.

7- اـلـد gibi harfleri, meselâ "elif, lâm, dal" gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usüldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmî olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak başka bir yerden ona geliyor.

Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belâgatı göremeyen adam, belâgat ehlinden değildir. Erbab-ı belâgata müracaat etsin.

Üçüncü Mebhas: آلم i'cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:

1- آلم üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, هذَا كَلاَمُ اللّهِ اْلاَزَلِىِّ hükmüne ve kaziyesine; lâm, نَزَلَ بِهِ جِبْرِيلُ hükmüne ve kaziyesine; mim (عَلَى مُحَمَّدٍ (ع.ص.م. hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir.

Evet nasılki Kur'anın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de "sin, lâm, mim" gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik آلم in herbir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.

2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dadır.

3- Şifrevari şu hurûf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir



sh: » (İ: 34)

ki: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.

4- Şu harflerin taktîi; harf ve lafızların hâvi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrar-ül hurufta beyan edildiği gibi, aded ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir. (Haşiye)

5- آلم taktîiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan "halk, vasat, şefe" mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki; zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.

Ey zihnini belâgatın boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan, هذَا كَلاَمُ اللّهِ içinden çıkacaktır.

Dördüncü Mebhas: الم emsaliyle beraber, terkib şeklinden taktî' suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tâbi' olmadığına ve hiç kimseyi taklid etmiş olmadığına ve üslûbları acib, çeşitleri garib yeni saha-i vücuda gelen bir bedîa olduğuna işarettir. Bu mebhasda da birkaç letaif vardır.

1- Hatib ve belîğlerin âdetindendir ki mesleklerinde daima bir misale tâbi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur'an hiçbir misale tâbi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belâgat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.

2- Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu heyet üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet Kur'an, milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır, bu ise muhaldir; öyle ise hepsinin fevkindedir... öyle ise Allah'ın kelâmıdır.

(Haşiye): Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lem'a-i i'cazı körlere dahi göstermiştir.

sh: » (İ: 35)

3- Beşerin san'atı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur'an ise, ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

Ey belâgat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki, bal arısı اَشْهَدُ اَنَّ هذَا كَلاَمُ اللّهِ balını çıkarsın.

ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ : Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, belîğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıdların, heyetlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.

Birinci Misal: وَ لَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَolan âyet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir azab ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıdlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar. Ezcümle: Şek ve ihtimali ifade eden اِنْşartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve keza نَفْحَةٌ sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır. Ve keza مَسَّ kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir. Ve keza teb'îzi ifade eden مِنْ ve şiddeti gösteren "nekâl" kelimesine bedel, hiffeti îma eden عَذَابِ kelimesi ve رَبِّ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar: عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ



sh: » (İ: 36)

Yâni: "İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar."

İkinci Misal: الم * ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ olan âyet-i kerimedir. Bu âyette maksad-ı esas, Kur'anın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden, الم, ذلِكَ, الْكِتَاب, لاَ رَيْبَ فِيهِ kayıdlarıdır. Evet bu kayıdlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.

Ezcümle: الم kasem olduğu cihetle Kur'anın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkûr letaif cihetiyle de davanın isbatına işaret eder. Ve keza ذلِكَ zât ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibariyle hem Kur'anın azametine, hem azameti isbat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder. Ve keza ذلِكَ işaret-i hissiyeye mahsus iken, işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, makul olan Kur'anı mahsûs suretinde göstermesi, Kur'anı ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arzetmekle, tesettürü îcab eden hile, za'fiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir. Ve keza ذلِكَ nin ( ل) vasıtasıyla ifade ettiği bu'd, Kur'anın kemaline delalet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir. Ve keza اَلْكِتَاب daki (اَلْ) hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur'anın azametine ve başka kitabların mehasinini cem'etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir. Ve keza كِتَابْ tâbiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümmînin mahsulü olmadığına işarettir. Ve keza لاَ رَيْبَ فِيهِ , zamirinin her iki



sh: » (İ: 37)

ihtimaline binaen Kur'anın kemalini isbat veya te'kid eder. Ve keza istiğrakı ifade eden (لاَ) Kur'anın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şübheleri def' ile, Kur'anın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilân eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okutur: وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ Yani: Kur'anda ta'yib edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur'an gibi sahih kavilleri ta'yib etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor. Ve keza zarfiyeti ifade eden (فِى) tâbiri, Kur'anın sathına ve zâhirine konan şek ve şübhe varsa, içerisindeki hakaik ile def'edilebileceğine işarettir.

Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey'ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgatı ve kevser-i fesahatı doyuncaya kadar iç, "Elhamdülillah!" de.

S- الم * ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ âyet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?

C- O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul. Yani hem delildir, hem neticedir. Evet الم lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu'ciz olduğunu ilân eder. ذَلِكَ اَلْكِتَابُ hem bütün kitablara faik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. لاَ رَيْبَ فِيهِ hem Kur'anın şek ve şübhe yeri olmadığını tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ hem tarîk-ı müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu



sh: » (İ: 38)

gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilân eder. İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci manasıyla da onlara neticedir. Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i'caza menba, belâgata medar olan oniki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misâl olarak üç taneyi zikr, ötekileri de sana havale ederim.

1- الم bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyle ise, en yüksek bir kitapdır. Öyle ise, bir yakîn sadefidir. Zira kitabın kemali, yakîn iledir. Öyle ise, nev'-i beşer için mücessem bir hidayettir.

2- ذلِكَ الْكِتَابُ yani emsaline tefevvuk etmiştir. Öyle ise, müstesnadır. Çünki şek ve şüphe yeri değildir. Çünki müttakilere doğru yolu gösterir. Öyle ise, mu'cizdir.

3- هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Yani, tarîk-ı müstakime irşad eder. Öyle ise, yakîniyattandır. Öyle ise, mümtazdır. Öyle ise, mu'cizdir.

Ey arkadaş! Şu هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir.

1- Bu cümlede mübteda mahzuftur. Bu hazf; (cümleyi teşkil eden mübteda ile haber arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki mübteda hazfolmayıp haberin içerisine girmiş) haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir.

2- هَادِى yerinde هُدًى yani ism-i fâil mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur'anın husule geldiğine işarettir.

3- هُدًى deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur'an



sh: » (İ: 39)

öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünki marifenin zıddı olan "nekre"; ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş'et eder. Buna binaendir ki, "tenkir" bazan tahkiri bazan tâzimi ifade eder, denilmiştir.

4- Müteaddid kelimelere bedel ism-i fâil sîgasıyla ihtiyar edilen مُتَّقِينَ kelimesi ile yapılan îcaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir.

S: Gayet mahdud, az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen i'cazın doğması ihtimali var mıdır?

C: Maddî ve manevî her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet in'ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse, on olur. On içtima ederse, kırk olur. Çünki herşeyde bir nevi in'ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasılki birbirine mukabil tutulan iki âyinede çok âyineler görünüyor; kezalik iki-üç nükte veya iki-üç hüsn içtima ettikleri zaman pekçok nükteler, pekçok hüsünler tevellüd eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsn sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtrî bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeğe meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.

S: Belâgat ve hidayetten maksad, hakikatı vâzıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilâfat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

C: Malûmdur ki, Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur'anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev'-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin



sh: » (İ: 40)

zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden, öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.

Hülâsa: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz'etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belâgatın prensiplerine uygun ve ilm-i usûle mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur'anın i'caz vecihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslûbdadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
 
Üst