Ekli dosyayı görüntüle 502
“Bana gönderdiğiniz Asâ-yı Musa’dan bir nüsha -cildsiz yalnız sarı kâğıt cild olmuş-, Hüsrev’in yazısına bir parça benzer, fakat üstünde ‘Mustafa’ ismi var. O kimdir? Hangi Mustafa’dır? Hem nüshanın üstünde “on üç yaşında Hatice, Ahmed’in kızı” yazılmış. Bu Ahmed, hangi Ahmed’dir? Hem ona, hem kızına bin barekallah! Bu yaşta bu koca kitabı hem dikkatli, tevafuklu, hem güzel sıhhatli yazmak, masumların taifesinin bir kahramanlığıdır. Kim görüyor, ‘maşaallah!’ der. Buradaki mektep görmüş hanımlarda bir şevk uyandıracak (Emirdağ Lahikası, sayfa 137).”
“Refet ameliyat oldu mu? Ne haldedir? Merak ediyorum. Ona çok dua edildi. Savalı kahraman Ahmed’in kerimesi Hatice’nin yazdığı Asâ-yı Musa Mecmuası’nı kahraman Tahiri, İstanbul’da birisine emaneten bırakmış. O nüsha hanımları Nurculuğa teşvik ettiği için zayi olmasın. Muattal kalmışsa, lüzum kalmamışsa bana gönderilsin (Emirdağ Lahikası, sayfa 154).”
Asrımızın büyük alimi Bediüzzaman Said Nursi 1925’te Van’dan alınıp önce Burdur’a ardından Isparta’nın kuş uçmaz kervan geçmez, yolu bile olmayan Barla nahiyesine getirilmişti.
Burada bütün zorluklara rağmen Risale-i Nur eserlerini telif etmeye başlayan Bediüzzaman’ın ilk talebeleri de civar ilçe ve köylerde yaşayan halktan kişilerdi. Risale-i Nurlar, devrin baskıları sebebiyle elle, gizli gizli yazılarak çoğaltılıyor ve dağıtılıyordu. Risale-i Nur’ları çoğaltma hizmetinin neredeyse tüm halk tarafından benimsendiği Sav kasabasında “bin kalem”, gece-gündüz demeden çalışıyordu. İlk zamanlar sadece Osmanlıca okuma yazmayı bilen erkeklerin başlattığı yazma faaliyetine daha sonra erkeklerin yapması gereken bağ-bahçe işlerini üzerlerine alan kadınlar da katıldı.
Zamanla kadınlar ve yeni yetişen gençler de divit kalemi ellerine alarak yazı masasının başına geçtiler. Bediüzzaman’ın Barla’dan ayrılmasından sonra da yazma işi yıllarca artarak devam etti.
AYNADAN YANSIYAN IŞIK
İlk başlarda bakarak yazılırken, sonraları ayna ile ışık yansıtılıp kâğıt üzerinden kopyalandı Risaleler. Latin alfabesi ile matbaa baskıları yapılmasına rağmen bugün hâlâ eski türkçeyle Risale yazan, kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar var.
O zor zamanlarda hizmet eden kadınlardan çok az kişi hayatta kaldı Sav’da. 13 yaşında Asâ-yı Musa adlı eseri yazıp Bediüzzaman’a gönderen ve ondan tebrik alan Hatice Soylu (76) ve ailesinin erkekleri sürekli Risale yazdığı için evin tüm işlerini üzerine alan Fatma Avşar (70) ile görüştük. Yaşayan tarih oldukları için anlattıklarının kayda geçmesi bugün ve gelecek nesiller için çok önemliydi. Onları dinledikçe Bediüzzaman’ın, “Bu eserleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.” sözünün gerçek olduğuna bizzat şahit olduk. Basit bir köy evinde kıt kanaat imkanlarla hayat mücadelesi veren sıradan görünümlü bu insanların günlük konuşmalarında bile telaffuz ettikleri kelimeler ve dile getirdikleri hakikatler hayret verici idi. Yaklaşık 5 bin sayfa olan Risale-i Nur külliyatını birkaç kez yazmış, ömrünü yazmaya, öğrendiğini yaşamaya ve anlatmaya adamış Hatice Soylu, “Okumada iş yok, iş amel etmede.” diyor.
Annesi o daha 7 aylıkken vefat eden Hatice Nine’yi anneannesi büyütmüş. Babası Ahmet Altuğ, kendini hem hizmete hem de kızını en iyi şekilde yetiştirmeye adamış. Risale-i Nurları ilk yazmaya başlayanlardan biri olan Ahmet Altuğ, 9 yaşında iken kızına da Osmanlıca okuyup yazmayı öğretmiş. Latin alfabesiyle okuyup yazmayı hâlâ bilmeyen Hatice Nine okula da gitmemiş. Babasının vefatından sonra 14 yaşında iken yine Risale-i Nur hizmeti yapan Hacı Hafız ailesine gelin gelmiş. Bediüzzaman Hazretleri, babasının vefatından sonra, ‘Onu kendim evlendirmek istiyordum ne oldu?’ diye sorar talebelerine. Hacı Hafız’ın torunu ile evlendiğini öğrenince ‘Ben unuturum; ama Allah unutmaz! Hayırlı mübarek olsun.’ diye dua eder.
Hatice Nine, Isparta’da kaldığı zamanlarda Sav’ı ziyaret eden Bediüzzaman ile bizzat görüşme imkanı da bulur. Eşi ile birlikte Risaleleri yazmaya devam eden Hatice Nine, o dönemde yaşanan sıkıntıları şöyle anlatıyor: “21 yaşımda idim. ‘Jandarmalar baskına gelmiş’, diye haber geldi. Evlerimiz teyzemlerle bitişikti. Yazdığımız nüshaları bavula koymuştuk. Jandarmalarıngözlerinin önünde bavulu aldım, içeriden öteki haneye götürdüm. Geçerken gördüler; ama sormadılar ne bu diye. Askerin biri ‘İçeride paran pulun varsa gir de al.’ dedi. İçeriyi arıyorlardı, ben yan taraftan girdim. Kalemleri, hokkaları pencereden öte yandaki boşluğa attım. Oradaki bir Cevşen nüshasını aldım da geri koydum deliğe, bir şey demezler diye. Girdiler o Cevşen’i oradan aldılar. Üzerinde ‘Said’ ismi yazıyor diye kaynatam iki sene mahkemeye gitti geldi. O risaleleri daha sonra yabanlardan gelenlere birer birer hediye ettik.
Defterlere aslından bakarak yazıyorduk o zamanlar. Cilt yoktu. Baskılar sonradan çıktı. Üstad’ımız baskıyı tavsiye edince ona geçtik. Jandarmanın geldiğini haber verince saklardık yazdıklarımızı. Ortalarda nerede buluyorsun risaleyi! Evin gizli yerlerine saklardık. Duvarların içine oyulan gizli yerlere, tavana, hayata, avluya, evin altındaki ambara, mısırların arasına bile saklıyorduk. Ömrümüz böyle geçti; ama hiç sıkılmadık. Ölünceye kadar gidecek bu mücadele. Gözünü açana, evinin içi cennet. Gözünü açmayan yandı. Gözünü açana, güneşin altındayız... Gözünü kapatana karanlık. Çok şükür gençlerimiz iyi yetişti, geriden gelenleri de yetiştiriyorlar.”
“Bana gönderdiğiniz Asâ-yı Musa’dan bir nüsha -cildsiz yalnız sarı kâğıt cild olmuş-, Hüsrev’in yazısına bir parça benzer, fakat üstünde ‘Mustafa’ ismi var. O kimdir? Hangi Mustafa’dır? Hem nüshanın üstünde “on üç yaşında Hatice, Ahmed’in kızı” yazılmış. Bu Ahmed, hangi Ahmed’dir? Hem ona, hem kızına bin barekallah! Bu yaşta bu koca kitabı hem dikkatli, tevafuklu, hem güzel sıhhatli yazmak, masumların taifesinin bir kahramanlığıdır. Kim görüyor, ‘maşaallah!’ der. Buradaki mektep görmüş hanımlarda bir şevk uyandıracak (Emirdağ Lahikası, sayfa 137).”
“Refet ameliyat oldu mu? Ne haldedir? Merak ediyorum. Ona çok dua edildi. Savalı kahraman Ahmed’in kerimesi Hatice’nin yazdığı Asâ-yı Musa Mecmuası’nı kahraman Tahiri, İstanbul’da birisine emaneten bırakmış. O nüsha hanımları Nurculuğa teşvik ettiği için zayi olmasın. Muattal kalmışsa, lüzum kalmamışsa bana gönderilsin (Emirdağ Lahikası, sayfa 154).”
Asrımızın büyük alimi Bediüzzaman Said Nursi 1925’te Van’dan alınıp önce Burdur’a ardından Isparta’nın kuş uçmaz kervan geçmez, yolu bile olmayan Barla nahiyesine getirilmişti.
Burada bütün zorluklara rağmen Risale-i Nur eserlerini telif etmeye başlayan Bediüzzaman’ın ilk talebeleri de civar ilçe ve köylerde yaşayan halktan kişilerdi. Risale-i Nurlar, devrin baskıları sebebiyle elle, gizli gizli yazılarak çoğaltılıyor ve dağıtılıyordu. Risale-i Nur’ları çoğaltma hizmetinin neredeyse tüm halk tarafından benimsendiği Sav kasabasında “bin kalem”, gece-gündüz demeden çalışıyordu. İlk zamanlar sadece Osmanlıca okuma yazmayı bilen erkeklerin başlattığı yazma faaliyetine daha sonra erkeklerin yapması gereken bağ-bahçe işlerini üzerlerine alan kadınlar da katıldı.
Zamanla kadınlar ve yeni yetişen gençler de divit kalemi ellerine alarak yazı masasının başına geçtiler. Bediüzzaman’ın Barla’dan ayrılmasından sonra da yazma işi yıllarca artarak devam etti.
AYNADAN YANSIYAN IŞIK
İlk başlarda bakarak yazılırken, sonraları ayna ile ışık yansıtılıp kâğıt üzerinden kopyalandı Risaleler. Latin alfabesi ile matbaa baskıları yapılmasına rağmen bugün hâlâ eski türkçeyle Risale yazan, kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar var.
O zor zamanlarda hizmet eden kadınlardan çok az kişi hayatta kaldı Sav’da. 13 yaşında Asâ-yı Musa adlı eseri yazıp Bediüzzaman’a gönderen ve ondan tebrik alan Hatice Soylu (76) ve ailesinin erkekleri sürekli Risale yazdığı için evin tüm işlerini üzerine alan Fatma Avşar (70) ile görüştük. Yaşayan tarih oldukları için anlattıklarının kayda geçmesi bugün ve gelecek nesiller için çok önemliydi. Onları dinledikçe Bediüzzaman’ın, “Bu eserleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.” sözünün gerçek olduğuna bizzat şahit olduk. Basit bir köy evinde kıt kanaat imkanlarla hayat mücadelesi veren sıradan görünümlü bu insanların günlük konuşmalarında bile telaffuz ettikleri kelimeler ve dile getirdikleri hakikatler hayret verici idi. Yaklaşık 5 bin sayfa olan Risale-i Nur külliyatını birkaç kez yazmış, ömrünü yazmaya, öğrendiğini yaşamaya ve anlatmaya adamış Hatice Soylu, “Okumada iş yok, iş amel etmede.” diyor.
Annesi o daha 7 aylıkken vefat eden Hatice Nine’yi anneannesi büyütmüş. Babası Ahmet Altuğ, kendini hem hizmete hem de kızını en iyi şekilde yetiştirmeye adamış. Risale-i Nurları ilk yazmaya başlayanlardan biri olan Ahmet Altuğ, 9 yaşında iken kızına da Osmanlıca okuyup yazmayı öğretmiş. Latin alfabesiyle okuyup yazmayı hâlâ bilmeyen Hatice Nine okula da gitmemiş. Babasının vefatından sonra 14 yaşında iken yine Risale-i Nur hizmeti yapan Hacı Hafız ailesine gelin gelmiş. Bediüzzaman Hazretleri, babasının vefatından sonra, ‘Onu kendim evlendirmek istiyordum ne oldu?’ diye sorar talebelerine. Hacı Hafız’ın torunu ile evlendiğini öğrenince ‘Ben unuturum; ama Allah unutmaz! Hayırlı mübarek olsun.’ diye dua eder.
Hatice Nine, Isparta’da kaldığı zamanlarda Sav’ı ziyaret eden Bediüzzaman ile bizzat görüşme imkanı da bulur. Eşi ile birlikte Risaleleri yazmaya devam eden Hatice Nine, o dönemde yaşanan sıkıntıları şöyle anlatıyor: “21 yaşımda idim. ‘Jandarmalar baskına gelmiş’, diye haber geldi. Evlerimiz teyzemlerle bitişikti. Yazdığımız nüshaları bavula koymuştuk. Jandarmalarıngözlerinin önünde bavulu aldım, içeriden öteki haneye götürdüm. Geçerken gördüler; ama sormadılar ne bu diye. Askerin biri ‘İçeride paran pulun varsa gir de al.’ dedi. İçeriyi arıyorlardı, ben yan taraftan girdim. Kalemleri, hokkaları pencereden öte yandaki boşluğa attım. Oradaki bir Cevşen nüshasını aldım da geri koydum deliğe, bir şey demezler diye. Girdiler o Cevşen’i oradan aldılar. Üzerinde ‘Said’ ismi yazıyor diye kaynatam iki sene mahkemeye gitti geldi. O risaleleri daha sonra yabanlardan gelenlere birer birer hediye ettik.
Defterlere aslından bakarak yazıyorduk o zamanlar. Cilt yoktu. Baskılar sonradan çıktı. Üstad’ımız baskıyı tavsiye edince ona geçtik. Jandarmanın geldiğini haber verince saklardık yazdıklarımızı. Ortalarda nerede buluyorsun risaleyi! Evin gizli yerlerine saklardık. Duvarların içine oyulan gizli yerlere, tavana, hayata, avluya, evin altındaki ambara, mısırların arasına bile saklıyorduk. Ömrümüz böyle geçti; ama hiç sıkılmadık. Ölünceye kadar gidecek bu mücadele. Gözünü açana, evinin içi cennet. Gözünü açmayan yandı. Gözünü açana, güneşin altındayız... Gözünü kapatana karanlık. Çok şükür gençlerimiz iyi yetişti, geriden gelenleri de yetiştiriyorlar.”