Emirdağ Lahikası-2

Ahmet.1

Well-known member
Üstadımız diyor ki:

Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir câni yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni taciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali:

Beş mahkeme huzurunda hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hattâ İstanbul'da mahkememde yüzyirmi polis bulunduğu halde, aynı kıyafetime ilişmediler ve iki ay İstanbul'da yaya gezdiğim halde mümanaat etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı yok. Çünki hem münzevi hem de câmiye gitmiyor ve çarşıda kalabalık yerlerde gezmiyor, yalnız otomobili ile çıkıyor. İnsanlarla zaruret olmadan konuşmayan.. yalnız teneffüs için dağlar başında ve hâlî yerlerde geziyor. Şimdi ehl-i dünyanın hiçbir hakkı yoktur ki vaziyetime, halime ilişsinler. Bir seyahat münasebetiyle ve otomobili içinde İstanbul'a en mühim bir mes'ele-i imaniye için gitmesinden, şimdi İstanbul'un bazı resmî adamları yirmi cihette kanunsuz bir tarzda kanun namına Üstadımızı bir bardak suda fırtına koparmak nev'inden milyonlar fedakâr talebeleri bulunan bir zâta, sinek kanadı kadar bir ehemmiyeti olmayan bir mes'ele için resmî adamları yanına göndermek olan yüz cihette ehemmiyetsiz, manasız ve bir habbeyi yüz kubbe yapmak gibi bu şeye karşı Üstadımız diyor:

"Madem iman hizmetinde ihlas-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum."

Üstadımızın bu defa İstanbul'a gitmesi münasebetiyle İstanbul müddeiumumîliğince ifadesinin alınması için yanına gelen iki memura Üstadımız dedi: "Ben daha evvel bu mes'ele için mahkemede ifade vermiştim ve mahkeme tahkikat yapmış, neticede beraet vermiş. Başka diyeceğim yok." diyerek Samsun mahkemesine giden ve İstanbul mahkemesinde okuduğu ifadatını tekrar söyledi. Hem eskiden aldığı birkaç rapor var ki, hastalığı dolayısıyla başını sarmaya mecburdur ve şiddetli nezleden ve hastalıklardan dolayı istirahata ve tebdil-i havaya ihtiyacı vardır. Daimî bir yerde kalması sıhhatine münafîdir. Daha evvel lüzum da olmadığı için, bu raporları göstermeye tenezzül etmiyordu, lüzum görmüyordu.


Hizmetinde bulunan Nur Talebeleri
Tahirî, Zübeyr, Sungur, Hüsnü, Bayram
 

Ahmet.1

Well-known member
ÜSTADIMIZIN VASİYETNAMESİ

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur'un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî



VASİYETNAMENİN HAŞİYESİDİR

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men'edildiği cihetle anladı ki, bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur'un mesleğindeki a'zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünki bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a'zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki a'zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Menderes'in Konya Nutkuna Dair Açıklaması

Başvekil, sözlerinin maksadlı olarak tefsirlere tâbi' tutulduğunu söylüyor. (Hususî muhabirimizden.)

Ankara: Başvekil Adnan Menderes Konya'da söylemiş olduğu nutuk dolayısıyla yapılan neşriyat üzerine Zafer Gazetesi'nin sorduğu bir suali şu şekilde cevablandırmıştır:

"Konya'da Hükûmet Meydanı'nda büyük bir kütle halinde toplanmış bulunan çok muhterem Konya'lı vatandaşlarıma karşı söylediğim nutkun lâiklik telakkimiz hakkındaki kısmını sû'-i niyet sahibi kalemlerde nasıl tefsire tâbi' tutulduğunu, ben de esefle müşahede ettim. Bunlardan bir kısım sözlerimin kardeşi kardeşe kırdıracak bir mahiyette olduğunu, bir kısmı sağ politikacılara meydan açtığını ve mukaddesatçılık yasağını ortadan kaldırdığını ve netice itibariyle Türk inkılablarının büyük esaslarından birini zedelediğini ifade etmişlerdir.

Bütün bu yazılarda dikkatime çarpan cihet, Konya'daki sözlerimin takib olunan maksadlara ve elde edilmek istenilen neticelere göre tahrif edilmiş olmasıdır. Mes'elenin iyice anlaşılması için evvelâ Konya'daki sözlerimi bir kerre daha ve o günkü Anadolu Ajansı'nda neşredildiği gibi tekrar etmek isterim. O gün aynen şöyle demiştim: Şimdi size lâiklik telakkimizden de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti manasına gelir. Din ile siyasetin kat'î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur. Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk Milleti Müslüman'dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteblerde din dersi olmayınca evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar, bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek îcab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık, vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteblerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.

Dinsiz bir cem'iyetin, bir milletin payidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassub isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffa seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farîzalarını ve kaidelerini kifayetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarfedilecektir. Gelecek sene lise derecesinde ilk me'zunlarını verecek olan Konya İmam-Hatib Mektebi'nin ileri seviyede din tahsili veren bir tedris müessesesi haline getirilmesi ve bu müesseselerin benzerlerinin yurtta fazlalaştırılması uygun olacaktır." demiştir.

"Konya nutkumun bu kısmını muhterem Türk efkârı karşısında öylece tekrar ettikten sonra, şunu ehemmiyetle tebarüz ettirmek isterim ki: Beyanatım, herhangi bir iltibasa mahal vermeyecek kadar açıktır. Yapılacak tefsirlerde, ileri sürülecek mütalaalarda bu açık metne sadık kalmak esastır. Hiç kimse benim söylediğim sözleri tahrif hakkına sahib olmadığı gibi, hiçbir zaman aklımdan geçmeyen maksadı ve niyetleri bana atfetmeye, kimsenin hakkı olmamak lâzım gelir."

(Haşiye): Başvekil'in Konya'daki ehemmiyetli nutku için umum Nur talebeleri ve mektebli masum çocuklar namına bir tebrik yazacaktım. Şimdi kalbime geldi: Risale-i Nur'un serbestiyetine dair müdafaatlarımızın ve ehemmiyetli bir avukatımızın ehl-i vukufa cevabının arkasında o nutku, Risale-i Nur'un serbestiyetine dair bir sebeb ve sened göstermekle Anadolu'daki Müslümanlar'ı ve Nur'un bütün talebelerini ona bir manevî kuvvet ve duacı yapmak, Ezan-ı Muhammedî'nin ilânı onlara nasıl bir manevî kuvvet hükmüne geçti; bu nutukla Risale-i Nur'un serbestiyeti dahi, ona bir manevî kuvvet hükmüne geçmesi için ona tebrik yerine, dava vekilimizin haklı müdafaasında bir haşiye yaptık. (*)

Rehber'in müsaderesine bahaneleri reddeden avukat Mihri'nin müdafaatı gibi, Konya'da Başvekil'in bu nutku da o bahaneleri reddeden bir hakikattır.

(*) Bu müdafaa, Eşref Edib'in neşrettiği küçük Tarihçe-i Hayattadır.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

Üstadımız Said Nursî diyor ki:

"Madem Isparta benim hakikî bir memleketimdir. Ben ruh u canımla bu hakikî memleketime ve insanlarına hayır kazandırmak istiyorum. Şimdi çok mühim olan hayır da şudur:

Afyon nasılki bütün Risale-i Nur Külliyatını iade etmekle âlem-i İslâm ve hattâ âlem-i insaniyette çok büyük bir hayra vesile oldu ve sekiz seneden beri olan hatayı hiçe indirip afvettirdi. Bu mübarek Isparta dahi âlem-i İslâm nazarında Mısır Câmi-ül Ezher'i ve eski Şam-ı Şerif mübarekiyetine mazhar olduğundan, elbette Risale-i Nur'u sahiblerine iade etmekle hasıl olacak çok büyük şeref noktasında Afyon'dan geri kalmayacak. Belki yirmi derece ileri gidecek. Isparta'nın âdil adliyesi, vatanperver demokratı ve dindar halkı bu hayr-ı azîmi memleketlerine kazandırmak ve Afyon'un mazhar olduğu şereften yüz derece ziyade bir şerefi kendilerine temin etmek için, bu mübarek Isparta'nın mahsulü olan Nur Risalelerinin iadesine çalışsınlar. Nasılki Isparta'nın bir meb'usu olan Tahsin Tola, Ankara ve Afyon'un Risale-i Nur iadesinde yüz adam kadar faide verip, bu hayr-ı azîmin yarısını Isparta'lılara kazandırdı."

Hizmetinde bulunan
Nur Talebeleri
 

Ahmet.1

Well-known member
Üstadımız izzet-i ilmiyeyi muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zayıf olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük bir şeyi mukabelesiz yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu haleti, hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur'daki a'zamî ihlasın muhafazası için, bir hastalık suretini aldı. Ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men'ediliyor itikadındayız. Hattâ Risale-i Nur'un her tarafta neşir ve intişarının büyük bir bayramı münasebetiyle, ehl-i ilme lâzım olan musafaha ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp, a'zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık haleti alarak men'edildiği ona ihtar edildi. Hattâ bizler gördük ki, bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi:

"Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünki dünyada sohbetten beni men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor."

Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men'ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: "Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benliğin verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.

Dünyada beni sohbetten men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek." dedi.


Hizmetinde bulunan Talebeleri
 

Ahmet.1

Well-known member
[Üstadımızın Afyon Mahkeme Heyetine gönderdiği yazının suretidir]

Bugün sizi tebrik ve size teşekkür için Afyon'a geldim. Çoktan beri kitablarımızın zayi' olmaması için ziyade muhafaza ettiğinize teşekkür ederim. Ve şimdi Ankara'ya göndereceğinizden sizi tebrik ederim. On sene evvel hususî olarak birisinin birisine yazdığı ve bazan da benim namımla yazılıp imzam bulunmayan ve neşrolmayan hususî mektublar evvelce mahkemenizce tedkik edilip medar-ı mes'uliyet bir şey bulunmadığından nazar-ı itibara alınmadı. Hem mürur-u zamana uğramış ve neşredilmemiş ve af kanunları görmüş, malûmatım olmamış ve Risale-i Nur kitablarıyla alâkası olmayan mektubları, yeniden nazar-ı dikkate almak, hem ehl-i adaleti hem ehl-i vukufu lüzumsuz meşgul edeceğinden böyle işgal etmemesi ve işimizin te'hire uğramaması için mezkûr hususî mektublarım o mübarek kitablara takılmaması adaletinizden temenni ediyoruz.

Bu mübarek adliye iki defa o kitabların beraetle iadesine karar verdiği halde, bazı esbaba binaen mahpus kalmış aynı kitabları bazan tamamını, bazan ele geçirilen kısmını beş mahkemenin iade ettiklerini ve beş emniyet dairesi de sahiblerine teslim ettiklerini size haber veriyoruz. İnşâallah adaletiniz ve hüsn-ü niyetiniz bu defa da iadesine vesile olacak.

Hasta
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

Sayın Adnan Menderes!

Otuzbeş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur'an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti'nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat'î kanaatimiz gelmiştir.

Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti'yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

"Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a'zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat'iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti'yi, Kur'an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum" dedi.

"Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, {(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.} Demokrat Parti'ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler'i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan; Kur'an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Parti'nin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum." dedi.

Sayın Adnan Menderes,

Bütün gayesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Parti'ye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Parti'den soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat'î kanaatımız gelmiş.

Sizin gibi "Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez" diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitablarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz.


Demokratlar a'zâlarından Nur talebeleri:
Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman,
Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk,
Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed
 

Ahmet.1

Well-known member
Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi Kur'an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur'an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur'an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur'an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:

Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünki İngiliz ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâm'dan ikiyüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.

Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def'etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir.

Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip "Aman çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız" ihtar ediyoruz ki; vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur'aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyet'le olabilir.

Biz bütün Nurcular ve Kur'an hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet'e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz, hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur'u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Medar-ı ibret ve hayret ve şükrandır ki:

Yirmidokuz senedir, elli seneden beri benimle muarız gizli düşman komiteler bütün desiseleriyle aleyhimde adliyeyi, hükûmeti sevketmeye çalışırken ve her desiseye baş vururken.. yüzotuz kitabımı, binler mektublarımı tedkik ve taharri için adliyenin nazarını celbetmiş. O adliyeler beşi kat'î beraet ve umum kitabları suç yok diye iadeye karar vermeleri ve geçen Malatya hâdisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar-ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde, yirmiüç mahkeme demişler ki: "Suç bulamıyoruz".

{(Haşiye): Denizli'de bütün Risale-i Nur eczaları iade edilmesi ve İstanbul'da ve Ankara'da ele geçen bütün risaleleri iade etmeleri ve Tarsus-Mersin'de ellerine geçen umum risaleleri iade etmeleri ve dört ay Ankara bütün risaleleri tedkik ile iadesine ve beraetine karar vermeleri ve o beraet ve iadeyi Temyiz dört defa tasdik etmesi ve en ziyade uğraşan Afyon, dört sene sonra iki defa beraet ve iadesine karar vermesi gösteriyor ki; adliyeler tamamıyla hakikî adaletle iş görmüşler ki, yeni şeylerin ehemmiyeti kalmıyor.}

Acaba benim gibi dünya ehli ile münasebeti pek az ve Risale-i Nur gibi hakikatı hiçbir şeye feda etmeyen, yüzotuz kitabında bu kadar aleyhimizde bahane arayanlar varken hiçbir suç bulunmaması ve yalnız Eskişehir'in bir tek mes'ele olan tesettürden başka o da cevab verildikten sonra kanaat-ı vicdaniyeye çevrilmesi.. halbuki, Nur talebeleri gibi takvaya tarafdar olanlardan bir tek adamın on mektubunda on günde onu mes'ul edecek bazı maddeler bulunur. Bu kadar hadsiz bir derecede kesretli bir şeyde medar-ı mes'uliyet adliyeler gösterememesi iki şeyden hâlî değil:

Ya kat'iyyen bir inayet ve hıfz-ı İlahiyedir ki, bu cihette merhametini, rahîmiyetini Nur talebeleri, Kur'an hizmetkârları hakkında gösteriyor ki; bize temas eden bütün adliyeleri böyle hârika bir adalete ve hiçbir cihette haksızlık yapmamaya ve böyle aleyhimizde binler esbab varken o hakikat-ı kudsiye-i Kur'aniyenin bir hizmetine yardım etmişler. Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz.

Eski zaman adliyelerinin önünde padişahlar, fukaralarla diz çöküp muhakeme olması ve Hazret-i Ömer (R.A.) adaleti zamanında âdi bir Hristiyanla; Hazret-i Ali (R.A.), âdi bir Yahudi ile muhakeme olması ile gösterilen, adliyedeki haktan başka hiçbir şeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adaletinin bu sırr-ı azîmine bizimle alâkadar olan bu adliyeler -bize temas eden cihette- mazhar olmuşlar. Onun içindir ki, yirmisekiz senedir bu kadar işkenceler, hapisler, tazyikatlar gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına, bu sırr-ı azîme binaen değil küsmek ve beddua, bilakis kalben bir minnetdarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻳُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻩِ
ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَ ﺑَﺮَﻛَﺎﺗُﻪُ ﺍَﺑَﺪًﺍ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ


Aziz, sıddık, vefadar, fedakâr kardeşlerim!

Evvelen: Bütün ruh u canımla fevkalâde nuranî hizmet-i imaniyenizi tebrik ederim.

Sâniyen: Ankara'da dindar Ahrarların kongresinde beni Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife ile tavzif etmeyi hararetle istemelerine ve Medreset-üz Zehra'nın Nur talebelerini, bu mes'elede bana kabul ettirmekte vasıta yapmalarına karşı derim:

O toplantıda bu teklifi yapan meb'uslara ve dindar arkadaşlarına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffakıyetlerine çok dua ederiz. Fakat ben ziyade zaîf ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî vazifeyi yapmaya iktidarım olmamasından benim yerimde Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi, benim bedelime Nur şakirdlerinin has ve hâlis ve İslâmiyet'in hakikî fedakârlarının şahsiyet-i maneviyesi, o kudsî vazifeyi şimdiye kadar gayr-ı resmî perde altında yaptıkları gibi, inşâallah resmî bir surette dahi yapabilecekler. Onlara havale ederiz.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ

Duanıza muhtaç kardeşiniz
Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
[İmanın dünyada dahi bir nevi Cennet lezzetini benim hayatımda temin ettiğine dair:]

Ben dokuz yaşından beri şefkatli vâlidemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de onbeş yaşımdan sonra göremediğim, Allah rahmet etsin vâlidemle beraber berzah âlemlerine gittikleri için dünyanın çok zevkli, lezzetli olan uhuvvetkârane sohbetlerinden, merhamet ve hürmetten mahrum kaldığımdan ve üç kardeşimden iki kardeşimi elli seneden beri görmediğimden (Allah onlara rahmet etsin) öyle kıymetdar, dindar, âlim iki kardeşimin sohbetinden, hürmetkârane muhabbet, merhametkârane şefkatteki sürurdan mahrum kaldığımdan bu dünyada Risale-i Nur'un imanda Cennet çekirdeği bulunduğunu gösterdiği gibi, bugün dört fedakâr hizmetimde bulunan manevî evlâdlarımla bir seyahat ettiğim zaman, imandaki Cennet çekirdeğinin bir zerreciği kat'iyyen ruhuma ihtar edildi.

Ömrümde mücerred kaldığımdan dünyada çocuklarım olmamasından, çocuklara karşı şefkatkârane zevklerinden, memnuniyetlerinden de mahrum kaldığım ile beraber bu noksaniyeti hissetmiyordum. Bugün bu dört yarama mukabil, Cenab-ı Hak gayet zevkli bir manayı ihsan etti. Üç cihetle tedavi etti.

Birincisi: Risale-i Nur'da beyan edilen hadîs-i şerifteki
ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﺑِﺪِﻳﻦِ ﺍﻟْﻌَﺠَﺎﺋِﺰِ sırrıyla, ihtiyar kadınların Risale-i Nur cihetinde hârika istifadeleri ve zevk-i ruhanîleri merhume vâlidemin merhametkârane hususî şefkatinden gelen lezzete mukabil küllî ve umumî bir surette binler vâlideleri rahmet-i İlahiye bana ihsan ettiği gibi, üç merhume hemşirelerimin şefkatkârane, kardeşane sevinç ve sürurlarına bedel, yüzbinler genç hanımları bana hemşire nev'inde Risale-i Nur cihetiyle verip duaları ile ve Nurlarla alâkadarlıkları ile hemşirelerim yüzünden kaybettiğim üç faide yerine binler faide-i manevî ve sürur-u ruhî ihsan etmiş. Bu ikinci kısmın hakikat olduğuna çok delil ve emareleri var, kardeşlerim biliyorlar.

Hem merhum kardeşimin vefatıyla fedakârane dünyadaki maddî, manevî muavenetlerinden ve muhabbet ve şefkatlerinden mahrumiyetime bedel, rahmet-i İlahiye o hususî iki-üç kardeş yerine yüzbinler hakikî kardeş gibi hakikî şefkat, muavenet ve yardım eden, hattâ değil yalnız dünya hayatını belki hayat-ı uhreviye sermayesini de Risale-i Nur'un hizmetinde bana yardım etmek için fedai kardeşleri ihsan etmiş.

Dünyada evlâdlarım olmadığından gayet zevkli olan çocuklara şefkat meziyetinden mahrumiyetime bedel, bir-iki çocuk şefkatine bedel yüzbinlerle masumları ki, ileride Risale-i Nur'la beslenmeleri cihetiyle, bu hususî, cüz'î üç şefkatkârane vaziyeti yüzbinlere çevirdi. Buna dair çok emareleri var. Hattâ bana hizmet edenler biliyorlar ki, peder ve vâlidesinden çok ziyade bir şefkat, bir hürmet, bir bağlılık masum çocukların bana karşı Bolvadin'de ve Emirdağı'ndaki ekser yollarda göstermeleri; bu cüz'î, şahsî, hususî zevki, lezzeti, şefkatkârane hürmeti binler küllî ve umumî bir surete çevirdiğine çok misalleri var.

Mübarek bir kısım zîruhlarda hiss-i kabl-el vuku' olduğu gibi, masum çocukların bir hiss-i kabl-el vuku' ile Risale-i Nur'un onlara dünyevî, uhrevî bir babalıkla terbiye ve muhafaza etmesini ruhları hissetmiş ki, Nur'un hizmetkârına babalarından ve vâlidelerinden daha şiddetli bir hürmet gösteriyorlar. Hattâ benim hiç görmediğim, tanımadığım üç yaşındaki bir kız çocuğu yalın ayak dikenlere basarak, koşarak geldi. Hattâ pekçok dostlarım Bolvadin'de bulunduğu için otomobil ile çok hızlı gittiğimiz halde kurtulamıyoruz. Hattâ her yerde hiç beni işitip görmedikleri halde, peder ve vâlidesine gösterdikleri alâkayı göstermeleri benim hakkımda; nefsim, hevesim cismanî cihetinde dahi imanda bir Cennet çekirdeği var olduğunu gördüm.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

Üstadımızı ziyarete gelip de görüşemiyenlerin ve biz görüştürmeden gidenlerin hatırları kırılmamak için Üstadımızın gizli hârika bir ahval-i ruhiyesini beyan etmeye mecbur olduk. Hattâ bugün bir parça dikkatsizlik ettiğimizden, gayet çok muhtaç olduğu hizmetimize nihayet vermek niyet ettiği halde, şimdiki yazacağımız şey hatırına geldi; bizi de afvetti, helâl etti. İşte hakikat budur:

Biz de kat'iyyen anladık ki: Üstadımız ekser hayatını tecerrüdle geçirdiği gibi, bütün hayatında hediyeleri kabul etmemek ve mukabilsiz hediyeler onu hasta etmek gibi, şimdi hürmet ve dostluk cihetiyle onunla görüşmek ona gayet ağır geliyor. Hattâ mükerreren biz de anladık: Musafaha etmek, elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi ruhen müteessir oluyor. Ve ona bakmaktan, dikkat etmekten de şiddetle müteessir oluyor. Hattâ hizmetinde biz bulunduğumuz halde, zaruret olmadan bakamıyoruz.

Bunun sırr ve hikmetini kat'iyyen anladık ki: Risale-i Nur'un esas mesleği hakikî ihlas olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek; bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, riyakârlık, tasannu' alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünki der: "Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat'iyyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar faide veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise: O, dünyayı şiddetle terkettiği için, dünyaya dair şeyleri malayani, vakti zayi' etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nur'un hizmetine, intişarına ait olsa; bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evlâdlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok. Uzun yerlerden uzak memleketlerden gelenlerle beraber başka kardeşlerimizin de hatırları kırılmasın. Çünki, on seneden beridir her sabah okuduğu ve başkaları onu tevkil ettiği evrad okumasında sevabı bağışladığı vakit der ki:

"Yâ Rabbi! Benimle görüşmek için gelip görüşmeden dönenlerin defter-i a'maline de yazılsın." diye ruhlarına hediye ediyor. Üstadımızın bu halini kardeşlerimize beyan ediyoruz.

ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Hizmetinde bulunan
Nur Talebeleri
 

Ahmet.1

Well-known member
[İleri Gazetesi'nin 13 Nisan 1957 tarihli nüshasından alınmıştır]

Üstad Bedîüzzaman'ın uğurlu elleriyle yeni bir câmiin temeli atıldı.
Üstad Bedîüzzaman Said Nursî "3. Eğitim Tümeni" câmiine harç koydu.

(Isparta hususî muhabirimiz bildiriyor.)

Isparta'nın geçen yıllarda teşekkül etmiş bulunan Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen câmiin temeli, tertib edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta'da bulunan Risale-i Nur müellifi Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri de davet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hüseyin Avni ve Tahsin Tola ile bir hasbihaldir

Biz Nur şakirdleri Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan, siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur'un men'ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faidesi, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faidesi dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent meb'usu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti diye Üstadımıza söyledik.

Bize dedi ki:

"Müteessir olmayınız. Ben de sizinle beraber olarak onları tebrik etmeliyiz. Çünki iki sene zarfında elli sene kadar hükûmete, vatana, millete, dine, asayişe hizmet ettiklerine delil-i kat'î, kerametkârane Üstadımızın ona müracaatı olmadan Rehber'in kurtulmasını arzu ettiği aynı dakikada müsadere edilen ikiyüz Rehber'in bize iadesine emir vermesiyle ikiyüz bin adam Rehber'den istifade etmesiyle ona duacı olması; ve Tahsin Tola'nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara'da tab'edilmesiyle hem asayişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb'usluk etmek kadar faidesi oldu. Şimdi bu kadar manevî, hakikî, hususan bâki ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir-iki sene memuriyet ve meb'usluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. Hattâ ben Tahsin Tola'nın tekrar meb'us olmasını istedim, tâ Nurlara hizmet etsin; fakat onun evvelki hizmeti kâfi geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı."

Nur Talebelerinden
Mehmed Kaya, Hüsrev, Tahirî, Sungur, Zübeyr, Ceylan, Bayram


(Haşiye): Üstadımız dedi ki: Dünya cihetiyle meb'us olmadığından, ayda bir mikdar banknot kaybetti. Şimdi onun hizmetiyle Sözler mecmuasının neşriyle milyonlar adamlar içinde yalnız benim hisseme mukabil bir şey lâzım olsaydı; ben -elli bin lira kadar bana faide oldu- eğer param olsa idi, böyle azîm bir yekûn ona verecektim. Şimdi bu hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzım gelirken tekrar meb'us olsaydı, bu hakikat nazara alınmayacaktı. Onun için bazı dinsiz zalimlerin parmağıyla kazanmadığından müteessir olmasın.
 

Ahmet.1

Well-known member
Vasiyetnamenin Bir Zeyli

ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

Eşref Edib'in neşrettiği Tarihçe-i Hayatın otuzuncu sahifesindeki Said'in hususiyetlerinden altı nümunesinden yedinci nümunesi ki, mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış-yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet şiddet-i fakr u istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur'un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medreset-üz Zehra'nın dört-beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur'a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur'un tab' serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medar-ı hayrettir ki, o eski zamanda Evkaf'tan beş talebenin tayinatını Van'da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş-altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış-yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış-yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski harfle izin vermemekle beraber, kaç senedir dört-beş vilayet vüs'atindeki manevî Medreset-üz Zehra'nın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa'ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur'un teksirine sarfettiği halde, yine Nur'un nüshaları acib bir tarzda hem kendine, hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat'iyyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar "Bu Said günde beş-on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?" dememek için bu hakikati izhar etmek münasib olur.

Şimdi manevî evlâdlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur'un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zâtların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
[Bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkındaki bir tekzibi bera-yı malûmat gönderiyoruz.]

Bazı muhalif gazeteler, Risale-i Nur talebelerine tekrar "tarîkat kurmuşlar" ittihamını yaptıklarını gördük. Bunun hakikatle hiçbir alâkası yoktur. Bu husus Risale-i Nur davasını gören ona yakın Ağır Ceza Mahkemesi'nin kat'iyyet kesbetmiş kararlarıyla sabittir. Hem tarîkata dair en küçük bir emareye, vaktiyle müsadere edilip sonra bilâ-kayd u şart sahiblerine iade edilen Risale-i Nur kitabları ve mektubları arasında tesadüf edilmemiştir. Bilakis Üstadımız Said Nursî'nin mektublarında ve müdafaalarında kat'î bir lisanla beyan ettiği: "Zaman tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet'e giden pek çok, fakat imansız Cennet'e giden yoktur." ifadesi mevcuddur.

Bu sarahate ve bütün mahkeme ve müddeiumumîlerin otuz seneden beri tarîkat hususunda en küçük bir delile tesadüf edememelerine mukabil, dini ortadan kaldırmak isteyen ve bugünkü İslâmî inkişafı bir türlü hazmedemeyen, dine lâkayd hattâ aleyhindeki bir güruh, hakikat-ı İslâmiyete tarîkat namını verip kendi efkârları lehine bu vatanda bir zemin ihzar etmek peşindedirler. Elbette her defasında olduğu gibi, gizli dinsizlerin entrikaları ile, plânları ile ihdas edilen bu vakıa, bu vatan ve milletin lehine olarak tecelli edecektir. Ve Aydın ve Nazilli mahkemeleri de adaletli seleflerine ittibaen Nur şakirdlerini tebrie edeceklerdir.

Risale-i Nur'un bütün vatan sathında ve hattâ âlem-i İslâm ve Avrupa'nın pekçok yerlerinde hüsn-ü kabule mazhar olması ve Türkleri âlem-i İslâmla eski ittihada muvaffak edecek bir dünyevî semeresi Nur şakirdlerinin niyetlerinde olmadan netice vermesi ve hükûmetin bizzât İslâmiyete, dine, vicdan hürriyetine tam kıymet verip eski hükûmetin tahribatlarını tamire çalışması ve mukaddesata tecavüz edenlerin tenkili hakkında bir kanun çıkarmaya teşebbüsü gibi müsbet ve ferahlatıcı pekçok hâdisatın aynı anında o asılsız mes'elenin ihdası, hükûmetin ve İslâmiyet'in aleyhinde olanların mahsulü olduğunda aslâ şübhe etmiyoruz.

Yalanlarının birkaç delili de şunlardır:

Üstadımız Said Nursî için "Bir şah ve bir padişah gibi yaşamakta ve gelen yardımlarla geçinmektedir" diye o vicdansızlar apaçık bir iftirada bulunmuşlardır. Said Nursî, amcasının çorbasını dahi içmemiş olup, hayatında kimsenin minneti altında kalmayıp, beş bin lira hediyeye beş para değer vermeden red ve iade eden, hayatındaki istiğna düsturunu en zalimane muameleler ve mahrumiyetler içinde kaldığı zamanlarda dahi bozmayan ve böylece izzet-i İslâmiye ve şeref-i diniyeyi muhafaza etmiş olan bir zâttır.

Evet Üstadımızın halkların hediyesini kabul etmemek düsturu, seksen senelik hayatı ile sabit olduğu ve otuz senelik müteaddid mahkemelerde dahi vesikalarla tahakkuk etmiş, dost ve düşmanın gözleri önünde zahir olmuştur. Bu bedihî hakikatın herkesçe bilindiği bir zamanda, böyle ittihamda bulunanların ne kadar dehşetli garazkâr olduklarını ehl-i vicdanın takdirlerine bırakıyoruz...

Ankara hükûmetinin adaletiyle Üstadımız Said Nursî'nin Risale-i Nur eserleri basılmaktadır. Hissesine düşen bir mikdar kitab fiatlarını Üstadımız, hayatını Nurlara vakfedip nafakasını çıkaramayan Nur talebelerine tayin olarak vermektedir. Kendisi de bugün artık herkesin malûmu olmuş olan a'zamî bir iktisad ve kanaatla yaşamaktadır. Ve bütün ömrü boyunca fevkalâde bir iktisad dairesinde kendini idare ettiğine, seksen senelik hayatını bir şahid-i sadık olarak gösteriyoruz.

Halkı Demokrat hükûmet aleyhine geçirmek plânlarını takib eden muhtelif gazetelerin diğer bir zahir yalanları ise, Nazilli'de iki mübarek adamın Ramazan-ı Şerif hakkındaki hasbihalini "İslâmî bir devlet kurmak" gibi siyasetvari bir tarzda tebdil edivermeleri, o sahte siyaset bezirgânlarının, çocukları dahi kandıramıyacakları acemîce bir iftira ve bir uydurmalarından ibarettir. Böyle yalanları yapmakla hangi maksadlarının istihsaline çabaladıkları kimsenin meçhulü değildir...

Nazilli'ye hiç gitmemiş olan, orada bir kimseyi tanımayan, kırk seneden beri "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" deyip, siyasetle alâkasını kesen, yalnız ve yalnız Kur'an ve iman hakikatlarıyla imanı kurtarmak davasına ömrünü hasreden, bunun haricinde dünyevî şeylerle alâkadar olmayan, seksenyedi yaşında, daima yatakta olan, zehirli hastalıkların tesiratıyla ölüm nöbetleri geçirip "Kabir kapısındayım" diyen ve sükûnet ve istirahata pek muhtaç olan Said Nursî gibi bir İslâm müellifini böyle siyasî iftiralarla mevzubahs etmek; çok vecihlerle vicdansızlıktır, müdhiş bir gaddarlıktır, âdi bir yalancılık derekesine sukuttur.

Herhangi bir din âlimine, bir bahane ile peygamberlik isnadını yapmak, doğrudan doğruya İslâmiyete bir taarruz ve Kur'ana bir ihanettir.

Üstadımız Said Nursî bütün ömrü müddetince sünnet-i seniyeye ittiba etmiş ve bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için i'dam cezalarını hiçe saymış ve sünnet-i seniyeyi ihya ve imanı muhafaza uğrunda yüzotuz parça eser te'lif etmiştir. Hunhar din düşmanlarına karşı hayatını istihkar ederek mücahede etmiş ve nihayet muvaffak ve muzaffer olmuştur. Evet ittiba-ı sünnet-i Ahmediyeye dair yazdığı bir eseri, otuz seneden beri binlerce nüsha neşrolmuştur. Fahr-i kâinat Resul-i Ekrem (A.S.M.) efendimizin son ve hak peygamber olduğuna dair muazzam bir eseri olan Mu'cizat-ı Ahmediye kitabı da meydandadır. Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, Said Nursî'ye böyle bir ittihamı yapanların; hak ve hakikattan, insaf ve vicdandan ne kadar uzak oldukları kıyas edilsin. Bu ittihamı yapmak, şeytanların bile hatırından geçmez.

Bu hâdisenin bir sebebi şu olmak kavîdir ki; Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir faide verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur'a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve bolşeviklik hesabına bir takım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat aslâ muvaffak olamayacaklardır. Onların maksadlarının tam aksine olarak, Risale-i Nur'un neşriyatı erkek ve kadınlar arasında hârika bir tarzda inkişaf etmektedir ve edecektir.


Hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan
Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Sungur, Rüşdü
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

En mühim bir mahkemede son sözüm olarak Mahkeme-i Kübra'ya Şekva namıyla yazılan ve Tarihçe-i Hayat'ta birkaç defa neşrolunan ve mahkemede iken Ankara makamatına, Temyiz mahkemesine ve mahkeme reislerine gönderilen şekvanın sebebi o hâdisenin acib, garib, küçük bir nümunesi bu defa aynen başıma geldiği için o Mahkeme-i Kübra'ya şekvaya bir haşiyecik olarak beyan ediyorum:

İki gün evvel, çok müştak olduğum ve eski zamanda Anadolu medrese-i ilmiyesi hükmünde olan Konya'ya üç sebeb bahanesiyle;

Biri: İki hakikatlı nur kardeşim fakir halleriyle beraber büyük bir masrafa girip İzmir mahkemesine gitmişler. Dönüşlerinde yanıma uğradılar. Ben de onları kısmen masraftan kurtarmak için, hususî otomobilim ile Konya'ya kadar beraber almak,

İkincisi: Onbeş sene benim yanımda okumuş ve yirmi seneye yakın müftülük etmiş ve kırk seneden beri bir tek defadan başka görmediğim ve bütün kardeşlerim, akrabalarım içinde hayatta bir o kalmış olan kardeşimi ve çocuklarını ziyaret etmek ve onlarla görüşmek,

Üçüncüsü: Eski Said'in ve Yeni Said'in mühim üstadlarından olan ve onun müridleri olan Mevlevîlerin her yerde Risale-i Nur'la alâkadarlıkları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi mühim bir üstadım olan Mevlâna Celaleddin'i ziyaret için gitmiştim.

Hem Tarihçe-i Hayat'ta insanlarla görüşemediğime dair neşredilen yazı ki; ziyaretçilerle görüşemiyorum. Nasılki, hediyelerden men'etmek için Cenab-ı Hak hastalık verdiği gibi, bu hürmetkârane ziyaret de bir nevi hediye-i maneviye olduğundan, sesim kesilip bir eser-i inayet olarak konuşmaktan men'olunduğumdan kardeşimin evine dahi girmedim ki, konuşmayayım.

Hiç olmazsa Konya'da iki-üç gün kalmak zarurî iken mecburî olarak bir saat içinde namazımı kılıp dönmüşüm. Fakat orada bana birdenbire öyle bir vaziyet verildi ki, bütün gazetelerde neşrettiler. Kırk senedir bir defadan başka görüşmediğim kardeşimin evine dahi girip görüşemediğim ve konuşamadığım halde, sanki binler adamlarla görüşmüşüm gibi muamele gördüm.

Gerçi polislerin aldıkları emre binaen o vaziyetleri cidden büyük bir sehiv idi. Fakat bu şiddetli hastalıklı halîme muvafık geldiği için onlardan sıkılmadım. Bilakis helâl ettim. Allah razı olsun dedim, teşekkür ettim. Ben tebdil-i havaya çok muhtaç olduğum için; yazın dağlarda, kışın da kira ettiğim ayrı ayrı menzillerde gezmeye mecbur oluyorum. Bir yerde duramıyorum. Hastalığım şiddetleniyor. Niyet ettim, tekrar arasıra Konya gibi yerlere gideceğim. Hattâ kirasını verdiğim Emirdağı'nda iki menzilim, Eskişehir'de bir menzilim varken; o manasız vaziyet beni o tebdil-i havadan, o menzilleri ziyaret etmekten men'edilmeme sebeb olduğunu Konya'daki vaziyetten hissetmiştim. Ben kat'iyyen kimse ile görüşemiyorum.

Bunun gibi âdetim hilafına bana yapılan çok gayr-ı kanunî muameleler var. İşte bu defaki mezkûr vaziyeti beyan eden şu ifadatım, evvelce yazılan Mahkeme-i Kübra'ya Şekva'ya bir zeyl olarak neşredilebilir.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Reisicumhur'a ve Başvekil'e

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm'ın sulh-u umumîsine ve selâmet-i âmmenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur'anın bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur'un Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen:
Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def'edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur'anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur'an-ı Hakîm'den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur'dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te'lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm'ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zâtlar, bu mu'cize-i Kur'aniyenin cilvesini âlem-i İslâm'a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm'ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmi-ül Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ ﺍِﺧْﻮَﺓٌ Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da mevcud 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: "Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız." Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikına kat'iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim. Dedi: "Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!

İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian:
Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem ellibeş sene bu mes'eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes'elede re'yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika'da, Avrupa'da bu mes'eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes'elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.


Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺎﺳْﻤِﻪِ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻪُ

Aziz, sıddık, fedakâr, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur'aniyede hakikî, ciddî, metanetli arkadaşlarım!

Size gayet ehemmiyetli bir halimi ve dehşetli bir zahmet, fakat inayet-i İlahiye ile büyük bir rahmeti tazammun eden zahirî bir hastalığın manevî bir istirahat ve bir tamam-ı vazifeye bir alâmet olarak bir hastalığımı beyan ediyorum. Şekva değil, teşekkür ediyorum. Fakat sizden tahammülüm için dua istiyorum. O halet de şudur:

Ben kelimatı konuşurken birden manevî bir men' gibi şiddetli bir hararet başlıyor. Hattâ eskiden günde bir-iki defa su içerken şimdi yemeği pek az yediğim halde, yirmi-otuz defa su içmeye mecbur oluyorum. Hattâ iki gün evvel pek şiddetlendi. Ben bir tesemmüm zannettim. Hattâ bir vehme binaen yanımdaki kardeşlerime ifşa ettim. Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i İlahiyeden rica ettim, birden kalbime geldi ki: Ekser hayatımdaki zahmetlerde bir inayet ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi, inşâallah bunda da o cilve-i rahmet var ki, cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları, vazifenin tamam olmasına ve istirahatine rahmet-i İlahiye bir vesile oldu ki, geçen sene İşarat-ül İ'caz Tefsiri ve Mesnevî-i Arabî'yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Gizli düşmanlarım cinnî ve insî şeytanlar, beni susturmaya desaisleri ile çalıştıkları halde, rahmet-i İlahiye hem İşarat-ül İ'caz'ın, hem Mesnevî-i Arabî'nin Türkçesini ihsan ettiğinden ve Risale-i Nur da ekseriyet itibariyle kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris vazifemde bana istirahat ve tebrik nev'inde bir ihsan-ı İlahî olarak bu acib hastalık benim istirahatime medar oldu.

Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler, belki yüzbinler Saidcikler senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlahî ile Risale-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.

ﻓَﺎِﻧَّﻚَ ﻣَﺤْﺮُﻭﺱٌ ﺑِﻌَﻴْﻦِ ﺍﻟْﻌِﻨَﺎﻳَﺔِ
Gavs-ı Geylanî'nin (K.S.) kerametkârane cümlesi, en dehşetli zaman gibi bunda da ayn-ı hakikat olduğu görüldü.

Hem a'zamî ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak; bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit a'zamî ihlas ki, hiçbir şeye âlet olmayacak. Hem vazife-i İlahiyeye karışmamak için kader-i İlahî hakkımdaki bu şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlâd kabul ettiğim küçük evlâdları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum...


ﺍَﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ
Kardeşiniz
Said Nursî


Üstadımızın bu hastalığı gösteriyor ki, gizli dinsizler konuşturmamak için bir ilâç bulmuşlar, yedirmişler. Elhasıl; Üstadımızın musafahadan, sohbetten ve konuşmaktan men'edildiğini biz de görüyoruz.

Üstadımızın hizmetinde bulunan
Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Hüsnü, Bayram
 

Ahmet.1

Well-known member
Bera-yı malûmat hem resmî zâtlara, hem dostlara mühim bir hakikatı beyan ediyoruz:

Üstadımız gençliğinde ve hattâ çocukluğundan itibaren izzet-i ilmiyeyi muhafaza için şiddetle halktan istiğna ediyordu. Zekat ve sadakayı kat'iyyen almadığı gibi, İkinci Mektub'da da beyan edildiği üzere hediyeyi kabul etmiyordu. Bu halin, şimdiki ihtiyarlık ve zayıflık zamanında devam edebilmesi için, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle o istiğna düsturu hastalığa inkılab etti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa, derhal hasta olur. O lokmayı yiyemiyor. Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç değildi. Tek başına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pekçok talebelerine tayin verdiği ve birkaç hastalıkla hasta bulunduğu bir zamanda, o istiğna düsturunun muhafazası için, rahmet-i İlahiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.

Aynen öyle de: Üstadımıza hürmet dahi manevî bir hediye gibi olduğundan, şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu. Tarihçe-i Hayatının ve İhtiyarlar Lem'asının şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak Siirt'in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Ağrı Vilayetinde Şeyh Ahmed Hanî Hazretlerinin türbesine kapandı. Rusya'ya esir düştüğünde, doksan kadar esir zabit kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde, üsera kampında Tatarların küçük hâlî bir câmiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. İstanbul'da Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye a'zâlığı gibi cazib ve şaşaalı bir hayat içinde iken, Yuşa Tepesi'nde kimsesizliği tercih etti. Van'a döndüğünde pekçok eski ve yeni talebeleri arasında sürurlu bir ömrü istemeyerek Erek Dağı'ndaki bir mağaraya kapandı. En son defa, otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrid müddeti onbeş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hattâ bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta tutulduğu halde kimseye şekva etmedi.

Bütün bu haller gösteriyor ki: Üstadımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pekçok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için, bir nevi hastalık haleti verilmiş. Beş dakika konuşsa; şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hattâ Şafiî Mezhebinde olduğu için namazda Fatiha'yı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken, hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından, Mezheb-i Hanefî'yi takliden namazlarını eda ediyor. Bu hastalığına dair, iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

Şimdi Risale-i Nur'un fevkalâde fütuhatı ve âlem-i İslâm'da dahi fevkalâde bir hüsn-ü kabule mazhar olması hengâmında, düşmanlar dahi dostlara inkılab ettiği bir zamanda Risale-i Nur'un a'zamî ihlasını (ki, rıza-yı İlahîden başka dünyevî, uhrevî hiçbir rütbeye, makama âlet etmemek) muhafaza için dehşetli bir merdümgiriz yani insanlardan tevahhuş ve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı ve elini öpmek, ona âdeta bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti, kat'iyyen bize kanaat verdi ki; bu bir istihdam-ı Rabbanîdir.

Hattâ bu hakikatların izharına vesile olan bir şahsı da üstadımız helâl etti.

(Haşiye): Üstadımızdan sorduk: Neden Risale-i Nur'un şaşaalı intişarı ve düşmanların dahi mağlub olup dostane vaziyet aldıkları bir zamanda insanlarla görüşmüyorsunuz?

Cevaben dedi ki: "Benim ile görüşmek isteyenler, ya muarızdır veya dosttur. Dost olsa, Risale-i Nur'un yüzbinler nüshası benim bedelime tam konuşuyor. Bana kat'iyyen ihtiyaç bırakmamış. Görüşmek isteyen muarız olsa, bu otuz sene zarfında pekçok mahkemeler ve ehl-i vukuflar tedkik ettikleri halde, ne Nur Risalelerinde ve ne de Nur Talebelerinde hiçbir suç bulamamışlar. Yirmidört mahkeme "Risale-i Nur'da suç bulamıyoruz" dedikleri; dört mahkeme de kat'iyyen umum Nur Risalelerine beraet vererek kaziye-i muhkeme haline gelen kararlarıyla bütün kitabları, mektubları sahiblerine iade etmesi, benim bedelime muarızlara tam cevab veriyor. Bana ihtiyaç kalmamış. Eğer şahsî görüşmek istenilse, bütün Nur Talebeleri bir cihette bu bîçare Said'in dava vekilleri olduğu gibi, İstanbul'da ve Ankara'da avukatları bulunduğundan, isteyenler onlarla görüşebilir."

Şiddetli hastalığı ve çok ihtiyarlığı için zarurî işlerini gören hizmetkârları
 
Üst