Aziz Kardeşlerim!
Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve îtidal-i dem ve ihtiyattır.
Said Nursî
* * *
-35-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bir müdde-i umumun iddiasından anlaşıldı ki; hükûmetin bâzı erkânını iğfal edip aleyhimize sevkeden gizli zındıkların plânları akîm kalıp yalan çıktı; şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden birden bizden olur. Hattâ büyük me'murlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin âhirinde, bu gelen fıkrayı diyecektim, fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra şudur:
Evet biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüz milyon dâhil mensubları var ve her gün beş def'a o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî programiyle birbirinin yardımına dualariyle ve mânevî kazançlariyle koşuyorlar.
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız; ve hususî vazifemiz de, Kur'ân'ın îmânî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i îmana bildirip onları ve kendimizi îdam-ı ebedîden ve dâimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
* * *
-36-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben bu fecirde her birinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden «Hastalar Risâlesi» hatıra geldi, teselli verdi.
Evet, bu musibet dahi içtimaî bir nev'i hastalıktır. O risâledeki ekser îmânî devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum'daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanın elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve îmânî ve Kur'ânî faideleri kalmış. Demek o geçici bir tek musibet, dâimî ve müteaddid ni'metlere inkılâb etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimidilik elemi yok. Tevehhüm ile yokdan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyyeye îtimadsızlıktır.
Saniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve mânevî kalben, ruhen, fikren musibetler ile giriftardır. Bizim musibetimiz, onlara nisbeten hem gayet hafifdir, hem kârlıdır. Hem kalb, hem ruh için; hem îman, hem selâmet ve sıhhat lezzetleri var.
(Orjinal Sayfa:25)
Salisen: Bu işsiz ve muzaaf maddî ve mânevî kışda, Medreset-üz-Zehra'nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiye'de, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirâyet eden nur ve nuranî gibi hasenlerinden, mânevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet; şeklini değiştirir, bir nev'i inâyet perdesi hükmüne geçer. Evet, bu gizli inâyetin bir lâtif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risâle-i Nur Talebelerine «Hocalar» namı verilmiş. Herkes, lisanında «Hocalar.. hocalar» diye hürmetle yâdediyorlar. Bu zarafet içinde lâtif bir işaret var ki; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risâle-i Nur Şâkirdleri dahi birer müderris, muallim ve sâir hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşâallah birer mekteb hükmüne geçeceklerdir.
* * *
-37-
Kardeşlerim!
Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektublar arasıra okunsa ve Meyve'nin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risâle-i Nur'un mes'eleleri müzakere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır. İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: «Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibâdet sayılır.» diye ziyâde ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azap yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa, aldırmamalı, veyahut خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz. Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise; musibette, kendinden ziyade musibetliye ve ni'mette daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'aniye ve îmâniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne hakdır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek; kader-i İlâhî tâyin etmişti. Adalet-i rahmet; bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzak-ı hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasılki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... Mâdem hakikat budur,
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip teslim ile şükretmeliyiz.
* * *
-38-
(Orjinal Sayfa:26
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben, gerçi sizinle sureta görüşemiyorum, fakat sizin yakınınızda ve berâber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim ve ihtiyarım olmadan bâzan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından -hususan böyle haylaz gençlerde- o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkin olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkin olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevâzu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor, sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.
Said Nursî
* * *
-39-
Kardeşlerim!
Her ihtimâle karşı bu sabah ihtâr edilen bir mes'eleyi beyân etmek lâzım geldi. Bizim, Kur'an'dan aldığımız hakikatlar; güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını yirmi senedenberi: «Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?» diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur. Mâdem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiat takdir edilmez derecede kıymetdar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bâzı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.
Said Nursî
(Orjinal Sayfa:27)
-40-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi «Beşinci Şuâ» olmadığı, belki «Hizb-i Nurî» ve «Miftâh-ül İmân», «Hüccet-ül Bâliğa» olduğunu bu fecirde bir ihtâr-ı mânevî ile hissettim. Dikkatle «Hizb-i Nurî» yi kısmen okudum, «Miftah» ı da düşündüm, bildim ki: Zındıklar, küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılınçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan «Beşinci Şuâ»ı zâhirî bir sebep gösterdiler, hükûmeti iğfal edip aleyhimize sevkettiler. Aynen bu ihtar ile beraber hâtıra geldi ki: «Bir kısım zaif kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendileri bu belâdan kurtarılır.» diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki: Bu derece alâkası devam eden ve iki def'a bu imtihana giren ve mukabilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faidesiz, zararlı kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zâhirî bir içtinab gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsî mesleğimize zararı dokunur, cezası olarak aksi maksadiyle tokat yer.
* * *
-41-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risâle-i Nur'un o zahmet çekenlere kazandırdığı îmân-ı tahkikî ve îmân-ı tahkîkî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a'mâl-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır. Şâkirdlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulananları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarfedilen paraları muzâaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzâaf ibâdetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zaif kısmı ise; zâten hapsin haricinde onlara faidesiz sevablar, mes'ûliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes'ûliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medâr-ı şükrandır.
* * *
(Orjinal Sayfa:28)
-42-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Kastamonu'da ehl-i takvâ bir zât, şekvâ tarzında dedi: «Ben sukut etmişim. Eski hâlimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.» Ben de dedim: Belki terraki etmişsin ki; nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet, bir ehemmiyetli ihsân-ı İlâhî; ihsânını, enâniyetini bırakmıyana ihsas etmemektir.. tâ ucub ve gurura girmesin.
Kardeşlerim! Bu hakikata binâen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şâkirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: «Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyâları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede!» diyerek dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muârız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
Said Nursî
* * *
-43-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümidlerimi ve dâvalarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç-dört eliflerin birleşmesi gibi, üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhâr eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden hâlet-i ruhiye, dünkü dâvamı isbat ediyor. Evet, -temsilde hatâ yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: «Bu zamanda hizmet-i îmâniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesânüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor.» diye kanâatım gelmiş ve siz daima bu kanâatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak, sizlerden ebediyen râzı olsun, âmin!
* * *
(Orjinal Sayfa:29)
-44-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
«Meyve Risalesi» çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Ümid ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak. Sizler tam kıymetini anlamışsınız ki, bu dershaneyi derssiz bırakmadınız. Ben, kendi hesabıma derim: Bu kadar zahmet ve masrafımızın meyvesi; yalnız bu risâle ve «Müdâfaa Risâlesi» ve sizler ile berâber bir yerde bulunmak dahi olsa, o masraf, o zahmeti hiçe indirir ve bu musibetin on mislini de çeksem yine ucuz düşer.
* * *
-45-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapisde kat'î kanâatım gelmiş ki: Risâle-i Nur ile kırâeten ve kitâbeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bâzı esbaba binâen, ben en ziyâde Hüsrev'i ve Hâfız Ali (R.H.), Tahirî'yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. «Acaba neden?» der idim. Şimdi anladım ki; onlar, hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kazâ ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkid ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi'nân-ı kalbleriyle Risale-i Nur Şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevâzu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsen, âmin!
* * *
-46-
Kardeşlerim!
Gaflet ve dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur'un hakikî şâkirdleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münâfıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle herbiri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası, müşterek bir mes'elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yer-
(Orjinal Sayfa:30)
lerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risâle-i Nur Şâkirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fenâ-fi'l-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münâfıkane plânı da akîm bırakacaklar.
* * *
-47-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemâatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: «Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.» O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: «Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabûl etse, cennete gidecek.» Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: «Başım fedâ olsun.» Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: «İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.»
Cenâb-ı Hakk'a yüzbinler şükürler olsun ki; Risâle-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti, o eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetleriyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
* * *
-48-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bir zaman, müslim olmayan bir zât, târikattan hilâfet almak için bir çâre bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: «İşte beni anladın.» O da dedi: «Mâdem senin irşâdın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.» diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmış, o bîçâre şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bâzan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve
(Orjinal Sayfa:31)
asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatın şe'nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: «İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdi, âciz insanlardır.» Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâm-ı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyâset-i dîniye veya başka sebepler ile umum âlem-i İslâm nâmına olamadılar.
* * *
-49-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ {وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ }
Eski Said'in, matbu «Lemeat» başındaki acîb imzası az tağyîr ile şimdiki hâlime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münâsip görseniz; hem müdâfaatın, hem meyvenin, hem küçük mektubların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garib imza, gelen üç buçuk satırdır.
Eddâi
Yıkılmış bir mezârım ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş
dokuz emvat bâ-âsâm âlâma (*)
Sekseninci olmuştur o mezara bir mezar taşı, beraber ağlıyor
hüsrân-ı İslâma
Ümidim var ki, istikbâl semâvâtı zemin-i Asya, bâhem olur tes-
lim yed-i beyza-yı İslâma
Zîrâ, yemin yümn-ü îmandır; verir enm ü emân ü emniyeti
enâma.
* * *
-50-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizin tesânüdünüze benim ziyâde ehemmiyet verdiğim sebebi; yalnız bize ve Risâle-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî îmânın dâiresinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemâatin kat'î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avâm ehl-i îman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz,
_________________
(*) Günahlar demektir.
(Orjinal Sayfa:32)
çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesânüdünüzü gören kanâat eder ki; bir hakikat var, hiçbir şeye fedâ edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûb olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve îmânı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefâhete iltihaktan kurtulur.
* * *
-51-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Ey adliye efendileri! Size kat'î haber veriyorum ki; buradaki zâtların, bizimle ve Risâle-i Nurla münâsebeti olmıyan veya az bulunan veya inkâr edenlerden başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var. Bizler, Risâle-i Nur'un keşfiyat-ı kat'iyyesiyle, iki kere iki dört eder, derecesinde sarsılmaz bir kanâatla bilmişiz ki; ölüm, bizim için sırr-ı Kur'an'la îdam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhâlif ve dalâlete gidenler için o kat'î ölüm, ya îdam-ı ebedîdir -eğer âhirette kat'î îmanı yoksa- veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferiddir -eğer âhirete inansa ve sefâhet ve dalâlette gitmişse- «Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona âlet olsun?» Sizden soruyorum. Mâdem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı, kendimize âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye, kemâl-i metânetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalâlet hesabına mahkûm edenler! Sizi, gördüğümüz gibi îdam-ı ebedî ile, haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşâhede derecesinde biliyoruz ve görüyoruz. Onlara, insâniyet damariyle cidden acıyoruz. Bunu kat'î isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkâr, mâneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi isbat etmezsem, her cezaya razıyım. İşte yalnız bir nümune olarak iki cuma gününde mahbuslar için te'lif edilen ve Risâle-i Nur'un umdelerini ve hulâsa ve esaslarını beyân ederek Risâle-i Nur'un bir müdâfaanâmesi hükmüne geçen «Meyve Risâlesi»ni ibraz ediyorum. Ve Ankara makamatına vermek için yeni harflerle yazdırmağa müşkilâtlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz. Eğer kalbiniz «nefsinize karışmam» beni tasdik etmezlerse, bana şimdiki tecrîd-i mutlakım içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız sükût edeceğim.
Elhâsıl: Ya Risâle-i Nuru tam serbest bırakınız veyahud bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız. Ben
(Orjinal Sayfa:33)
şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim. Fakat mecbur ettiniz; belki de sizi îkaz etmek lâzımdı ki, kader-i İlâhî bizi bu yola sevketti. Biz de
مَنْ اَمَنَ بَالْقَدَرِ اَمَنَ مِنَ الْكَدَرِ düstur-u kudsîyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntınızı sabır ile karşılayacağız diye azmettik.
* * *
-52-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Mahkemede son sözüm: Efendiler! Çok emâreler ile kat'î kanâatım gelmiş ki; hükûmet hesabına, hissiyât-ı dîniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek için bize hücum edilmiyor; belki bu yalancı perde altında zındıka hesabına bizim îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında Risâle-i Nur'un yirmi bin nüshalarını ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabûl ettikleri halde, Risâle-i Nur'un şâkirdleri tarafından emniyetin ihlâline dâir hiçbir vukuat olmamış, hükûmet kaydetmemiş ve iki mahkeme bulmamış. Halbukî böyle kesretli propganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak bütün dindar nasihatçılara şâmil lâstikli bir kanunun yüz altmış üçüncü maddesi, sahte bir maskedir. Zındıklar onunla hükûmeti iğfâl ederek ve adliyeyi şaşırtıp bizi herhalde ezmek istiyorlar.
Mâdem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dîni dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse, yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar fedâ oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi fedâ olsun. Her cezanıza ve îdamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette yüz derece dahilinden daha fenadır. İstibdat-ı mutlak altında hiçbir hürriyet -ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i dîniye- olmamasından, ehl-i nâmus ve diyânet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çâre kalmaz. Biz de, اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek Rabbimize dayanıyoruz.
* * *
(Orjinal Sayfa:34)
-53-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risâle-i Nur'a âit dâva ve itiraz, cüz'î bir hâdise ve şahsî bir mes'ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısiyle Âlem-i İslâm'ın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde ve umumî bir mes'eledir. Evet, Risâle-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağiyle bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâm'ın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp ve der: «Risâle-i Nur Şâkirdleri dîni siyâsete âlet eder, emniyete zarar ihtimâli var.»
Hey bedbahtlar! Risâle-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur, fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasiyle bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adâleti te'min ettiğine yüzer hüccetlerinden birisi, bu müdâfaanâmesi hükmündeki «Meyve Risâlesi»dir. Bu risâleyi, âlî bir hey'et-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli îdama râzıyım.»
Said Nursî
* * *
-54-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu hâlimizde münâkaşa eden haksızdır; bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya'nın şimâlinde doksan zâbitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok zîyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim.
Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münâkaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münâkaşalar kalktı. Benden sordu-
(Orjinal Sayfa:35)
lar: «Neden bu haksız tedbîri yaptın?» Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine fedâ eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur, fedâ etmez, gürültü çoğalır.
Kardeşlerim!
Siz, küçük mektublar risâlesinde medar-ı teselli ve sabır ve tahammül için yazılan parçaları dikkatle ve tekrarla okuyunuz. Ben en zaîfiniz ve bu sıkıntılı musibetten en ziyâde hissedârım. Çok şükür tahammül ediyorum ve bütün suçu bana yükleyenlerden hiç gücenmedim ve vahdet-i mes'ele itibariyle yalnız kendini müdâfaa ederek zımnen cemiyet ve suçu bize tahmil edenlerden dahi sıkılmadım. Mâdem kardeşiz, beni bu sabırda taklid etmenizi sizden rica ederim.
Umumunuza çok selam ve selametinize dua ediyorum.
* * *
-55-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Bu Misâfirhâne-i Dünyâda Arkadaşlarım!
Ben, bu gece Eski Said'in izzetli damariyle, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferat ile sevkimizi düşündüm, şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki; hiddet değil, belki kemâl-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünki zîşuur ve hadd ü hesâba gelmiyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve îmân-ı tahkikî sâhiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur'an ve îman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi sûretinde görünüyorlar. Bunların teveccühü ise, rahmet-i İlâhiyeyi ve kabûl-ü Rabbâniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı, mahdud bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârâne nazarlarının, hiçbir ehemmiyeti olamaz. Hattâ bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim ve sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah ve mânevî bir ferah hissettim. Demek o hâl, bu sırdan ileri gelmiş.
Çok def'a söylediğim gibi yine tekrar ediyorum ki; tarihde Risâle-i Nur Şâkirdleri gibi hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevab kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. Biz ne kadar meşakkat çeksek, yine ucuzdur.
* * *
(Orjinal Sayfa:36)
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi:
Birincisi: Kader-i İlâhî kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için her halde gelecek idik. En hayırlısı bu tarzdır.
İkincisi: Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçâre merhum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâkî kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek; hem haksız, hem mânasız, hem zararlı, hem Risâle-i Nurdan bir nevi küsmektir. Sakın sakın, has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risâle-i Nur'dan çekilmek ve hakaik-ı îmâniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir mânevî musibettir. Ben kasem ile te'mîn ederim ki: Sizin herbirinizden yirmi-otuz derece ziyâde bu musibette hissedâr olduğum halde, niyet-i hâlise ile faaliyet göstermelerinden, ihtiyatsızlığı yüzünden gelen bu musibet on def'a daha fazla olsa da yine onlardan gücenmem. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek mânasızdır. Çünki tâmiri kabil değil.
* * *
-57-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz Kardeşlerim!
Bu fecirde, birden bir fıkra ihtâr edildi. Evet, ben de Husrev'in zelzele hakkında tafsîlen yazdığı kerâmet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanâatım da o merkezdedir. Çünki, Risâle-i Nur ve şâkirdlerine dört def'a şiddetli taarruzların aynı zamanında dört def'a dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevâfukları tesadüfî olmadığı gibi; Risâle-i Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu'nun sâir yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve'l-Asr işâretiyle, âhir zamanın en büyük bir hasâret-i insâniyesi olan bu ikinci harb-i umumîden çare-i necat ise îman ve amel-i sâlih olmasından, Risâle-i Nur'un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanda gelen şefkat veya hiddet tokat hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevâfukları tesâdüfî olmadığı gibi Risâle-i Nur'a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisnâ maişetinde vüs'at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hâdiseleri dahi tesadüfî olamaz.
Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve îtidal-i dem ve ihtiyattır.
Said Nursî
* * *
-35-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bir müdde-i umumun iddiasından anlaşıldı ki; hükûmetin bâzı erkânını iğfal edip aleyhimize sevkeden gizli zındıkların plânları akîm kalıp yalan çıktı; şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden birden bizden olur. Hattâ büyük me'murlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin âhirinde, bu gelen fıkrayı diyecektim, fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra şudur:
Evet biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüz milyon dâhil mensubları var ve her gün beş def'a o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî programiyle birbirinin yardımına dualariyle ve mânevî kazançlariyle koşuyorlar.
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız; ve hususî vazifemiz de, Kur'ân'ın îmânî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i îmana bildirip onları ve kendimizi îdam-ı ebedîden ve dâimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
* * *
-36-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben bu fecirde her birinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden «Hastalar Risâlesi» hatıra geldi, teselli verdi.
Evet, bu musibet dahi içtimaî bir nev'i hastalıktır. O risâledeki ekser îmânî devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum'daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanın elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve îmânî ve Kur'ânî faideleri kalmış. Demek o geçici bir tek musibet, dâimî ve müteaddid ni'metlere inkılâb etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimidilik elemi yok. Tevehhüm ile yokdan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyyeye îtimadsızlıktır.
Saniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve mânevî kalben, ruhen, fikren musibetler ile giriftardır. Bizim musibetimiz, onlara nisbeten hem gayet hafifdir, hem kârlıdır. Hem kalb, hem ruh için; hem îman, hem selâmet ve sıhhat lezzetleri var.
(Orjinal Sayfa:25)
Salisen: Bu işsiz ve muzaaf maddî ve mânevî kışda, Medreset-üz-Zehra'nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiye'de, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirâyet eden nur ve nuranî gibi hasenlerinden, mânevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet; şeklini değiştirir, bir nev'i inâyet perdesi hükmüne geçer. Evet, bu gizli inâyetin bir lâtif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risâle-i Nur Talebelerine «Hocalar» namı verilmiş. Herkes, lisanında «Hocalar.. hocalar» diye hürmetle yâdediyorlar. Bu zarafet içinde lâtif bir işaret var ki; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risâle-i Nur Şâkirdleri dahi birer müderris, muallim ve sâir hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşâallah birer mekteb hükmüne geçeceklerdir.
* * *
-37-
Kardeşlerim!
Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektublar arasıra okunsa ve Meyve'nin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risâle-i Nur'un mes'eleleri müzakere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır. İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: «Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibâdet sayılır.» diye ziyâde ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azap yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa, aldırmamalı, veyahut خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz. Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise; musibette, kendinden ziyade musibetliye ve ni'mette daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'aniye ve îmâniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne hakdır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek; kader-i İlâhî tâyin etmişti. Adalet-i rahmet; bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzak-ı hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasılki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... Mâdem hakikat budur,
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip teslim ile şükretmeliyiz.
* * *
-38-
(Orjinal Sayfa:26
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben, gerçi sizinle sureta görüşemiyorum, fakat sizin yakınınızda ve berâber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim ve ihtiyarım olmadan bâzan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından -hususan böyle haylaz gençlerde- o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkin olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkin olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevâzu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor, sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.
Said Nursî
* * *
-39-
Kardeşlerim!
Her ihtimâle karşı bu sabah ihtâr edilen bir mes'eleyi beyân etmek lâzım geldi. Bizim, Kur'an'dan aldığımız hakikatlar; güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını yirmi senedenberi: «Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?» diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur. Mâdem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiat takdir edilmez derecede kıymetdar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bâzı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.
Said Nursî
(Orjinal Sayfa:27)
-40-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi «Beşinci Şuâ» olmadığı, belki «Hizb-i Nurî» ve «Miftâh-ül İmân», «Hüccet-ül Bâliğa» olduğunu bu fecirde bir ihtâr-ı mânevî ile hissettim. Dikkatle «Hizb-i Nurî» yi kısmen okudum, «Miftah» ı da düşündüm, bildim ki: Zındıklar, küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılınçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan «Beşinci Şuâ»ı zâhirî bir sebep gösterdiler, hükûmeti iğfal edip aleyhimize sevkettiler. Aynen bu ihtar ile beraber hâtıra geldi ki: «Bir kısım zaif kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendileri bu belâdan kurtarılır.» diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki: Bu derece alâkası devam eden ve iki def'a bu imtihana giren ve mukabilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faidesiz, zararlı kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zâhirî bir içtinab gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsî mesleğimize zararı dokunur, cezası olarak aksi maksadiyle tokat yer.
* * *
-41-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risâle-i Nur'un o zahmet çekenlere kazandırdığı îmân-ı tahkikî ve îmân-ı tahkîkî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a'mâl-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır. Şâkirdlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulananları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarfedilen paraları muzâaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzâaf ibâdetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zaif kısmı ise; zâten hapsin haricinde onlara faidesiz sevablar, mes'ûliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes'ûliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medâr-ı şükrandır.
* * *
(Orjinal Sayfa:28)
-42-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Kastamonu'da ehl-i takvâ bir zât, şekvâ tarzında dedi: «Ben sukut etmişim. Eski hâlimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.» Ben de dedim: Belki terraki etmişsin ki; nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet, bir ehemmiyetli ihsân-ı İlâhî; ihsânını, enâniyetini bırakmıyana ihsas etmemektir.. tâ ucub ve gurura girmesin.
Kardeşlerim! Bu hakikata binâen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şâkirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: «Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyâları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede!» diyerek dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muârız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
Said Nursî
* * *
-43-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümidlerimi ve dâvalarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç-dört eliflerin birleşmesi gibi, üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhâr eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden hâlet-i ruhiye, dünkü dâvamı isbat ediyor. Evet, -temsilde hatâ yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: «Bu zamanda hizmet-i îmâniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesânüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor.» diye kanâatım gelmiş ve siz daima bu kanâatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak, sizlerden ebediyen râzı olsun, âmin!
* * *
(Orjinal Sayfa:29)
-44-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
«Meyve Risalesi» çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Ümid ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak. Sizler tam kıymetini anlamışsınız ki, bu dershaneyi derssiz bırakmadınız. Ben, kendi hesabıma derim: Bu kadar zahmet ve masrafımızın meyvesi; yalnız bu risâle ve «Müdâfaa Risâlesi» ve sizler ile berâber bir yerde bulunmak dahi olsa, o masraf, o zahmeti hiçe indirir ve bu musibetin on mislini de çeksem yine ucuz düşer.
* * *
-45-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapisde kat'î kanâatım gelmiş ki: Risâle-i Nur ile kırâeten ve kitâbeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bâzı esbaba binâen, ben en ziyâde Hüsrev'i ve Hâfız Ali (R.H.), Tahirî'yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. «Acaba neden?» der idim. Şimdi anladım ki; onlar, hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kazâ ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkid ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi'nân-ı kalbleriyle Risale-i Nur Şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevâzu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsen, âmin!
* * *
-46-
Kardeşlerim!
Gaflet ve dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur'un hakikî şâkirdleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münâfıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle herbiri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası, müşterek bir mes'elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yer-
(Orjinal Sayfa:30)
lerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risâle-i Nur Şâkirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fenâ-fi'l-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münâfıkane plânı da akîm bırakacaklar.
* * *
-47-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemâatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: «Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.» O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: «Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabûl etse, cennete gidecek.» Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: «Başım fedâ olsun.» Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: «İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.»
Cenâb-ı Hakk'a yüzbinler şükürler olsun ki; Risâle-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti, o eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetleriyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
* * *
-48-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bir zaman, müslim olmayan bir zât, târikattan hilâfet almak için bir çâre bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: «İşte beni anladın.» O da dedi: «Mâdem senin irşâdın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.» diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmış, o bîçâre şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bâzan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve
(Orjinal Sayfa:31)
asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatın şe'nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: «İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdi, âciz insanlardır.» Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâm-ı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyâset-i dîniye veya başka sebepler ile umum âlem-i İslâm nâmına olamadılar.
* * *
-49-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ {وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ }
Eski Said'in, matbu «Lemeat» başındaki acîb imzası az tağyîr ile şimdiki hâlime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münâsip görseniz; hem müdâfaatın, hem meyvenin, hem küçük mektubların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garib imza, gelen üç buçuk satırdır.
Eddâi
Yıkılmış bir mezârım ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş
dokuz emvat bâ-âsâm âlâma (*)
Sekseninci olmuştur o mezara bir mezar taşı, beraber ağlıyor
hüsrân-ı İslâma
Ümidim var ki, istikbâl semâvâtı zemin-i Asya, bâhem olur tes-
lim yed-i beyza-yı İslâma
Zîrâ, yemin yümn-ü îmandır; verir enm ü emân ü emniyeti
enâma.
* * *
-50-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizin tesânüdünüze benim ziyâde ehemmiyet verdiğim sebebi; yalnız bize ve Risâle-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî îmânın dâiresinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemâatin kat'î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avâm ehl-i îman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz,
_________________
(*) Günahlar demektir.
(Orjinal Sayfa:32)
çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesânüdünüzü gören kanâat eder ki; bir hakikat var, hiçbir şeye fedâ edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûb olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve îmânı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefâhete iltihaktan kurtulur.
* * *
-51-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Ey adliye efendileri! Size kat'î haber veriyorum ki; buradaki zâtların, bizimle ve Risâle-i Nurla münâsebeti olmıyan veya az bulunan veya inkâr edenlerden başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var. Bizler, Risâle-i Nur'un keşfiyat-ı kat'iyyesiyle, iki kere iki dört eder, derecesinde sarsılmaz bir kanâatla bilmişiz ki; ölüm, bizim için sırr-ı Kur'an'la îdam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhâlif ve dalâlete gidenler için o kat'î ölüm, ya îdam-ı ebedîdir -eğer âhirette kat'î îmanı yoksa- veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferiddir -eğer âhirete inansa ve sefâhet ve dalâlette gitmişse- «Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona âlet olsun?» Sizden soruyorum. Mâdem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı, kendimize âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye, kemâl-i metânetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalâlet hesabına mahkûm edenler! Sizi, gördüğümüz gibi îdam-ı ebedî ile, haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşâhede derecesinde biliyoruz ve görüyoruz. Onlara, insâniyet damariyle cidden acıyoruz. Bunu kat'î isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım. Değil vukufsuz, garazkâr, mâneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi isbat etmezsem, her cezaya razıyım. İşte yalnız bir nümune olarak iki cuma gününde mahbuslar için te'lif edilen ve Risâle-i Nur'un umdelerini ve hulâsa ve esaslarını beyân ederek Risâle-i Nur'un bir müdâfaanâmesi hükmüne geçen «Meyve Risâlesi»ni ibraz ediyorum. Ve Ankara makamatına vermek için yeni harflerle yazdırmağa müşkilâtlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz. Eğer kalbiniz «nefsinize karışmam» beni tasdik etmezlerse, bana şimdiki tecrîd-i mutlakım içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız sükût edeceğim.
Elhâsıl: Ya Risâle-i Nuru tam serbest bırakınız veyahud bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız. Ben
(Orjinal Sayfa:33)
şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim. Fakat mecbur ettiniz; belki de sizi îkaz etmek lâzımdı ki, kader-i İlâhî bizi bu yola sevketti. Biz de
مَنْ اَمَنَ بَالْقَدَرِ اَمَنَ مِنَ الْكَدَرِ düstur-u kudsîyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntınızı sabır ile karşılayacağız diye azmettik.
* * *
-52-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Mahkemede son sözüm: Efendiler! Çok emâreler ile kat'î kanâatım gelmiş ki; hükûmet hesabına, hissiyât-ı dîniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek için bize hücum edilmiyor; belki bu yalancı perde altında zındıka hesabına bizim îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında Risâle-i Nur'un yirmi bin nüshalarını ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabûl ettikleri halde, Risâle-i Nur'un şâkirdleri tarafından emniyetin ihlâline dâir hiçbir vukuat olmamış, hükûmet kaydetmemiş ve iki mahkeme bulmamış. Halbukî böyle kesretli propganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak bütün dindar nasihatçılara şâmil lâstikli bir kanunun yüz altmış üçüncü maddesi, sahte bir maskedir. Zındıklar onunla hükûmeti iğfâl ederek ve adliyeyi şaşırtıp bizi herhalde ezmek istiyorlar.
Mâdem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dîni dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse, yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar fedâ oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi fedâ olsun. Her cezanıza ve îdamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette yüz derece dahilinden daha fenadır. İstibdat-ı mutlak altında hiçbir hürriyet -ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i dîniye- olmamasından, ehl-i nâmus ve diyânet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çâre kalmaz. Biz de, اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek Rabbimize dayanıyoruz.
* * *
(Orjinal Sayfa:34)
-53-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risâle-i Nur'a âit dâva ve itiraz, cüz'î bir hâdise ve şahsî bir mes'ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısiyle Âlem-i İslâm'ın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde ve umumî bir mes'eledir. Evet, Risâle-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağiyle bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâm'ın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp ve der: «Risâle-i Nur Şâkirdleri dîni siyâsete âlet eder, emniyete zarar ihtimâli var.»
Hey bedbahtlar! Risâle-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur, fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasiyle bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adâleti te'min ettiğine yüzer hüccetlerinden birisi, bu müdâfaanâmesi hükmündeki «Meyve Risâlesi»dir. Bu risâleyi, âlî bir hey'et-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli îdama râzıyım.»
Said Nursî
* * *
-54-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu hâlimizde münâkaşa eden haksızdır; bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya'nın şimâlinde doksan zâbitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok zîyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim.
Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münâkaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münâkaşalar kalktı. Benden sordu-
(Orjinal Sayfa:35)
lar: «Neden bu haksız tedbîri yaptın?» Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine fedâ eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur, fedâ etmez, gürültü çoğalır.
Kardeşlerim!
Siz, küçük mektublar risâlesinde medar-ı teselli ve sabır ve tahammül için yazılan parçaları dikkatle ve tekrarla okuyunuz. Ben en zaîfiniz ve bu sıkıntılı musibetten en ziyâde hissedârım. Çok şükür tahammül ediyorum ve bütün suçu bana yükleyenlerden hiç gücenmedim ve vahdet-i mes'ele itibariyle yalnız kendini müdâfaa ederek zımnen cemiyet ve suçu bize tahmil edenlerden dahi sıkılmadım. Mâdem kardeşiz, beni bu sabırda taklid etmenizi sizden rica ederim.
Umumunuza çok selam ve selametinize dua ediyorum.
* * *
-55-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Bu Misâfirhâne-i Dünyâda Arkadaşlarım!
Ben, bu gece Eski Said'in izzetli damariyle, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferat ile sevkimizi düşündüm, şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki; hiddet değil, belki kemâl-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünki zîşuur ve hadd ü hesâba gelmiyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve îmân-ı tahkikî sâhiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur'an ve îman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi sûretinde görünüyorlar. Bunların teveccühü ise, rahmet-i İlâhiyeyi ve kabûl-ü Rabbâniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı, mahdud bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârâne nazarlarının, hiçbir ehemmiyeti olamaz. Hattâ bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim ve sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah ve mânevî bir ferah hissettim. Demek o hâl, bu sırdan ileri gelmiş.
Çok def'a söylediğim gibi yine tekrar ediyorum ki; tarihde Risâle-i Nur Şâkirdleri gibi hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevab kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. Biz ne kadar meşakkat çeksek, yine ucuzdur.
* * *
(Orjinal Sayfa:36)
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi:
Birincisi: Kader-i İlâhî kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için her halde gelecek idik. En hayırlısı bu tarzdır.
İkincisi: Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçâre merhum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâkî kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek; hem haksız, hem mânasız, hem zararlı, hem Risâle-i Nurdan bir nevi küsmektir. Sakın sakın, has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risâle-i Nur'dan çekilmek ve hakaik-ı îmâniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir mânevî musibettir. Ben kasem ile te'mîn ederim ki: Sizin herbirinizden yirmi-otuz derece ziyâde bu musibette hissedâr olduğum halde, niyet-i hâlise ile faaliyet göstermelerinden, ihtiyatsızlığı yüzünden gelen bu musibet on def'a daha fazla olsa da yine onlardan gücenmem. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek mânasızdır. Çünki tâmiri kabil değil.
* * *
-57-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz Kardeşlerim!
Bu fecirde, birden bir fıkra ihtâr edildi. Evet, ben de Husrev'in zelzele hakkında tafsîlen yazdığı kerâmet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanâatım da o merkezdedir. Çünki, Risâle-i Nur ve şâkirdlerine dört def'a şiddetli taarruzların aynı zamanında dört def'a dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevâfukları tesadüfî olmadığı gibi; Risâle-i Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu'nun sâir yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve'l-Asr işâretiyle, âhir zamanın en büyük bir hasâret-i insâniyesi olan bu ikinci harb-i umumîden çare-i necat ise îman ve amel-i sâlih olmasından, Risâle-i Nur'un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanda gelen şefkat veya hiddet tokat hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevâfukları tesâdüfî olmadığı gibi Risâle-i Nur'a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisnâ maişetinde vüs'at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hâdiseleri dahi tesadüfî olamaz.