Cennetin hem çok yakın, hem çok uzak olması ne demektir?-1-

Garib

Well-known member
Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazen şahsî bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor.
Hem, nass-ı âyetle, semâvâtın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş, bazen yakından Cenneti temâşâ ediyormuş diye, nihayet uzaklık, nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz. Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvâli, küllî ve geniş olan semâvat memleketindeki mele-i âlânın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmâne olan tedvîr-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor. Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor.
Elcevap:
Evvelâ: On Beşinci Söz namındaki bir risalede, Yedi Basamak namında yedi katî mukaddime ile, -1- âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla, şeytan casusların semâvattan ref ve tardı öyle bir surette ispat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi iknâ eder, susturur ve kabul ettirir.
Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.
Meselâ, bir hükümetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz, telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette, her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.
Hem meselâ, müteaddit devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükümetlerin, bazen oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle birtek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükümet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükümetlerin muamelâtı birbirine temas ediyor, her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa, her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor. Fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle, daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.
İşte bu iki temsil gibi, semâvat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış mânevî telefonları olduğu gibi, semâvat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.
Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufâtı, perde-i şehadet altında, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, yayılmış. Sâni-i Hakîmi Zülcelâlin hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor. Onlarda cereyan eden ahvâlin ve hadiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani, o cüzler cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazen cüz’î ve hususî bir hadise büyük bir âlemi istilâ eder. Hangi köşede dinlenilse, o hadise işitilir. Ve bazen da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ, hadise-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ân’ın hadise-i kudsiyesi, umum semâvat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hadise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semâvâtın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak casus şeytanları tard ve def ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’ânînin derece-i haşmetini ve şâşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir işaret-i Rabbâniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi, o ilân-ı tekvîniyeyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semâviyeye işaret eder.
Evet, bir melâikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semâviye ile, melâikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’ânînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’ânî ve azametli tahşidât-ı semâviye ise, cinnîlerin, şeytanların, semâvat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden (a.s.m.) tâ semâvat âlemine, tâ Arş-ı Âzama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’ânî, koca semâvatta, umum melâikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semâvâta kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki, kalb-i Muhammedîye (a.s.m.) gelen vahiy ve huzur-u Muhammediyeye (a.s.m.) gelen Cebrâil ve nazar-ı Muhammedîye (a.s.m.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mucizâne haber veriyor.
Amma Cennetin uzaklığıyla beraber, âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise, evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise, âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâsı uzakta olmakla beraber, âlem-i misal aynası vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu âlem-i fânide-temsilde hata olmasın-bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

-1-'And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer taş yaptık.' Mülk Sûresi, 67:5.

Lem'alar, Sayfa 280

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn
Allahümme ahricna min zulümatilvehmi ve ekrimna bi
nuril fehmi veftah aleyna ebvabe fadlike venşur aleyna
hazaine rahmetike bi rahmetike ya erhamer rahımiyn

Cennetin hem çok yakın, hem çok uzak olması ne demektir?

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazen şahsî bir hadise-i gaybiyeyi(bilemediimiz olaylar) de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat(gokyuzu) memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor.
Hem, nass-ı âyetle,(ayetin haber vermesi ile) semâvâtın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş, bazen yakından Cenneti temâşâ (seyretmek)ediyormuş diye, nihayet uzaklık, nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz. Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvâli,(halleri) küllî ve geniş olan semâvat memleketindeki mele-i âlânın(o yerin ileri gelenleri) medar-ı bahsi olması, gayet hakîmâne olan tedvîr-i kâinatın (kainatı idare)hikmetine muvafık gelmiyor. Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor.
Elcevap:
Evvelâ: On Beşinci Söz namındaki bir risalede, Yedi Basamak namında yedi katî mukaddime(onsoz) ile, -1- âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla, şeytan casusların semâvattan ref ve tardı (kaldırmak ve kovmak)öyle bir surette ispat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu(inatcı maddeye tapanlar) dahi iknâ eder, susturur ve kabul ettirir.
Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.
Meselâ, bir hükümetin daire-i askeriyesi(askeri bolumu) memleketin şarkında(dogusu) ve daire-i adliyesi garbında (batıda)ve daire-i maarifi (egitim bolumu)şimalinde(kuzey) ve daire-i ilmiyesi cenubunda(guney) ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz, telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette, her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.
Hem meselâ, müteaddit(cesitli ) devletler ve ayrı ayrı payitahtları(baskent) bulunan hükümetlerin, bazen oluyor ki, müstemlekât (somurgeler)cihetiyle veya imtiyazat (ayrıcalıklı)haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle birtek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet(halk) ve millet bir olduğu halde, herbir hükümet, kendi imtiyazı(ayrıcalık) cihetiyle, o raiyetle münasebettardır(alakalı). Birbirinden çok uzak o hükümetlerin muamelâtı(bilgileri) birbirine temas ediyor, her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri(ortaklık) oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa, her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor. Fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle, daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.
İşte bu iki temsil gibi, semâvat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış mânevî telefonları olduğu gibi, semâvat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtu tazammun(kaplamak) ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.
Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufâtı, perde-i şehadet altında, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, yayılmış. Sâni-i Hakîmi Zülcelâlin hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor. Onlarda cereyan eden ahvâlin ve hadiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani, o cüzler cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.
Fakat bazen cüz’î ve hususî bir hadise büyük bir âlemi istilâ eder. Hangi köşede dinlenilse, o hadise işitilir. Ve bazen da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ, hadise-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ân’ın hadise-i kudsiyesi, umum semâvat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hadise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semâvâtın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak casus şeytanları tard ve def ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’ânînin derece-i haşmetini ve şâşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir işaret-i Rabbâniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi, o ilân-ı tekvîniyeyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semâviyeye işaret eder.
Evet, bir melâikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semâviye ile, melâikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’ânînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’ânî ve azametli tahşidât-ı semâviye ise, cinnîlerin, şeytanların, semâvat ehlini mübarezeye(catısma) ve müdafaaya(savunma) sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden (a.s.m.) tâ semâvat âlemine, tâ Arş-ı Âzama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’ânî, koca semâvatta, umum melâikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semâvâta kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki, kalb-i Muhammedîye (a.s.m.) gelen vahiy ve huzur-u Muhammediyeye (a.s.m.) gelen Cebrâil ve nazar-ı Muhammedîye (a.s.m.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir,(dogru yolda giden) hiçbir cihetle şüphe girmez diye, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mucizâne haber veriyor.
Amma Cennetin uzaklığıyla beraber, âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise, evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise, âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâsı uzakta olmakla beraber, âlem-i misal aynası vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu âlem-i fânide-temsilde hata olmasın-bir nevi müstemlekeleri (mulk)ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri (haberlesmesi)olabilir, hediyeleri gelebilir.

-1-'And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer taş yaptık.' Mülk Sûresi, 67:5.

Lem'alar,

İlâhî! Bize ve neslimize nûrunla hayat ver!

Bizi ve neslimizi nûrunla yaşat! Ve o nûrunla öldür!

Ve bizi ve neslimizi, bize ihsânın olan nur-u nûrunla haşret! Lütfet! Kerem kıl!

Hatalarımızı ve seyyiâtımızı mağfiret eyle!

Ve bizi, başında Habîb-i Zîşân’ın (asm) olan fırka-i nâciye-yi kâmileye ilhâk et! Âmîn! Âmîn! Âmîn!




subhaneke la ilmelena illa ma allemtena inneke entel alimul hakim.

subhaneke la fehmelena illa ma fehemtelena inneke entel cevazul kerim

rabbişrahli sadri ve yesirli.emri vahlül ukdaten minlisani.ve yefgahu gavlu ve ufevvidu emri ilallah

inlallahe basdirun bil ibad .lillahil fatiha
 
Üst