Huseyni
Müdavim
Ziyad Halil Muhammed ed-Değamin
Doç. Dr. Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesinde öğretim üyesi
Âlemlerin Rabbine hamd, enbiyanın önderi ve peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz Muhammed’e, onun bütün âl ve sahabilerine ve kıyamete kadar ona güzelce tabi olanlara salat ve selâm olsun.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de âlimler Kur’ân-ı Kerimi inceliyor ve onun her çağda hayatın bütün müsbet yeniliklerini muhtevi, beşerî sistemlere karşı koymaya muktedir ve faydalı mesajlarla dolu bir hazine olduğunu görüyorlar. Bugün de Kur’ân-ı Kerimin meydan okuma kapısı ardına kadar açıktır. O, gerçek marifet yolunu çizme, hakikî düşünce metodunu ortaya koyma, faydalı medeniyetin temellerini kurma ve ideal hayatın prensiplerini belirleme konusunda insanlara ve cinlere meydan okumaya devam etmektedir. Alimler, her geçen gün onun i’câz vecihlerinden bir yenisini keşfetmektedirler. Eskiden derlerdi ki: “Fesahat insanları hayran bırakıp akıllarını çelen, onun beyanındaki güzelliktir.” “O, ihtiva ettiği gaybî haberleri ve gelecekle ilgili ihbarlarıyla mu’cizedir.” “O’nun mu’cizelik yönlerinden biri de, kalbleri etkilemesi, ruhları cezbetmesidir.” “Kur’ân gibi, dinlenildiğinde sesi kulağa değer değmez kalbe damlayan ne nesir, ne de şiir başka bir söz göremezsiniz.” “O’nun mu’ciziğinin bir yönü de kâinat ve kanunları hakkında ihtiva ettiği ilmî gerçeklerdir. Yeni âlimler onun terbiye ve teşri’ alanında ihtiva ettiği prensiplerle mu’cize olduğunu söylüyorlar. Son olarak onun yeni bir mu’cizelik yönünden söz ediliyor. O da, metod ve öğretim ile ilgili eşsizliğidir. Bediüzzaman ise bütün bu i’câz yönlerini özlü olarak şöyle dile getiriyor: “Kur’ân, mu’cizelerin deryası ve menba’ıdır.”
Ben son derece üzüntümü ifade etmek isterim. Çünkü, günümüzde Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliği konusunda eser yazanların tamamı olmasa bile büyük bir kısmı Bediüzzaman Said Nursî merhumun konuyla ilgili yazdıklarından haberdar değillerdir. Oysa Bediüzzaman İ’câzü’l-Kur’ân alanında nev’i şahsına münhasır ve cidden ilgi ve araştırmaya değer bir medod takip etmiştir. İ’câz konusundaki sözlerinin eşi ve benzeri yoktur. Bütün ümmet içerisinde onun hayatı kapkaranlık bir ortama ve zifiri gecelere tesadüf etmiştir. Hilafetin çöküşünü görmüş, İslâmın inanç ve ahlâkını yok etmeye, Müslümanları dininden ve kültüründen koparıp muasır Batı medeniyetine peyk etmeye kararlı bir güruhun faaliyetlerine şahit olmuştur. Kendisi de boş durmamış, bunlara karşı Kur’ân ile meydan okumuştur. Mücadele Bediüzzaman’a göre, bir fikir, marifet, inanç ve medeniyet mücadelesidir.
Bediüzzaman diğer ilmiyle amil âlimler ve salih evliyalar gibi Kur’ân’la yaşamış, bir an olsun onu bırakmamış ve ondan ayrı bulunmamıştır. Birinci Dünya Harbi esnasında savaş meydanlarında düşmana karşı silahla bir kez mücadele etmişse, Kur’ân kılıncıyla çok kere mücadele etmiştir. Nitekim değerli eseri İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede kaleme almıştır. Hayatı önemli hadiselerle dolu olmakla beraber, bu kısa süre içerisinde, hayatından, ufkunun genişliğini, fikrinin olgunluğunu, bakışının derinliğini ve görüşünün ileriliğini kesin olarak gösteren birkaç parlak noktaya dikkatinizi çekmek isterim:
Medresetü’z-Zehra adıyla bir İslâmî üniversitenin kurulmasına yetkilileri dâvet etmiş, hattâ buna bilfiil teşebbüs etmiş. Kurmasını planladığı bu üniversite, ilimler arasında tefrik yapmama esasına dayanıyordu. Dolayisiyle, çağdaş ilimlerin yanısıra, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviye ilimleri de tedris edilecekti. Bu üniversitenin önemini anlattığı milletvekillerine şöyle sesleniyordu: “Vilâyat-ı Şarkıyye Âlem-i İslâmın merkezidir. Dinî ilimlerin yanında tecrübî ilimler de okutulmalıdır.” O bu üniversitenin, Batıya ve materyalist felsefeye karşı sözkonusu fikrî mücadelenin minberi olmasını amaçlıyordu. İngiliz sömürgeler bakanının, Kur’ân’ın ortadan kaldırılması gerektiğine ilişkin beyanatı akabinde Bediüzzaman şöyle demiştir: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” Büyük ihtimalle Bediüzzaman, böyle bir üniversitenin kurulması düşüncesine davet ederken “el-Ma’hedü’l-Âlemî Li’l-Fikri’l-İslâmi”nin, teşvik ettiği “Bilginin İslâmîleştirilmesi” düşüncesinin farkındaydı. Bunun delili, matematik, astronomi, kimya, felsefe, jeoloji ve coğrafya gibi ilimlerin önemini idrak ederek onları öğrenmesi ve onları Kur’ânî asıllarına dayandırmasıdır. Risâle-i Nûr’u yazarken tefsir ettiği âyet-i kerimeler bu gerçeği te’yid ediyor. Hatta Bediüzzaman bu düşüncenin belli başlı öncüleri arasında yer alır.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmemesini daha doğru buluyordu. Bununla birlikte, savaş patlak verince gönüllülerden meydana gelen bir alay teşkil ederek Rus’lara karşı savaştı. Aynı zamanda İslâm dünyasını da cihada davet etti. İslâm dinini ve Müslümanları müdafaa yolunda güzel bir imtihan verdi. Başka türlü de yapamazdı. Çünkü o, bütün bir ümmetin dertlerini omuzlayan ve acılarını yüreğinde hisseden bir zattı.
Bediüzzaman, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ortamın şartlarını çok iyi biliyordu. Kurnaz düşmanın bu din ve mensuplarına karşı giriştiği savaş ve mücadelenin farkındaydı. Her tehlikeyi önceden sezebiliyor ve son derece müteyakkız davranıyordu. Onun için vaktini ve kalemini bu dini savunmaya ve uğrunda mücadele etmeye adamış ve böylesine mücadele dolu bir ortamın ürünü olan Risale-i Nûr’u telif etmiştir. Bu nedenledir ki eserleri, Garbın materyalist felsefesine ve zararlı medeniyetine karşı tam ikna edici bir cevap niteliğindedir. Onun Kur’ân-ı Kerimi anlayıp olduğu gibi tanıtmaya çalışması, kendisine Kur’ân’ın esrar ve hakikatlerine vakıf olma imkânını vermiştir. Ona göre Kur’ân, “Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyat-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisânı ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir...” Hiç şüphesiz bu, Kur’ân-ı Kerimin gaye, hedef ve maksatlarını kavrayan çok kapsamlı ve derin bir anlayışdır. Böyle bir anlayışın, Kur’ân-ı Kerimin mucizeliğini açıklama konusunda çok açık bir etkisi vardır.
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Allah’ı tam olarak tanımaya götüren altı cehitinin olduğunu belirtir. Bu cihetlerin birincisi, Kur’ân’ın nokta-ı istinadıdır ki, vahiydir. İkincisi, hedeflediği iki dünya saadetidir. Çünkü Kur’ân’ın irtibat ve alakaları sonsuzluğa ve âhirete kadar uzanmaktadır. Üçüncüsü, apaçık mu’cize oluşudur. Dördüncüsü, kesin delil ve kati’î bürhan direklerine dayanmasıdır. Beşincisi, vicdanı şahit tutmasıdır. Öyle ki, kalbe saçtığı ruhî nefhalara karşı hayranlığını gizleyemeyen vicdan, “Maşaallah!” demekten kendisini alamaz. Altıncısı, ihtiva ettiği çok sayıda “Düşünmez misiniz?” gibi ifadelerle aklı konuşturup tasdike sevketmesidir. “Kur’ân’ın verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattadır, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînûr meyveler vermiş.”
Kur’ân-ı Kerimin bu şümullü tanımını Bediüzzaman Kur’ân âyetleri üzerinde inceden inceye düşünüp tefekkür etmekle, hatta Kur’ân atmosferinde yaşamakla elde edebilmiştir. Mu’cizelik yönlerini ortaya çıkarması da yine aynı ince tefekkür vasıtasıyla olmuştur. Bu da Bediüzzaman metodunun, muhakeme ve tefekkür temellerine dayandığını isbatlamakta ve ona orijinallik ve bağımsızlık kazandırmaktadır.
Hiç kuşkusuz Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş kültür birikiminin ve tahsil ettiği pek çok modern ilimlerin, onun Kur’ân’ı anlaması, mu’cizeliğini ortaya koyması ve onu yorumlaması konusunda büyük etkisi olmuştur.
İ’câz konusundaki metoduyla ilgili olarak önce dağınık bir biçimde risaleler halinde neşredilen, daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektûbât ve İşârâtü’l-İ’câz mecmualarında toplanan pek çok eserlerinde tekrar edilen uzun izahlarını inceledim. Bu konudaki sözlerini derleyip tertip ettim. Bediüzzaman, Abduülkahir el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkakî’den etkilendiğine göre, sözkonusu âlimlerin de sözlerini açıklamayı ve Bediüzzamanın izahlarıyla karşılaştırmayı uygun gördüm. Bu amaçla müstakil bir başlık altında, bazı âyetlerin izahı konusunda kendisiyle ez-Zamehşerî arasında bir mukayese yaptım. Böylece Bediüzzaman’ın i’câzı tam olarak tanıyıp zevkettiğini ve eski âlimlerin konuyla ilgili açıklamalarının sınırlarında durmayarak farklı ve orijinal noktalar ortaya koyduğunu göstermeye çalıştım. Bundan önce mu’cize ve i’câzın tanımını yaptım. Nazmî i’câz konusunda detaylı açıklamalarda bulundum. Sonra, risalelerinde işaret ettiği i’câz vecihlerinin sayısıyla bağlı kalmayarak Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerini ele aldım. Ele aldığım i’câz vechinin muhtevasına uygun olarak yeni başlıklar koydum. Ya sözlerini kısaca naklettim veya fikir ve anlayışını kendi ifadelerimle aktardım. Bazı meseleleri tartışmaya tabi tutup kanaatımı belirttim. Sonuç bölümünde de, vardığım çok sayıda neticeyi özet olarak kaydettim.
Bediüzzaman’ın eserlerini Arapçaya tercüme ettiğinden dolayı İhsan Kasım Bey’den ve bu sempozyumu düzenleyen kardeşlerimizden Allah razı olsun. Başarı Allah’tandır. O bize kâfi ve ne güzel vekildir!
Doç. Dr. Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesinde öğretim üyesi
Âlemlerin Rabbine hamd, enbiyanın önderi ve peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz Muhammed’e, onun bütün âl ve sahabilerine ve kıyamete kadar ona güzelce tabi olanlara salat ve selâm olsun.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de âlimler Kur’ân-ı Kerimi inceliyor ve onun her çağda hayatın bütün müsbet yeniliklerini muhtevi, beşerî sistemlere karşı koymaya muktedir ve faydalı mesajlarla dolu bir hazine olduğunu görüyorlar. Bugün de Kur’ân-ı Kerimin meydan okuma kapısı ardına kadar açıktır. O, gerçek marifet yolunu çizme, hakikî düşünce metodunu ortaya koyma, faydalı medeniyetin temellerini kurma ve ideal hayatın prensiplerini belirleme konusunda insanlara ve cinlere meydan okumaya devam etmektedir. Alimler, her geçen gün onun i’câz vecihlerinden bir yenisini keşfetmektedirler. Eskiden derlerdi ki: “Fesahat insanları hayran bırakıp akıllarını çelen, onun beyanındaki güzelliktir.” “O, ihtiva ettiği gaybî haberleri ve gelecekle ilgili ihbarlarıyla mu’cizedir.” “O’nun mu’cizelik yönlerinden biri de, kalbleri etkilemesi, ruhları cezbetmesidir.” “Kur’ân gibi, dinlenildiğinde sesi kulağa değer değmez kalbe damlayan ne nesir, ne de şiir başka bir söz göremezsiniz.” “O’nun mu’ciziğinin bir yönü de kâinat ve kanunları hakkında ihtiva ettiği ilmî gerçeklerdir. Yeni âlimler onun terbiye ve teşri’ alanında ihtiva ettiği prensiplerle mu’cize olduğunu söylüyorlar. Son olarak onun yeni bir mu’cizelik yönünden söz ediliyor. O da, metod ve öğretim ile ilgili eşsizliğidir. Bediüzzaman ise bütün bu i’câz yönlerini özlü olarak şöyle dile getiriyor: “Kur’ân, mu’cizelerin deryası ve menba’ıdır.”
Ben son derece üzüntümü ifade etmek isterim. Çünkü, günümüzde Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliği konusunda eser yazanların tamamı olmasa bile büyük bir kısmı Bediüzzaman Said Nursî merhumun konuyla ilgili yazdıklarından haberdar değillerdir. Oysa Bediüzzaman İ’câzü’l-Kur’ân alanında nev’i şahsına münhasır ve cidden ilgi ve araştırmaya değer bir medod takip etmiştir. İ’câz konusundaki sözlerinin eşi ve benzeri yoktur. Bütün ümmet içerisinde onun hayatı kapkaranlık bir ortama ve zifiri gecelere tesadüf etmiştir. Hilafetin çöküşünü görmüş, İslâmın inanç ve ahlâkını yok etmeye, Müslümanları dininden ve kültüründen koparıp muasır Batı medeniyetine peyk etmeye kararlı bir güruhun faaliyetlerine şahit olmuştur. Kendisi de boş durmamış, bunlara karşı Kur’ân ile meydan okumuştur. Mücadele Bediüzzaman’a göre, bir fikir, marifet, inanç ve medeniyet mücadelesidir.
Bediüzzaman diğer ilmiyle amil âlimler ve salih evliyalar gibi Kur’ân’la yaşamış, bir an olsun onu bırakmamış ve ondan ayrı bulunmamıştır. Birinci Dünya Harbi esnasında savaş meydanlarında düşmana karşı silahla bir kez mücadele etmişse, Kur’ân kılıncıyla çok kere mücadele etmiştir. Nitekim değerli eseri İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede kaleme almıştır. Hayatı önemli hadiselerle dolu olmakla beraber, bu kısa süre içerisinde, hayatından, ufkunun genişliğini, fikrinin olgunluğunu, bakışının derinliğini ve görüşünün ileriliğini kesin olarak gösteren birkaç parlak noktaya dikkatinizi çekmek isterim:
Medresetü’z-Zehra adıyla bir İslâmî üniversitenin kurulmasına yetkilileri dâvet etmiş, hattâ buna bilfiil teşebbüs etmiş. Kurmasını planladığı bu üniversite, ilimler arasında tefrik yapmama esasına dayanıyordu. Dolayisiyle, çağdaş ilimlerin yanısıra, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviye ilimleri de tedris edilecekti. Bu üniversitenin önemini anlattığı milletvekillerine şöyle sesleniyordu: “Vilâyat-ı Şarkıyye Âlem-i İslâmın merkezidir. Dinî ilimlerin yanında tecrübî ilimler de okutulmalıdır.” O bu üniversitenin, Batıya ve materyalist felsefeye karşı sözkonusu fikrî mücadelenin minberi olmasını amaçlıyordu. İngiliz sömürgeler bakanının, Kur’ân’ın ortadan kaldırılması gerektiğine ilişkin beyanatı akabinde Bediüzzaman şöyle demiştir: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” Büyük ihtimalle Bediüzzaman, böyle bir üniversitenin kurulması düşüncesine davet ederken “el-Ma’hedü’l-Âlemî Li’l-Fikri’l-İslâmi”nin, teşvik ettiği “Bilginin İslâmîleştirilmesi” düşüncesinin farkındaydı. Bunun delili, matematik, astronomi, kimya, felsefe, jeoloji ve coğrafya gibi ilimlerin önemini idrak ederek onları öğrenmesi ve onları Kur’ânî asıllarına dayandırmasıdır. Risâle-i Nûr’u yazarken tefsir ettiği âyet-i kerimeler bu gerçeği te’yid ediyor. Hatta Bediüzzaman bu düşüncenin belli başlı öncüleri arasında yer alır.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmemesini daha doğru buluyordu. Bununla birlikte, savaş patlak verince gönüllülerden meydana gelen bir alay teşkil ederek Rus’lara karşı savaştı. Aynı zamanda İslâm dünyasını da cihada davet etti. İslâm dinini ve Müslümanları müdafaa yolunda güzel bir imtihan verdi. Başka türlü de yapamazdı. Çünkü o, bütün bir ümmetin dertlerini omuzlayan ve acılarını yüreğinde hisseden bir zattı.
Bediüzzaman, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ortamın şartlarını çok iyi biliyordu. Kurnaz düşmanın bu din ve mensuplarına karşı giriştiği savaş ve mücadelenin farkındaydı. Her tehlikeyi önceden sezebiliyor ve son derece müteyakkız davranıyordu. Onun için vaktini ve kalemini bu dini savunmaya ve uğrunda mücadele etmeye adamış ve böylesine mücadele dolu bir ortamın ürünü olan Risale-i Nûr’u telif etmiştir. Bu nedenledir ki eserleri, Garbın materyalist felsefesine ve zararlı medeniyetine karşı tam ikna edici bir cevap niteliğindedir. Onun Kur’ân-ı Kerimi anlayıp olduğu gibi tanıtmaya çalışması, kendisine Kur’ân’ın esrar ve hakikatlerine vakıf olma imkânını vermiştir. Ona göre Kur’ân, “Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyat-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisânı ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir...” Hiç şüphesiz bu, Kur’ân-ı Kerimin gaye, hedef ve maksatlarını kavrayan çok kapsamlı ve derin bir anlayışdır. Böyle bir anlayışın, Kur’ân-ı Kerimin mucizeliğini açıklama konusunda çok açık bir etkisi vardır.
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Allah’ı tam olarak tanımaya götüren altı cehitinin olduğunu belirtir. Bu cihetlerin birincisi, Kur’ân’ın nokta-ı istinadıdır ki, vahiydir. İkincisi, hedeflediği iki dünya saadetidir. Çünkü Kur’ân’ın irtibat ve alakaları sonsuzluğa ve âhirete kadar uzanmaktadır. Üçüncüsü, apaçık mu’cize oluşudur. Dördüncüsü, kesin delil ve kati’î bürhan direklerine dayanmasıdır. Beşincisi, vicdanı şahit tutmasıdır. Öyle ki, kalbe saçtığı ruhî nefhalara karşı hayranlığını gizleyemeyen vicdan, “Maşaallah!” demekten kendisini alamaz. Altıncısı, ihtiva ettiği çok sayıda “Düşünmez misiniz?” gibi ifadelerle aklı konuşturup tasdike sevketmesidir. “Kur’ân’ın verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattadır, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînûr meyveler vermiş.”
Kur’ân-ı Kerimin bu şümullü tanımını Bediüzzaman Kur’ân âyetleri üzerinde inceden inceye düşünüp tefekkür etmekle, hatta Kur’ân atmosferinde yaşamakla elde edebilmiştir. Mu’cizelik yönlerini ortaya çıkarması da yine aynı ince tefekkür vasıtasıyla olmuştur. Bu da Bediüzzaman metodunun, muhakeme ve tefekkür temellerine dayandığını isbatlamakta ve ona orijinallik ve bağımsızlık kazandırmaktadır.
Hiç kuşkusuz Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş kültür birikiminin ve tahsil ettiği pek çok modern ilimlerin, onun Kur’ân’ı anlaması, mu’cizeliğini ortaya koyması ve onu yorumlaması konusunda büyük etkisi olmuştur.
İ’câz konusundaki metoduyla ilgili olarak önce dağınık bir biçimde risaleler halinde neşredilen, daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektûbât ve İşârâtü’l-İ’câz mecmualarında toplanan pek çok eserlerinde tekrar edilen uzun izahlarını inceledim. Bu konudaki sözlerini derleyip tertip ettim. Bediüzzaman, Abduülkahir el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkakî’den etkilendiğine göre, sözkonusu âlimlerin de sözlerini açıklamayı ve Bediüzzamanın izahlarıyla karşılaştırmayı uygun gördüm. Bu amaçla müstakil bir başlık altında, bazı âyetlerin izahı konusunda kendisiyle ez-Zamehşerî arasında bir mukayese yaptım. Böylece Bediüzzaman’ın i’câzı tam olarak tanıyıp zevkettiğini ve eski âlimlerin konuyla ilgili açıklamalarının sınırlarında durmayarak farklı ve orijinal noktalar ortaya koyduğunu göstermeye çalıştım. Bundan önce mu’cize ve i’câzın tanımını yaptım. Nazmî i’câz konusunda detaylı açıklamalarda bulundum. Sonra, risalelerinde işaret ettiği i’câz vecihlerinin sayısıyla bağlı kalmayarak Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerini ele aldım. Ele aldığım i’câz vechinin muhtevasına uygun olarak yeni başlıklar koydum. Ya sözlerini kısaca naklettim veya fikir ve anlayışını kendi ifadelerimle aktardım. Bazı meseleleri tartışmaya tabi tutup kanaatımı belirttim. Sonuç bölümünde de, vardığım çok sayıda neticeyi özet olarak kaydettim.
Bediüzzaman’ın eserlerini Arapçaya tercüme ettiğinden dolayı İhsan Kasım Bey’den ve bu sempozyumu düzenleyen kardeşlerimizden Allah razı olsun. Başarı Allah’tandır. O bize kâfi ve ne güzel vekildir!