Zübeyir ve mustafa acet ağabeylerin ortak müdafaatı

yozgati

Well-known member
(
Emirdağ Cumhuriyet Müdde-i Umumîliği eliyle)
ISPARTA SORGU HÂKİMLİĞİNE
Isparta C.M.U.’nin 25/3/956 tarih ve 311 sayılı iddianamesine itirazım.​

3 sene evvelki bir tevehhüme binaen yazılan bir iddianame, üç sene sonra Ramazan içinde gayet hasta bulunan Üstadımız Said Nursî’ye o iddianame geldi, dedi ki:
"Ben otuz senede hâlimi tedkik eden ve beş defa beraat veren âdil mahkemeleri ittiham etmek hükmünde tekrar aynı mesele ve otuz senede mesuliyeti mucib delili bulunmayan gizli cemiyetçiliğe dair, otuz senelik adliyeleri ittiham etmek hükmünde olan bu yeni iddianameyi reddediyorum, kabul etmem. Tâ hakkımda beraetle adalet eden o âdil mahkemelere hürmetsizlik olmasın.

Ve intişar etmiş iki yüz sahifeden ziyade müdafaatlarım, benim bedelime bu tekrar ittihamnameye bir itiraznamemdir. Başka bir diyeceğim yok. Sen bu itiraznameye bir haşiye yaz. Çünkü hastalığım şiddetlidir." dedi, sözü kesti.
Hizmetinde bulunan ben ve Mustafa Acet, onun bedeline bir-iki hakikati ifşa ediyoruz. Şöyle ki: Bu beş-altı senedir hizmetinde bulunduğumuz Üstadımız Said Nursî’nin acib bir hasiyeti budur ki; insanlarla hattâ en yakın dostları ve akrabaları ile görüşmek istemiyor.

Hattâ yirmi sene talebesi ve hayatta kalan tek bir kardeşini, yakınında olduğu ve otuz senedir görüşmediği halde görüşmek için çağırmıyor. fıtratında öyle bir inziva var ki zaruret-i kat’î olmazsa ve Nur dersinden bir hakikat-ı imaniye olmazsa, halklarla konuşmak kat’iyen istemiyor.

Hattâ daima hizmetinde bulunduğum halde dört-beş günde bir defa benimle ciddi konuşmuyor. Konuşsa da bir şaka suretinde konuşuyor. Benden çok sadıkane hizmet eden kardeşlerim içinde beni hizmetine tercihi, ben bu sırr-ı inzivayı ve tevahhuşu bozmamak fıtratımda bir seciye olduğundandır.

Hattâ bazı bana: "Taşsın, hayvansın; o cihette seni tercih ediyorum." der. Biz bütün yakın talebeleri biliyoruz ki nasıl maddî hediyeyi kabul etmiyor; manevî bir hediye olan hürmetkârane bir hizmeti de istemiyor, istiskal ediyor.
Hem dünyada hiçbir mal, mülkü hanesi olmadığı gibi, öyle de kendine hiçbir kemalât vermiyor. "Ben müflis bir adamım. Hazine-i Kur’aniyenin bir hizmetkârıyım." der. Ben bu kaç senedir en gizli sırrına vâkıf olduğum halde, benlik ve enaniyeti ima edecek bir seciyesini bulamadım. Risale-i Nur’da yazdığı gibi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak seciyesi ile daima şükür ve sabır seciyesini görüyorum.

Bütün vazifesi, hissiyatı, Kur’an-ı Hakîmin hakaik-i imaniye derslerinden kendine bulduğu ilâçları, tiryakları ehl-i imana da bildirmek bir vazife-i fıtriyesi olduğunu ben ve bütün kardeşlerimiz biliyoruz, görüyoruz. Musibet ve belâlar geldiği vakitte bizlere der: "Vazifemiz hizmettir. muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değil. O vazife-i ilâhiyedir. Vazife-i ilâhiyeye karışmak haddimiz değil." diye zalim düşmanlarına da beddua etmiyor.

Hem yine bütün kardeşlerimiz biliyorlar: 35 senedir deyip siyaseti terk ettiği gibi, otuz beş senedir (bir buçuk sene müstesna) hiçbir gazeteyi okumak, dinlemek istemedi. Yalnız düvel-i İslâmiyenin teşekkülünde ve Hristiyan âleminde şiddetli bir dinsizlik, bolşevizm, İslâmiyetin hakikatine karşı mübarezesi noktasında, bir buçuk senedir yeni harf bilmediği halde, ben bazı merak ettiği nokta için dinlettiriyordum.

Acaba bu kadar infiradî inziva bir hayata sahip olan ve böyle bir acib seciye bulunan ve dünyanın en yüksek şeylerine beş para ehemmiyet vermediği ve bu kadar musibetlere giriftar olduğu halde menfice hareket etmediği, müdafaatında dediği gibi, yirmi sekiz senedeki bana edilen emsalsiz işkencelere sekiz günde intikamımı alabilirdim. Fakat, Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi olan sırrıyla asayişi bütün kuvveti ile muhafaza için, o işkenceli zulümlere karşı menfice hareket etmediği mahkemelerce tahakkuk etti. Acaba böyle bir adamın siyasî cemiyetlerle münasebeti olabilir mi?

Eğer onun, Nur talebelerine üstadlığı itibariyle cemiyet namı verilse; bütün vaizlere, muallimlere ve imamlara cemiyet namı vermek gibidir. Belki onun hizmet-i imaniyesi haricî, dahilî düşmanlara karşı bir manevî mücahede olduğu itibariyle, ona cemiyetçi denilse; bütün zabitlere, taburlara cemiyet namı vermek lâzım gelir."

Üstadım Said Nursî, uhuvvet-i İslâmiye itibariyle bütün hayatında, bütün Müslümanlara bir irtibatı ve tesanüd ve muhabbeti taşıdığı halde ona cemiyetçi demek, uydurma bir ittihamdır. Âlem-i İslâmın mecmuuna, gizli cemiyet denilmez. Yüzde doksan sekiz adam, bir kaç adama karşı cemiyettir demek bir hezeyandır. Çünkü ekseriyete karşı ekalliyetin içtimaına, cemiyet namı verilir.

Meclis-i Mebusan’da divan-ı riyasette Mustafa Kemal’in hiddetli-şiddetli itirazına karşı en gizli sırlarını çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-ı Örfî’de irtica ittihamına karşı, "Eğer meşrutiyet, İttihad ve Terakki Partisi’nin istibdadından ibaretse, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim." diyen, darağaçlarına beş para ehemmiyet vermeyen ve bir makalesi ile yirmi bin adamın İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetine girmelerine vesile olan ve bütün hayatında esrarını ifşa eden bir adama, "Siyasî, gizli cemiyet kuruyor." denilse, elbette gayet kat’î bir hatadır.

Hem şimdi cemiyet namını vermek, bu otuz senede bu kadar tarassudlar ve mahkemelerdeki yüzlerle mektuplar ve Risale-i Nur kitaplarının tedkiki neticesinde beş mahkemenin cemiyete dair en küçük bir emare bulamayarak verdikleri beraat hükümlerini ittiham etmektir.

Said Nursî’nin şiddetli hastalığı zamanında hizmetinde bulunan
Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Acet
 
Üst