Yoksunluğun Yarın'ı Olmak

molla_zehra

Well-known member
Her şey bir mektupla başlamıştı.

Beni küçüklüğüme, geçmişime sürükleyen bir mektuptu bu.
Ali Osman çocukluktan arkadaşımdı. Talebelik yıllarında aynı sırayı, mahallemizin tozlu yolunda aynı oyunları, teneffüslerde bahçe duvarının bir köşesine çömelip okuduğumuz hikâyeleri ve yoksul evimizin toprak damında kurduğumuz düşleri paylaştığım kadim dostumdu. İki sayfalık mektubu ile sessizliğe bürünen günlerime canlılık doğmuş, beni ıraklığıyla yandığım baba toprağına davet ediyordu. Şimdi bir küçük bavul, bir beyaz zarf ve hasretimi katmerleştiren birkaç fotoğrafla yola koyuldum. Otobüs yeni hareket etti. Hava inadına güneşli, hayat inadına canlıydı. Memleket yolunu bir bir geride bırakırken, mazimde rafa kaldırdığım hatıralarla fotoğraflara tekrar tekrar bakıyordum.

Yoksul köyümün tozlu yolları, dertli yüzünde zoraki bir tebessümüyle rahmetlik babam, top oynadığım evimizin yanı başındaki düz arazi, rahmetlik analığıma yaptığım şakalardan sonra kaçtığım pencere, tüm gün çizgi roman ve hikâye okuduğum duvar dibi… Fakirliğe, yalnızlığa, ilk göz ağrısı sevdalısını yitirmeye dayandı da bir mel’un hastalığa yenik düşmüştü babam. Yüzündeki kederin çizgileri, yaşananları tek tek fısıldıyordu sanki. Küçüğüm diye beni hep kollardı. Yalnız bırakmazdı. Her bayram ve her mübarek günler de anacığımın mezarına giderdik. Dua okuyan babamın yanında ağabeyimle bekler, toprağa takılı kalırdı gözlerimiz. Babam ağlar, biz de ağlardık. İki yaşında bırakmışım annemi kara toprağın eline, öyle derdi babam. Hepsi hala dün gibi hatıramda. Mezarlık aynı mıydı acaba? Yine yarı duvarları yıkık, kapısı tahtadan mıydı? Annemin toprağındaki selvi ağacı büyümüş müydü? Hep babamdan dinler, hep babamla yâd ederdim onu. Hayalen beni hep okşadığını düşünürdüm annemin. Ne şimdi o düşler kurduğum taştan yapma, toprak damlı evim, ne de annemi rüyalarımda yaşattıran babam vardı. Her şey gibi onlar da yoktu artık lakin yokluklarının ıstırabı yıllar sonra bir nebze de olsa dinecekti. Benim gibi bin bir zahmetle duvar diplerinde köşeleri kıvrılmış, sayfalarının çoğu iplikle birbirine bağlı kitapları okumayacak, bu yoksunluğu yaşamayacaktı köydeki çocuklar. Hüzünlü bir gidişi sevinç doğuran, bereketli bir dönüşle yıkıyordum mazimde. Bu dönüş, yoksulluğu, babamın tabiriyle “ağlamaklı bir türkü” olan çocukluğumu unutturacaktı, biliyorum. Evim köyün çocuklarına hatta okumaya teşne yüreklere mekân olacaktı. Kitap’a hasret kalmış nice kızlar, nice oğlanlar vardı. Çoğu ya baba parasına katkı olma derdinin ya da okumayı gereksiz bilmelerin kurbanı olmuştu. Şimdi bu fırtınayı yıkmak için çabalayan öğretici bir yüreğe yardım için yoldaydım.

Saat altı’ya geliyordu. Hava kararmış, rüzgâr kendini belli etmeye başlamıştı. Otobüs beni uzun bir caddenin kıyısında bırakarak, ağır ağır yoluna devam etti. Köyün serpilmiş gibi duran ışıkları ve her Perşembe minaresi aydınlatılan camisi heyecanımı kat be kat arttırıyordu. Ağustos böceklerinin sesleri eşliğinde köye doğru ilerliyordum. Yıllar önce yine böyle bir akşam terk ettiğim bu yerlere aynı sessizlikle giriyordum. Hatıralar gözlerimin önünden film şeridi gibi geçerken ben, uzakta çam ve selvi ağaçlarının bekçiliğinde derin bir sükûtu teneffüs eden mezarlığı, aslında oradaki kederimi seyr eyliyordum. On beş dakikalık kısa bir yürüyüşten sonra köyün girişine geldim. Ali Osman akşam namazını kılmış, beni kahvehane’nin önündeki senelik çınar ağacının dibinde bekliyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu kadim dostum gönül izlerini taşıyan temiz yüzüyle bana gülümsüyor, bir yandan da nemlenen gözlerini siliyordu. Sarıldık sıkıca. Yıllar var ki Ali Osman’ı hiç bu kadar mutlu bir o kadar da mahzun görmemiştim. Yanaklarından süzülen yaşlara rağmen gözlerinin içi gülüyordu. “Geldim” diyebildim sadece. “Geldim, gitmemek üzere.”

Baba evini az bir tamirle yaptırmış, burada oturuyordu Ali Osman. Bir divan, bir masa, iki sandalye ve küçük bir dolapla döşediği odasıyla bir buçuk senedir köy öğretmenliği yapıyordu. Yemeği yerken geçen o zorlu bir buçuk seneyi anlattı bana. Anlatırken çocuk gibi heyecanlı ve ürkekti. Özlemiştim onu. O paylaştıkça ben hasretten ağrıyan yüreğimi dizginleştiriyordum. Yemeği yedik. Sobada kaynayan çayı ikram ederken “Hangi tohum ekildi de çıkmadı?” diye sordu. Ben düşünceli, kıpırtısız yüzüne baktım. Otobüs boyunca planladıklarımı, korkularımı, maziye gömülen hislerimi nasıl anlatacağımı düşünürken o, devam etti konuşmasına.“Yaşıyoruz çünkü bu oyunu bizim gibi direnenler kazanır. Geride kalan ne varsa yüreğinde saklı tut ve izin ver insan için atılan tohumlar filiz versin. İzin ver yeni ve güçlü soluklarımız olsun, bir elmas misali dimağlara yarın olalım.”

Yarın’ı olmak dün’ü, bugünü elinden alınanlara… Yarın olmak kışa hazırlanmaktan bahar’ı unutanlara ve rüzgâr şiddetle uğuldarken, “filizleneceğim” diye ürperen küçük tohumlara. O an samimiyeti ağırlayan ela gözleri aradım ve yine sadece“Geldim” diyebildim “Geldim işte, gitmemek üzere.”

21 Ocak 2008
 

ebrar172

Well-known member
“Geldim işte, gitmemek üzere.”

kaleminize sağlık diyeyim mübarek ... sanırım bir öykü denemesi güzel olmuş ...
 
Üst